12 Ekim 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


DÜŞ VE DEVRİM
Geçtiğimiz bayram tatilini Stockholm ve çevresinde geçirdim. Bu ilk İsveç gezisinin anılarını sizlerle paylaşmak istedim. Sergiler, izlenimler, övgüler ve yergiler. Bir kuzey ülkesinin sıcakkanlı yorumu.

Stockholm’u bu kadar beğeneceğimi hiç sanmıyordum diyerek gireyim söze. Sevdim; çünkü biz İstanbul’da yürüyecek iki-üç kilometrelik bir güzergâh bulamazken, adamlar tüm şehri yürüyüş parkuruna çevirmişler. Üstüne üstlük dümdüz bir memleket! Dahası, siz daha yaya geçidine gelmeden otomobiller durup yol veriyorlar! Yaya olarak böylesine şımartıldığımı hiç hatırlamıyorum... Ama trafik açısından ilginç bir başka olgu daha çıktı karşıma: Bisiklet meselesi. Efendim, tüm yaya yollarının yarısını bisikletlere ayırmışlar. Tüm şehri bisiklet sırtında gezmek mümkün. Lakin bisikletliler öylesine gaddar ki, onların yoluna yanlışlıkla inmeye görün, aman demeyip hemen çarpıyorlar sırtınıza. Otomobillere değil ama bisikletlere dikkat etmekten illallah dedim! Bisikletin kitabını yazmış biri olarak, bisikletten korkacağım günlerin de geleceğini hiç düşünmemiştim açıkçası....

Övgülere devam edelim... Stockholm, aslında tüm İsveç bir büyük orman. Kentin her yeri korular, parklarla tıkış tıkış. Bu da bizim için başka bir keyif oldu. Hele tatilin sonuna doğru Kuzey denizi adalarının en batısına, Möja adasına yaptığımız yolculuk tüm yılın doğal zenginlik kotasını doldurarak, uzun bir süre bizi idare edecek kadar keyif verdi. Dört saatlik bir gemi yolculuğundan sonra ulaşılan bu adada iki keyifli gün geçirdik. Adanın tek lokantası, Stockholm’den özel olarak gelen konukları bile ağırlayacak denli meşhur. Balıkları ve deniz mahsullerinden yapılmış spesyaliteleri çok başarılı. Zaten İsveç’te doğru dürüst yemek yemeyi bir tek burada başardık. Artık bizim cehaletimizden mi, memleketin damak zevki eksikliğinden mi geliyor bu durum, bilemem... Möja ile ilgili son bir söz daha söyleyip geçelim: 360 derece gökyüzü, olağanüstü bir ışık ve her köşede kuşburnu ağaçları!

Siyah giymiş kadınlar ülkesi

Sadece güzel şeylerden söz etmeyelim. Göze batan hadi çirkinlik demeyelim, zevksizlikler de çıktı elbette karşımıza. İsveç kadınları sanıldığının aksine hiç de çekici değil. Asık suratlı ve hepsi karalara bürünmüş. Kabanlardan elbiselere, çizmelerden çoraplara kadar siyahlar. Bir giyim mağazası Black Collection adını taşıyordu ve sadece siyah renkli elbiseler satıyordu. Her halde en muteber dükkanıdır memleketin! Bir İsveçli arkadaşım (Johan) bu “kara”lığın nedenini, ülke kadınlarının erkeklerle rekabeti iyice abartmalarına bağladı. Öylesine erkekleşiyorlar ki, ayrı bir cins olmanın güzelliği de güme gidiyor arada diye ekledi. Ben bir yerde sadece bir hafta kalarak kadınlar hakkında bir söz söyleme hakkını kimsenin edinemeyeceğini düşündüğümden susuyorum. Kadınlar açısından diğer bir ilginç gözlemim de, mutlaka çocuklu olmaları. Kucaklar, sırtlar, arabalar yeni mahsul çocuklarla dolu. Ne de olsa tüm ülkede dokuz milyon kadar insan yaşıyor. Devletin nüfus çoğaltma politikasına destek verdikleri açık...

Göz zevkimizi bozan bir diğer İsveç izlenimi de estetik düzeyin yetersizliği oldu. Reklam filmleri bir felaket! Tasarım açısından da sınıfta kalıyorlar. Ulusal Müze’nin İsveç tasarım tarihine ayrılmış bölümünü bu gözlemimizin kanıtı olarak sunuyorum.... Binalar güzel güzel olmasına da, onların farklılığı eskiliklerinden geliyor belli ki. Üçyüz, dörtyüz yıllık binalar var caddelerde. Hepsi de şıkır şıkır...

Komünist Manifesto nasıl sahnelenir?

Sanat ve kültür açısından zengin bir kent sayılabilir Stockholm. İlk olarak İsveç’te yaşayan kardeşim Hakan’ın da katıldığı bir sergiyi gezdik. “Yerdeki Yığın” adını taşıyan bu sergi değişik sanatsal çöpleri bir araya getirmiş. Hakan kendine verilmiş alanda, İsveç tarihinden gelen bir ayıbı sergiliyor. 1935 ile 1975 yılları arasında Uppsala’daki Devlet Soybiyolojisi Enstitüsü eliyle sürdürülen ”temiz olmayan ırkları zorunlu kısırlaştırma politikası”nı konu edinen bir eser bu. Çarpıcı bir çalışma. Aslında günümüzde de geçerliliğini sürdüren “göçmenlere karşı” politikanın tarihi de buralarda gizli. Serginin yer aldığı galerinin sahibi Dror Feiler aynı zamanda bir müzisyen. Saksafon çalıyor ve bir sürü piyasada bulunmayan “collectable” album sahibi. Bana verdiği bir albümü dinledim. Free cazla minimal gürültü arasında bir noktada. Pek hoşlanmadım ama ilginç. Öteki çalışmalarını ise evlerinde otururken çaldığı kadarıyla biliyorum. Yahudi kökenlerine bağlı progressive bir caz anlayışı var. Ama Dror’un esas ünü aktivistliği. Güney Amerika gerillarından, Filistin halkının direnişine kadar burnunu sokmadığı eylem yok. Bizzat içlerine giriyor ve cephede bile saksafonunu üflüyor düşman üstüne!

Dror Feiler bir de oyuna müzik yapmış. Komünist Manifesto’nun ilk iki bölümünü sahneye koyan bir oyun bu. Galada yer yoktu. Hakan ve eşi Leyla gittiler. Dror bize de hafta içindeki gösteride yer ayırdı. Ama gala gecesi izlenimlerini alınca, oyuna gitmekten vazgeçtik. İlk yarı 1 saat 45 dakika sürmüş. Çok az eylem, bol bol söz. Söz dediğin de Manifesto’nun sahneden okunması, hem de İsveççe. Zaten soru da pek netametliydi: Komünist Manifesto nasıl sahnelenir? Herhalde böyle olabiliyor işte! Dror’un müzikleri güzelmiş denildiğine göre, belki bir gün album yaparsa o zaman dinlerim…


Benim adamım Max Ernst

Stockholm’de beni hoş bir sürpriz beklediğini ise ikinci gün farkettim. Modern Müze’de bir Max Ernst sergisi açılmıştı. Salvador Dali sergisiyle ilgili yazımı okuyanlar belki hatırlar. Gerçeküstücülük denince benim has adamım Max Ernst’dir. Bu nedenle işbu sergiyi yakalamak beni çok sevindirdi. Modern Müze, kentin en başarılı müzesi kanımca. Serginin koleksiyonları, modern sanatı tanıtmak için en nadide eserleri bünyesine katmış. Marcel Duchamp adına ne biliyorsam, hepsini burada görme şansını buldum mesela…


“Düş ve Devrim” adını taşıyan ve çok başarılı bir sergileme düzeni içinde sunulan Ernst sergisi, kronolojiyi esas alan dört bölümde geziliyor. “Almanya dönemi: 1891-1922”, “Fransa yılları: 1922-1941”, “Amerika: 1941-1953” ve “Avrupa’daki son yılları: 1953-1976”. Sergide ressamın resim, kolaj, heykel ve çizimlerinden oluşan 150’yi aşkın işi sergileniyor. Hepsi birbirinden çarpıcı olan bu çalışmalar içinde kişisel tarihimde özel yeri olanlar da vardı. Bir Albert Camus kitabınının kapağına yapıştırdığım Pieta (ya da Geceleyin Devrim) önünde uzun uzun durdum. “Celebes Fil’i” adlı resim ise, vakti zamanında E Yayınlarından çıkan Elio Vittorini’nin Fil adlı kitabına yayınevi tarafından uygun görüldüğü için hafızama kazınmış. Tanıdığım bütün önemli Max Ernst’ler (ve tanımadıklarım elbette) buradaydı. İşte nedense beni hep çok etkilemiş olan “Bütün Şehir” tablosu. İşte o inanılmaz kuşlar serisi. Ve elbette hepsi birer Kafka öyküsünden fırlamış gibi insanı çarpan gravürleri. Daha once bilmediğim heykeltraş yönü de çok etkileyici Ernst’in. Özellikle Capricorne başlıklı kral ve kraliçeyi bir arada gösteren anıtsal çalışması… Sergi dolayısıyla hazırlanan kitap bilgi ve malzeme açısından doyurucu, ama kapağını Ernst görse tasarımcıları mutlaka döverdi. Öylesine sıradan ki!

Max Ernst’e kilitlenirsem bu yazıyı bitiremeyeceğim. Son bir iki not daha Stockholm’dan. Ulusal Müze hiç heyecan verici değil. Oradaki bir geçici sergi ilgimi çekti: “Zamanın Yüzleri”. Saatlerin tarihini sergilemişler. Ama bilmem sunuşu mu kötüydü, yoksa saat denilen cisimler sergilenince monoton bir hale mi geliyordu, anlamadım. Sıradan bir sergi çıkmış ortaya… Geldik, gördük, gezdik işte. Bir dahaki sefere de bıraktık bir şeyler. Velhasıl Stockholm, özellikle baharları, keşfetmek için ideal bir şehir… Benden söylemesi…

6 Ekim 2008 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


OSMANLIDAN GELEN ŞEKER GELENEĞİ
HACI BEKİR MÜESSESESİ

Geride kalan bayram vesilesiyle şeker tarihimizde özel bir parantez açmayı düşündüm. Osmanlı dönemi şekerciliği ile bugün arasındaki ilişkiyi en somut görebileceğimiz kuruluştan, Hacı Bekir müessesesinden söz edeceğiz. Kurumun başlangıcı 1777’e kadar uzanır. Bu tarihte Bekir Efendi Kastamonu’nun Araç ilçesinden İstanbul’a gelip şekerciliği meslek edinir ve Bahçekapı’da dükkanını açar. Bu Araçlılık meselesinin biraz üstüne gidelim bakalım...

Bahçekapı’da dükkanını açan Hacı Bekir, dükkanında memleketi Araç’tan getirdiği hemşehrilerini çırak olarak kullanmaya başlamış. Meslekte ustalaşan Araçlı şekerciler, daha sonra ayrı dükkanlar da açıp yanlarına memleketlilerini almışlar doğal olarak. Böylece Hacı Bekir’den başlayan bir gelenekle, Araçlıların “memleket mesleği” şekercilik olmuş.

Hemşeri mesleği şekercilik

Araçlıların şekerciliği Tan gazetesinde 1936 yılında yapılan bir röportajda ayrıntılarıyla açıklanıyor. Salâhaddin Güngör, büyük ihtimalle Hacı Bekir dükkanında çalışan bir tezgâhtara “Şekerciliği köyünüzde mi öğrendiniz,” diye sorunca, şu cevabı alıyor:
“Yok... İstanbulda öğreniriz. Şekercilik, bizde babadan oğula geçer, zanaattir. İstanbulda ihtiyar bir şekerci öldü mü, hemen köydeki delikanlı oğluna haber salarlar. O da, cebine üç beş kuruş harçlık koyarak İstanbula gelir. Tahtakalede Rüstem Paşa camii yakınında bir kahve vardır, Abdullah Çavuşun kahvesi derler. Acemi şekerci, doğruca oraya gelir. Şekerci hemşerilerle buluşur. Nerelerde ne iş olduğunu, onlar bilirler, acemiyi alıp tanıdıkları şekerciye götürürler. İş bulabilirse, ne âlâ... Hemence kapılanır. Bulamazsa, kahveyi öğrendi ya, gider gelir gayrı... Bir yerde hizmet çıkıncaya kadar... Ama bizim Araçlılar, hemşerilerini bakıp gözetirler. Aralarındaki muhtaçlara yardım ederler.”

Köyden gelen acemi şekerci işe nasıl başlar peki? Yine adı meçhul tezgâhtarımız anlatıyor: “İlkin gel git... Ayak hizmetleri verirler. Beş altı sene, çırak olarak çalışır. Ondan sonra, kalfa peştemalını kuşanarak, akide kazanının başına geçer. Akideyi kesip, pişirmesini, iyice öğrendi mi, badem şekeri yapmaya başlar. Daha sonra da lokumcu olur.”

Yeri gelmişken malumatfuruşluk yapalım. Lokuma önceleri “lât-i-lokum” denirdi ve bu da “boğazın rahatı” anlamına gelen “râhat-ül-hulkûm” sözcüğünden türemişti. Hatta Ulunay onun da çeşitleri olduğundan söz eder. Yumuşaklığından kinaye, “cânan döşeği” diye bir lokum bile varmış meselâ!

Araç”lıların şekerciliği bugün de sürüyor. Kasabada Hacı Bekir müessesine bir şekilde bulaşmamış kimse bulmak zor. Her yıl Haziran ayı sonunda “Şekercilik-Pastacılık Yayla Şenlikleri” yapılıyor.


Derin devlet ve tahin helvası

Tamam, Hacı Bekir müessesesi, kurucusu olan Hacı Bekir’in zamanında da pek namlıymış. Hatta Saray’ın şekercibaşısı olma sorumluluğunu bile üstlenmiş. Avrupa’ya giden Saray hediyelerinde ve uluslararası sergilerde Hacı Bekir’in şekerleri ve lokumları mutlaka yer alırmış. Ama en büyük atılım onun torunu Ali Muhiddin Hacı Bekir zamanında yapılmıştır. Henüz on yaşındayken, 1904 yılında müessesenin başına geçen Muhiddin bey, daha sonraki yıllarda çapkınlıklarıyla da pek meşhur olacaktır. Ama bu bambaşka bir yazının konusu olduğundan şimdilik bir kenara bırakalım.

Ali Muhiddin Hacı Bekir döneminde (ki altmış yılı aşkın bir süreyi kapsar), Hacı Bekir’in en başta ürünleri çeşitlendi. Üç çeşit akide ve bir o kadar lokum varken, çeşitleri onlu sayıların üzerine çıkmaya başladı. Mağazalarda şerbet de satılır oldu. Ardından daha alafranga ürünler, çikolata, karamela, pastalar rafları süslemeye başladı. Bu dönemde mağazalara giren bir diğer tatlı da bildiğimiz tahin helvasıdır. Ama onun hikayesi pek ilginç. Feridun Kandemir’ein 1952 yılında Ali Muhiddin Hacı Bekir’le yaptığı röportajdan aktarıyorum:
“İstanbul’da şekercilerin tahin helvası yapmak âdeti yoktu.
Bu suretle helva bir türlü birinci plana gelemiyordu. Balkan harbinden sonra, Edirne’den gelen bir Musevi Babıâli’de bir helvacı dükkanı açarak, helvayı adeta inhisarına aldı. Çünkü o zamana kadar mevcut olan bütün helvacılar kenarda köşede, sönük bir vaziyette iş görürlerken, şehrin göbeğinde, en kalabalık yerinde açılan bu küçük dükkan, helvayı birinci plana getirerek, bütün helvacılara müthiş bir rekabet yapmaya başlamıştı. Bunun üzerine, beni İttihat ve Terakki Merkezi Umumisine çağırdılar. Gittim. Kara Kemal Bey; ‘Arkadaşlarla görüştük. Bizim milli sanatımız olan bu helvanın, Edirne’de çarpışırken bize ihanet eden bu mahlûkun eline geçmesine müteessiriz. Bu vaziyet karşısında milî hislerimiz rencide oluyor. Baksana, herif geldi, şurada küçük bir dükkan açtı, bütün helvacılara duman attırıyor. Bizimkilerde ise, rekabet edecek kafa yok. Binaenaleyh senden derhal helva imaline başlamanı istiyoruz. Her hususta sana müzahiriz [hizmete hazırız], dedi. Bunun üzerine ben de helva yapmaya başladım. Bugün, şeker kadar helva da satıyorum.”

Ya işte böyle... Artık Hacı Bekir’den helva alırken, arkasındaki milliyetçi tarihi de düşünmek zorunda kalacağız... Fazla bilgi insanın bazen keyfini kaçırıyor...

PAZAR YAZILARI


BU BAYRAMIN ADI NE?

Bayram geride kaldı. Bunun bayram olduğunda anlaşıyoruz.. Ama bu bayramın adı? Ramazan bayramı mı, şeker bayramı mı? Başbakan Recep Erdoğan bir konuşmasıyla konuyu yeniden gündeme taşıdı. Şeker Bayramı adının bir “kültürel erozyon” sonucu ortaya çıktığını söyledi. Konunun tarihine bir göz atalım birlikte...

Osmanlı İmparatorluğu döneminde “şeker” bayramlarda var. Ramazan’da başlıyor şeker vurgusu. İftarlarda hurma gözde meyva. Bayram yaklaştıkça şekerci sergilerinin önü ana baba gününe dönüyor. Ardından bayram geliyor, ziyarete gidilirken koltuk altında bir şeker paketi mutlaka bulunduruluyor. Bayramlaşma merasiminde ise misafirlere gümüş tepsiler içinde lokum, badem ezmesi, miskli akide şekeri ve akla gelebilecek her tür şeker ikram edilirdi. Bayram boyunca şeker önemini hep korurdu. Kahve yanında şeker konur, üstüne şerbet içilirdi. Yani bayram çok şekerli geçerdi, ama adı şeker değil, Ramazan bayramıydı.

Cumhuriyet ideojisi ve şeker

Ramazan Bayramı ne zaman Şeker Bayramı oldu, tam olarak bilmiyorum. Ama otuzlu yılların gazete koleksiyonlarına baktığımda “Şeker Bayramı” adının benimsendiğini görüyorum. Bu değişim nasıl gerçekleşti sorusuna ise cevap bulamadım. Bir karar, yönetmelik, tamim görülmüyor ortada. Cumhuriyet rejiminin genel çizgisine bakarak şu tür tahminlerde bulunabiliriz. Laikliği ve batılaşmayı hedef olarak önüne koyan Cumhuriyet ideolojisi, dinsel düşünceyi olabildiği ölçüde geri planda tutmayı yeğliyordu. Bu nedenle dini bayramlar sakin geçer, devlet düzeyinde kutlama olmazdı. Öte yandan ulusal bayramlar ise tersine görkemli törenlerle kutlanırdı. Ama bu durum dinsel uygulamalara bir halel getirmezdi. Ramazanda isteyen yine orucunu tutar, bayram geleneklerini varlığını korurdu. (Bayramın”tatil”e dönüşmesi laikleşmenin değil, kapitalistleşmenin sonucudur).

Bayramın adının “’şeker” olarak değişmesinin ardında, madde olarak şekerin yükselişinin rolü var mı bilemem. Ama tam da aynı yıllarda gerçekleşen sanayileşme hamlelerinin arasında, atılan önemli bir adım olarak Şeker Fabrikalarını görüyoruz. Gazete ve dergilerde de şekerden pek övgü ile söz edilmeye başlanır. Doktorlar şekerin en elzem ve en sağlıklı besin olduğunu buyururlar. Şeker Fabrikalarının 1939 yılında yayınladığı Türk Kadının Tatlı Kitabı, Türk kadınının nasıl sadece “tatlı dilli ve güler yüzlü” değil aynı zamanda “yuvasının şen ve dinç kalması için” tatlılar yapan bir hamfendi olduğunu anlatarak söze girer. Ardından şekerin faydalarını öve öve bitiremez.

Şeker basit ve hafif midir?

Bu gelişim bayrama ad aranırken bir fiili çağrışım yaratmış olabilir. Ama spekülatif bir tahmin elbette. Nedeni ne olursa olsun, yetmiş seksen yıldır bu bayrama “şeker bayramı” denmiş. Daha çok kentlerde elbette. Öte yandan Ramazan Bayramı adını kullananlar, yeğleyenler de olmuş. İki adlandırma hiç de karşı karşıya gelmemiş.

Ne zamana kadar? Son on yıldır internet sayesinde belki, bu tür tartışmalar daha kolay karşımıza çıkıyor. Dinsel düşünceyi ön planda tutanlar, Ramazan bayramı yerine Şeker bayramı denmesine itiraz etmişler. Sertliklerine göre yanlış, mahzurlu veya günah olarak nitelemişler bu adlandırmayı. Ramazan bayramını “şeker” olarak değiştirmenin, söz konusu bayramı “hafiflettiği ve basitleştirdiği”ni ileri sürmüşler.

Benim düşünceme göre, bu iki adlandırmayı karşı karşıya koymamak gerekir. Cumhuriyet yaptığı bir çok dönüşüm gibi, dinsel alanda da bu tür “yumuşatmalar” yapmıştır. Ama tarih çarkı öylesine dönmüştür ki, dinsel yükselişe bu tür müdahaleler hiç bir etkide bulunamamıştır. İşte iktidarda Adalet ve Kalkınma Partisi var. Dünya Türkiye’yi “ılımlı İslam ülkesi” olarak tanımlıyor. Ramazan son on yıldır öylesine yükseliyor ki, oruç tutanların sayısı her yıl bir öncekini katlıyor.

Yani, bayramın adının Şeker olması, dinsel değerlere bir zarar vermemiş. Ayrıca bu isim Cumhuriyet tarihimizle özdeş. Üç nesildir bayrama “Şeker” bayramı denmiş. Tamam belki özellikle kentlerde, ama kentlere karşı değiliz herhalde... Bu aşamada geride kalmış olan ve birbirine bir zararı dokunmayan bu iki adlandırmayı niye karşı karşıya getiriyoruz ki?
Bence Türkiye’de bu bayram için iki ayrı adlandırmayı da kullanmaya hiç bir mani yok. Üstüne üstlük dostça, yanyana kullanmayız hatta... İkisi de bizim tarihimiz. Bugünümüz, bu iki tarihin üzerinde yükseliyor. İki düşünce ve iki adlandırma yanyana yaşıyor, yaşamalı da... Bunları birbirine düşman hale getirmeye ne gerek var ki? Zaten bir çok yerde (ticaret sağolsun orta yolu hep gösterir) “Ramazan Bayramı” dendikten sonra parantez açıp “Şeker Bayramı” diye ekleniyor. Çok da yakışlı oluyor. Zaten bu bayram Ramazan sonunda olur ve yılın en çok şeker tüketilen üç gününü kapsar. Öyleyse mesele ne?

21 Eylül 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


DÜNYANIN EN ÜNLÜ RESSAMI
SALVADOR DALİ
Sakıp Sabancı Müzesi’nde dün “İstanbul’da bir sürrealist: Salvador Dali” sergisi açıldı. Ressamın çok sayıda eserini bir araya getiren bu “retrospektif” serginin çok ses getireceği şimdiden söylemek bir kehanet olmasa gerek. Dünya tarihinde belki de üzerine en çok konuşulmuş ressam olan Dali’yi, sansasyonal yanıyla değil gerçek kimliğiyle tanımak için bu sergi iyi bir fırsat...

Dali üzerine yazmaya “Dali ve Ben” diyerek başlayalım. Ne de olsa bu adı taşıyan bir de (çok da başarılı) bir roman var. Evet herkesin bir Dali tarihi var. Bazılarınınki yeni başlayacak belki de... Ama şüphesiz bir yerden de başlamak gerekiyor.

Altmışlı yıllarda, ilk gençliğimin arayışları arasında iki akım beni çok etkilemişti. Biri varoluşçuluk, diğeri de gerçeküstücülüktü bu akımların. Hatta Camus’nun bir kitabını Max Ernst’in deseniyle kaplayıp, kendimce ikisi arasında özel bir ilişki de kurmuştum! Varoluşçuluğu bir kenara koyup (aslında onun da bu hikayede yeri var ama), gerçeküstücülüğe geçelim. O dönemin sınırlı olanakları içinde elimize ne geçerse okuyoruz işte. Küçük bir kitap vardı, yanlış hatırlamıyorsam De Yayınlarından: Gerçeküstücülük adını taşıyan bir derleme. Okuyup çarpıldığımı hatırlıyorum. Ressamlar arasında ise beni ilk yakalayan Max Ernst oldu. Salvador Dali’yi ise daha sonra tanıdım. Çoğu insan gibi ben de ilk kez eriyen saatleriyle karşılaştım (asıl adı “Belleğin Azmi”), şimdi hatırlamıyorum hangi dergi ya da kitapta ama karşılaştım işte. Ernst’in seçilmiş imgeleri, etki gücü yüksek desenciliği beni çok etkilemişti. Dali’nin resimleri ise bambaşka bir etki yarattı bende. Özeti: Resmi bırak anlattığına bak... Dali bana yepyeni bir dünya sunuyordu, bilmediğim bir dünya. Gerçeğin ötesinde başka gerçekler de olabileceğini. Gerçeğin sonsuzluğunu...

Provakatör teşhirci

Dali’nin resimlerine yeteri kadar vakıf olamadan, onun magaziner yanıyla tanıştım. Tanışmamak ne mümkündü ki; gazeteler, dergiler onun “çılgınlıkları”nı aktarmak için yarış ediyorlardı zaten. Gelmiş geçmiş en provakatör kişilik olduğunu kısa sürede anlayacaktım. Hiç bir değere bağlı kalmayan, sınır tanımayan, sonuna kadar saldırgan bir kişilikti bu. Kendi deyimiyle “paranoyak” ruhunun yarattığı imgeleri de teşhirciliğini sonuna kadar kullanarak ortaya döküyordu. Ortaya döktükleri, yanı tabloları ise kapış kapış alınıyordu. Dali “en değerli mal” olmasından hiç de rahatsız değildi. Kendi deyimiyle “döneminin en büyük yosması” olmaktan hoşlanıyordu. Şöyle diyordu günlüğünde: “Altına karşı hiçbir ödün vermemenin en basit yolu ona sahip olmaktır. Bir kahraman hiçbir bağımlılığa girmez!”

Ben Dali’yi kapitalizmin yarattığı değerler dünyasının ilk ve hala aşılamamış en etkin provakatörü olarak görürüm. Bu dünya para üzerinde duruyorsa, sonuna kadar para. Bu dünya reklam üzerinde dönüyorsa, sonuna kadar reklam. Ve kalıplar, ikonlar, değerler bu dünyanın yalancı payandalarıysa, sonuna kadar yıkım. Andy Warhol’dan Damien Hirst’e uzanan “teşhirci” sanatçıların öncüsü ve hiçbirinin ulaşamayacağı kadar gerçek olandır Dali. Kendine çizdiği ve bize sunduğu “rol” ise Sex Pistols’dan Serge Gainsbourg’a kadar bir çok takipçi yaratmıştır. Zaten Dali, kendi için hazırladığı karnelerde “deha”, “estetik” ve “sapkınlık” açından 10 puan verir kendine. Ah evet, bir de “bıyık” elbette! Sıfır ya da eksi sıfır verdiği konular ise; “çocuk sevgisi”, “adalet”, “merhamet” ve “doğa sevgisidir”. Dali onu sevmemeniz için elinden gelen herşeyi yapacaktır inanın!

Sergi ve Dali

İçimdeki Dali tarihini bir yana bırakıp, Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan sergiye doğru yürüyelim. Bahçe kapısından girince, bizi ekmek ve yumurtalardan oluşan bir kule karşılıyor. Figueres’deki Dali Tiyatro Müzesi’ndeki kale-kulenin bir replikası. Yukarı doğru çıkıyoruz. Serginin girişinde bir “karşılama bölümü” var, ama bir de gariplik. Dali tipi bir gariplik değil bu, zemin desenleri op-art bir mekan burası. Dali’yle ne alakası var diye düşünüyorsunuz. Merak edip araştırırsanız, bunun serginin sponsoru olan Akbank’ın Bettina Hakko’ya yaptırdığı “özel bir bölüm” olduğunu öğrenirsiniz. Serginin içeriğinden alınmış bir desen daha yakışmaz mıydı diye soruyor insan, ister istemez...

Bu gereksiz ayrıntıyı bir kenara bırakırsak, Salvador Dali sergisi bence çok önemli bir iş yapıyor. Bir “sansasyon” zirvesi olan, bu dünyanın gelmiş geçmiş en “ünlü” ressamını; bu ögelerinden soyuyor, bir gerçeklik halinde karşımıza getiriyor. Dali’ye bir efsane olarak değil, bir ressam olarak bakma şansını ediniyorsunuz. Bu, niyetinize göre sizi sevindirebilir, ya da bir mitinizin yıkılışını görmekten dolayı üzülebilirsiniz. Ama artık Dali’yi gerçekten tanıma şansımız var, bu şansı kullanmak en akıllısı. Yıllar önce kendi de yazmıştı, bıyığın sonunda bize saplanacağını ve eklemişti: “İnsanlar sayemde bir gün eserimle de ilgilenmek zorunda kalacaklar.” Dediği de oldu işte...

Dali’ye sakin bir sergi

Sergi’nin kuratörü Montse Aguer Teixidor ve serginin düzenleyicisi Metin Deniz, Dali’nin kendini tanıtmak için seçtiği yolları bir kenara koymuşlar ve oldukça sakin bir sergilemeyi yeğlemişler. Bu da çok tartışılacak. Eğer aradığınızı bulmak için sergiye gelmişseniz hayal kırıklığı duymanız mümkün. Çünkü size basında Dali’nin deliliği hep ön plana alınarak anlatılmış. Hayatı boyu yaptıklarıyla zaten bu zemini Dali hazırlamış. Afişte gözümüze giren Dali’nin bıyığıni sergide bulamayanlar, bu durumu eleştirecek. Serginin anlatmak istediklerine açık davranırsanız, ressam Dali’yle tanışmanız da mümkün. Sergide onun her döneminden örnekler ve bunlarla ilgili açıklayıcı panolar kullanılmış. Sergi mekanının büyük salonu ise, serginin sakinliğini bilerek bozuyor. Burada Dali’nin Tiyatro Müzesi’nin en görkemli salonu yeniden yaratılmış. Görkemli ama yine sansasyonel değil. Bilgi verici, onu tanımamıza yönelik bir anlayış burada da devam ediyor...

Benim için bu sergideki en ilginç keşifler, Dali’nin illüstrasyonları ve film çalışmaları ile tanışmak oldu. Sergide “Salvador Dali’nin Gizli Yaşamı”, “ Mancha’lı Don Quichotte” ve ”Dante’nin İlahi Komedyası” adlı kitaplar için yapılmış illüstrasyonları beğeniyle izledim. Dali’nin Bunuel’le birlikte çektikleri gerçeküstü filmleri biliyordum elbette. Ama onun Holywood çalışmalarından bihaberdim. Meğer Marx Biraderler’le hayata geçmese de bir dönem çalışmış. Hitchcock’un Spellbound (Öldüren Hatıralar) filminin rüya sahnelerini tasarlamış. Walt Disney’in de Destiny (Kader) adlı kısa filminin dekorlarını hazırlamış. Sergi’de Dali’nin bir şekilde dahlolduğu bütün filmleri seyretmek mümkün!

Serginin en alt katında Ara Güler’in çektiği Salvador Dali fotoğraflarını görebiliyoruz. Ara’nın Yeryüzünde Yedi İz adlı kitabında bu fotolar yanısıra, onların nasıl çekildiğinin de enfes bir hikayesi var. Elinize geçerse mutlaka okuyun. Sonuç olarak, Dali Sergisi, çağımızın en ünlü ressamını tanımak için olağanüstü bir fırsat. Mutlaka değerlendirin!

GALA. İLGİNÇ BİR AYRINTI
Sergiyi gezip yazılanları okuyunca, Dali’nin karısı Gala’nın bu yaşam öyküsünde ne denli önemli bir yer taşıdığını anlıyorsunuz. Luis Bunuel anılarında, Gala’nın Dali’ye adeta büyü yaptığını söyler. Güvenilir olmayan kaynaklara göre Dali ile Gala sadece bir kez yatmışlardır ( Dali’nin cinsel yaşamının pek başarılı olmadığı bilinen bir ayrıntı aslında). Ama Gala, Dali’nin dilinden ve tuvalinden hiç eksik olmamış. Bu ilginç kadın hakkında Türkçe’de bir de kitap var. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan bu kitap Gala’ya Mektuplar adını taşıyor. Yazarı ise ünlü şair Paul Eluard. Gala önce Eluard’la evli. Sonra 1929 yılında Dali’yle tanışıyorlar ve Gala Eluard’dan boşanıp Dali’yle evleniyor. Öte yandan kitaba konu olan Eluard-Gala mektuplaşmaları ise 1924-1948 yılları arasında yazılmış. Zaman zaman buluşup birlikte olduklarını da anlıyoruz bu mektuplardan. Dedik ya, Gala çok ilginç bir kadın! Man Ray’ın çektiği fotoğraflardan da anlayabilirsiniz bunu...

DALİ ÜSTÜNE KAYNAKLAR
Salvador Dali Sergisi için yayınlanan Katalog elbette olağanüstü. Ama bunun dışında neler var elimizde, bir bakalım. Piyasada biri Boyut Yayınlarına ait iki albüm kitap var Dali hakkında. Bir iki gün içinde Akbank Yayınları buna bir yenisini ekleyecek. Montse Aguer Teixidor’un metniyle Gala-Salvador Dali Vakfı’nın sahip olduğu koleksiyondan seçmeleri sunan kitabın çevirmeni Ayşen Anadol.

Yazımın başında adını andığım Dali ve Ben. Sürreal bir Hayat adlı roman ise Stan Lauryssens tarafından yazılmış. April Yayıncılık’tan çıkan kitabı Baysan Bayar türkçeleştirmiş. Roman filme de alınmış. Dali’yi Al Pacino oynuyormuş ve gelecek yıl piyasaya sürülecekmiş... Çok keyifle okunan ve Dali hakkında da epeyi şey öğreten bir kitap bu.

Salvador Dali imzalı sayısı epeyi fazla olan kitabın sadece ikisi Türkçe’ye çevrilmiş. Salvador Dali’nin günlüklerinden oluşan Bir Dahinin Güncesi İmge Yayınları’ndan çıkmış ve Semih Aközlü tarafından çevrilmiş. Dali’nin Büyük Mastürbator adlı şiiri ise Gürhan Tümer tarafından çevrilerek Varlık Yayınları’nca piyasaya sürülmüş. İkisi de kitapçılarda bulunabiliyor.

Dali’yle ilgili bir oyun bundan on küsur yıl önce Tiyatro Stüdyosu tarafından sahnelenmişti. Histeri adlı bu oyun Terry Johnson tarafından yazılmış, Işıl Kasapoğlu tarafından da yönetilmişti. Freud ile Dali’yi karşı karşıya getiren bu oyunu (ki bu iki şahsiyet gerçekten b.ir araya gelmişlerdi) ne yazık artık seyretme şansımız yok. Dali sergisine paralel olarak Akbank Sanat’ın özel olarak hazırladığı bir oyun ise Salvador Dali Göndermeleri İçimi Isıtıyor adını taşıyor. İlk temsili dün gerçekleşen oyunun yazarı Jose Rivera. Çevirmeni ve yönetmeni ise Mehmet Ergen.

14 Eylül 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


RAMAZAN VE ALIŞVERİŞ
Roger Garaudy bir zamanlar Sosyalizm ve İslamiyet diye bir kitap yazmıştı, bilmem hatırlar mısınız... Üstad, son zamanlarda Türkiye’ye gelse herhalde kaleme alacağı yeni kitabın adı Kapitalizm ve İslamiyet olurdu. Son yirmi yıl içinde bu iki kavram öylesine birbirine uyumlu bir biçimde gelişti ki, insan şaşırıp kalıyor. Hele Ramazan ayında bu beraberlik inanılmaz boyutlara varıyor. İftar sofralarının baş içeceği kola oldu meselâ... Bütün otellerde “beşyıldızlı iftar sofraları” pazarlanıyor. Süper marketler “Ramazan paketleri”nin faydalarını anlatıyor. Kredi kartları bile Ramazan harcamalarımızı ertelemek için özel çaba gösteriyor. Tüketim toplumu Anneler Günü, Sevgililer Günü gibi değerlendirip, Ramazan ayına özel bir kampanya yürütüyor. Üstüne üstlük bir gün değil, bir aydan söz edildiğinin de elbette farkında. Ardından da bonusu, bayram gelecek...

Eskiden Ramazan v e alışveriş denince akla gelse gelse Beyazıt Sergisi gelirdi. bu sergi her Ramazan Beyazıt Camiinin avlusuna kurulur ve bir ay sürerdi.
Sermet Muhtar Alus, “mübarek ayın girmesine bir hafta kala hazırlıklara girişilir, küçürek küçürek ahşap barakalar çatılır, içlerine mallar istif edilerek arife günü her şey tamamlanır; 30 Ramazan [günü], hele ikindiden sonraları iğne atsan yere düşmezdi,” diye anlatmaya başlar.

Baharatın binbir çeşidi

Alus, Beyazıt Sergisi’nde neler satıldığını da ayrıntılı olarak hatırlar: “Meydana karşı kapıdan girilince sağda İrani Hacı Babanın köşesi. İçinde neler yok? Baharatın türlü türlüsü: Yenibahar, kırmızı biber, akbiber, karabiber, kimyon; karanfil; kuru nane; tarçın, kekik, safran; çörekotu, üzerlik, kına; sübyanların karın ağrılarına papatya, minnacık hindistancevizi; limonlu, tarçınlı, naneli, güllü; yayvan; şeffaf, ağza alınınca fondan gibi erir şekerler; bu şekerlerin daha devalılarından mideyi tashihe, tutkunluk veya sürgünlük vermeye yarayanlar; kutu kutu macunlardan hâzımı, kabızı, müleyyini; bedene kuvvet bahşedeni, hindistancevizi lohukları, Acem pilâvına elverişli Amberbu pirinci, sütlâçlık sakidane.

Kara papaklı, kara sakallı, kara setreli Acem baba, yanında kınalı sakallı yardağı, birinde ses gevrek ve tiz nerdeden öbüründe kısık ve baso perdesinden gayet ve karlı vekarlı, gözleri süze süze, İsfahandan makamı tuttururlar; alış veriş esnasında bile nağmeleri kesmezler: ‘Kokkulu bahar, kokkulu bahar!..’

Tespihçi ve Reji barakaları

Alus devam ediyor anlatmaya: “Karşılarında Buharalı tesbihçinin köşesi vardı. Yanından salâvatla geçilir; oruç keyfinde olduğu için kaşları çatık, sokulana, tesbihlere dokunana, ‘alacaksan al, almıyacaksan elini çek,’ diye çemkirir. Sağa biraz yürüyünce; Inhisarı Duhanı Devleti Aliyyei Osmaniye’nin, yani mâhut Reji’nin barakası gelirdi. Raflarında Ramazaniyelik paketlerin gûneşi. Zıvana tarafları som yıldızlı, Yaka, Göbek sigaraları; 6 kuruşluk ekstra ekstralar, çeyreklik ekstralar, alâyişçe berikilerden geri kalmıyan, her keseye uygun yüzlüğe Bohçalar...

Üç beş adım ilerile, Matbaai Osmaniye şubesinin mostrasındakileri temaşaya var: Ciltleri, yaprakları yaldızlı mashaflar, enamlar; Dağıstanlı Emin Beyin klişeleri Viyanada yaptırılmış, İstanbulda renkli renkli pek nefis surette basılmış Musavver Tarihi Umem ve Musavver Tarihi Hayvanat nam kitapları. Daha ötede Mektebi Sanayiin mamülü teşhir edilirdi. Oymalı aymalı, sedef kakmalı, arabesk oda takımları; dolaplar, sekiz köşeli sigara sehpaları, demir eşyaları, torna tezgâhları, mengeneler, burgular; makkaplar; Tersanede inşası yirmi gün süren Hamidiye Fırkateyni Hümayununun, yine bura yapısı Heybetnüma kruvazörünün modelleri.”.

Günün sonunun nasıl geldiğini ise Halit Fahri Ozansoy anlatıyor: “İftara kırk, elli dakika kala satışlar çoğalır, ellerinde renkli kâğıtlara sarılı pide ve simitler ve başka iftariyelik paketlerle aile reisleri kapılardan çıkarak dağılmaya başlarlar, sergiler de kapanır, üstleri örtülürdü. Beyazıt sergisi bir gün daha ziyaret edilmiştir, fakat ertesi yahut daha ertesi gün tekrar buraya uğranılacaktır.”

KEHRİBARCI ALİ BEY
Beyazıt Sergisi’nin en ünlü simalarından biri olan Kehribarcı Ali Bey’i Semih Mümtaz S. şöyle anlatır: “Ali Efendi, şişmanca, beyaz sakallı kırmızı yanaklı, altın gözlüklü ve siyah setreli, kendisine göre de azametliydi. Ekseriya büyükler oturup sohbet ettiği için, küçüklere içeri girmeyerek yalnız selam verip camekanların önünden geçmek düşerdi.”

Ali Bey sigaraların takıldığı kehribar ağızlıklarıyla ünlüydü. Reji barakasından sigarasını alan Ercüment Ekrem Tâlu Ali Bey’in dükkanına doğru giderken bakın neler anlatıyor: “Ali Bey’in dükkânı da çok rağbet görürdü. Limoni, ateşi, som veya sıkma kehribardan yahut koyu pekmez renginde bağadan ağızlıkla sigara içmek o zamanki keyif ehlinin pek merakı idi. Tiryakiler, serginin bir kuytuluğuna sığınmış işportalı esnaftan kiraz ve yasemin ağızlıklar almayı da ihmal etmezler, mevsim kış ise kiraz, yaz ise yasemin kullanır ve bunlar için: “Dumanı tatlı veriyor..” derlerdi.”

7 Eylül 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


GÖKYÜZÜNDEKİ IŞIKLI RESİMLER
Gökyüzündeki ışıklı resimlerden kasıt mahyalar... Mahyanın ne olduğunu biliyorsunuz herhalde... Özellikle ramazanlarda, caminin iki minaresi arasında gerili olan ışıklı yazılara deniyor mahya. Eski zamanlarda bunlar minareler arasına uzatılan bir halat üzerinde zeytinyağ yakan kandillerle yapılırdı.

Mahya üzerine kafa yoran eski yazarlarımız, onun bir Türk icadı olduğunu ileri sürerler. En geniş araştırmayı yapan Süheyl Ünver, 1614 yılında, Fatih Camii müezzinlerinden hattat Hafız Ahmet’in iki minare arasında sanatkârane bir yazı hazırlayarak, genç padişah 1. Sultan Ahmet’e hediye ettiğini söyler. Padişah çok beğendiği bu uygulamayı bir gelenek haline getirmeye karar verir ve böylece ilk mahya 1617 Ramazanında Sultan Ahmet camiinde kurulur.

Osmanlı döneminde mahya olarak Ramazanın ilk gecesi “Besmele, bârekâllah” yazılır, on beş gün boyunca minareler arasında Arapça hadisler ve ayetler görülürdü. Son on beş günde ise yazıların yerini resimler alırdı. Buna çocukluğunda tanık olan Fikret Adil’den şöyle anlatıyor: “Ramazanlarda biz çocuklar, ayın ikinci yarısını beklerdik. Son onbeş günde mahyalar resimli olurdu. Çiçek, kayık, köşk gibi! İlk onbeş günde ise yazılar yazılırdı.”

Canlı mahya

Fikret Adil, bir de “canlı” (!) mahya gördüğünü hatırlar ve şöyle anlatır:
“Çocukluğumda Süleymaniye’de ‘canlı’ mahya görmüştüm. Minareler arasına köprü resmi yapılmıştı, üzerinden araba geçiyordu. O tarihte ışıklı, yanar söner reklamlar yoktu, bu mahya dillere destan olmuştu ve büyük bir başarı idi.”

Aslında bunlara “canlı” değil, “gezdirme mahya” dendiğini yine Süheyl Ünver’den öğreniyoruz. Bu işin ustası da 1877’de 82 yaşında ölen mahyacılığın en büyük ismi Abdüllatif efendi imiş. Şöyle anlatıyor Ünver: “(Abdüllatif efendi) Bu mahya için üç halat çeker. Ortadaki esastır. Buna Unkapanı köprüsünü ve Azaplar camiini kandillerle resmeder. Üst halata da bir araba koyar. Dip şerefeye gerilen üçüncü ipe de balıklar ve kayıklar yapar. Mahya tamam olunca arabayı ip üzerinde hareket ettirir ve yavaş yavaş sağ minareye götürür. Sonra tekrar geri alır. Yalnız köprü ve cami sabittir, diğerleri yürür. Bu mahyanın ramazanın on beyinden sonra kurulması mutad imiş. O zaman İstanbul’da bu bir hadise olur ve günlerce beklenirmiş”


Mahya kurmak güç ister

Mahyaların kandillerle yapıldığı dönemde bu işin bayağı bir güç gerektirdiği anlaşılıyor. 1947 yılında yapılan bir röportajda, son mahyacılardan biri, tulumbacı Sami Reis şöyle anlatıyor: “Öyle günler bilirim ki, bütün gün sırtımda tulumba ile altı saatlik yolu koştuktan ve yangını söndürdükten sonra, akşama tek yardımcımla beraber 300 kandillik mahya kurar ve gene gık bile demezdim.(...) Bunun için bilek ister. Bir saat içinde 500 kandilli mahyayı kuracak yiğit göremiyorum ben. Hem fırtınalı havada bir kaza çıkarmadan kandilleri toplamak için ister yürek.”

Elektriğin yaygınlaşmasıyla birlikte kandillerle yapılan mahyacılık giderek sona erdi. 1970’lerde hâlâ bu işi bilen ustalar vardı. Onlar son bir çaba ile, hiç olmazsa bir camide olsun eski usül mahya kuralım diye çırpındılarsa da, bu gerçekleşemedi. Elektrikli mahyalar elbette çok daha kolay kuruluyordu. Mahyacılık da asri zamana ayak uydurdu ve reklam yazılarının cami minareleri arasına uygulanmasına dönüştü. Eskiden kurulan resimli ve “canlı” mahyalar ise bu yeni döneme ayak uyduramadı. Şimdi böyle bir şey yapmaya kalksanız, laubalilik diye karşı çıkarlar. Mahya tarihini okusalar, onlar da gökyüzündeki ışıklı resimlerin ne güzel olacağını anlarlar oysa...

KUTU
Cumhuriyet ideolojisi va mahyalar

Cumhuriyetle birlikte, mahyalar da asrileşmeye ayak uydurdu. Sloganları modern Türk devletinin görüşlerini yansıtır oldu. Fikret Adil Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra ilk ramazanda; Yaşasın İstiklâl/ Hakimiyet Milletindir cümlelerinin gökyüzünü süslediğini söyler. Daha sonraki yıllarda çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan fotoğraflar sayesinde gördüğüm, bu tür sosyal mesaj taşıyan mahyalar arasında şunlar bulunuyordu: "Ey Türk genci, Gazi Cumhuriyeti sana emanet etti."/ “İçki kötüdür.”/ “İçkiden kaç.”/ “Yerli malı kullan”/ “Vergini öde.” /“Vergi namustur.”/ “Yüce Fatih ruhun şad olsun” (İstanbul’un fethinin 500. Yılı dolayısiyle)/ “Kırkpınar er meydanı” (Kırkpınar Şenlikleri 1958)

Bu tür sosyal mahyalar arasında iki tanesi bana, hem estetik olarak, hem de doz olarak oldukça güçlü geldi. Birincisi Edirne Selimiye Camii minareleri arasında kurulmuş olan mahyada karşımıza çıkan ay yıldız içine gömülü tayyere figürü. Yani Türk Hava Kurumu’nun amblemi. Bir anlamda “Fitreyi Türk Hava Kurumu’na verin” demek istiyor. İkincisi ise daha da ilginç. Mahyada bir kumbara ve üstünde İş Bankası amblemi kullanılmış. Resmen reklam yani!.. Hem de arkasına maneviyatı alarak!

1 Eylül 2008 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


HOŞGELDİN RAMAZAN
Bilmem farkında mısınız... Yirmi yıldan bu yana Ramazan ayı giderek artan bir biçimde “hareketsizlik” ayı olmaya başladı. Eğlence mekânları kapanıyor, lokantalar “tadilat”a giriyorlar, konserler erteleniyor, hatta rock festivalleri bile iptal ediliyor. Ramazan ayı bir sükunet, içe dönüş ayı biçiminde geçiyor. Ama eskiden durum bunun tam tersiydi. Ramazan demek eğlence demekti. İnsanlar iftarın ardından kendilerini sokağa atar, kahveler, gazinolar, tiyatrolar tıka basa dolardı.

Türk usulü Ramazan

Eski zaman yazarlarından Münir Süleyman Çapanoğlu, Ramazan’ın hiçbir İslam ülkesinde bizdeki kadar şenlikli, ışıltılı olmadığının altını çizer. Bir kere, Ramazan oruç ayı, yani herkesin otuz gün boyunca sıkı bir perhize girmesi gereken ay olduğu halde, yıl boyunca en çok yemek Ramazan ayı yenirdi. Bazı evler yalnız bir aylığına olmak üzere Ramazan ahçıları tutardı. Sahura kalkmak yerine, çok kimseler o saate kadar oturur; peçiç, altıkol iskambil, papaz kaçtı, bezik gibi oyunlar oynayarak vakit geçirir, sahur yemeklerini yer öyle yatarlardı. Kadınlar kendi aralarında toplanır, izzet ikramdan sonra masallar, bilmeceler, yüzük oyunları ile dolu bir gece geçirirlerdi.

Ama Ramazan’ın en ışıltılı yanı, iftardan sonra başlayan eğlence yaşamıydı. Bütün tiyatrolar ve geçimi eğlenceden olan kumpanyalar dört gözle bu mübarek ayı beklerlerdi. İstanbul’un karagöz, orta oyunu, tuluat ve kanto seyredilen mekanları dolup taşardı. İsmail Dümbüllü o zamanları şöyle hatırlar: “Ramazan’da İstanbul’un eğlence panayırı Direklerarası idi. Kedi koysan, geçemezdi kalabalıktan. Ramazana iki, üç gün kala hazırlıklar başlardı. Tatlıcılar, turşucular en temiz peşkirlerini yayar; tiyatro kumpanyaları yeni programlar koyarlardı. Çalgılı kahveler vardı, meddahlar vardı. Hemen her kahvede karagöz perdesi kurulurdu.” Dümbüllü, en iyi Ramazan hasılatını 1914 yılında, Kel Hasan’la Ferah Tiyatrosu’nda çalışırken yaptıklarını ve günde 600 altın lira kazandıklarını da hatırlıyor.

İlk operet Ramazan’da oynandı

İlginin sadece geleneksel gösterilerle sınırlı olduğunu sanmayın. Batı usulü yola koyulan tiyatrolar bile ilk çıkışlarını Ramazan ayında yapmışlardı. Hikayesi şöyle: 1876 Ramazanında Direklerarası’nda meddah, karagöz seyretmeye gelen İstanbullular, Beyazıt’da büyük bir duvar ilanı görürler. Vezneciler’de eski bir askeri ahırdan bozma tiyatroda Çuhacıyan’ın “Leblebici Horhor” operetinin oynanacağını öğrenirler. Böylece tiyatro yaşamımıza ve Ramazan eğlencelerimize operet de girmiş olur. Daha sonraki dönemlerin en asri eğlencesi sinemanın da ilk kez Ramazan aylarında İstanbul’u ziyaret ettiğini biliyoruz.

Beyoğlu’nda 1925 yılı Ramazanı

Bir Ramazan öyküsü de Beyoğlu’ndan... Şimdi Ses Tiyatrosu olarak bildiğimiz mekan, bir zamanlar Fransız Tiyatrosu olarak tanınırdı. Başında da dönemin ünlü emprezaryosu Arditi Efendi vardı. Raşıt Rıza Beyin tiyatro topluluğu 1925 yılı Ramazan’ında Fransız Tiyatrosu’nu tutmaya karar verdi. Arditi Efendi buna olur dedi ama bir şartı vardı. O sırada Paris’te olan Ermeni asıllı oyuncu Eliza Binemeciyan’ın da topluluğa katılmasını şart koşuyordu. Vasfi Rıza Zobu şöyle anlatır: “Eliza Binemeciyan İstanbullu seyircilerin çok iyi tanıdığı bir sanatçıydı. Bundan dolayı Arditi Efendi’nin teklifi, tam bir iş adamı görüşünün neticesiydi. Muhaberesi, anlaşma şartları Arditi’ye bırakılıdı. Tek bir Ramazan ayı ve üç gün bayram içindi bu anlaşma... O ne istedi? Arditi Efendi ne miktarını münasip gördü? Anlaşma sonunda kendisine ne ödendi? Bilmiyorum.” Ama1925 yılında Fransız Tiyatrosu’nda Ramazan temsilleri tıklım tıklım dolu geçti. Ramazan’ın kokusunu Beyoğlu da almıştı...

Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, geleneksel eğlenceler yanısıra her tür
modern gösterinin de gün ışığına çıktığı bir dönemdi Ramazan. Ama hepsinden önce bol bol eğlenilen, keyfedilen bir aydı. Ne oldu da bu duruma geldik acaba? Ramazan ile eğlence arasındaki bu organik ilişki nerede koptu acaba? Ne dersiniz?