10 Ocak 2009 Cumartesi

BENİM KİTAPLARIM


Sema Aslan'ın yeni bir kitabı çıktı: Benim Kitaplarım. Doğan Kitap'tan çıkan bu kitapta 30 isme ait 30 kütüphane tanıtılıyor. Benim kütüphanem bunlar arasında en darmadağınığı olduğu halde, itirazlarım işe yaramadı ve Sema Aslan bu röportajı yaptı. Başlığından derdim anlaşılacaktır sanırım...


Gökhan Akçura: “Kitap seviciler beni sevmezler!”

• Evin tüm duvarları raflarla çevrili, kitaplarla dolu.
• Küçücük bir duvarcık boş ama Gökhan Akçura söyleşimiz sırasında o duvara kötü kötü bakıyordu, raf hesabı yapıyordu!
• Çalışma masasının haricinde evde iki büyük masa daha var; birinin üzeri öbek öbek temalar halinde yükselen kitaplarla, kitap yığınlarıyla dolu. Diğeri şimdilik boş gibi görünse de onun da kaderinde kitap taşımak yazılı.
• Kitapları, üzerinde çalıştığı konuya bağlı olarak yer ve bağlam değiştiriyor. Aynı anda pek çok farklı konu üzerinde çalışan Akçura, mimlediği araştırma konusu için sadece kitaplardan değil, çeşit çeşit doküman ve materyalden faydalandığı için kitaplığında çok sayıda efemaraya da rastlanıyor.
• Esas olarak kitaba değil, içerdiği bilgiye tutkun. Kendi araştırmasını tamamladığı andan itibaren, o araştırmaya kaynak ve malzeme olmuş tüm kitap ve dokümanı kitaplığından çıkarabilecek özgürlük duygusuna sahip.
• Evin içinde ütü, merdiven, ayakkabı kutuları gibi ıvır zıvır eşyanın da bulunduğu bir odada binlerce dergi sayfası, kupür dosyalanmış bir şekilde üst üste duruyor.
• Geniş bir yelpazeye dağılan çalışma sahası nedeniyle Akçura’nın kütüphanesi oldukça renkli ve yaratıcı bir içeriğe sahip. Hemen her alanda kitaba ve dokümana rastlamak olası. Görsel malzemeler de cabası.


İlk kütüphanenizi ne zaman oluşturduğunuzu hatırlıyor musunuz?

Tabii. Annem oldukça meraklı bir kitap okuruydu. Ve çocuk yaşta kitaplarla haşır neşir olmaya başladım. Kitaplara dair hatırladığım ilk olay da, çocukluğuma, okuma yazma bilmeden önceki dönemime dayanır. Babam, haftada bir Pecos Bill okurdu bana. Sonra bir gün o Pecos Bill’lerin hepsinin aslında bir yerde saklı olduğunu öğrendim ve hepsini çıkarıp bir günde karıştırdım. Bütün büyüsü de gitti tabii. En eski hatıram bu. Okuma yazmayı öğrenmemden sonra bana sürekli Doğan Kardeş’in yayınları alınmaya başlandı. Hatta bir dönem o kadar fazla Doğan Kardeş kitabıyla doluydu ki ev… Biz İzmir’de otururduk; İstanbul’a bir seyahatimizde amcam Galatasaray’da otururdu; Galatasaray’da da Doğan Kardeş’in satış yeri vardı; oraya götürürdü beni. “Sen de olmayan ne varsa al,” dedi. Dolaştım dolaştım, bir tek “Yüz Ünlü Opera”yı buldum; Faruk Yener’in. O zaman da opera hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Çocukluğumda bir çocuğa ait olabilecek oldukça zengin bir kitaplığım vardı. Esas kendi kitaplığımı kurmaya ise üniversite yıllarında başladım. Üniversiteyi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde, Tiyatro Bölümü’nde okudum. 1972’de başladım. O yıllarda Ankara’da çok bol kitapçı ve ondan da fazla sahaf vardı. Koca Beyoğlu Pasajı mesela, baştan sona sahaftı. Sürekli oralara giderdim… O çok sınırlı harçlığımın büyük bir bölümünü kitaplara yatırırdım. Tek odadan oluşan küçük bir dairem vardı, onun duvarları da bütünüyle kitaplıktı. O zaman, benim çevremdeki insanlara –şimdi bana çok komik geliyor ama- o kitaplığım bile çok zengin gelirdi. Fakat bugünkü kitaplığımı sanırım İstanbul’a geldikten sonra oluşturmaya başladım.

Ne zaman geldiniz İstanbul’a?

1982’de. Ondan önce İzmir’de Güzel Sanatlar Fakültesi’nde asistandım. 12 Eylül’den sonra artık istediğimiz gibi ders yapma koşulları kalmayınca başka bir şeyler yapmak gerektiğini düşündüm ve reklamcılığa kaydım. Ajans Ada’ya geldim ‘82’de. Ama metin yazarlığı beni kesmedi; ilk yazarlık çalışmalarıma da o zaman başladım. “Ivır Zıvır Tarihi”nin ilk tohumları olan çeşitli yazıları bu dönemde yazdım. O zaman kendime şöyle bir hedef koymuştum: İnsanların pek ellemediği, deşmediği, bilmediği konuları yazayım. Fakat bu süreç bana toplayıcılığı da beraberinde getirdi. Çünkü yazmayı düşündüğüm konular etrafında başvuru kaynakları çok zayıftı. Kamu kütüphaneleri ise esas olarak kitaplar çerçevesinde kurulduğundan ve yeterli bibliyografyalar da olmadığından, ben kendim evimde bir kütüphane kurmak için çalışmalar yürüttüm. Ve sürekli olarak o dönemde –demek ki ‘80’li yılların ortaları- ben İstanbul’un sahaf ve eskicilerini sürekli dolaşarak malzeme biriktirmeye başladım. O zamanlar şyimdi ki gibi eskicilik, sahaflık çok muteber ya da pahalı durumda değildi. Hatırlıyorum, 1986’da Üsküdar bit pazarından bir kamyonet dolusu malzeme almıştım. Ne olduğunu bilmeden, şöyle bir bakıp, işime yaracak bir şeyler çıkar diye. Onları eve götürüp günlerce tasnif etmiştim. Eski dergileri toplamaya başladım. Merak ettiğim alanların çoğunun eski dergilerde yer aldığını gördüm çünkü. Yazdığım yazıların görsel malzemesini de toplamak durumunda kaldım, çünkü o konuda da bir çalışma Türkiye’de yoktu; şimdiki karda malzeme koleksiyoncular tarafından bile toplanmıyordu. O yüzden gittiğim her kitapçıda ne varsa bakıp, “Bu belki işime yarar” deyip, hep bu ‘belki’lerin üzerinden yüzlerce, belki binlerce uçuşan konu etrafında sürekli malzeme topladım.

İyi bir hafızanız vardır herhalde?

Tam bir balık hafızası benimki! Ne aldığımı anekdot düzeyinde sorduğunuz zaman dururum. Çünkü kafam bu tür ayrıntıları kaydetmiyor. Bu da doktor arkadaşlarıma göre –çok fazla geniş bir alanda çalıştığımdan, yani aynı gün içinde birbiriyle ilgisiz on ayrı konu üzerinde çalıştığımdan, yani bir anlamda uzmanlığı reddettiğimden, ya da uzmanlığa fırsat bulamadığımdan- bu çok geniş skala hafızayı derinleştirmiyor, hep yüzeyselleştiriyor bende. O yüzden ancak bir şeylere baktığımda hatırlayabiliyorum. İnsanlar alışılmış biçimde sınırlı belli alanlarda çalışıyorken, ben yüzlerce ayrı konuda çalışıyorum. Mesela Enis Batur bir televizyon programında beyninin nasıl işlediğini anlatıyordu: “Benim hafızam büyük bir dolap gibidir. Yüzlerce gözden oluşur. Bir bilgiye ihtiyacım olduğunda ben bilirim ki o üstten dördüncü raftadır…” Nerde? Ben neyin hangi rafın içinde olduğunu bilmem, rafların nerede olduğunu bilmem! Bu kadar dağınık malzeme arasında dolanırken o anda çalıştığım konular derli toplu olarak evin çeşitli yerlerinde üst üstedirler ama… Bazen bir rafta, bir masa üstünde ya da bir koltuk üzerinde… Ama tam ortasında pat aranıp o anda hiç gündemimde olmayan bir konu hakkında çalışmam isteniyor. Teklifi hazırlamam için bile benim o konuya yeniden girmem lazım. O zaman da bu evde gördüğünüz her şeyi tekrar tekrar elden geçirmem gerekiyor.

Her şeyi elden geçirebiliyor musunuz gerçekten?

Geçirebiliyorum ama bunun bedeli çok ağır oluyor. Benim bu evdeki her şeyi büyük bir hızla ön çalışma için gözden geçirmem bir hafta kadar süre alıyor. O yüzden de artık ön teklif vermiyorum pek. Diyelim bana telefonun tarihini yaz derlerse, ben neler yapabileceğimi kabaca biliyorum ve bir bu bildiklerim üzerinden bir teklif veriyorum. İş ciddileştiğinde başlıyorum çalışmaya. Eskiden böyle yapmıyordum ve çok zorlanıyordum. Çünkü ben senede 2 – 3 tane bu türden ticari iş yapıyorum ama en az 50 tane teklife cevap vermek zorunda kalıyordum.

Bulduğunuz dokümanlar mı sizi konulara yöneltiyor yoksa konular mı dokümanlara?

İkisi de oluyor. Ben elime geçen dergi, kitap, efemera ve her türlü malzeme içinde sürekli dönenip duruyorum. Bu dönenme sırasında ilgimi çeken konuları bir yere koyuyorum, not ediyorum. Yani, konudan hareket etmiş oluyorum. Ya da malzeme tarafından yönleniyorum. Mesela bir zamanlar, bundan 20 yıl kadar önce turizm dergi TÜRSAB dergisinin editörüydüm (Seyahat Acenteleri Birliği’nin); o zaman bir iki bir şey yazmaya kalktım ama yine kaynak yok. Çevik Bey beni Turing’in arşivine soktu, oradaki malzeme çok zengindi. Orada bir ay çalıştım ve arkasından devam ettim biriktirmeye. Sonuçta elimde turizm konulu dokümanlar birikmeye başladı. Ya da mesela bazen sizi yayıncı yönlendiriyor. Yıllar önce Medya diye bir dergi çıkardı reklamcılıkla ilgili; “Gel buraya reklam tarihiyle ilgili yazılar yaz,” dediler. O “yaz” dedikleri andan itibaren aradan yine bir 20 yıla yakın süre geçti ve ben hâlâ reklam tarihiyle ilgili bir şeyler topluyorum! Zaten bir kitabım da var reklam tarihiyle ilgili fakat şu anda o kitabın yeni baskısı yapılacak olsa, elimdeki yeni malzemeyle kitap iki misli genişler. Yani benim yazdığım her konu, peşimi bırakmayan bir serüvene dönüşüyor. Geçmişten kalanları taşıyorum; sürekli yeni konular da ekleniyor gündemime… Kafam, tabiri caizse, çöplüğe döndü! Birbiriyle alakasız o kadar fazla konu var ki bunun içinde, bazen beni afakanlar basıyor! Fiziki olarak da hareketsizleşmeme neden olan bir kitap, kupür yığını içinde yaşıyorum çünkü.

İlle de ilk baskılar, orijinal basımlar mı yoksa fotokopiyle de idare eder misiniz?

Ederim. Görsel malzemeyi kullanma tutkum yüzünden elbette orijinalini tercih ederim ama bir kitabın ille de birinci baskısını ya da özel baskısını almak, has kitap koleksiyoncularının işi. Ben aslında hiçbir konuda koleksiyoncu vasfına girmem. Ben çok pragmatistim. Kullanmak, benim için birincildir. Onun niteliği, tesadüfidir. Özel baskılar için özel bir çaba harcamam; zaten bu, yüksek bir bütçe demek. Yani, bu kadar geniş bir skalada çalışan birisi eğer multi milyoner değilse, bunu yapma şansı zaten yoktur. Ben, en ucuzunu almaya çalışırım. Mesela, beğendiğim bir kitabın imzalısı çıktı mı üzülürüm; çünkü fiyat ikiye, üçe katlanacaktır. Ben onun içindeki malzemeyle ilgiliyim. Tamam, imza olması güzel bir şey ama benim harcamamı arttırıyor. Türkiye’de bu işten zaten çok sınırlı para kazanılıyor. Benim yaptığım işi başka bir ülkede yapan kişi çok fazla para kazanıyor. Bu konuda oturmuş bir gelenek var, sınırlı araştırmacılar var… Türkiye’de her şeye rağmen bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Yılda bazen iki üç ticari iş yapıyorum; o da ancak 6 aylık bütçemi karşılıyor. Koleksiyonculuk işi bu nedenle Türkiye’de zengin işi. Ya da koleksiyonculuğun ticaretini yapacaksınız, o arada da kendinize çaktırmadan bir koleksiyon oluşturacaksınız ki onların da çoğu sonradan tekrar satılır. Ben de bilirim çok hoş kitapları almayı ama bu mali anlamda bir çap meselesi. Ben tam tersi, ucuzunu ve kolay ele geçirileni, mesela diyelim geçenlerde bir yerden Telsiz dergisi buldum. Türkiye’de ilk radyoevi 1927’de Galatasaray’da kuruluyor. O sırada bir dergi yayımlanmış: 15 sayılık Telsiz dergisi. O 15 sayının 13 sayısını bir sahafın katalogunda gördüm. (Katalog satışı diye bir şey var; katalogda görüp almayı istediğiniz ürünü hemen kapatabiliyorsunuz.) Cildi bozuk ve 15’in 13’ü olduğu için makul bir fiyata aldım. Ama o, ciltli ve 15 sayı olsaydı 3 – 4 kat fiyatına alacaktım. Bu yüzden seviniyorum eksikliklerine! Ben, elimdeki konuyla çalışmamı bitirdikten sonra zaten o malzemeyle işim bitiyor. Ben kitabımı yapmış, elimdeki malzemeyi basmış oluyorum sonuçta. Ondan sonra o malzemeler benim için geride kalıyor. İlle de o malzemeleri tutmayı istemem. Oysa koleksiyoncu tutmak ister.

Ben sanırım umutsuzca duygusal bir ilişkinin izini sürmeye çalışıyorum!

Umutsuzca, evet! Bu kadar geniş bir alanda çalışırken duygusal bir ilişki… Çok zor. Benim için hepsi duygusal ama hiçbiriyle de o kadar derin bir aşk ilişkimiz yok.

Kolayına ödünç kitap verir misiniz peki?

Biraz tanımam, güvenmem lazım kişiyi. Belli bir miktar veririm, sonra onun dönme hızına ve yıpranma payına bakarım. Sınaya sınaya yardım ederim. Hayal kırıklığına uğradığımda kredisi biter ama. Faka ben bu türlü ilişkilerden yana şikayetçi olacağım hiçbir şey yaşamadım; ben en çok, koleksiyonculardan çektim. Türkiye’de birçok araştırmacı – yazar var; bunlar sizden sürekli malzeme isterler, verirsiniz; o malzemeler kaybolur, –zaten para falan istediğimiz yok- adınızı bile zikretmezler. Türkiye’de bu anlamda araştırmacı – koleksiyoncu yazarlar arasında birkaç kişi hariç kötü bir rölasyon var. Bu nedenle de belli kişileri kara listeye almışlığım vardır. Oysa ben tam tersini yapmaya çalışıyorum; birinden bir malzeme aldığımda eğer bütçem uygunsa telif öneriyorum, değilse aramızda ikilem olmasın diye en başından belirtiyorum. Çalışmam yayımlandığında mutlaka krediyi veriyorum; ismi zikrediyorum.

Halk kütüphanelerine de gidiyorsunuzdur herhalde. Oralarda neler gözlemliyorsunuz?

Türkiye’de kütüphanelerin durumu o kadar korkunç ki, kitap yazabiliriz bu konuda. Kütüphanelerimizin envanterlerinin çok kötü yapıldığını düşünüyorum. İki örnek olay vereceğim bununla ilgili olarak: Ben asistanlığa 1975 yılında İzmir’de başladım. Hemen İzmir’deki Milli Kütüphane’ye gittim; ne var, ne yok diye bakmak istedim. Ve orada müthiş şeyler buldum: Eski İzmir haritaları mesela, dünyanın ünlü fotoğrafçılarından birinin Türkiye’de çekilmiş ilk renkli fotoğrafları, Türkiye’yle ilgili ünik eski gravür ve minyatür kitapları vs. vs. buldum. Bunların kimilerini not ettim, kimilerini İzmir hakkında çalışan kişilere bildirdim. Aradan 10 yıl geçti, döndüğümde o kitapların, dokümanların hiçbiri yoktu. Ben bulduğumda envantersizdi bunlar; envantersiz olan her şey kaybolmaya mahkûm bu ülkede. Kütüphanelerde bir yağma olayı var. Bu yağmanın hâlâ sürdüğünü düşünüyorum; Türkiye’de bir sürü kitaplığın, kütüphanenin bu türden yağmalanmış eserlerden oluştuğunu da biliyorum. Bir diğer mesele… Kütüphaneler, iktidarlar değiştikçe insani anlamda kan değişimine uğruyor. Ve hep bir öncekinden daha kötü oluyor. Örneğin İstanbul’da bana en yakın ve en iyi kütüphanelerden biri olan Atatürk Kütüphanesi yaklaşık bir yıldır kapalı. Neden kapalı? Tadilat varmış! Açık olduğu dönemde gittiğimde gazete taraması yapacağım; şunu şunu şunu istiyorum diyorum; ciltte diyorlar. 6 ay ciltte durur mu gazete? İnsanların yararlanması için çaba gösterilmiyor. Çok ağır. Kütüphaneler kendi iç sorunları nedeniyle insanlara hizmet veremiyor. Beyazıt Kütüphanesi’ne gittiğimde en fazla 3 cilt alabiliyorum; oysa ben dar bir konuyla ilgileniyorsam bir günde 10 cilt tarayabilirim. Beyazıt Kütüphanesi’nin süreli yayınlar bölümü depremden sonra bozuldu ve ona ulaşmak daha da zor oldu mesela. Ankara’da da benzer sıkıntılara rastladım. Sonuç olarak kütüphaneler yetersiz. Benim evde bu kadar çok belge toplama nedenim biraz da bu; kütüphanelere gidemiyorum!

Sahafların yakından tanıdığı birisiniz herhalde?

Eski anlamda sahaf bulmak çok zor; neredeyse sadece 2 – 3 tane sahaf kaldı İstanbul’da. Ama benim temelde gittiğim iki yer var; biri Beyoğlu’nda, diğeri Kadıköy’de. Pasajlarda ve sokak aralarında dolaşırım. Ama iş artık sahaflarda kitap bulmayı aştı. Bugün, eğer tanıdığınız bir sahaf değilse, onunla da çok iyi ilişkin yoksa kitap bulabilmek çok zor. Hem mal bulunamıyor hem de artık mallar sahaf dükkanlarında değil, müzayedelerde satılıyor. Çok fazla sayıda müzayede olmaya başladı İstanbul’da; büyük, göz önündeki müzayedelerden söz etmiyorum. Yeni yetme bir sürü insan bu alana girip bir şeyler toplamaya çalışıyor; raiçleri de bilmedikleri için saçma sapan paralar ödüyorlar. Bu da fiyatları çok artırıyor. O yüzden ben küçük müzayedelerden kitap almaya çalıyorum; kitapevlerinin bir kısmı her hafta müzayedeler düzenliyor. Bunları da çok yakın meraklıları ya da işin tüccarları izliyor. Bunlara da gitmiyorum; internetten takip ediyorum. İnternette artık çok kolay; resimleri görüyorsunuz. Pey veriyorsunuz… Alıyorsunuz… Benim bu konudaki aczim şu: Belki bir gün yazarım diye o kadar çok şey alıyorum ki, her durumda bütçem için önemli olabilecek bir para harcamış oluyorum!

“Hay Allah, bugün hiç kitap, dergi, CD vs. almadım,” dediğiniz oluyor mu?

Çok iyi bir noktaya değindiniz! Valla eve boş döndüğüm hemen hemen yok. Çünkü benim bir de başka meraklarım var; müzik gibi. O alanda da saçma bir genişlik içindeyim! Yeni olan her şeyi izliyorum ve onları almaya çalışıyorum. Artık mesela CD’leri Amazon’dan getirtiyorum; çok daha ucuza geliyor çünkü! Ama onun dışında Beyoğlu turuna çıktığımda mutlaka uğradığım birkaç kitapçı, sahaf, müzik market vardır. Yani ben hep çantam dolu gelirim eve. Bu neredeyse uyuşturucu tutkunluğu gibi bir şey... Kendi yarattığınız bir dünya ama sonunda ona mahkum da oluyorsunuz. Ufalamıyorsunuz. Ufalmam için bu işi bırakmam lazım. İstiyorum da aslında. Önüme 3 – 4 yıllık bir hedef koydum. Elimde birkaç konu var; onları sponsorlu bir şekilde yayımlatamazsam, orada toplanmış tüm malzememi müzayedelerde satacağım.

Daha önce sattığınız kitaplarınız oldu mu?

Bir kere, evet. 1990’ların başında ev değiştirdim. O sırada biraz temizlik yaptım ve bir müzayedenin yarısını oluşturacak malzemeyi sattım. Sonrasında çok pişman oldum çünkü orada sattığım her şeye ihtiyaç duydum. Arada sırada hiç ihtiyacım olmayacak diye bir kutuya ayırdığım malzemeler oluyor fakat bu evde yüzlerce kutu var, oysa satabileceğim yalnızca bir kutu var! Bir gün lazım olur düşüncesiyle bir şey de satamıyorum. Özellikle de Türkiye’yle ilgili hiçbir şeyden vazgeçemiyorum.

Kendinize ‘kütüphane katili’ diyorsunuz. Neden?

Kitaplara çok iyi davranmam çünkü. Bütün kitaplarımın içini çizerim, arkalarına notlar alırım. Ay kitabıma bir şey olacak demem, gerektiğinde görseli için cildi kırarım. Ama esas kitap katilliğim, dergilerde. Yıllarca dergi topladım. Bütün Yedi Günler, Yeni Günler, Türk İllüstrasyonu vs. vs. Aklınıza ne gelirse. Sonra onların hiçbirisi eve sığmayınca ben de işime yarayacak makaleleri kestim, zımbaladım, üzerlerine bilgilerini yazdım ve bu anlamda paramparça edip, gerisini attım. Katillik! Bütün bu raflar (ayakkabı, ütü, merdiven gibi alakasız ve ‘fazla’ malzemenin bir arada durduğu bir odadayız) kesilmiş dergi sayfalarıyla dolu. Parçalanmamış ciltler de var ama kötü kullanılmaktan cildi bozulmuş bir sürü kitap ve dergi görebilirsiniz. Özetle, kitap seviciler beni sevmezler.

Bunca kitap, dergi sayfasına rağmen görünürde hiç toz yok!

Vardır, vardır. Göze görünmüyordur çünkü bir kere çok karıştırıyorum; iki, temizlikçim iyi!

Sözüm ona, bir yemek masanız var ama o da kitaplık görevi görür gibi.

Bu masanın hali korkunç! Üzerinde neler var? Şuradaki iki grup, kedi tarihiyle ilgili ne bulursam attığım bir grup. Burada bir İzmir grubu vardı; şu sıra fuarlar tarihini çalıştığım için bu grubun içinden İzmir Fuarı ile ilgili dokümanları almışım, dağınıklık ondan. Alt tarafta hazırlığını yaptığım ama bir sponsor bulamazsam ellemeyeceğim iki konu var: Evlilik tarihi ve çamaşır yıkama tarihi. Bu masa “Yan Gündem” masası. “Ön Gündem”, içeride!

Yine de çok düzensiz değilsiniz; kendi içinde her raf ve ya da bölüm diyelim, bir düzene sahip.

Evet, öyle de denilebilir. Mesela şuradaki raf, çok ilginç: Yıllar önce, sahaf Halil’le şaka niyetinde bir sergi açmaktan söz etmiştik aramızda… Şuradaki 3 raf, o zamandan kalma: “Kıymeti Kendinden Menkul Kitaplar”. Bunlar en vulgar romanlar, kılavuz kitaplar –mesela “İlim Bakımından Şehvet”, Kemalettin Tuğcu’nun "Hayat Arkadaşı”, “Uslu Bir Kadının İtirafları”, “Edebi Aşk Mektupları“, “Aile ve Salon Eğlenceleri” vs.- her tür eski ‘magazin’ konularını bir araya getirmiş kitaplar, sıhhi öğütler, ev iş almanakları, tarih boyunca kadın ve erkek hakkında yapılmış dedikodular gibi birçok kitap var bu rafta. Ama bu düzene rağmen bende gerçekleşen 3 şey varsa bunun karşısında her zaman gerçekleşmeyen bin 3 şey vardır! Öte yandan kütüphanemde en sık başvurduğum bölüm, genel hatlarıyla İstanbul hakkında yazılmış kitapları içeren bölüm. Ne bileyim, Halit Ziya’nın anılarından Abdülhak Şinasi Hisar’ın denemelerine ve Ebuzziya Tevfik’in anılarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın düzyazılarına ve her tür monografik esere yayılan bir içerik zenginliğine rastlarım bu bölümde. Çift sıradır tüm bu raflar. Kabaca da bilirim neyin nerede olduğunu. Mesela yabancı edebiyatı sayfiyeye götürdüm ve epeyce azalttım sayılarını. Türk edebiyatından vazgeçmiyorum ama tiyatro kitaplarımı sığdıramadığım için onların bir bölümünü yeğenim Levent Yılmaz’a verdim; tiyatro ansiklopedisi hazırlıyor çünkü kendisi. Ama tiyatro araştırmalarını, anılarını ve biyografik nitelikli tiyatro metinlerini tuttum.

Görsel malzeme için de özel bir dosyalama sisteminiz yok sanırım?
Yok, hayır. Benim mesela 45’lik plak koleksiyonum var. Geçenlerde bir koleksiyoner geldi, manzarayı görünce “Yazık,” dedi ve her birini ayrı ayrı naylon poşetlere koydu, baktı, okşadı. Ben bakıp okşamaya başlarsam bütün hayatımı bakıp okşamaya adamam lazım.
Gördüğünüz gibi benim evimin her yerinde kitap – dergi yığınları olur. 1980’li yıllardan bir fotoğraf karesini hatırlatır bu bana hep. Demirel’le röportajlar yaparlar sabık başbakan olarak. Evinde, fotoğraf çekiminin yapıldığı yerde, masalarda, yerde grup grup kitaplar durur… Ben de derdim ki, “Gösteriş yapıyor adam”! Çalışıyorum, meşgulüm der gibi… Bunun göstermelik bir olgu olduğunu düşünürdüm ama herhalde o da o zamanlar benim şimdi düştüğüm duruma düşmüş ki, kitaplarını koyacak yer bulamayıp yerlere, masaların üzerlerine dizmiş olmalı!
Benim duvarlarımda hiçbir şey asılı değildir çünkü boş duvarım yok! Zaten duvarım olsa oraya yine bir kitaplık yaparım.

BİR ANEKTOD. Tek nüshalık iki kitap.

“Bundan yirmi yıl kadar önceydi. Beyazıt’da, o zaman son demlerini yaşayan Sahaflar Çarşısı’nı tahmin edileceği gibi sık ziyaret ederdim. İsmail Akçay’ın Nihal Kitabevi her zaman ilginç sürprizlerin karşınıza çıkabileceği bir adresti. Bir gün yeni gelen kitaplarla dolu bazı kutuları gösterdi. Karıştırmaya başlayınca bunların Fikret Adil’in kütüphanesi olduğunu anladım. Ailesi herhalde bir şekilde elden çıkarmaya karar vermişti. Bir kaç güzel baskılı yabancı kitapla, karikatürist Togo’nun Adil’e imzaladığı albümlerini aldım. İlgi gösterdiğimi görünce İsmail Bey, tezgâh altından iki büyük koli daha çıkardı. Bunlarda Fikret Adil’in ömür boyu yazdığı gazete yazıları toplu halde duruyordu. Hatta bazıları belirli başlıklarda dosyalar içinde bir araya getirilmişti. Heyecanımı belli ettim sanırım, İsmail Akçay da yüksekçe bir meblağ istedi. Şimdi yalan söylemeyeyim, elli lira gibi bir miktar. Bu da benim Ajans Ada’dan aldığım maaşa denk geliyordu. Üzgün süzgün alamadan ayrıldım.

Bir iki gün sonra Çelik Gülersoy’un mutad öğle yemeklerinden birinde olayı anlattım. Çelik Bey, İstanbul Kütüphanesi bütçesinden bu parayı hemen ödedi ve kutuları aldırdı. Bir ay kadar sonra da, sen bunları elden geçir bir kitap yap, diyerek bana yolladı. Hemen işe giriştim. Binlerce makale söz konusuydu. Fikret Adil, büyük çoğunluğunda “Hadiseler karşısında bir İstanbul” başlığını kullanmıştı, ben de kitabın adının bu olabileceğine karar verdim. Elden geçirince makaleleri iki kitapta toplayabileceğimi anladım. Birinci cilt “İstanbul yazıları”, ikincisi ise “Kültür ve sanat yazıları” olacaktı. Tabii bütün makaleleri alamazdım, zaten bazıları çok güncel konulara ayrılmıştı ve bugün açısından pek de anlamlı değildi. Ama seçtiklerdim bile 200’er sayfalık birer cilt olabilecekti. Çalışmalar biraz ilerleyince Fikret Adil’in kitaplarını basan İletişim Yayınevi’ni aradım. Çok ilgi gösterdiler, ama telif sorunu çözmem gerektiğini söylediler. Adil’in telif haklarını elinde tutan ajans ailesiyle görüştü. Kupürleri ve kitapları satan ailesiyle yani. Telif hakkını paylaşmaya yanaşmadılar. Ben de bir yıldır harcadığım emeği çöpe atmaya niyetli değildim. Kitaptan vazgeçtim. Kupürler hâlâ bende. Bol bol da kullanıyorum. Kitaplarımı bu gözle elden geçiren hemen fark edecektir. Söz konusu yayımlanmayan iki kitabın tek nüshası bende yani...