25 Kasım 2007 Pazar
PAZAR YAZILARI
ABBASAĞA PARKI
Baba Zula’nın son albümü Kökler’de Abbasağa Parkı diye bir parça var. Sözleri olmayan, ama kuş sesleriyle dolu, güzel bir parça. O güne kadar Abbasağa Parkı’nın yanından geçerken bu parkın tarihi üzerine bir kere bile düşünmemiş olduğumu anladım. Önce yeniden parkı gezdim ve ardından başladım araştırmaya...
Elbette ilk elimi attığım kaynak Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi oldu. Evet Abbasağa Parkı diye bir madde var. Ama parka varmadan önce; ona adını veren Abbasağa kimdi sorusunu sormamız gerekmez mi? Evet ansiklopedimiz bunu da cevaplıyor. Kızlarağası Abbasağa onyedinci yüzyıl ortasında Osmanlı sarayının zenci haremağalarının en meşhurlarındanmış. “Hatice Turhan Sultan dairesinden yetişmiş, Valide Sultan ağalığına yükselmiş; Turhan’ın oğlu Dördüncü Mehmed üzerindeki nüfuzu sayesinde 1668’de kızlarağası olmuş.” 1672 yılında emekli edilerek Mısır’a gitmiş ve orada ölmüş. Abbasağamız, İstanbul’u biçok hayır yapılarıyla süslemiş kişiler arasında anılıyor. Beşiktaş’taki Abbasağa mahallesine adını veren Abbasağa Camii’ni, Abbasağa Çeşmesi’ni ve Abbasağa Mahalle Mektebi’ni de ( 1909’da bir yangında yok olmuş) yaptıran işte bu Abbasağa.
Abbasağa’nın hamisi Turhan Sultan, Rus asıllı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en ünlü valide sultanlarından. Eminönü’ndeki Yeni Camii ve yanındaki Mısır Çarşısı’nı o yaptırmış. Ahmet Refik Altınay’ın Kadınlar Saltanatı adlı kitabında önemli bir yer tutuyor. Hatta yine aynı yazarın Turhan Valide adlı bir de tarihi romanı var. Hemen onu karıştırmaya başladım. Evet ağaların birbirine düştüğü, kellelerin uçuştuğu bir dönem bu. Ama ağalar arasında Abbasağa yok! Sonunda anlıyorum ki, bütün bu iktidar çatışmaları bittikten, ortalık süt limana dönüştüktenKızlarağası olduğu için, kimse bizim Abbasağa’yı yazmaya gerek duymamış. Sükunetin tarih açısından bu türden zararları oluyor demek ki...
Beşiktaş’ta Evliya Çelebi’den bu yana Müslüman, Rum ve Yahudi mahalleleri yanısıra Abbasağa sırtlarına uzanan bir Ermeni mahallesi olduğunu biliyoruz. Ama İnciciyan’ın ifadesine göre 1759’da Surp Asdvadzadzin Kilesi’nin yıkılmasından sonra “Ermeniler günden güne dağılıp azal”mışlar.
Gelelim Abbasağa Parkı’na. Burada eskiden mezarlıklar varmış. Çelik Gülersoy Beşiktaş üstüne yazdığı kitabında, park yapılmadan önceki durumu şöyle anlatır: “Mâşuklar Yokuşu (...) [yolunun] sonu, eskiden, yani 50’lere kadar, metruk bir Ermeni mezarlığı idi. Sağ yan ise, duvar içinde büyük bir Müslüman mezarlığı. (...) Müslüman mezarlığını, 1940’lar başında Vali Dr. Kırdar, baştan başa söktü ve bir semt parkı haline getirdi. Geleni-gideni kalmamış kabirlerin eski ve değerli taşları, maalesef çok hoyratça toplandı, bir yerlere nakledilip atıldı, kimileri de parkta basamak diye kullanıldı! Bu yağma, tahrip, hiç bir tepki çekmedi.” Çelik Gülersoy kitabının bir başka Abbasağa yokuşundaki bakkal Agop Ağa’yı ve dükkanının önündeki üzüm sepetini de anlatır, ama bu uzun ve başka bir konu olduğu için hiç girmeyelim...
Mezarlıklar bahsine dönersek, İstanbul Ansiklopedisi bu değişimin 1939-1941 yıllarında gerçekleştiğini yazarak şöyle devam eder: “Kabirlerin naklettirilmesi için yapılan tebliğ üzerine, ancak iki yüz kadar kabrin sahibi çıkmış; diğer kabirlere gelince, kemikler kabistanın aşağı köşesinde kazılan dört büyük kuyuya doldurulmuş, taşları da kireçhaneye gönderilmiştir.” Mezarlık parka dönüştükten sonra, “parka çeşit olmak üzere bırakılan birkaç ağaç müstesna, mezarlığın kasvetli hâtırasını silmek için selvilerin hemen hepsi kesilmiştir. Bunların yerine birkaç cins çam, mazı, taflan, atkestanesi, palmiye fidanları dikilmiştir.” En nihayet mutlu sona ulaşan Abbasağa Parkı’nı İstanbul Ansiklopedisi 1944 Eylül’ünde şöyle tasvir eder: “Parkın üst taraflarından Marmara ve Kızkulesi’nden Beylerbeyi’ne kadar uzanan karşı sahil ve sırtların görünüşü pek latiftir. Belediye tarafından semt halkının ihtiyacına kafi gelecek kadar kanapeler konulmuştur; aşağı köşesinde kapalı ve temiz bir ayakyolu vardır. “
Çelik Gülersoy da, bu ilk dönemlerinde parkı överek anlatır: “Üzerine mor ve beyaz salkımlar tutunmuş pergolalar, gül adaları, arkaları yaseminlerle örülmüş sohbet köşeleri ve romantik merdivenleri ile, tam bir cennet köşesi.” Lakin söz ettiğimiz Beşiktaş kitabını yazarken (doksanlı yılların başında), parkın ne durumda olduğunu görmek için yeniden gittiğinde pek öfkelenir: “Park olmuş bir harabe. Bu şehir nereden kalktı, nereye geldi, yarabbi! Aklımı muhafaza et.” Bu bakımsızlık uzun yıllar devam etti. Parkımız girilmekten korkulan bir mekan haline geldi. Daha sonra yerine otopark yapılması gündeme geldiyse de, semt halkının baskıları sonucu 2003 yılında Beşiktaş Belediyesi tarafından yeniden imar edildi, bugünkü haline getirilidi.
Şimdi bütün bu öğrendiklerimden sonra Baba Zula’nın Abbasağa Parkı adlı parçasını elbette daha farklı dinleyeceğim. Ah az kalsın unutuyordum...Evliya Çelebi, Beşiktaş’ın mesire yerlerinden bahsederken, kuş seslerine özel bir paragraf ayırır: “Sarıasma, karatavuk, ishakkuşu, ispinoz, filorina, baştankara, bülbül-i bednâm ve bülbül-i nîk nâmın (güzel bülbülün) feryat ve inleyişleri gezintiye çıkanların canlarına can bağışlayıp dostlar taraf taraf sohbet ederler...” Acaba Baba Zula’nın Abbasağa Parkı’nda seslerini duyduğumuz kuşlar, bunların yedi göbek sonrası torunları mı? Ne dersiniz, olamaz mı?
DESEN: Ceren Oykut
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)