25 Mayıs 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


SAFRANBOLU SEYAHATNAMESİ
Safranbolu ile ilk tanışmam, Süha Arın’ın belgeseli ile olmuştu. Bu efsane beldeye nedense yllar boyu gimek kısmet olmadı. Çok şey kaçırdığımı düşünüyordum, yanılmamışım... Geçen hafta sonu üç günlük tatilde şeytanın bacağını kırdık. Belki siz de hala bu müze kenti tanımak fırsatını bulamamışınızdır diye düşünerek izlenimlerinimi paylaşmak istedim...


İstanbul’dan dört saatlik bir yolculukla ulaşılıyor Safranbolyu’ya. Bolu’dan sonra Gerede sapağından giriyorsunuz. Önce Karabük çıkıyor karşınıza. Kardemir tesislerinin karanlığı ürkütüyor. Ama hemen arkasında Safranbolu cenneti gizli. Evvelden yer ayırtmamışsanız iyi bir yerde kalma şansınız pek yok. Birbirinden keyifli konak-otellerden birinde haftalar öncesinden rezervasyon yaptırmanız gerekli. Ben Turing’in Asmazlar Konağı’nda kaldım. Bu mekan çok güzel olsa da, yanından geçen yol büyüsünü kaçırmış. Eğer aynı tesisin bahçe içindeki Cevizli Konağında bir oda bulamamışsanız, geceyi trafik gürültülerine lanet ederek geçirebilirseniz ne yazık ki...

Kanyonun üzerine kurulan şehir

Safranbolu’yu önce golf arabalarıyla yapılan turlara katılarak gezmenizi öneririm. Karabük’teki Rehberlik Yüksek Okulu öğrencilerinin eşliğinde yapılıyor bu turlar. Rehberimiz de adaşım çıktı. Sokak sokak dolaştık. Şehrin bence evlerinden öte en ilginç özelliği bir kanyon üzerine kurulmuş olması. Bu kanyon şehri ikiye bölüyor, ama ilk anda görmüyorsunuz. Çünkü şehrin merkezi, bu kanyonun üzerine kurulmuş kemerlerin üstüne inşa edilmiş. Camileri, evleri, dükkanlarıyla... Bunu ancak köprülerden geçerken farkediyorsunuz. Kanyonun bir ucunda ise eski Tabakhane’yi görüyorsunuz. Şehrin içinden geçen akarsuyun çıkış noktasına kurulmuş. Öteki ucunda da Tokatlı Kanyonu denilen bölge tüm haşmetiyle karşınıza çıkıyor. Adamın biri bunun tam dibine bir ev kondurmuş, üstüne de saç çatı döşemiş. Çirkin mi çirkin... Kim izin verir buna Allah aşkına!

İlk gün öğle yemeğini, “En iyi bölge yemekleri yapan lokantalar” listelerinde sık sık karşımıza çıkan Kazanocağı’nda yedik. Önce Perohi’yi tattık. Safranbolu’da eskiden Ermenilerin sık yaptığı bir yemek bu. Mantı hamuru, süzme yoğurt, nane... Güzeldi ama etli yaprak dolma daha da cazip geldi. “Tereyağlı uzun fasulye” ocakta pişiyordu, bize yetişemedi. Yemek üstüne sakızlı sütlaç da yedik. Gayet başarılıydı. İçecek olarak, hepsi Safranbolu’da tüketildiği için dış pazara açılamayan (limonlu) Bağlar Gazozu’nu tercih ettik. Pek bir özelliği yoktu.

Çarşı turistik, ama ilginç bir şeyler bulabilirsiniz. Köşe bucak lokumcu, şekerlemeci dolu. Tatmak serbest, ama gün sonunda şeker hastası olabilirsiniz! Kuruyemişçiler bir harika... Geleneksel özelliklerini koruyan, ama sayısı bir kaç dükkana inmiş Demirciler Çarşısı’nda eviniz için tarihten izler taşıyan aksesuarlar bulmanız da olası...


Bağlar bölgesinde bir akşam

Akşam Safranbolu’nun biraz dışında, ama bence kalmak için daha tercih edilebilir bir sessizliğe sahip Bağlar Bölgesi’ne gittik. Eskiden yazları buradaki bağ evlerine çekilirmiş bölge halkı. Raşitler Bağ Evi adında çok güzel bir mekan keşfettik. Tabii yer yoktu. Ama sahibi eski albay Erhan Hangün ve eşi Ümran hanımla tanışmış olduk. Dünya güzeli iki insan. Hepsi beş odaları var zaten. Müşterilerine misafirlerimiz diyorlar. Ertesi akşam yemeğe kendimizi davet ettirdik. Yemekten önce Erhan Albay bize şehre yaptığı Şehitliği ve yanındaki Zafranbolu Uçağı’nın hikayesini anlattı. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir çok Anadolu kenti para toplayıp hava kuvvetlerine uçaklar almışlar. İşte bunlardan biri de o zamanki adıyla “Zafranbolu” uçağı. Bu uçak elbette yok artık. Ama daha yeni bir modelin üstüne Zafranbolu yazılarak Şehitlik’in yanına yerleştirilmiş. Ümran hanım ise bir gün önce Kazanocağı’nda keşfedip de yemek fırsatını bulamadığımız “Cevizli Keşli Yayım” yapmıştı. Yayım bildiğimiz erişte, keş de kurutulmuş yoğurt. Üstüne ceviz eklenerek harika bir aş oluvermiş. Et, fasulya, zerde ile tamamlanan bu mükellef ziyafeti daha sonraki ziyaretlerimizde de tekrar etmek arzusuyla onlara veda ettik.

Üçüncü gün yola çıkmadan çok yakındaki Yörük Köyü’ne gittik. Burası oldukça sağlam kalmış eski bir köy. Konakları, çamaşırhanesiyle de oldukça cazip. Bir sokağın adının Leyla Gencer olduğunu görünce şaşırdım. Meğer yeni kaybettiğimiz divamızın babası bu köydenmiş... İstanbul’a dönüşte kalabalığa kalmamak için erkenden yola çıktık. Bu yüzden bölgenin ünlü kuyu kebabını tadamadık. Yoldaki bir lokantada yediğimiz Akçaabat köftesi ile yetindik. Safranbolu’nun tadı zaten damağımızda kalmıştı. Bir daha gittiğimizde kanyonları ve mağaraları mutlaka dolaşacağız.


AMASRA DEDİKLERİ...

Safranbolu’ya gelenler genellikle Amasra’ya da uzanıyorlar. Biz de öyle yaptık. Bir saatlik yol, ama olağanüstü bir vadiden geçiyorsunuz. Ormanlar arasından kıvrıla kıvrıla... Amasra o kadar çekici gelmedi. Akşamüstü metroya binmiş duygusuna kapılıyorsunuz. Zaten açıkçası gerek Safranbolu’da, gerekse Amasra’da günlük turların kalabalığı insanı bunaltıyor... Amasra’nın pek ünlü olmuş Canlı Balık Lokantası’nda istavrit yedik. Millet kuyruğa girmiş, masaların boşalmasını bekliyordu. Ama şöhretini hak etmeyen bir yer burası. Yemeklerin bir özelliği yok. Üstüne kahve içmek istediğinzde, hafta sonları kahve yapmadıklarını söyleyecek kadar da pervasız bir işletmeciliğe sahip... Kahve içemediğim yere bir daha gitmem açıkçası! Amasra’da en ilgimi çeken şey, Atatürk Meydanı’nın kenarına kurulmuş köylü pazarı oldu. Taze peynirleri, kurutulmuş mürdüm erikleri ve körpe ıspanaklarıyla her tatil günü oradalar... Benden söylemesi.

Fotolar: Saime Akçura