28 Ocak 2017 Cumartesi

Engin Cezzar'ın ardından



BİR HAYAT BANA YETMİYOR
Engin Cezzar’la konuşma

Sevgili Engin Cezzar'ı ne yazık ki kaybetmişiz. Gülriz Sururi'ye can dostunun ardından sabırlar dileriz.  Engin'in yaşamını aktaran bir Engin Cezzar Kitabı hazırlamıştım (YKY, İstanbul 1996). Kitabın girişinde yazdığım gibi, sanat yaşamının bütününe baktığımızda heyecan verici, çarpıcı bir toplam karşımıza çıkıyordu. Yüzlerce oyun, televizyon filmleri ve dizileri, ortak çalışmalar, uluslararası ilişkilerle dopdolu bir sanat yaşamıyla karşı karşıyaydık.  Engin Cezzar'ın baş rolünü oynadığı, rejisörlüğü ve prodüktörlüğünü yaptığı oyunlar arasında bir çok dünya prömiyeri bulunması hemen dikkatimi çekmişti. Gülriz Sururi- Engin Cezzar Tiyatrosu Türk ve dünya tiyatro edebiyatının bir çok önemli eserini sahneye çıkarmıştı. Bunların o dönem için öncü ve yenilikçi eserler olması da ayrıca önem taşıyordu.

Aradan yıllar geçtikten sonra Engin Cezzar yeniden önemli bir rolle tiyatro sahnesine dönmüştü. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Mustafa Avkıran tarafından sahnelenen Ayak Takımı Arasında oyununda Lukas rolünü üstlenmişti. Bu vesileyle onunla bir röportaj yapmıştım. Bu güzel insanı bir daha hatırlamak için vesile olsun...

GA: 17 yıldır ilk kez sahneye, tiyatro sahnesine profesyonel anlamda yeniden çıkıyorsun. Niye oynamadın bu 17 yıl boyunca?

EC: Niye oynamadım biliyor musun? Halide’de o kadar üzüldüm, sahne üzerinde o kadar zorlandım ki, adeta küstüm sahneye... Bu rol, daha doğrusu roller beni yıprattı.. Halide’de 8-10 tane değişik karakteri oynuyordum. Örneğin, Halide’nin korkuları diye bir rol var. Korkuların içinde Abdülhamit de var, Batı da var. Çok zor bir roldü. Bu rolün altında ezildim belki de. Rol değil roller dediğim gibi. Belki de işin pis tarafı buydu. Baştan sona bildiğimiz anlamda, doğru dürüst bir rol değildi,...Yönetmen Rutkay Aziz’di, ona, herhalde bundan sonra sahneye çıkamam, dedim.

GA: Bilinen anlamda, kendi içinde bütünlüğü olan bir karakter olmayışı belki zorladı seni.

EC: Evet, daha çok tipler halinde canlandırmak gerekiyordu. Kostümler mostümler... Düşünsel bir şeydi, aslında yaşayan bir şey de pek yoktu. Bir oyuncu için, yahut benim için diyeyim, yaşamıyordu roller. İşte bu oyundan sonra herhangi bir oyunda, herhangi bir rol için, içimde bir istek, bir dürtü kalmadı. Belki de çok yorulmuştum.

GA: Zaten sizin Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu da bir diraklama dönemine giriyor ve bazı eski oyunlarınızın televizyon çekimleri başlıyor. Keşanlı Ali, Kaldırım Serçesi gibi. 

EC: Bunların hemen ardından da Devlet Tiyatrosu giriyor yaşamıma. Direkt olarak yönetmen kadrosunda girdim Devlet Tiyatrosu’na. Doğal olarak projelerim hep yönetmenlik üzereydi. Şimdi bu bir rastlantı da olabilir, bir ölçüde benim seçimim de. Yani oyunculuk yapmak istemeyip, sadece yönetmenlik yapmaya yönelişim de olabilir bunun ardında. 

GA: Peki bu dönemde, yani Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu olarak sahneye çıkamaz mıydın?

EC: Galiba kendimi oyuncu olarak kapamıştım bir süre. Bir de Devlet Tiyatrosu bünyesi içinde hiç kendimi oyuncu olarak göremedim. Niye göremedim? Belki güvendiğim proje yoktu, güvendiğim rejisör yoktu ve en önemlisi sadece yönetmen rolündeydim o günlerde.

GA: Şöyle ya da böyle, ama sonuçta tam 17 yıl profesyonel olarak bir oyunda rol almadın sonuç olarak. Bir de şu noktadan bakalım, o kadar alışmıştın ki yıllarca kendi gemini yürütmeye... Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda 1985’e kadar, hem yöneticiydin, hem yönetmendin, hem işin sahibi olan insandın. Her şeyde duruma hakimdin. Sonra durum değişti ve bu seni rahatsız etti. Başkasına teslim olmaktan korkuyorsun belki de…

EC: Kesinlikle doğru, teslim olmaktan korkuyorum. Neden? Çünkü yaptığım işlerde kendime çok güveniyorum bir. Üstelik kendi işimin tamamen hakimiyim. Projenin seçiminden, yapımından, yönetiminden, yorumundan ve oyunculuğundan.. Şimdi ben bu ortamı başka bir yerde bulamam. Bulamadım da. Bundan sonra da bulamam aslında. Çok zor bir şey, daha doğrusu çok önemli bir şartlanma bu insanın kariyerinde, mesleğinde. Herhalde bütün bunlar üst üste geldi. Ayrıca dediğim gibi belki oyunculuğa karşı tuhaf bir tembellik, bir isteksizlik eklendi buna. Bunlardan ötürü Devlet Tiyatrosu’nun içinde yönetmenlik yapmaya yöneldim. Kendime başka bir yol bulamadım. Evet açıkça bulamadım.

GA: İki yıl kadar önce de emekli oldun. Emekli olduktan sonra çok önemli bir kalp ameliyatı geçirdin.

EC: Doğrudur.

GA: Peki şimdi ne değişti? Niye yeniden oyuncu olarak sahnelere döndün? 

EC: Bir kere sağlığımı kazandım. Kazandığıma inanıyorum, inşallah kalbim çatlamadan devam ederim. Ama gerçekten iyi hissediyorum kendimi. İkincisi bu söz ettiğimiz çok uzun ara verişin yarattığı problem.. Yapmak istediğin bir işi yapamazsan bu bir birikim yaratıyor. Artık oynamalıyım diye bir ses habire yükseliyor içinden. Ve son olarak da, hayata yeniden başlamanın getirdiği duygu. Şaka değil  öteye gittim ve geldim. Öldüm ve dirildim. Bundan sonra yeniden hayata başladığın zaman, sanki biraz sıfırdan başlıyorsun gibi oluyor. Bunu önce bilinçli olarak düşünmüyorsun, sonra yavaş yavaş fark ediyorsun. Ve madem  yeni bir yaşama kavuştum, o zaman bunu değerlendirmem lazım. Oyuncuysam oyuncu olarak, yönetmensem yönetmen olarak. Yani çalışmam gerek. Yeniden yaşamam, yeni yaşamımı yaşamam gerek.


GA- Aslında biraz daha insaflı olmamız lâzım. Bu on yedi yıl içinde boş durmadın ki sen. TV oyunları, dizileri, Devlet Tiyatrosu yönetmenliği ve senaryo çalışmaların var. Üretmedin demek kolay değil…

EC- Doğru, ama oyunculuktan, tiyatrodan kopuşum da aynı yıllara denk geliyor. Aslında biraz genel anlamda tiyatrodan koptum galiba bu dönemde. Ben her zaman sinemaya müthiş tutkusu olan bir insandım. Ömür boyu hep sinema yapmak istedim, ama hiçbir zaman yapamadım. Oynamadığım bu yıllarda –yani şu geçtiğimiz 15 yılın içinde bir yerlerde-  madem sinema yapamıyorsun, otur yaz dedim kendime. Projeler ürettim, senaryolar yazdım ve projeleri hayata geçirmeye çalıştım. Olmadı. Bu alanda geç kaldığımı sanıyorum, çünkü bir sinemacı olarak pratiğim çok zayıf. Ama bir senarist olarak da çok güçlüyüm. Demek ki, eğer ben çok daha önceleri böyle bir çabaya girseydim, yani bu işin pratiğine daha önce başlayabilmiş olsaydım, o zaman belki başarılı olabilirdim sinemada

GA: TV’de oyun yönetmek, dizilerde oynamak da bu arzunu körükledi belki… 

EC: Elbette ki onlar da çok tahrik etti beni. Özellikle Keşanlı Ali Destanı’nda olsun, Kaldırım Serçesi’nde olsun, büyük bir mutluluk ve rahatlıkla çalıştım. Yüzde yüz kontrol edebiliyorsam bir sanatsal üretimi, o zaman başarılı ve mutlu oluyorum galiba.

GA: O zaman 1990’dan başlayarak Devlet Tiyatrosu’nda yaptığın rejilerde de pek mutlu olmadığını söyleyebiliriz miyiz? Bunlarda da gerek proje, gerekse oyuncu seçimi, gerekse koşullar senin inisiyatifinde değildi. 

EC: Evet mutluluğum sınırlı oldu. Ama bazen de mucizevi bir şekilde istediğim hakimiyeti kurabildim. Mesela Antalya Devet Tiyatrosu’ndaki çalışmam muhteşem bir şeydi. Devlet Tiyatrosu’nun Antalya Sahnesi açılıyordu. O zaman bu sahnenin yöneticisi olan Mustafa Avkuran benden bir proje istedi, projeyi verdim. Musahipzade Celal’den Ülkü Tamer’in uyarladığı Kadı Müzikali…Müzikleri de Cem İdiz yaptı. Oradaki ortam gerçekten çok iyiydi. Çok hakimdim işe, çok rahattım ve huzurluydum. Bu nedenle de en başarılı projelerimden biri olmuştur. Onun dışında, yine bir müzikli oyun denemesinden söz edebiliriz Devlet Tiyatrosu’nda: Yedi Kadın.  Cem İdizle beraber onu müziklendirdik. Cem İdiz’le daha sonra da beraber çalıştık. 

GA- Geçmişte de öyle değil miydi? Müzik ve tiyatronun beraberliği seni hep heyecanlandırdı sanırsam.

EC- Evet , bir kere müziği çok seviyorum. Müzik çok heyecanlandırıyor beni, alıp başka yerlere götürüyor. Beni de, tiyatroyu da…

GA- Şimdi yine şu sön döneme gelelim. Kalp ameliyatından sonra bir ara anılarını yazmayı bile düşündün. Hatta başladın mı ne?

EC: Pek sayılmaz. Tabii ki bir gün yazacağım. Ama o yazmaya başladığım gün, kendi kendime demeliyim ki, tamam sen defterini kapadın, artık aktif tiyatro yaşamından çekilebilirsin. Bambaşka bir yere yönelişe girmeli yaşamım. Çünkü yazmak benim için çok büyük konsantrasyon isteyen bir iş. Ben Gülriz gibi değilim. Gülriz maşallah oturuyor, şakır şakır yazıyor. Her zamanki yaşamını da sürdürüyor. Yani hiç onu fazla uğraştıran bir iş değilmiş gibi...

GA: Senden çok daha kolay yazıyor.
EC: Çok daha kolay yazıyor ve ayrıca çok güzel yazıyor. Şimdi bütün bu durumların muhasebesini yaptıktan sonra, 2002’nin sonlarında artık bir şey olsa da oynasam, bir iş çıksa da üretsem noktasındaydım.  Ve bir gün bu düşüncemi Mustafa’ya [Avkıran] söyledim. Laf arasında  dedim ki, “Mustafa, bak ben oynamak istiyorum, aklında olsun” . Böyle geldi geçti o laf. Bu laflar hep gelip geçer ama, bazen bir yerde de zınk diye zamanlamasına oturur.

GA: Oyuna girmeden biraz daha irdelemek istiyorum şu konuyu. Dediklerinden şunu anlıyorum ki, bir oyuncu mutlaka oynamalı. Peki oynamayınca nasıl bir ruh durumuna giriyorsun? Ya da tersine, oynamak seni nasıl var ediyor? 

EC: O zaman, şimdi çok geriye döneyim. Gençlik yıllarıma dönüyorum. Amatörlüğüme, yahut ilk profesyonelliğime. Niye tiyatroyu seçtim? Niye özellikle tiyatroculuk, niye oyunculuk? Oyunculuk benim için olağanüstü tatmin edici, rahatlatıcı bir şey. Her insan yaşamında bir hayat yaşar. İnişli çıkışlı, renkli renksiz, karanlık aydınlık, ama tek bir hayat. Ama bir oyuncu, kariyeri süresince yüzlerce değişik insanı yaşayabilir ve yaşatabilir. Bu bana büyük bir mutluluk veriyor.

GA: Bir hayat yaşamak sana yetmiyor mu?

EC: Yetmiyor, hakikaten yetmiyor. Bir hayat yaşamak bana yetmiyor. Dürtü belki de bu. Oyuncu olduğum, yahut bu nedenle oyunculuğu seçtiğim için. Büyük bir keyif veriyor bu yaşamlar. Hepsi de hakikaten, şimdi hatırlamıyorum kaç oyun oynadım ama, benim yaşamımı korkunç etkilemiş, korkunç renklendirmiş ve mutlu etmiştir. Oynamak isteyişimin tarifi belki bu mutluluğu arayışım.


GA: Bu duyguyu, mutluluğu biraz daha anlatmaya çalışır mısın?

EC: Evet oynamak çok mutlu ediyor beni. Birden bire bambaşka bir insan, bambaşka bir dönem, bambaşka bir zaman kesiti. Farklı ruhlar, bunlarla uğraşmak. Elbette çalışması kolay değil. Hiç kolay değil. Çünkü hakkıyla yaparsan işini, bu çok zor bir iş. Yani insan şişirerek de bir rolü oynayabilir. Fazla etkisinde kalmayabilir. Ama benim için rol, sahne üzerinde o rolün oynanışı, sunuluşu kutsal bir şey neredeyse.

GA: Acaba bir bestecinin, bir romancının, bir ressamın yaratım sürecinde duyduğu mutlulukla paralel düşünebilir miyiz bunu? Yoksa sence bir farklılığı var mı?

EC: Hayır yok, çünkü herkesin ayrı bir marifeti var. Evet, nasıl bir yazarın, bir bestecinin, bir ressamın üretimi başkalarının hayatına bir katkı sağlıyorsa, bu da öyle bir şey.  Sadece özel bir tatmin değil. Başka insanları da kendi duygularına ortak edebilmek önemli olan. Onları, senin sahnedeki yaşamına gülerek, ağlayarak, alkışlayarak, susarak katılmasını sağlamak. Böylece hem önce kendin kişisel olarak büyük bir mutluluk duyuyorsun, hem eğer işini iyi yapıyorsan insanlara bir şeyler veriyorsun. Seyirciyle olan alışveriş, o paylaşım olağanüstü bir şey. Her zaman olmaz, bu duyguyu yakalayabilirsen tabii…

GA: Artık gelelim mi yeni oyuna. Biraz oyunu konuşalım.

EC: Evet, bir buçuk ay kadar önce Mustafa [Avkıran) aradı beni,. “Engin abi,” dedi, “Bak bana fi tarihinde  söylemiştin oynamak istiyorum diye. İşte şimdi bir proje var. Boş musun? Uygun musun?”. “Proje ne?” diye sordum. “Ayaktakımı Arasında”. Çok çarpıcı tabii. Sadece adı bile çarpıcı. Çünkü gerçekten bir klasik.  Gorki ve Ayaktakımı Arasında… Oyunu ben okumayalı herhalde asırlar olmuştur. Dedim hemen okuyayım,  sana bildireyim. “Düşündüğün rol nedir?  Cevap “Lukas”. Hemen aldım ve okudum. Çok zor okudum, çünkü çok eski bir çeviri. 1935 tarihli Vâ-Nû’nun çevirisi. Anladığım kadariyla o yıllarda Vâ-Nû Rusça’yı daha yeni yeni söküyor. Halbuki 1935’teki eleştirilerde, ne muhteşem bir çeviri diye sözü ediliyor. Çok umutsuzlaştım yani, biraz üzüldüm. Rolü inceledim. Rol çok güzel bir rol. Güzel rol ne demektir? Bana yakın bir rol diye düşünürsen o rol güzeldir. Okur okumaz bunun kokusunu alırsın. . 

GA: Nasıl hissedersin bunu? Bir rolün sana yakın olup olmadığını, Lukas rolünü kullanarak anlatsana. 

EC: Deneyimli bir tiyatrocu isen genellikle sana uygun olan rolü bilirsin. Yani ya eskiden, ya daha önceden bir tanışıklığın vardır, yahut özellikle o rolü oynamak istemişindirr. Hatta belki de o rolün peşindekoşmuş, kovalamışsındır. Bu rol benim içindir diye düşünmüşündür. Oyuncu bilir bunu.

GA: Daha önce okumadığı, tanımadığı, yepyeni bir oyunda nasıl bilebilir?

EC: Yepyeni bir oyunda ise bir tanışmadır. Bir kokudur. Birdenbire o kokuyu alırsın rolde. Bir sözcükde, bir davranışda, bir tavırda. Aniden hissedersin.
Sana göre bir şey bulursun. Veyahut bulamazsın. Ama bulduğun zaman o çok mutlu bir buluşmadır. Benim Ayak Takımı Arasında’ki Lukas’la buluşmam, bu tür mutlu bir buluşma oldu. Aslında asırlar önce okuduğum bir oyun, kesinlikle hiçbir şey hatırlamıyorumdum, oyuncuları hatırlamıyorum, genel havasını biliyordum oyunun. Okuyunca baktım  ki Lukas, evet çok iyi, bu bana göre bir rol. Şimdi “bu bana göre bir rol”ün bazı ufak detayları vardır. Yaşı başı, fiziği. Yani her rolün bir fiziği vardır. Rol benim fiziğim uyuyor mu? Bu, kokudan sonra gelir. Önce benimsersin, seversin, bu rolü oynamak istiyorum dersin, ki bu böyle oldu ilk okuyuşta. Sonra yaşını başını, detaylarını düşünmeye başlarsın. O da çok uygun. Bütün bu uygunları hesaplarken, role katabileceğin başka şeyleri de düşünmeye başlıyorsun. Getirebileceğin yorumu düşünüyorsun. Ama o noktada yorum için daha çok erkendi. Açtım telefonu, “tamam, ben bu rolü oynuyorum” dedim. Kaygılarımı söyledim. Çevirinin düzelmesi gerek, oyun biraz uzun. 1902’de yazılmış, dört perdelik, biraz fazla uzunca bir oyun

GA: Lukas nasıl birisi? Oyunu görmeyen birine nasıl anlatırsın?

EC: Lukas, giderek çok ilginç birisi oldu. Başlangıcta o kadar ilginç olup olmadığından emin değilim. Lukas bir sürgün kaçkını, yarı papaz, yarı derviş. Bir misyonu var, hep insanlara yardım etmeye çalışıyor. Yani bir tür İsa disiplini. İşte herkese iyilik yap, muhakkak insanlar iyidir

GA: Lukas’yla kendi aranda benzerlik ya da aykırılık kuruyor musun? Bize bu anlamda aktaracağın bir şeyler var mı?

EC: Tabii ki kurabiliyorum. Zaten oyunculuğun püf noktası da budur. Oyuncu, oynadığı insana ne kadar inanırsa, o kadar iyi oynayabilir. Oyuncu yalan söylerse olmaz. O yalan şu veya bu şekilde, muhakkak kendini gösterir. Bu, rolün oyuncunun kendisine benzemesi demek değildir. Bir oyuncu iyi bir katil portresi çizmek için katil olmak zorunda değildir. Yahut böyle bir eğilimi olması da gerekmez. Ben bu durumda olsam, ben bir katil olsam ne yapardım, diye düşünmektir oyunculuk? Fakat burada çok kolay oldu, çünkü Lukas’nın temel davranışları bana çok yakın olduğu için, rolü kolaylıkla benimsedim. 

GA: Kendine yakın bulman burada öne çıkıyor galiba…

EC: Yanlış anlama, Hamlet’i de kendime yakın bulmuştum. Şimdi ne ilgisi var diyebilirsin? Ama o da bu kadar yakındı bana. 

GA- Yedi yıl önce Engin Cezzar Kitabı’nı hazırlarken, oynadığın rollere ilişkin konuşurken ilginç bir görüş ileri sürmüştün.  Kitaba koymamıştım ama notları var elimde.

EC- Nasıl bir şey?

GA- Senin ağzından aktarıyorum: “Benim en başarılı olduğum roller; şöyle bir geriye dönersem: Hamlet, Aklın Oyunu, Palto, Morfin... Bu oyunlarda, hep marazi bir şey var, hep psikolojik bir rahatsızlık ve bunun getirdiği bir marazilik var. Bu rollerde çok başarılı oluyorum. En başta Hamlet bir kere, en büyük deli Hamlet. Aklın Oyunu’ndaki Dr. Kerzanjef, zırdeli. Palto, müthiş bir psikolojik bunalım içindeki bir insanın trajedisi. Morfin'de bir morfinman. Bay Alkol' de ise bir alkolik. Bu tür rollere bir zaafım ve büyük bir becerim var.” 

EC: İnanılmaz enteresan. Çok doğru. Bunların ışığında oturdu, yerine, hiç düşünmedim . Biraz önce Hamlet de bana çok yakın demiştim, ama bu aradaki delileri de katarsak işin içine…

GA: O zaman da sormuştum sana, acaba marazi yanı olan insanları oynamak sana niye daha çekici geliyor, diye…

EC: Bu sorunun cevabını o zaman nasıl vermişim?

GA: Şöyle demiştin: Çok sağlıklı olduğum için herhalde. Yahut da böyle bir şey var benim genlerimde, marazi olabilme yeteneği, onu bastırmışım, fakat bu tiyatroda  ortaya çıkıyor. 

EC: İşe bak. Kaç yıl önceki tahlil, bak bugünkü role uydu. Bu kadar olur. Demek ki neysen osun.

GA: Devam ediyorum senin sözlerini aktarmaya: “ Bunları oynayarak bunlardan kurtuluyorum. Kesinlikle böyle bir şey olabilir. Ya bünyemde ya kafamda böyle bir zaafım var belki de, şimdi çıktı ortaya”. Aslında herkesin bilinçaltında böyle duygular, bastırılmış güdüler var…

EC: Benim en büyük karabasanlarımdan biri, çocukluğumdan beri görürüm, birini öldürmüşüm ve bir yere gömmüşüm. Ve nedense  o gömdüğüm yeri duymuşlar ve arıyorlar. Buldular bulacaklar. Kan ter içinde kalkarım, uyanırım. Çok sık gördüğüm bir rüyadır. Çocukluktan kalma bir suçluluk kompleksi midir, bambaşka bir şeyin simgesi midir, nedir bilemiyorum ama var. Dediğin çok doğru. Bir sürü insanda var bu tür duygular. Ama onlar bir oyuncu kadar şanslı değiller.  Diğer insanlar için bu tür duyguların sağlıksız olduğunu bile düşünebiliriz, ama bir oyuncu, bunları sahneye çıkararak bir nevi sağaltım gerçekleştirir. Kendisi ve seyirciler için katharsistir bunun adı. Bunu bilerek, adını koyarak yapmaz ama…

GA: Peki bambaşka bir konuya geçmek istiyorum şimdi.  Son yıllarda Türkiye’deki, en azından İstanbul’daki tiyatro çalışmalarını izleyebildin mi?

EC: İzleyebilme olanağım vardı. İzlediklerim de oldu, ama daha çok izlememeyi yeğledim. Çünkü son yıllarda gördüğüm oyunlar hiçbir yönden beni etkilemiyor, beni heyecanlandırmıyor. Ben tiyatroya çok saf bir seyirci olarak gitmek istiyorum. Tiyatronun kapısından girip, perde açıldıktan sonra oradan bana muhteşem bir şeyler gelsin diye bekliyorum. Alışmadığım, şaşırtıcı, çarpıcı, ne bileyim, beni iyice silkeleyecek bir şeyler görmek istiyorum. Hep suyunun suyu, hep tekrar, hep taklit. Çok genel konuşuyorum. Tabii ki arada güzel şeyler vardı. Onları bunun dışında tutmak istiyorum. Ve şu anda pat diye sorarsan da sana cevap veremem. Ama büyük ölçüde tiyatrodan soğudum. Gördüğüm şeyler beni çok rahatsız etmeye başladı. Nedenlerine istersen girelim, istersen girmeyelim. Bu ara başka bir şey daha keşfettim. Marjinal dediğimiz, off-Broadway, İstanbul’un off-Broadway’i, orada da çok hayal kırıklığına uğradım.

GA- Nedir bu rahatsızlığın kaynağı sence, yürümeyen ne?

EC- Bence ortada çok vahim bir durum var. Bir kere bütün bu yenilik yaptığını sananlar, neresinden bakarsan bak, Türk tiyatro kültürünün doğal ürünleri değil. Türk tiyatro kültürü ne? Esas olarak Türk tiyatro yazını. Türkiye’de yıllardır, Türk tiyatrosunu bir adım ileriye götürecek yazar yetişmiyor. Yazar yetişmeyince ne yapıyor yönetmen? Yetersiz teksti allayıp pullayıp sunmaya, başarı kazandırmaya çalışıyor, ya da hiçbir şey yapmıyor. Hikaye bu. Türk tiyatrosu ciddi bir silkelenme, kişiliğini bulma aşamasına geldi aslında. Ama bu tür taklitçilikle, çeviri eserlerle, kötü yerli oyunlarla ileri gitmesi mümkün değil. Türkiye’de bir  tiyatro yazarı reformu, rönesansı, devrimi ne dersen de, gerekli. Nasıl olur diye sorma, çünkü bunun üzerine kitap yazılır. O kadar derin bir soru. O kadar başka dış etkenler de var. Ekonomik etkenler var, televizyonun korkunç, inanılmaz bir kültür yozlaşması bombardımanı var. 

GA: Ben tek sorunu “yazar olmayışı”na bağlamak istemiyorum. Senin off-Broadway dediğin, benim “güya post-modernist” diye nitelediğim, on yıldır giderek gelişen bir yönetmenlik anlayışının da katkıları olduğuna inanıyorum. Peki yerli yazar yok diyorsun, yabancı yazarları yorumlayışlarından çok mu memnunsun? Tiyatronun kendi doğruları, organizması, organiklik… Bunlar düşünülmüyor, sadece ben nasıl çarpıcı olabilirim, nasıl farklı olabilirim, tırnak içinde yenilikçi olabilirim… Buradan hareket ediliyor sanki.

EC: Bütün bu konuştuklarımıza, bambaşka bir yerden bir örnek getirmek istiyorum. Sanırım bir açıklık getirecek. Şimdi tiyatrodan bahsetmiyeceğim, bir müzisyen, bir virtüoz: Fazıl Say örneğini vereceğim. Bu adam olağanüstü yaratıcı, olağanüstü  işler yapıyor. Nedir elindeki tekst? Mozart, Bach, Stravinski örneğin. Bir Stravinski yorumu yapıyor, ben bugüne kadar bu kadar çarpıcı, bu kadar heyecan verici bir yorum görmedim. Fazıl besteci, yani tiyatro terimlerine tercüme ederek söylemek istiyorum, besteci yani yazar, artı Fazıl bir yönetmen ve Fazıl bir icracı.  Şimdi, Fazıl Stravinski’nin Bahar Ayini’nin dört el piyano için yorumunu yaptı, olağanüstü bir aranjman ve muhteşem bir icra. Tiyatroda beni bu kadar heyecanlandıran, bu kadar zevklendiren, bu kadar uçuran, kendimden geçiren bir şey yok. İşte benim tiyatroda aradığım bu tazelik, bu yürek, bu beceri. Ben böyle bir tiyatro istiyorum. Bunu bulamıyorum.Tiyatroda yok ama müzikte var. Niye tiyatroda böyle bir auteur, böyle bir yönetmen, böyle bir icracı çıkmıyor?  Hepsinin tek kişide toplanması şart değil, ama niye böyle bir ensemble yok Türk tiyatrosunda? 

GA: Niye yok?

EC: Niye yok? Niye tiyatrocu yetişmiyor? Nasıl yetişsin? Fazıl böyle bir iş yaptığı zaman bütün dünyaya sesleniyor. İnanılmaz bir dürtüsü var herhalde onun için bu durumun. Yani Fazıl bunu, sadece Edirne’yle Kars arasında sunacak olsa bu kadar başarılı olabilir mi? Olamaz, çünkü o bir dünya sanatçısı. İşte bu yok, Türk tiyatrosunda. Hiçbir zaman da olmadı. İyi şeyler oldu, çok yaklaşan şeyler oldu. Ama ben gene de herşeyin başına, önce ve önce tiyatro yazarını koymak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü iyi tiyatro yazarı olursa, o yazarın başarılı tekstini icra edecek insan da bulunur, çok iyi oynayacak insan da bulunur. Çünkü yetenek yoksunu değiliz, ama yeteneklerimizi sunacak gerekli ortam, gerekli inanç bugün yok Türk tiyatrosunda.

GA: Peki, oyunculuk Türkiye’de şu anda ne durumda sence? Tiyatro oyunculuğu. Diğer bütün oyunculuk alanlarını da belirleyen bir şey aslında. 

EC: Özellikle şimdi çok belirliyor. Çünkü günümüzün Türk sinemasında çok iyi oyuncular var, baktığın zaman hepsi tiyatrodan gelme. Müthiş bir değişim oldu Türk sinemasında. Türk tiyatrosundan oyuncu adım atamazdı eski Yeşilçam’a. İmkan yoktu. Çünkü Yeşilçam oyunculuk üstüne kurulmamıştı. Günümüzün Türk sinemasında - ki güzel örnekler var gerçekten-  bakıyorsun, süper oyuncular var, hepsi de tiyatrocu. Demek ki oyunculuk Türk tiyatrosunda bir sorun değil. İyi oyuncu yetişiyor. Nereden yetişiyor? Bilmiyorum. Konservatuardan yetişiyor, özel okullardan yetişiyor, çırak-usta ilişkisiyle yetişiyor. Bunun araştırmasını yapmadım. Oyunculuk sorun değil Türk tiyatrosunda. Hele iyi bir yönetmenin eline düşerse o iyi oyuncular, çok çok çok daha iyi sonuçlar veriyorlar. Hem tiyatroda, hem sinemada. 

GA. Sen tiyatroda hocalık da yapıyorsun. Kaç yıldır?

EC: Aslında Egemen Bostancı’nın kurduğu TES (Tiyatro Eğitim Stüdyosu) bu alandaki ilk deneyimim oldu. Ama hocalığa esas Eskişehir’de ısındım. Keşanlı’yı çekmiştik Eskişehir’de1988 yılında. İlk yaptığımız TV filmi. Çok uzun süre çalıştık orada ve koşullar çok iyiydi. Çok da mutluydum, çok da iyi oynuyordum, o kadar yıl sonra nihayet tam yaşımı bulmuştum, Keşanlı oynama yaşımı filan. Çok güzel şeyler oldu. Sonra bitti, tası tarağı topladık, gidiyoruz. Yılmaz Büyükerşen o zaman rektör, “Enginciğim” dedi,  “seni bırakmıyorum”. Aman Yılmaz bey, nereye bırakmıyorsun? Sen, dedi, burada ders vereceksin. Hiç hayatımda hocalık yapmadım, yapmak da istemiyorum. O yıllarda yalnız oynamak yahut yönetmek filan istiyorum. O kadar da seviyordum ki kendisini, o kadar da iyiliklerini gördük. Sonra çok derin bir dostluğumuz oluştu tabii yıllardan sonra. Onun zoruyla, ben haftada bir gün arabama atlıyorum, kalkıyorum Eskişehir2e gidiyorum, ders veriyordum. Ne dersi vereceğim? O zaman Eskişehir’de konservatuar yok. İletişim fakültesinde oyunculuk, sinema ve TV oyunculuğu dersi. Birkaç yıl böyle sürdü, sonra konservatuar açıldı, yani Eskişehir Devlet Konservatuarı. Bu sefer oraya geçtim. İki yıl da orada hocalık yaptım. Fakat bu zaman içinde artık hocalığa da başka bir gözle yaklaşmaya başladım. Hani çiçeği dikmezsensen yetişmez, sulamazsan büyümez. Ve bu bakış bana yeni bir keyif verdi. Adeta yeni bir misyon üstlenmiş oldum, bayağı da hoşlanmaya başladım. Tabii hocalık yaparken kendini de sınıyorsun, hiç sınamadığın gibi sınıyorsun. Yani alfabesinden başlıyorsun işin, bir bakıyorsun ki, zaman içinde alfabeyi unutmuşsun, inanılmaz bir şey. O yüzden bana, kendime dönük bir disiplin çalışması da oldu bu. Her şeyi bir daha, yeni baştan gözden geçirdim. Yılmaz Büyükerşen’in rektörlükten ayrılmasıyla, gene benim fazla tipik yaklaşımımla, oradaki huzurum, hakimiyetim de kayboldu. Ben de Eskişehir’den ayrıldım.  Ondan sonra İstanbul’da hocalığa devam ettim. Müjdat Gezen’de iki yıl hocalık yaptım. Ondan sonra da işte en son Yeditepe’de sürüyor eğitim.

GA: Son bir şey soracağım. Bundan sonra yapmak istediğin şeyler var mı? Kafanda olan, planında olan ya da yapmayı umut ettiğin? 

EC: Olmaz olur mu, var, tabii ki var. Bitmez tükenmez roller var, sinema projeleri var. Yapmak istediğim çok şey var. Ama yapmak istediğim çok şeyin ortamını bulabilir miyim? Onu bilmiyorum. Ama kesinlikle bildiğim bir şey var, durmak istemiyorum. 17 sene suskunluktan sonra bir şey yapıp, bir şey söyleyip, onun da karşılığını bulursam, herhalde bu benim bir daha 17 sene boşluk bırakmama engel olur. Öyle düşünüyorum. Nasip! Balıkçının dediği gibi…