22 Kasım 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


TELEFON REHBERLERİ TARİHİ
Geçen hafta bir akşamüstü eve geldiğimde, kapıya asılmış olan naylon torba içinde koca bir kitap buldum. Bu uzun süredir gündemimizde olmayan bir şey, yani bir telefon rehberiydi. Altın Rehber’den bu yana yirmi yılı aşkın bir süredir, telefon numaralarını biraraya getirmek görevini üstlenen bir yayın çıkmamıştı. Şimdilik İstanbul’u kapsayan Bravoo adlı bu rehberin gelecek yıl Ankara ve İzmir ciltlerinin de yayınlanacağını öğrendik. İşbu vesileyle telefon rehberleri tarihimize doğru bir zaman yolculuğu yapmayı düşündük.

Aslında İstanbul’un telefona kavuşması pek de kolay olmamıştı. İkinci Abdülhamit’in korkuları nedeniyle elektrik gibi telefonun da kent hudutlarına girişi oldukça gecikti. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra telefon konusundaki yasak kaldırılmış, fakat Posta ve Telgraf Nezareti, telefonu hükümet tekelinde kabul edip kimseye ruhsat vermemişti. Yapılan ilk çalışma, Meşrutiyet hükümetinin Fransa’dan ithal ettiği 50 hatlık bir santralın, yeni açılan Sirkeci’deki Büyük Postahane’ye monte edilmesidir. 1909 yılında kurulan bu santral, bakanlıklar ve diğer devlet daireleri arasında görüşme yapılmasını sağlıyordu. Herkesin kullanabileceği telefon santrallarının kurulması ise iki yıl sonra, yani 1911’de çıkarılan bir kanunla gerçekleşti. En uygun öneriyi getiren İngiliz işadamı Herbert Lows Webbe tarafından “Dersaadet Telefon Anonim Şirket-i Osmaniyesi” adlı şirket kuruldu. Daha sonra İstanbul Telefon Şirketi adını alacak olan bu kuruluşun ana sermayesi İngiliz, Fransız ve Amerikalı işadamlarına aitti. Kullanılan teknoloji Amerikan Western Electric markasını taşıyordu. Bu şirket Yeşilköy’den Rumeli Kavağı’na, Pendik’ten Anadolu Kavağı’na kadar telefon santral ve şebekelerini kurma ve işletme imtiyazına sahipti. Hemen çalışmalara baaşlayan şirket, 6400 hatlık Beyoğlu, 9600 hatlık Tahtakale ve 2000 hatlık Kadıköy santrallerini ancak üç yıl sonra, 28 Şubat 1914 tarihinde faaliyete geçirebildi.

Telefon rehberleri

Telefon tarihine dalarsak konuyu ekseninden iyice çıkarırız. Dönelim rehberlerin hikayesine. Telefon beraberinde önemli bir yayını (ve aynı zamanda bir reklam mecrasını) da getirdi: Telefon rehberi. PTT tarafından 1983 yılında yayınlanan son İstanbul Rehberi’nin kapağında “40. Baskı” olduğu yazar. Yani ilk çıkışından bu yana 40 kez genişletilmiş bir bilgi bankasından söz ediyoruz.

Görebildiğimiz en eski İstanbul Telefon Rehberi (daha doğrusu ‘kılavuzu’, çünkü ilk baskılarda ‘rehber’ yerine ‘kılavuz’ olarak adlandırılıyordu) 1916 tarihini taşıyor ve kapağında 5. baskı olduğu belirtiliyor. Şebekenin sadece bir yıl önce çalışmaya başladığını düşünürsek, bu kısa süre içinde beş baskı yapmasını, abone sayısının hızla artmasına ve rehberin aranan bir yayın haline gelmesine bağlayabiliriz. Sunuş yazısında, 1000’in üzerinde aboneye sahip olduğunu belirten İstanbul Telefon Şirketi, reklamlarla ilgili bilgi vermek için ayrı bir sayfa ayırmış. İki dilde yayınlanan 1916 rehberinde numara aralarında ‘verilecek’ küçük ilanlar dışında; tam, yarım ya da çeyrek sayfa ilanlar için ayrı bir tarife belirlenmiş. Buna göre iki dilde (yani iki ayrı bölümde birden) yayınlanacak tam sayfa bir ilan için 5 lira ödemek gerekiyor. Bu fiyat yarım sayfa için 3, çeyrek sayfa için ise 2 liraya düşüyor.

1932 yılında 19. baskısı yayınlanan İstanbul Telefon Rehberi artık iyice kalınlaşmıştır. Ne kadar güçlü bir olgu olduğunun farkında olan rehber, reklamlar açısından da önemli bir yayın olduğunu ispat etmek için büyük bir gayret içine girmiştir. Tam sayfa reklamlarla fikrini anlatmaya, bu konudaki gücünü kanıtlamaya çalışmaktadır. Örneğin bir sayfada “İşbu rehberde neşrettireceğiniz ilândan gayet iyi neticeler istihsal edeceksiniz,” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “İşbu satırları okunmakta bulunmaklığınız, ilânın neşrindeki kıymetin bir ispatı değil midir?”

Değineceğimiz son rehber ise dört yıl sonrasına, 1936 yılına ait. İstanbul Telefon Müdürlüğü tarafından yayınlanan bu kılavuz (adı nedense yeniden ‘kılavuz’a dönüştürülmüş) 22. baskı ibaresini taşıyor. Abone sayısının 11.000 civarında olduğu belirtildikten sonra, kılavuza verilecek ilanların önemi şöyle vurgulanıyor:
“Telefon Kılavuzu, reklam yaptırmak için en etkili vasıtalardan birini teşkil eder. Çünkü, bütün telefon abonelerine, şehirler ve milletler idarelerine dağıtılır. Her gün, her dakika abonelerin elinde bulunur. Her daim, yeni abonelere yollanmakta ve bu suretle yenisi basılıncaya kadar reklam itibariyle kıymeti her gün artmaktadır.”

Telefon rehberinin önemli bir bölümünü oluşturan sarı sayfaların ayrı bir mecra olarak değerlendirilmesine ise ancak 1960’lı yıllarda rastlıyoruz. Daha önceleri ‘Meslekler Fihristi’ olarak adlandırılan ve genellikle reklam içermeyen bu bölüm, 1960-61 yıllarında ‘sarı sayfalar’ olarak konumlanıyor. Sayfa başlarında, “Sarı sayfalarda reklamınız varsa sizi arayanlar çok olur’”, “Sarı sayfalarda reklamınız varsa müşterileriniz sizi unutmazlar,” türünden sloganlar bulunan bu sayfalar, bir reklam mecrası olarak değerlendirilmiştir. 1960 Rehberi, eski yıllara kıyasla, düzenlemesi ve baskı kalitesi gibi konularda da öncekilerden ayrılmaktadır.

1983 yılında yayınlanan son İstanbul Rehberi’nin 450.000 adet basıldığını düşünürsek, mecra olarak ne denli önem taşıdığını da vurgulamış oluruz. Telefonun insanlar arasında kurduğu ilişki, reklamverenin tüketiciyle kurmak istediği ilişki için de fırsat hazırlamaktaydı.
Telefon muaşereti
Telefon rehberleri sadece telefonları ve ilanları içermiyordu elbette. Telefonun yararları ve nasıl kullanılması gerektiğini öğretmek misyonunu da yüklenmişlerdi. Örneğin 1929 İstanbul Telefon Rehberi’nde yer alan bir ilan telefonun ne denli vazgeçilmez olduğunu kanıtlama görevini üstlenmişti. Polis, eczane, tiyatro, masa temini, bakkal, taksi, doktor ve yangın başlıklarıyla telefon etmenin neredeyse zorunlu olduğu alanlar ilanda resimlerle belirtiliyordu. İlanın metni de ilginç, dilini biraz güncelleştirerek aktarıyorum: “Telefon bugün uygarlığın en önemli aracıdır/ Daima emre amade bir yardımcıdır./ Evlerden yalnızlık veya uzaklık duygularını yok eder.”
Yine ilk dönemin rehberlerinde yer verilen önemli bir konu da telefonun nasıl kullanılacağı bilgileriydi. Bu bilgiler “çağıracağınız abonenin numarasını bulmak için daima rehbere başvurunuz” uyarısıyla başlıyor elbette. Sonra şöyle devam ediyor: “Mesela 24580 numarasını arayacağınızı farzedelim. Evvela ahizeyi yerinden kaldırarak kulağınıza götürünüz ve çevir sesini bekleyiniz. Bu sesi kulağınıza koyar koymaz hemen daima duyarsınız.” Duyunca ne yapacağız? “Ahize kulağınızda olduğu halde parmağınızı dairedeki 2 rakamının göründüğü deliğe sokarak, daireyi soldan sağa doğru döndürünüz. Dairenin dönmesi durunca siz de parmağınızı çıarırsınız. Yuvarlak kendiliğinden eski vaziyetine döner. “ Sonra tek tek numaraları nasıl döndüreceğinizi anlatan metin, “Çağrılan abone o sırada başkasıyla görüşmüyorsa ‘çıngırak çalıyor sesi’ni işiteceksiniz, bu ses abonenin çıngırağının çaalmakta olduğunu gösterir,” diyerek sürüyor.

Peki bunları anlatmak için eski telefon rehberleri nereden buluyorsun diye merak edeniniz olursa ona da cevap vereyim... Açıkçası eski telefon rehberlerini bulmak zor mesele. Milli kütüphanelerde pek bulunan bir nesne değil. Rahmetli Çelik Gülersoy vakti zamanında bunların önemini anlamış ve İstanbul Kütüphanesi’ne bulduğu bütün İstanbul rehberlerini aldırmıştı. Ama sonrası gelmedi tabii ki. Müzayedelerde arada sırada karşımıza çıkar, ama artık pahalı bir nesne haline gelmiş olarak... Hani bir hayırsever kuruluş çıksa da, bütün eski rehberleri bir araya getirse diyorum... Ama kim nasıl, nerede bulmuş ki böyle hayırseveri

19 Kasım 2008 Çarşamba

ARADA SIRADA


BRECHT ZAMANI. HEMEN ŞİMDİ!
11. Uluslararası İstanbul Bienali yaptığı toplantıyla, başlığını Türkçe’ye “İnsan Neyle Yaşar?” olarak çevrilen “Denn wovon lebt der Mensch?” adlı şarkıdan aldığını açıkladı. Bu şarkı Bertolt Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte tam 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası. Bienal’in küratörleri WHW (What, How & for Whom) tarafından bir tiyatro sahnesinde açıklanan (pardon sahnelenen) bienal ilkeleri bence şu anlama geliyor:

1. Hedef artık global bir olgu olan kapitalist sistemin ta kendisidir.

Bienal kreatörlerinin çıkış noktası olan Üç Kuruşluk Opera, Brecht’in yaşamında da özel bir dönemeçi işaret eder. Yakın dostu Hans Mayer’in açıklamalarına göre, Brecht Marksizmin kapitalizme yöneltiği eleştiriyi tam da bu oyunu yazdığı sırada, 1928 yılında ekonomi uzmanı ve toplumbilimci Fritz Sternberg’den öğrenmişti.

“Üç Kuruşluk Opera” aslında 1728 yılında John Gay tarafından yazılmış olan Dilencilerin Operası’ndan (Beggar’s Opera) esinlenir. John Gay İngiltere’de 1721 yılında iktidara gelen Robert Walpole hükümeti dönemindeki politik entrikaların, rüşvetin, yolsuzluğun kol gezdiği bir yozlaşma ortamını anlatıyordu. Eser opera adını taşıyordu ama aslında balladlar, sokak şarkıları söyleniyordu. Bu oyunun anlattıkları ve biçemi Brecht’in amaçlarıyla parallellik taşıyordu. Ama oyunu yeniden yazarken olayı 19. Yüzyıla, kapitalizmin gelişme dönemine taşıdı. Böylece hem gününün koşullarına, hem de John Gay’in oyununa karşı bir mesafe koymuş oluyordu.

Brecht “Üç Kuruşluk Opera”da kapitalizm koşullarında ayakta kalmanın ancak burjuva toplumunun kurallarını benimsiyerek mümkün olabileceğini anlatır. Bu kuralları benimsemek onları teşhir etmeyi de sağlar. Böylece bu düzenin ancak suç, ikiyüzlülük ve ahlaksızlık üstüne inşa edilebileceğini de anlarız. Oyunda karşımıza çıkan dilenciler, orospular, pezevenkler, gangsterler kapitalizmin gerçek oyuncularının mikro düzeyde temsilciliğini yaparlar. Operadan çıkarken bir kez daha anlarız ki, bu düzende toplumun üzerinde yükseldiği temel öge insan değil sadece ve sadece paradır.

Oyun 1928 yılında ilk kez sahnelendiğinde tutucu ve milliyetçi basın duruma hemen uyandı. Bu görüşlerin yayındaki gazeteler oyunu “politik dehşet balladı” olarak tanımladı ve acımasızca yargıladı. Daha sonraki sahnelenişlerinde ise nasyonal-sosyalist basın Brecht’i açıkça hedef olarak gösterecekti.

2. Yöntem için Brecht’in yaratıcı, eklektik ve oyunbaz kişiliğini örnek alabiliriz.

Brecht çıkış noktasında bir marksist olarak gözükse de, döneminin sosyalist gerçekçi akımlarının uzağında kalmayı becermiştir. Ama bundan çok daha önemli olan, düşüncesini anlatmak ve seyircisini etkilemek için gereken tüm malzemelere ve yöntemlere açık oluşudur. Bu sayede sosyalist düşünce ve tarih boyunca sanatın kullandığı bütün araçlar ilk kez yaratıcı bir düzlemde birleşme olanağı bulmuştur. Brechtyen bir sanat anlayışı, kullanabileceği tüm sanatsal araçlara açıktır ve bunları izleyicisini etkilemek için yeni bir sentez içinde sunar. Bu nedenle yenilikçidir, yaracıtıdır ve politiktir. Brecht kendi sanat anlayışını kurarken kolektif yaratıcılık, epik tiyatro, yabancılaştırma efekti, ironi, sokak şarkıcılığı gibi o güne kadar pek ortada gözükmeyen biçemlerden yararlandı. Sadece oyunlarıyla değil, faşizme karşı kaleme aldığı metinleriyle bile yepyeni bir yaklaşımı sanatın gündemine soktu. Bir sanatçının Brecht’ten öğreneceği çok şey olduğunu hiç bir zaman unutmamak gerekir. Dün, bugün ve daima...

3. Bu yaklaşımı hayata geçirmek için en doğru zamanda ve en doğru yerde duruyoruz.

Kapitalizmin 1929 yılından bu yana yaşadığı en büyük krizin tam ortasındayız. Gündüz uykusundan ister istemez uyanmak zorunda kaldık. Yaşadıklarımızın bir illüzyon olduğunu farketmek dışında bir şansımız yok. Kapitalizmin ideologlarının bile marksizmin ana kaynaklarından medet umduğu bir zaman dilimindeyiz. Komünist Manifesto yüzyılların ötesinden gelip yeniden gündemimize giriyor. İşsizlik, tüketim toplumunun açmazları, burjuva toplumunun insanlık dışı yöntemleri en açık biçimde karşımızda duruyor. Türkiye hem bu global çöküşün içinde yer alıyor, hem de kendi sorunlarıyla boğuşuyor. Yeni bir arayışın tam sırası. Siyasetin çıkmaz sokaklarda tutsak kalmasından sıkılmadınız mı? Milliyetci dindarlarla milliyetçi laikler arasında sıkışıp kalmaktan bunalmadınız mı? Öyleyse, “Üç Kuruşluk Opera”nın şarkılarını söylemenin tam zamanı. Kapanış şarkısının son dizelerini tekrarlayalım hep birlikte:
“Karanlığı ve büyük soğuğu düşünün
Büyük haydutlara karşı savaş açın şimdi...”