22 Ağustos 2014 Cuma

KEDİSİNİ TANIYAN BİR ADIM ÖNE ÇIKSIN!
(Radikal Kitap'ta 22 Ağustos2014 tarihinde yayınlanan kitap tanıtımım)


Desmond Morris çoğumuzun aşina olduğu bir isim. Kendileri zoolog. Ama biz onu daha çok insanları incelediği kitaplarıyla tanırız. İnsanların da zoolojinin inceleme alanında olduğunu gözümüze soka soka bize gösterir. İnsanat Bahçesi, Sevmek Dokunmaktır, Çıplak Maymun, Çıplak Adam gibi kitaplarından şahsen gani gani yararlanmış, neyi nasıl niye yaptığımı öğrenmişimdir. Örneğin bir yerden ayrılırken ister istemez veda anlamında elimi salladığımda, kafamın bir yanı Bay Morris’in bu davranışımı nasıl yorumladığını aklıma getirir. Biliyorum pek normal bir şey değil bu yaptığım. Nedenini merak eden Sevmek Dokunmaktır’ı okusun lütfen…

Desmond Morris insanlar dışında hayvanları da inceler. Ne de olsa aslı zoolog adamın. Özellikle köpekler ve kedilerle ilgili olan kitaplarının çoğu Türkçeye de kazandırıldı. Şu sıralar bir yenisi daha 
raflarda. Kedinizle Tanışın adını taşıyan bu küçük kitap Kutlukhan Kutlu ve Sevin Okyay tarafından çevrilmiş. Son zamanlarda iyi çeviri bulmak gitgide zorlaşıyor, ama elimizdeki kesinlikle o nadide çevirilerden. Ellerine sağlık…

Kedi benim de uzun yıllardır araştırma portföyümde olan bir tür. Kedi Kitabı’nı hazırlarken Türkiye’deki geçmişini, edebiyatımızdaki yerini, resimlerdeki karikatürlerdeki kedileri elden geçirmiştik. Üstüne üstlük 20,30 yıldır evimizde de kedi hiç eksik olmaz. Önce Pati, ardından Kızım, şimdilerde Prenses… Yani bu konuda bir iki laf etmeye hakkım vardır sanırım. Desmond Morris’in önsözünden başlayalım. Yıllar once benim de savunduğum bir tezi var yazarın. Kedi ve kopek sahiplerinin cinsiyetleriyle ilgili. “Kediseverler daha çok kadınlardır. Bu da insanın evrimi sırasında biçimlenmiş işbölümü açısından bakıldığında garip değildir. Tarih öncesi erkekleri grup avcıları olarak uzmanlaşırken, dişiler ise yiyecek toplama ve çocuk yetiştirmeye odaklanmıştı. Bu fark erkekler arasında, dişilerde hiç de aynı derecede dikkat çekici olmayan bir ‘sürü zihniyeti’ ortaya çıkardı. Evcil köpeklerin ataları olan kurtlar da sürüler halinde gezen avcular olmuşlardır, o yüzden de günümüzün köpeği erkek insanla, dişi insanla olduğundan daha çok ortak noktaya sahiptir. Dişi karşıtı bir yorumcu, kadınlar ve kedilerin takım ruhundan yoksun olduğunu söyleyebilir; erkek karşıtı bir yorumcu ise erkekleri ve köpekleri gansterler olarak yorumlayabilir.”

Bendeniz zoolog olmadığımdan, erkeklerin tahakkümcü ruhlarına itaat ettikleri için özellikle köpekleri tercih ettiklerini; kadınların ise daha özgür bir ruha sahip oldukları için kedilerle haşır neşir olduklarını söylemiştim. Ardından kadınların niçin “kedi seven erkekleri” tercih etmeleri gerektiği konusunda bir de ağabey tavsiyesinde bulunmuştum. Kimse kaale almadı elbette…

Önsözü bırakıp, kitabın aslına geçersek, Morris onlarca ilginç sorumuza cevap veriyor. Bazılarını sıralayayım bu soruların: Kedi niye mırlar?/ Kedi niye en sevdiğiniz koltuğun kumaşını tırmıklar?/ Kedi niye ön patileriyle kucağınızı çiğner?/ Kedi niye dışkısını gomer?/ Erkek kedi niye bahçe duvarına idrar püskürtür?/Kedi niye tıslar?/ Kedi niye bazen öldürmeden once avıyla oynar?/ Kediler neden çim yer?/ Kedi evin yolunu nasıl bulur? Vs vs…

Bu soruların bazılarını yıllar içinde kişisel gözlemlerimle bulmuştum elbette. Örneğin kedilerin kucağa alındığında niçin ön patileriyle düzenli aralıklarla göğsümüzü çiğnediklerinin cevabını, yavru kedilerin annelerinin sütünü emerken aynı hareketi yaptıklarını görünce anlamamak mümkün değil… Ama bir çok sorunun cevabını ya hiç bilmiyormuşum, ya da yanlış biliyormuşum. Mesela kedilerin dışkılarını gömmeleri hep ilgimi çekmiştir (öteki hayvanlar gömmüyorlar ya…) Desmond Morris “kedilerin dışkılarını gömmesi koku teşhirini azaltmanın bir yoludur,” diyor. “Dışkı gömmek, sosyal statü konusunda endişeli, ast konumundaki bir kedinin eylemidir. Baskın konumdaki erkek kedilerin, gömmek şöyle dursun, dışkılarını reklamını yaparmışcasına küçük tepeciklerin üstüne ya da kokunun azami etkiyle etrafa yayılabileceği bir başka noktaya yerleştirdikleri saptanmıştır.” Yani ben bahçede hayvan pislikleri gördüğümde eşime, “Yok kediler dışkılarını gömer, bunlar başka hayvanların işi olmalı,” diyemiyeceğim bundan sonra. Aynı şekilde erkek kedilerin o korkunç kokulu idrarlarını saga sola acımaksızın püskürtmelerinin karşılığında dişi kedilerin de benzer bir eylem yaptıklarını, ama onların kokularını duymadığımızı da öğrendim bu kitaptan. Dişi kedilerin afedersiniz kıçlarını dönüp kuyruklarını kaldırdıklarında hissetmesem de, duymasam da bacaklarıma incecikten bir koku bulaştırdıklarını biliyorum bundan sonra…

Peki kediler niye habire tüylerini yalar? Sadece temizlik için mi? Değilmiş. Tamam temizlik de var işin içinde ama “tekrar tekrar yalamak tüylerin yumuşamasını ve böylelikle daha etkili bir yalıtım katmanı haline gelmesini de sağlar”mış. Böylece kışın soğuktan, yazın sıcaktan korunuyor bizim kediler… Sadece bu da değil, “bir kedi tüylerini yaladığında kendini korumaktadır; hem de sadece kirden ve hastalıktan değil, soğuktan, aşırı ısınmadan, vitamin eksikliğinden, sosyal gerginlikten, yabancı kokulardan ve derisine kadar sırılsıklam olmaktan da.” Ne özel bir yalamaymış ama bu değil mi, insan hayranlık duymadan edemiyor!

Kedilerin cinsel yaşamına ayrılan sayfalar ise sürprizlerle dolu. Biz arka bahçeye baktığımısda zavallı bir dişi kedinin çevresini sarmış vahşi vahşi bağırtılar çıkaran erkek kediler ordusu görür, vah yazık kızıma, diyerek endişeleniriz. Ama hayır efendim. Bütün bu seremoniyi idare eden dişi kediymiş. Ayrıntıları okusanız aklınız şaşar. Erkek kedilerin penis özelliklerine kadar uzanan, sürprizleriyle gözlerinizi faltaşı gibi açtıracak bilgiler veriyor bize Desmond Morris.

Bu kadar tiyö yeter. Kedi sahipleri, sevenleri zaten bilgilerine bilgi katmak için alıp okuyacaktır bu kitabı. Sevmeyenler ise neler neler kaçırdıklarını kitabın “Kedi Sahipleri Neden Diğer İnsanlardan Daha Sağlıklıdır” bölümünü okuyunca anlayacaklardır. Benden söylemesi!






KİM BU LEWIS ADLI ADAM?
Birkaç ay once Kanada’nın Light in the Attic adlı plak şirketi yeni bir album yayınladı. Yeni dediğime bakmayın bu firma “yeniden baskı”larıyla (reissue)
tanınır aslında. Bu album de; yani eski bir albüm. Adı L’Amour, şarkıcının adı ise Lewis. Albümü tanıtan basın bülteni şöyle başlıyor: “1983 yılında Lewis adlı bir adam R.A.W. adlı adı bilinmeyen bİr şirketten L’Amour adlı bir album yayınladı. Ve bütün bildiğimiz de bu…” Sonra albümde yer alan şarkılar ve atmosfer hakkında bilgi veriyor bülten. Biraz fısıltıyı andıran bir sesi var Lewis’in. Bu sesi Springsteen’nin Nebraska’sına, ya da Angelo Badalamenti’nin atmosferik soundtracklerine benzetmişler. Bana da Nick Drake’i hatırlattı. Piyano ve synthesizer ağırlıklı, zaman zaman gitarların da öne çıktığı adına uygun romantik bir album. Adına bakmayın tüm parçalar İngilizce.

Plağın bu yeniden basılış hikayesi de ilginç. Bir plak dükkanında koleksiyoncu Jon Murphy tarafından keşfediliyor ve elbette satın alınıyor. Önce internette digital olarak yayınlanıyor, ardından CD, en son da vinyl olarak basılıyor. Plağı buldukları dönemde internette Lewis ya da album hakkında tek satırlık bilgi yok. Plağın üzerindeki sınırlı veriler de daha öteye gitmelerini sağlıyamıyor. Kapaktaki fotoğrafçıyı buluyorlar ama, adamcağız yaptığı işin dışında bir bigiye sahip değil.

Ben de internetten albümü dinleyip almaya karar verdim. 180 gram bir plak olarak geldi. Keyifle dinledim. Derken Light in tha Attic firması Lewis’in ikinci bir plağı buldu ve digital olarak yayınladı: Romantic Times. CD’sini Ağustos sonunda, plağını ise Kasım’da yayınlayacaklar. Bu yeni plakta şarkıcının ismi uzuyor: Lewis Baloue. Ama yine adamdan hiç bir haber yok, iz yok… Ne yapsalar nafile!

Ve sonunda. Birkaç gün once Light in the Attic’in yeni basın bülteni: “Lewis Bulundu!” başlığıyla arzı endam etti. Plaklarda da yer alan ama bir türlü yerine oturtulamayan bir isim, Lewis’in gerçek adı çıktı: Randall Wulff. Bülten şöyle başlıyor: “Randall Wulff yaşıyor. Yaşıyor, nefes alıyor ve evinde, kız arkadaşı ve çocuklarıyla müziğini çalmayı sürdürüyor. İki buçuk yıldır tüm araştırmalarımıza ragmen Lewis’in izini bulamamıştık. Derken geçen hafta, Randall’ın eski bir arkadaşı bizimle temas kurdu ve Randy’i geçen yıl Kanada’da gördüğünü söyledi. Hemen ardından Jack Fleischer ve ben (şirketin sahibi Matt Sullivan) biletlerimizi alıp Kanada’ya doğru yola çıktık! 48 saatlik bir uğraştan sonra Lewis’in izini bulduk. Bir kafede kendisiyle buluştuğumuz Randall’in sakin ve cool bir görünümü vardı. Yaz güneşi altında klasik sarı saçları, beyaz elbiseleri,parlak beyaz tenis ayakkabıları ve bir ahşap bastonla oturuyordu. Bir altın çağ Hollywood aktörü gibi görünüyordu.”

Randy artık geçmiş günlerde kalan albümleriyle ilgilenmez görünmüş. Ona yanlarında getirdikleri L’Amour’un CD ve plağını vermişler elbette. Sadece hafif bir gülümsemeyle “hoş” demiş beyefendi ve eski günlerden birkaç anısını anlatmaya koyulmuş. “Ama bunlar çok geçmişte kaldı” diyerek sakinliğini korumuş adamcağız. Hadi ayıp olmasın diye birkaç albümü bu yeni yayıncıları için imzalamış. Para pulda gözü olmayan, eskiyle bağlarını oldukça kopartmış bulunan Randy kardeşimiz “Sizin için en iyi neyse o olsun” diye meseleyi ortada bırakmış. Mesele dediğim telif olayı elbette. Light in the Attic’in yöneticileri kataloglarındaki iki plağı (Randall aksini belirtmediği sürece) bir daha basmayacaklarını söylemişler. Galiba durumu da noktalamadan ayrılmak zorunda kalmışlar.

İşte Lewis’in ilginç öyküsü böyle. Şimdi müsaadenizle L’Amour’u bir kez daha pikapa koyuyor, Romantic Times’ı da dinlemek için de Kasım ayını bekliyorum.

https://www.youtube.com/playlist?list=PL9971FCFF3DB8E40F





BİZ SİNEMAYI BÖYLE SEVDİK

OLKAN ÖZYURT 
Sabah Gazetesi, 16 Ağustos 2014


Biz sinemayı nasıl sevdik? Müge Turan ve Gökhan Akçura bunun izini sürdü ve ortaya İstanbul Modern'de açılacak olan Yüzyıllık Aşk başlıklı sergi çıktı. Sergi 100 yaşındaki Türk sinemasının adeta 'masumiyet müzesi' olacak
Biz sinemayı çok sevdik, sevmeye de devam ediyoruz. Ama bu nasıl bir sevgi? Memlekette kime sorsanız kendince anlatabilir bu sevdayı. Kimi oyuncuların adını anar, kimi yönetmenin. Ama ille de sinema salonlarının ismi zikredilir. Çünkü bu sevda bu salonlarda başlar esas olarak. Işıklar kararır, beyazperdeye düşer görüntüler. Büyülü an başlamıştır. Artık siz, filmle baş başa kalırsınız. Fakat bu tutkulu hal, sinema tarihimizde kendine pek de yer bulmaz. Sinema tarihi yazılırken oyunculardan, yönetmenlerden, akımlardan, dönemler bahsedilir ama nedense seyirci unutulur. Şimdilerde durum farklı mı? Seyirci dediğiniz epeydir box office rakamından ibaret! 

SİNEMANIN MASUMİYET MÜZESİ 
Türk sinemasının 100. yıldönümü nedeniyle İstanbul Modern'de 25 Eylül'de açılacak Yüzyıllık Aşk sergisi ilk defa sözü sinema seyircisine bırakıyor. İşin aslı sinema tarihimiz içinde seyircinin izini sürüyor. Sinema yazarı Müge Turan ile yazar Gökhan Akçura'nın küratörlüğünde hazırlanan sergi kolektif hafızamızdaki sinema sevgisini seyirci gözünden bütünlüklü olarak ortaya koymayı amaçlıyor. Müge Turan bu serginin hazırlanmasını iğne ile kuyu kazmaya benzetiyor. Sinemamızın geçmişine dair elle tutulur bir arşivin olmaması nedeniyle epey zorlukla karşılaşmış. "Bir büyük aşkın izini sürmek hiç de kolay olmadı" diyor. Sergideki fotoğraflar ve materyaller de ağırlıklı olarak Agah Özgüç, Burçak Evren, Gökhan Akçura, ve Ali Özuyar gibi bir avuç koleksiyoner sinema tarihçisinin kişisel çasalarıyla oluşturdukları arşivlerinden derlenmiş. Turan "Sonuçta ortaya bir nevi sinemamızın Masumiyet Müzesi çıkıyor" diyor. Sinemayla seyircinin ilişkisinin geçmişten günümüze değiştiğini anlatan Turan "Eskiden sinema salonları genellikle şehrin merkezinde bulunan, fenerlerle hemen dikkat çeken, seyirci için büyük mabetlerdi. Birlikte film izleme kültürü vardı. Bir anneanne ile torunu birlikte filme gidebiliyordu. Sosyalleşme yerleriydi" diyor. Bunun için kapı üstüne asılan fenerlerden gişelere, antreden lobi ve salonlara yani sinemanın büyüsünün solunduğu mekanlar bir anlamda İstanbul Modern'de canlandırılacak. Turan seyircinin sinema ve filmlerle ilişkisini sağlayan unsurların farklı yansımaları olduğunu söylüyor. "Kimi zaman çiklet, çikolata kutusunda bir artistin resmi, kimi zaman imzalı bir fotoğraf, kimi zaman saklanmış bir bilet, bir lobi kartı olarak kendini gösterebiliyor bu yansıma. Fatma Girik'li çiklet kutuları, yıldız takvimleri, askerin arkadaşına gönderdiği Müjde Ar kartpostalı, Türkan Şoray resimli çay tabağı, Ayhan Işık saç modeli, artist resimli kitap ayraçları vb... Birçok materyal sergide olacak" diyor. Ama 60'lı ve 70'li yıllarda ise özellikle imzalı fotoğrafların seyirci için özel bir yeri olduğunu söylüyor. Oyuncuların da bu konuda cömert davrandıklarını anlatıyor. 


FANATİKLER DE SERGİDE 
Öyle ya da böyle sinema sevgisinin fanatiklikle de kesiştiği noktalar var. Serginin sürprizlerinden biri de üç efsane oyuncunun, Türkan Şoray, Filiz Akın ve Yılmaz Güney'in fanatik seyircilerini bizimle tanıştıracak olması. Onların gözünden bakacağız bu efsane isimlere. Sergi için bir de film hazırlanıyor. İçinden sinema seyircisi ve salonunun geçtiği 50'ye yakın Türk filminden oluşturulan kolaj film için Turan "Bu sahneler 1950'li yıllardan bugüne sinema ve seyirci tarihine ait önemli bir belge niteliğinde" diyor. 

GÖKHAN AKÇURA: 12 EYLÜL, SİNEMAYI GÜZEL BİR ANI OLMAKTAN ÇIKARDI
- Hazırladığınız sergi sinema- seyirci ilişkisine odaklanıyor. Acaba sinema tarihi içerisinde seyirci nerede duruyor? 
- Seyirci kıyıda duruyor. Onun fikirlerini, isteklerini, arzularını pek dikkate alan olmamış. Türkiye sinema tarihine baktığımızda, seyirciye sadece bilet aldığı ölçüde önem verildiğini görüyoruz. Sinemalara kaç kişi geldiği hakkında yapılmış istatistikler var. Ama sadece seyircinin sayısı ile ilgilenilmiş. Daha 1960'larda Nijat Özön'ün yazdığı bir makaleyi hatırlıyorum. Seyircinin sinema endüstrisinin can damarı olmasına rağmen; sinemacıların o günlere kadar "Bu izleyicinin yapısı, gelişimi, eğilimleri vb." gibi konuları hiç mi hiç incelemediklerini yazıyordu. Ne yapıyorlardı peki? Filmlerinin izleyiciyi avlayacağını sandıkları 'formül'ler bulmaya çalışıyorlardı. Peki şimdilerde değişti mi bu durum? Pek bir şey değişmedi derim. Şimdi de seyirci denilince 'box office' sonuçlarını öğrenmek birçok sinemacı için yeterli oluyor. 

- Günümüzde sinemayla, ya AVM'lerdeki sinema salonları ya da evlerdeki büyük ekranlar, tabletler üzerinden bir ilişki kurma eğilimi var. Acaba seyircilerin sinema ilişkisi nasıl bir değişim gösterdi?
- Bir gözlem olarak şunları söyleyebilirim. Hazırladığımız serginin çalışmaları sırasında, elimizde seyircilerle ilgili araştırma ve incelemeler olmadığından, katalog için uzunca bir yazı hazırladık. Anılarında sinema seyircisi olduğu günlerle ilgili bir şeyler yazmış birçok yazar, oyuncu, sanatçıdan, Osmanlı'dan başlayarak 1980'li yıllara kadar birçok otobiyografik kitapta seyirci olarak yapılmış sinema gözlemlerini derledik. Ama dikkat isterim. 1980'li yıllara kadar. Çünkü sonrası yok. Önce seks filmleri furyası, arkasından 12 Eylül'ün karanlık yılları sinemayı 'güzel bir anı' olmaktan çıkardı. Sonra televizyon, video, DVD girdi devreye. Bugün artık kimse anılarını yazarken 'sinema anısı' yazmıyor. Çünkü sinema o eski sihirli, özel, görkemli eğlencelik olmaktan çıktı. Aslında şimdilerde bilgisayar, tablet, DVD oynatıcısı, televizyon ve arada sırada sinema salonunda çok daha fazla film izliyoruz. Ama artık sinema sıradan, gündelik bir olgu haline geldi.

- Türkan Şoray, Yılmaz Güney gibi sinemamızın birçok starlarıyla seyircinin kurduğu ilişkiyi nasıl tanımlamalı. Onları bu kadar efsane yapan neydi sizce?
- Eskiden sinema 'sihirli' bir eğlencelikti. Hele hele 1960'lı yıllar. Agah Özgüç "Altın Yıllar" diyor o döneme. Bu yıllarda sinemaya gidenlerin çoğu, sinemanın yıldız isimleriyle de özel bir ilişki yaşardı. Dergiler sinema seyircileriyle yıldızları bir araya getiren kampanyalar düzenlerdi. Ses dergisinin "Alo Türkan Şoray" (ya da başka bir oyuncu), ya da "Mahallenize hangi yıldız gelsin?" gibi çalışmaları olurdu. Kartpostallar bu yıldızları sunardı bizlere. Evlerin duvarlarını sinema artistlerinin posterleri, takvimleri süslerdi. Bu dönem oyuncuların yıldızlaştığı bir dönemdi. Bizler de elbette 'yıldızların altında'ydık. Niçin şu isim daha çok öne çıktı da öteki çıkmadı derseniz, her birinin ayrıntılı öykülerine bakmak gerekiyor.

8 Ağustos 2014 Cuma

8 Ağustos 2014 tarihli Radikal Kitap ekinde çıkan yazım:

TUHAF GÜNLER PEŞİMİZDE



 Halil Turhanlı’nın her kitabından yeni bir şeyler öğrenirim. Bilmediğim bir şeyler. Ya da bildiğimi sandığım şeylerin bilmediğim tarafları… Dünyanın dört bir köşesinden toplar bilgilerini Turhanlı. Dünyanın ne denli büyük, farklı ve inanılmaz olduğunu farkedersiniz onu okuduğunuzda.

Halil Turhanlı’nın son kitabı Tuhaf Günler Peşimizde başlığını taşıyor, Kitabın önemli bir bölümünü New Orleans dünyasına ayırmış yazar. Gerçekten bir kent ya da bölge değil, bir gizli dünya saklı New Orleans sözcüğünde. Genellemeleri bırakıp, ber bu kitaptan neler öğrendim, onları anlatmak istiyorum sizlere:

Dr.John. Bilmem tanır mısınız Dr.John’u. New Orleans müziği yapan bir beyazdır Dr. John. Müziğini severim, fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla muhteşem kostümlerle çıkar sahneye. “Tereme” dizisini izlediyseniz bu kostümleri bilirsiniz. Asıl adı John Rebennack olan Dr. John’un bu adı nereden bulduğunu merak etmemişim. Hata etmişim. 19. Yüzyılda yaşamış siyahi bir büyücü doktorun adıymış Dr. John Montaine. Vücudunun her yerinde, yüzünde bile dövmeler varmış. Onun adını duyan herkes korkar, ürperirmiş. Şifalı ve gizemli bitkilerini doldurduğu çantasının adı ise Gris Gris. Evet, Dr.John’un ünlü parçasının adı da buradan geliyormuş. Yalnız adını ve çantasını almamış elbette bu siyahi doktorun. Onun bildiği gizleri, büyüleri de alıp müziğine koymuş adeta. Bu müzik vudu (voodoo) blues bir anlamda…

Vudu demişken, Halil Turhanlı’nın hemen meselenin kökenlerine uzandığını da söylemeden geçmeyelim. Afrika’dan başlar seyahate. Atlantik’i aşıp Amerika’nın köle pazarlarını dolaşır. Haiti’den gelenlerin yanlarında getirdikleri büyüler de girer potaya. Artık New Orleans’ın Kongo Meydanı’nındayız. Burada köleler müzik yaparak, dans ederek örgütlenmektedirler. Devamını Turhanlı arlatsın: “Kongo Meydanı’ndaki bu saturnalia, kölelerin kendilerinden geçerek dans etmeleri, şehir otoritelerinde tedirginlik yaratıyordu. Orada dans edilmesini yasaklamak istediler. Önce siyahların şehirde davul çalmalarını yasaklayan bir yasa çıkardılar. Ama müzik, otoritelere boyun eğmeyecek, yasaların yasağını tanımayacak kadar güçlü olduğundan susmadı. Köleler gizli kardeşlik örgütleri oluşturarak yeraltına indiler. Elbette, onlarla birlikte vudu doktorları ve kraliçeleri de.”

New Orleans’da dolaşmaya devam ediyoruz. Storyville’deyiz, Kentin fuhuş bölgesi. Genelevler yanısıra, ragtime çalınan salonların, burlesk gösterileri yapılan müzkhollerin, afyon çekilen gizli mekanların bulunduğu bir yer burası. Kulağımıza “Doğan Güneşin Evi” (The House of the Rising Son) şarkısı çalınıyor. Hani 1960’larda Eric Burdon’nın meşhur ettiği şarkı. Ve öğreniyorum ki, şarkının arkasındaki öykü bizim bildiğimizden ne kadar da farklıymış. Plaklarda besteci olarak Tom Ashley’in adı yazılır çoğunlukla. Apalaş dağlarında yaşayan, tek gözlü, banjo ve keman çalan bir gezgin müzisyendir Ashley. Ama hayır diyor Halil Turhanlı. Daha eski kayıtlara bakalım. Orada öykü genç bir kadının ağzından anlatılmaktadır: “Anlatıcı genç kadın Mississippi’nin kıyısında bir günah şehrinin, bir Babil’in varlığından söz eder; New Orleans’a getirilmiş, orada fahişeliğe zorlanmıştır. Günah ve pişmanlık teması üzerine kurulu bir fahişe ağıtı. Bağışlanmak isteyen, selamet arayan, ama hiç bulamayan bir fahişenin öyküsü.” Meğer bizim altmışlı yıllarda dinlediğimiz “The House of the Rising Son”, şarkının pek ehlileştirilmiş biçimi imiş!

 Storyville genelevlerinde kalalım. Çünkü 1910’ların başlarında J.E.Bellocq fahişelerin fotoğraflarını çekiyor. Kadınları mesai saatleri dışında, günlük yaşamları içindeymiş gibi çekiyor fotoğraflarını. Bazen çıplak, bazen giysileri içinde. Bazılarının başlarında bir maske. Ama çoğu fotoğrafta yüzleri tanınmayacak biçimde çizili. Turhanlı bu gizemli çizgilerin peşine düşüyor, çeşitli teoriler var bu konuda. Gerçeği hala bilemiyoruz. Fotoğraflar 1960’ların ortalarında cam negatifler halinde bir eskicide bulunmuş. New Orleans’ı çok seven fotoğrafçı Lee Friedlander tarafından satın alınmış. Fotoğrafların otantikliğini korumak için, en uygun baskı tekniklerini aramış Friedlander. Sonra basıp fotoğraf dergilerinde yayınlamış. Halil Turhanlı fotoğrafların arkasındaki öykülere de uzanıyor.

Daha kitabın yarısına bile gelmedik. Ama sorular ve aldığımız cevaplar hala tükenmedi. Bir tanıtma yazısında daha fazlasına tahmin edersiniz ki izin yok!

5 Ağustos 2014 Salı

TÜRK TANGO TARİHİ
Bir yıl kadar önce Oriente Müzik tarafından Istanbul Tango adlı bir CD yayınlandı. Cemal Ünlü ile birlikte Türk tango tarihinden örnekler seçmiş, taş plaklardan digitale aktarmış ve kapsamlı bir booklet kaleme almıştık. Türkiye'de de az miktar satışa çıkmıştı (sanırım Lale Plak'ta). Geçenlerde Fecabook sayfamda bir mesaj gördüm. Albüm Açık Radyo'nun bir programında tanıtılmış. Mesajın sahibi de bunu dinleyince albümü internetten satın almış. Şöyle devam ediyor mesaj: "Öncelikle ellerinize sağlık. Ben albümün iç kartonunda neler yazıyor çok merak ediyorum. Internet'ten alınca böyle oluyor. Keşke bir yolu olsa. Belki sizdekinin fotoğrafını paylaşır mısınız diye düşündüm ve yazdım size, affınıza sığınarak." İşte digital albümün becerisi bu kadar. Ne eline alabiliyorsun, ne de okuyabiliyorsun! Ben de booklete yazdığım metni internete koymaya karar verdim. Buradan buyrun!


Galatasaray Lisesi dans orkestrası: İz-Caz
TÜRK TANGOSU
Tangonun kökeni elbette ki Arjantin'dir. Araştırmacılar ilk kez 1885 yılında Arjantin varoşlarında ilk tangoların söylendiğini yazarlar. Önce sözsüz olan bu tangolar, giderek kendi öykülerini anlatmaya başlamışlar. Böylece tango ete kemiğe bürünmüş, kitlelerin malı olmuş. Tangonun dünyaya yayılması için ise 1910'lu yılları beklememiz gerekir. Paris'te dans salonlarının gözdesi olan tango, özellikle 1917 yılında La Comparsita sayesinde dünyanın dört bir köşesine ulaştı. Rudolf Valentino filmlerindeki dans sahneleriyle tangonun yaygınlaşmasına katkıda bulundu. Artık tango bir dünya müziği ve dansı olmuştu. Türkiye'de tango ile ilgili ilk önemli kayda ise, 19 Şubat 1914 tarihinde (bugünkü Emek Sineması’nın yerinde bulanan) Skating Palace'da yapılan bir balonun programında rastlıyoruz. Döneminin "dans profesörü" olarak haklı bir ün yapan Joseph Psalty, bu programın arka kapağında "Tango Arjantin" dansı konusunda ayrıntılı bilgiler sunar. Önce gayrımüslim ve levanten [çevirmen için not: İstanbul’da yaşayan İtalyan ve Fransız asıllı yabancılar] çevrelerde tanınmaya başlayan bu yeni dans, İşgal İstanbulu’nun balolarında sık sık çalınmaya başladı. 1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Batı yaşam tarzının Türkler arasında da yaygınlaşması, batıdan ithal edilen müzik türlerine yeni bir ortam sağlıyordu. Evet tango biliniyordu ama yaygınlaşması için özel bir adım atılması gerekiyordu. İşte bu adım, Eduardo Bianco’nun İstanbul’da verdiği konserlerle atıldı.

E. Bianco Beyoğlu Saray Sineması'nda
1892 doğumlu olan Eduardo Bianco profesyonel yaşamına doğum yeri olan Arjantin’de değil Paris’te başlamış ve Avrupa’ya tangoyu sevdiren isim olarak tanınmıştı. Bianco İstanbul’a ilk kez 18 Aralık 1928 tarihinde gelmiş ve on gün boyunca Opera Sineması’nda konserler vermiştir. Bianco’nun dans gösterileri de içeren bu konserleri öylesine tutuldu ki, Bianco Orkestrası 1951 yılına kadar yaptığı bütün konser turnelerinde İstanbul’a da uğramaktan vazgeçemedi. Bianco Orkestrası Türkiye’deki bazı tango kayıtlarına da katılarak Türk Tango tarihinin bir parçası olmuştur. İlk Türk tango plağının piyasaya çıkması da Bianco’nun gelişiyle hemen hemen aynı dönemde gerçekleşir. Operetlerinde günün moda müziki akımlarını kullanmayı seven Muhlis Sabahattin [Ezgi] 1927-28 yıllarında enstrümental bir plak doldurdu. Sahibinin Sesi şirketi tarafından İngiltere'de bastırılan bu plağın etiketinde eser adı olarak "Türk Tangosu - Tango Turquie" sözcükleri yer almaktadır. Muhlis Sabahattin tarafından bestelenip piyanoyla çalınmış olan bu zeybek ritmli tangonun taşıdığı isim, Türkiye hafif müzik tarihinde sayısı pek az olan geleneklerimizden birini oluşturacaktır. Türk Tangosu otuzlu yıllardan 1950’lerin sonuna kadar popülaritesini yitirmeyen bir tür olarak müzik yaşamımızda güçlü bir yer taşıdı. Eduardo Bianco’nun gelişinden kısa bir süre sonra Avrupa'daki müzik eğitimini bitirip yurda dönen Afife Hanım’ın yabancı kaynaklı tangolara yeni sözler yazılarak (biz Türkiye’de bu tür uygulamalara aranjman diyoruz) plağa alınan Türkçe tangoları büyük başarı kazandı. Bunu dönemin operet primadonnalarından Suzan Lütfullah’ın Almanya’da Karlo Kapoçelli’nin yöneticiliği altında doldurduğu Türkçe plaklar izledi. Aynı yıllarda genç bir bestecimiz de ilk tango çalışmalarını yapmaktaydı. Adı Necip Celal [Andel] olan bu genç, “Mazi” adlı şarkısıyla Türk Tangosunun ilk büyük müzisyeni olarak tarihe geçecektir. Bu tango ilk kez 1932 yılında Seyyan Hanım tarafından plağa okundu. Genç yaşta görme yeteneğini kaybeden Necip Celal’in “Suna”, “Özleyiş”, “Ayrılık” vb. gibi çok popüler olan tangoları dönemin ünlü sesleri tarafından defalarca plağa okundu.

Seyyan Hanım
Tango, 1930’lu yıllarda İstanbul’da pek moda olan operetlerde ve yeni yeni çevrilmeye başlanan sesli filmlerde sık sık başvurulan bir müzik türü olarak dikkati çeker. Aynı yıllarda İstanbul'un dört bir köşesinde dans mektepleri ve dansing salonlarının açıldığını ve buralarda çeşitli danslar yanısıra özellikle tango öğretildiğini görürüz. Yeni kurulan İstanbul Radyosu’nun programları arasında özel tango dinletileri de yer almaktadır. Galatasaray Lisesi'nin ünlü öğrenci topluluğu İz Caz'ın en beğenilen parçaları tangolar arasından seçilmektedir. Şirketi Hayriye şirketinin Boğaz'da düzenlediği "Özel Tenezzüh (Eğlence) Seferleri" tango orkestraları eşliğinde yapılır. Türk Tangosu gündemden düşmediği otuz yıl boyunca birçok besteci ve icracı yetiştirir. Karlo Kapoçelli, Kadri Cerrahoğlu, Mustafa Şükrü, Fehmi Ege, Cemal Reşit Rey, Nev'eser Kökdeş, Celal İnce, Necdet Koyutürk'ün yazdığı tangolar geniş kitlelerce benimsenir. Tango solistleri olarak Seyyan Hanım, Suzan Lütfullah, İbrahim Özgür, Birsan Hanım, Bedriye Tüzün, Birsen, Celal İnce, Şecaattin Tanyerli imzaları plaklarda göze çarpmaya başlar. Özel tango orkestraları kurulur: Colombia Tango Orkestrası (Necip Yakub yönetiminde), Pandeli Tango Orkestrası, Orhan Avşar Orkestrası, Orhan Borar Orkestrası, Fehmi Ege Dans ve Tango Orkestrası gibi. Tangonun yaygınlığı o denli artar ki Hafız Burhan, Münir Nureddin gibi alaturka müzikte isim yapmış şarkıcılar bile plaklara tango okurlar. Yıllar sonra Zeki Müren de aynı şeyi yapacaktır. Taşplaklara tango seslendirmiş isimler arasında öne çıkan solistlerin başında Seyyan Hanım gelir. 1913-1989 yılları arasında yaşayan Seyyan [Oskay] Hanım lirik soprano sesiyle Türkçe tangolara hayat veren ilk şarkıcımızdır. Eşinin subay olması nedeniyle Doğu Anadolu’da bulunan Sarıkamış’tan yılda bir kez İstanbul’a geliyor ve Yeşilköy’deki plak fabrikasında kayıtlar yapıyordu. Bu gidiş gelişler 1942 yılına kadar sürdü ve Seyyan Hanım onlarca tango plağı doldurdu. Bu plaklarda imzası bulunan tango bestecileri Necip Celal’dan Fehmi Ege’ye kadar uzanan bir çeşitlilik taşıyordu. Türkçe tangolar önceleri hemen hemen yalnızca kadın solistler tarafından okunuyordu. Bu durum 1938 yılında İbrahim Özgür’ün ilk plağını doldurmasıyla sona erdi. Bir caz sevdalısı olan Özgür kendi topluluğuyla otuzlu yılların başında yedi yıl süren bir Uzak Doğu turnesinin ardından İstanbul’a dönerek “Ateş Böcekleri” adlı kendi kulübünü açmıştı. Bir yandan da Odeon firması adına ardarda tango plakları doldurmaya başladı. Bu tangoların büyük çoğunluğu Fehmi Ege imzasını taşımakla birlikte aralarında İbrahim Özgür’ün besteleri de bulunmaktadır. Sanatçının oldukça erken, 49 yaşında ölümüyle Türk Tangosu önemli bir icracısını yitirmiş oldu. 1950’li yıllarda Türkçe tangoların yeni bir star yarattı. 1922 yılında Adana’da doğan Celal İnce önce radyoda, ardından Sahibin Sesi için doldurduğu plaklarla tanınmaya başladı. Okuduğu tangoları kendi yazan Celal İnce öylesine popüler oldu ki, hemen iki filmde başrolü üstlendi. Sanatçı 1955 yılında Amerika’ya gitti ve burada “şarap uzmanı” olarak kendine yeni bir hayat kurdu. Celal İnce ile yaşıt olan ve Türkçe tangonun son büyük şarkıcısı olarak anılan Şecaattin Tanyerli ise ilk plağını doldurduğu 1949 yılından, 1994 yılındaki ölümüne kadar tango severlerin gözdesi oldu. Yarım yüzyıla yakın süren solistliği süresince 1000’e yakın Türkçe tangoyu seslendiren sanatçı 30’u aşkın taşplak [78 RPM] doldurdu. Bu kayıtlar daha sonra uzunçalarlara [longplay] ve CD’lere de taşındı. Türkçe tango tarihinin üç ünlü bestecisi vardır. Bunlardan Necip Celal Andel’den yukarda kısaca söz etmiştik. Diğer iki isim ise Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk’tür. 1902 doğmlu olan Fehmi Ege ilk bestelerini daha çok operet türünde olmak üzere 1920’li yıllarda yaptı. Ege’nin Türkçe tangoları ise otuzlu yılardan itibaren dönemin ünlü sesleri tarafından defalarca kayda geçirildi. Kurduğu Fehmi Ege Orkestrası ile İstanbul Radyosu’nun bir dönemine imza attı. 1978 yılında kaybettiğimiz Fehmi Ege 300’e yakın Türkçe tango bestelemiştir.


Tango tarihinin üçüncü büyük ismi olan Necdet Koyutürk ise 1921 yılında Ankara’da doğdu. İlk tanınmış tangosu olan Papatya 1948 yılında plağa okundu. Bir yıl sonra İstanbul Radyosu’nda kendi adıyla kurduğu orkestrası ile her hafta tango programları yaptı. 1988 yılında ölen Koyutürk’ün eserlerinin büyük çoğunluğu Şecaattin Tanyerli tarafından plağa geçirilmiştir. Türkiye’de tango otuz yılı aşkın bir süre yaygın bir tür olarak varlık göstermiştir. Yabancı tangoların yanısıra, özgün Türkçe söz ve bestelerle yazılan “Türk Tangoları” popüler müzik tarihinde güçlü bir yer kazanmışlardır. Öte yandan Türkiye’de tango kökenlerindeki “macho” karakterinden uzaklaşarak bir salon dansı olarak yaygınlaştığını da söylemeden geçmemek gerekir. Türk tango bestecileri kendi ulusal kültürlerinden taşıdıkları “doğulu” motifleri de tangolara katarak, dünya tango tarihi içinde farklı bir kulvar yaratmışlardır.





11 Temmuz 2014 Cuma

(Radikal Kitap ekinde çıkan yazım. 11 Temmuz 2014)

ŞİKEMPERVER REFİK HALİD

 Fikret Adil, ‘Yemek Edebiyatı’ başlıklı bir dizi gazete yazısında, ‘gastronome’ karşılığı olarak ‘şikemperver’ sözcüğünü kullanır:
“ ‘Şikem’ karın mânasına gelir, karnını besleyen, seven demektir. Bir de Fransızca ‘gourmet’ kelimesi vardır. Türkçemizde karşılığı pek yoktur, onu ekseriye ‘gourmand’ ile karıştırırlar, kısaca ‘obur’ derler. Yanlıştır, az yiyen, yediğini seçen, ağzının tadını bilen demektir. Eskiden ona da ‘şikemperver’ derlerdi.” Ardından bizdeki ‘şikemperver yazarlar’ı sıralamaya başlar: En baaşta gelen üç isim Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Rasim ve Refik Halid Karay’dır.
 
Her daim başvurduğumuz bir yazar olan Refik Halid Karay, yemek yazılarına bir edebiyatçı edası ile yaklaşır, onlara ayrı bir yoğunluk verir, yemekleri  adeta canlandırıp önümüze koyar. Bir çok kitabında dayanamaz, sözü dolandırıp hemen yemek içmek bahsine getirir. Örneğin Ago Paşa’nın Hatıratı’nda yemek hazırlamanın bir “güzel sanatlar” konusu olduğu tezini ortaya sürer: “Usta bir ahçının meselâ bir sigara böreği için hamur açışını en ince teferruatiyle gözden geçiren bir adam himmetin, nezaket ve rikkatin bu derecesine nasıl hayran olmaz? Oklavada sanki bir sır, bir tılsım vardır, hamuru nasıl inceltir, nasıl şeffaf bir hale sokar ve sonra çarpar, silker, hırpalar da, nasıl olur da yırtmaz, parçalamaz ve gittikçe, büyültür, açar...” Karay, bir heykeltraş, bir ressam, bir mucit zekası ve yeteneğiyle çalışan bu ahçının, eserinin ne yazık ki hemen kaybolmaya mahkum olmasının merhametsizliğine dikkatimizi çeker. Yemek kültürünün bir uygarlık ölçütü olduğuna da işaret eder: “Kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al dedikleri gibi ‘yemeğine bak, adamını al’ demek de kabildir ve böyle demekle çok doğru ve çok irfanlı bir söz de söylenmiş olur. Vahşiler medeniyetin kapısına, gıdalarını pişirmeğe başladıkları gün yanaşmışlar ve haşlamasını icat ettikleri gün de içeriye ilk adımlarını atmışlardır.”

Refik Halid’in yemekleri anlatırken nabzı yükselir, heyecandan yerinde duramaz olur. Üç Nesil, Üç Hayat kitabında balkabağı tatlısı bu nedenle bir tablo haline dönüşüverir:  “Göz ısıtan sıcak rengi, ağdalanmış koyu şekeri ve bol cevizi ile balkabağı bir kış tatlısıdır. Eskiden bu mevsimde her ev sofrasında bir kaç kere yer alırdı. Kabak tatlısını yerken insan kor parçaları yutan bir hokkabaza, bir sihirbaza, bir Rüfaî dervişine benzer. Dudağa dokunuşu soğuktur amma boğazdan geçti mi mideye bir ateştir yayar, hattâ fazla yenirse sıcaklığı damarları kaplar. Kanınıza tutuşmasından çekineceğiniz bir ecza, alkol ve benzin gibi bir şey karıştığı kuşkusuna düşersiniz.”

Üstadımızın yemekleri yalnız yazarken değil, yerken de aynı şehveti duyduğu yine kendi satırlarında gizli. Makyajlı Kadın kitabından aktarıyorum: “Külde pişmiş patlıcanı şu tarzda yerim: Ateşten, olduğu gibi kabuğiyle önüme getirirler; bıçakla ortasından boylu boyuna yarar, sırtı altına gelmek şartiyle tabağa bütün heybetiyle sererim; üzerine tuz, karabiber ve zeytinyağı… -Biber, küçük sofra değirmeniyle taze taze, iri kıyım öğüdülmüş olmaldır. Durmuş toz biber, lezzetinden ve rayihasından yüzde doksan kaybeder- İşte güzel, ılık, çeşnili, iştah verici dumanı, buğuyu o zaman görünüz! Evvelâ onu iyice koklarım; sonra çatalı yan tutarak başlarım sıyırmaya… İç, kabuktan kolayca ayrılır ve geriye yalnız bir zar kalır.”

İnkılap Kitabevi pek hayırlı bir iş yaparak Refik Halid Karay’ın bütün eserlerini yeniden bastı, yetmedi, kitaplaşmamış yazılarını da tek tek kitap haline getirdi, getirmeye devam ediyor. Aydede dergisindeki yazılar 1922 ve 1948 dönemi olmak üzere iki ayrı cilt oldu. Gazete ve dergi yazıları ise “Memleket Yazıları” genel başlığıyla dört kitaba ulaştı. İşbu şikemperverizm yazısı da dizinin dördüncü kitabı olarak yeni yayınlanan Mutfak Zevkinin Son Günleri nedeniyle kaleme alınıyor.

Kitabın ilk yazılarından birinde Refik Halid de bir şikemperver tarifi yapıyor: “”boğazına düşkün, ağzının tadını bilen, güzel yemek düşkünü, yemek titizi adamlar”... Ardından yukarda andığım Fikret Adil makalesine katkı yaparcasına (aslında Fikret Adil’in yazısı çok daha sonra 1956 yılında yayınlanmıştı, Karay’ın söz ettiğim makaleleri ise 1944-48 tarihli) bizim şikemperverleri anlatıyor: “Tevfik Fikret de yemek meraklısıydı, yemek de pişirirdi. Ahmet Haşim’in ise patlıcan dolması uğrunda öldüğü söylenir. Rıza Tevfik iyi yemekten, hele et yemeklerinin iyisinden anlıyan bir sanatkârdır; mutfağa girmekten, girip misafirlerine lezzetli yemek hazırlamaktan keyif duyar. Eliyle yaptığı püryan, keşkek ve bezelyeli salata ahbaplarınca meşhurdur.” Yazısının daha sonraki satırlarında şikemperver listesine ressam Şevket Dağ’ı, yazar Semih Mümtaz’ı serasker Rıza Paşa’yı, Şehislâm Cemaleddin Efendi’yi de katar. Yahya Kemal’i ise “o daha ziyade lokanta ve davet müdavimidir” diyerek liste dışı bırakır.

Kitap bir yeme içme ummanı. Hepsi birbirinden keyifli yüzlerce makaleden oluşuyor. Bölüm başlıkları ise şöyle belirlenmiş: Yemek Kültürü/ Lokantalar/ Alışveriş/ Ekmek-Simit/ Sebzeler/ Etler/ Balıklar-Deniz Ürünleri/ Salata malzemeleri, salatalar ve mezeler/ Pilav-Makarna-Börek/ Yumurta/ Süt Ürünleri/ Yemişler, Meyvalar/ Tatlılar-Şekerlemeler/ Mükeyyifat [Keyif vericiler]/ İçme Kültürü/ Abur Cubur.


Bilmem nasıl bir sofraya davet edildiğimizi biraz olsun hissettirebildim mi? Ne diyelim; bizi bu sofraya çağıranlara, sofranın ön hazırlıklarını yapanlara (önsözü yazan Artun Ünsal’a, özellikle de diziyi ve kitabı hazırlayan Tuncay Birkan’a) teşekkür edip yemek odasına geçelim. Afiyet olsun...