7 Ekim 2009 Çarşamba

Türk edebiyatında matbaa 1


MATBAA İŞÇİLİĞİNDEN YAZARLIĞA: ORHAN KEMAL
Orhan Kemal’in matbaa ile tanışması, belki de tüm yazarlardan farklı olarak çok erken yaşlarda başladı. Babası bilineceği gibi birinci Büyük Millet Meclisi milletvekili ve daha sonrasının sıkı muhalifi Abdülkadir Kemali’dir. 1930 yılında Serbest Fırka’nın kurulmasına paralel olarak Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Kemali, aynı günlerde bir de matbaa satın alarak Ahali gazetesini çıkarmaya başladı.

Asıl adı Mehmet Raşit [Öğütçü] olan Orhan Kemal, işte bu matbaa ile 15-16 yaşlarında tanışır: “(...) Babamın ilân sayfalarına kadar uzanan makaleler yazdığını biliyordum... Matbaaya yazılar verir, provalar alır, tashihler götürürdüm...”(1) Bu dönem daha sonra yazacağı Baba Evi adlı romanına da şöyle yansımıştır: “Matbaaya makaleler götürür, provalar getirir, düzeltmeler götürürdüm. Babam, birtakım kalın kitapları okuyarak sabahladığı günler, kaşlarını çatarak ve kan çanağına dönmüş gözleriyle, elime tutuşturduğu yazılardan sonra, “Matbaaya çok acele götür, ver ve bir gazete al gel!” tembihine rağmen, sokakta gecikmeyi icap ettirecek mevzular bulurdum mutlaka. Ben bunları aramazdım şüphesiz, lakin sokakta o kadar çok, bir çocuğu alıkoyup geç bırakacak o kadar çeşitli konular vardır ki… Mesela, futbol, kamuş vuruşmak, çikolata çekişmek… Gecikince dayak yiyeceğimi bilirdim…”(2)

1930 yılı Orhan Kemal’in ailesi için pek hareketli geçer. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına rağmen, Abdülkadir Kemali muhalefetini sürdürür. Baskılar artıp durum tehlikeli bir hale gelince 1931 baharında Suriye’ye kaçar. Ardından Beyrut’a göçülür. Aile maddi açıdan zor durumda kalınca Orhan Kemal de çalışmak zorunda kalır. İbrahim Efendi adlı bir tanıdığın yardımıyla Matbaat-ül Haceriye’ye yerleştirilir.

Gerisini yine Baba Evi romanından aktaralım:
“Hiçbir zaman minnet etmeyen babamın, “Âlâ… Babası matbaa sahibi olmuştu, varsın oğlu matbaa işçisi olsun…” diye, müthiş bir kahrı içinde saklayarak, adeta yüzüne tükürürcesine konuştuğu İbrahim Efendi, güler yüzlü, kabarık saçlı bir adamdı ki, ayakta durduğu zaman koca bir horozu hatırlatır, Türkçeyi Arapçada olduğu gibi, ayınları çatlatarak [sesi gırtlaktaboğumlamaya çalışmak], gürültüyle konuşurdu.
O gün İbrahim Efendi önde, ben arkada, Beyrut’un güneş dolu caddelerinden Burç Meydanı’na indik. Dar bir sokağa saptık. Karşılıklı yüksek apartmanların arasında sıkışmış kalmış, koyu gölgeli bir aralıktı… Bu aralıkta da bir hayli yürüdükten sonra, küçük küçük aktarların, meyhanelerin, balık işportalarıyla muz hevenklerinin yanı başında, rakı ve turşu kokan bir çıkmazda, dar kapısının üstündeki mermer levhada Arapça “MATBAATÜL-HACERİYYE” yazılı tahta bir binanın taş merdivenlerini, gene o önde ben arkada, çıktık; birdenbire bir mürettiphaneye girdik. Sağda, giyotine benzeyen büyük bir makine, kâğıt kesme makinesi, solda sonradan yaldız makinesi olduğunu öğrendiğim tekerlekli, volanlı, pırıl pırıl bir sandığa benzeyen bir başka makine, karşıda sıra sıra mürettip kasaları…
İbrahim Efendi, mürettiphanedekilere eliyle selam verip, solda, yarı örtük bir kapıya yürürken, bana, “Bekle!” dedi.
Eli yüzü karalı, elleri dirseklerine kadar sıvalı mürettipler harıl harıl çalışırlarken arada bana bakıyorlardı. Ürküyordum… Bir kenarda ehemmiyetsiz, ufacık kalakalmıştım. İbrahim Efendi’nin gürültülü sesi geliyordu. Eli yüzü karalı insanlar bana baktıkça sanıyordum ki, orada niçin dikildiğimi biliyorlar, içlerinden bana gülüyorlar… “Dil bilmez, mürettiplikten anlamaz, hatır için kayırılmak istiyor,” diye düşüneceklerinden korkuyordum.”

Volanlar ve iniltili dev makineler

İbrahim Efendi, matbaa sahibiyle uzun uzun konuşur ve sonunda Orhan Kemal’i işe aldırır. Haftalığı iki yüz elli kuruştur.
“Vazifem, kâğıt kesme makinesinde kol çevirmekti. Vişne çürüğü fesini daima sol kaşına doğru yıkan ustamsa, zayıf, uzun boylu, dehşetli şakacıydı. Herkese takılır, sık sık kahkahalar atardı. Makinenin demirine takılı ceketinin iç cebinde daima rakı şişesi bulunurdu. Kesilecek kâğıt yığınlarını makinenin demir tablasında düzeltir, bıçağın altına sürer, sıkıştırır, bana, “Yallaaah!” dedikten sonra rakısını cebinden alır, dikerdi. Bense olanca kuvvetimi zayıf kollarıma toplar, bütün gayretimle kolu çevirip kâğıdı kesene kadar, o, şişeyi aldığı yere koyar ve seslenirdi:
“Kâfiii!”
Gene bütün nefesimi keserek kola atılırdım. Müthiş bir hızla dönen demir tekerleğin sert daireler çizen kolu ellerime fena hâlde çarpardı. Duyduğum acıyı, sıkılan dişlerimin arasında zapta çalışarak, yeni bir hamleyle kola atılır, yakalamaya çalışırdım. Hâlâ hızını alamamış kolsa, beni çoğu kez yanımdaki duvara çarpardı.
Bu iş, irikıyım insanların harcıydı şüphesiz. Fakat böyle bir şey hissettirirsem, “Mademki bu işi yapamıyorsun, o hâlde başka işimiz yok!” derler de yol verirler diye ödüm kopardı.”

Sabahın köründen akşamın yedisine kadar makinenin kolunu çeviren Orhan Kemal, kötü çalışma koşullarına karşın işini sever:
“Sabahları, herkesten evvel geldiğim sıralar, Elham Kulhüvallahi okur, üflerdim. Fakat kolun demir ve tahta sessizliği fevkalade bir ciddilik içinde, tahtasını demirine bağlayan uçtaki tek somunuyla bana ters ters bakar, dualarıma filan boş verirdi.
Zaten şuna dikkat ediyordum ki, makinelerin bulunduğu yerde dualar pek zavallı kalıyordu. Muazzam volanların ve iniltili dev makinelerin santral dairesinde Allah, çiviye takılmış bir tülbent kadar aciz ve zavallı geliyordu bana. Makinede Allah’a isyan ediş, mazeret tanımayan, affetmeyen, miskinliği parçalayan sistemli bir hırs görüyordum. Onda hiçbir duanın stop ettiremeyeceği bir kudret vardı. Bu kudret beni ürkek bir hayranlığa götürüyordu. Makineyi seviyordum. Makine, insan kolunun gelişmesi, insanın en namuslu dostu, yardımcısı, kölesiydi ama makineden gene de korkuyordum.(...)
Akşam paydosunda, yani sabahın altısında akşamın yedisine kadar on iki saatlik işten sonra ötekiler gibi, ceketim omzumda, elim yüzüm kir pas içinde onlar gibi olabilmek için ceketimi omzuma atar, onlara benzemek için elimi yüzümü bilhassa karartırdım- kaldırımları çiğnerken, aşırı bir gururun hazzını duyar, sızlayan kollarımın ağrısını unuturdum.
Bir karaca kadar çevik, amirsiz bir insan kadar rahat, eve, geçimini sağladığım insanların yanına döner, sonra da yatağıma kavuşurdum.”

Orhan Kemal’in bundan sonraki yaşamı, önce mensucat fabrikalarında, ardından da hapishanelerde geçecektir. 1943 güzünde tahliye olduktan sonra önce Adana’da yaşamaya başlar. Hikayeleri ve romanlarıyla tanınması da bu tarihten sonra olacaktır. 1950 yılında ise eşi ve çocuklarıyla İstanbul’a gelirler.

Babıali Günleri

Orhan Kemal’in hayatını sadece yazar olarak kazandığı parayla sürdürmeye çalışması, o günün koşulları içinde pek kolay olmaz. Gazeteler, film şirketleri, yayınevleri arasında koşuşturarak geçer günleri. Kahve köşelerinde yazar bir çok yazısını. Akşamları ise meyhanelerde arkadaşlarıyla buluşur.

Orhan Kemal’in bu dönemde yazdığı hikaye ve romanlarda özel olarak matbaalarla ilgili bir bölüme rastlanmaz. Halbuki arkadaşlarının anılarından (Nurer Uğurlu, Fikret Otyam, Muzaffer Buyrukçu, Y.Kenan Kayacanlar) öğrendiğimize göre, matbaa çalışanlarının, Niğdeli matbaa hamallarının boş vakitlerini geçirdikleri kahvelerde geçer günleri. İkbal Kahvesi, Kömürcünün Kahvesi bunlardan adını bildiklerimiz.

Öykü ve romanlarında yer almayan matbaa işçilerinden biri, 12 Ağustos 1960 tarihli bir düz yazısında karşımıza çıkar.
“Kısa, kalın, yumuk gözlü bir adam. Otuzla otuz beş arası. Mesleği basımevi makinistliği. Evini, yaşayış şartlarını, düşkünlüklerini gayet iyi biliyorum. Çok düzenli yaşayan, yurdu ve dünyası üzerine belirgin fikirleri var. Büyük baskı makinesinin başında öylesine büyük bir dikkatle dikilir ki, makineden en küçük bir hatanın geçmesi mümkün değil. Boş zamanı yoktur. Çalışmasının öylesine hakkını veren belki daha başkaları vardır, ben böylesine henüz rastlamadım, çalışmak, iş çıkarmak onun için gerçekten bir “namus meselesi”. Sabahın beşinde uyanır. Yaz, kış böyledir bu. Ev halkını uyandırmamak için bir kedi sessizliğiyle musluğa geçer, elini yüzünü yıkar, kurulanır, gazocağına çaydanlığı oturtur, sonra da odasına döner. Basımevinden kazanıp evine harcadığından ayırdığı paralarla alınmış kitaplarından birini çeker, başlar okumaya.”

Orhan Kemal, adı verilmemiş olan bu matbaa işçisiyle bir konuşmaya oturur yazısında. “Onu basımevinin loş alacakaranlığında, yerleri, duvarları hırslı hırslı sarsarak çalışan kocaman baskı makinesinin başında buldum. Tozlu ampullerin sarı sarı aydınlattığı bodrum katı serindi. Ta yanına kadar sokulduğum hâlde beni görmedi. Kendini işine öylesine vermiş. omzuna dostça vurunca, sanki rüyadan uyanarak yumuk gözlerini çevirdi:
“Ooo, merhaba. Buyurun!”
Gözleri makinesinde. Makine kocaman ve obur bir dev iştahasıyla boyuna kâğıtlar yiyerek yutuyor, yiyerek yuttuğu kâğıtları kusuyor. Bir kıyıdaki basit tahta iskemlelere ilişip sigaraları yakıyoruz.”

Gazeteleri pek sıkı takip eden bu işçi, Amerika’nın ünlü politika yazarlarından Walter Lippman’ın yazılarını bile takip etmektedir. Aslında başına ne geldiyse, hep bu okuma sevdası yüzünden gelmiştir. CHP döneminde DP’li olmakla, DP döneminde de komünist olmakla suçlanmıştır. Şimdilerde 27 Mayıs darbesinin ardından umutlarını yeni bir Anayasa’ya bağlamıştır. Bir gün üniversiteye gidip eğitimini tamamlamak istemektedir. Orhan Kemal’in “işinden bıktın mı yoksa,” diye sorgulamasına hemen cevap verir:
“Hayır hayır, rahata kavuşmak endişesi değil. Üniversiteyi bir şeyler öğrenmek için istiyorum. Yoksa işimden memnunum.”
Kalktı makineyi stop etti. Ufak bir falso başlamıştı baskıda, düzeltti, tekrardan yanıma geldi, oturdu.”(3)

Orhan Kemal, hayatı boyu geçim derdiyle yaşamış, o dönem bütün matbaa ve gazetelerin bulunduğu Babıali’nin tozlu sokaklarını durmaksızın adımlamıştı. Edebiyatımızdaki yeri hiç bir zaman unutulmayacak denli güçlüdür. Bugünlerde eserelerinin yeniden toplu basımıyla ve televizyona uyarlanan romanlarıyla yeniden gündemde. Onu hatırlamanın

NOTLAR:
(1) Akt. Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Cem Yayınevi, İstanbul, t.y., s. 38
(2) Orhan Kemal, Baba Evi (Küçük Adamın Romanı 1), Everest Yayınları, İstanbul 2008 (23. Baskı), s.21. Bundan sonraki alıntılarda romanın aynı baskısından yapılacaktır.
(3)Orhan Kemal, “Walter Lippman ve İşçi,”, Önemli Not! (Tamamlanmamış Yapıtlar ve Seçilmiş Düzyazılar), Everest Yayınları, İstanbul 2007, s.194-198