27 Mart 2009 Cuma

BİR BİRA AFİŞİNİN HATIRLATTIKLARI


Hadi bakalım! Nereden nereye! Yıllar önce çok eski bir bira tartışmasını anlatan bir yazı kaleme almıştım. Öyküsünü isterseniz aşağıda okuyacaksınız. Bu bira tartışmasını dergilerden öğrenmiştim elbette. Tartışmanın odağında ise bir afiş vardı. Tartışma tamam da, afişi görmek mümkün olmamıştı. Garajİstanbul'da Efes Pilsen'in açtığı Biraya Dair sergisinin kataloğunda bu afişi görmeyeyim mi! Hemen afişi kopyaladım, altına da yazımı ekledim. Eğlencelidir, söylemedi demeyin!


BİR BUZLU BİRA İÇ GÜZELİM

Türkiye için “alafranga” bir içki olan biranın alaturka tarihçesini daha önce anlatmıştık. Bu kez, 1934 yılında lokantalara asılan bira ilanları nedeniyle basında yer alan ilginç bir tartışmayı aktarmak istiyoruz. Ama önce tartışmanın daha iyi anlaşılması için tekrarlamak pahasına gerekli ön bilgleri verelim.

Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Avrupai bir içki olarak “şık” çevrelerde rağbet gören bira, genellikle Viyana, Münih, Belgrad gibi merkezlerden ithal edilmekteydi. İstanbul ve İzmir’deki birkaç üretim teşebbüsü ise ev imalathanesi düzeyini aşamamıştı. Biranın giderek jardenleri ele geçiren bir içki olduğunu gören İsviçreli Bomonti Kardeşler 1885 yılında küçük bir imalathane olarak kurdukları tesisleri, 1893 yılında fabrikaya dönüştürdüler. Fabrika bulunduğu semte adını verdi. Bomonti.

İkinci bira fabrikası, 1909 yılında Nektar Biracılık Şirketi (Nectar Brewery Company Limited) tarafından Büyükdere’de kuruldu. Bu şirketin merkezi Londra’daydı. Bomonti ve Nektar’ın düşman kardeşler olarak yaşamaları uzun sürmedi. İki şirkette rekabetten aşırı derecede etkilendikleri için, 1912 yılında yönetim yeri Cenevre’de olmak üzere “Bomonti Nektar Metehhit Bira Şirketleri” adıyla birleştiler.

Bomonti-Nektar, özellikle İstanbul ve İzmir’de bira tüketiminin yüzde doksanını ele geçirdi. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar, Düyun-u Umumiye İdaresinin mürâkabe ve rüsum sistemiyle idare edilen bira sanayii, 1926 yılında çıkarılan 760 sayılı Meşrubat İnhisarı’nı üstlenmeye bir Polonyalı şirket talip oldu. Ancak şirketin bu girişimi başarılı olmadı ve Bomonti-Nektar fabrikalarını bir yıl işlettikten sonra çalışmalarını durdurdu. İşletmeleri devralar İçki Tekeli İdaresi, 1928 yılı başından itibaren “Türk Anonim Şirketi” ne 10 yıl için imtiyaz verdi.Bomonti-Nektar yine sahip değiştirmişti...

Biranın kuvveti

Yazımıza konu olan tartışma 1934 yılında, zamanın fiyakalı magazin dergisi Hafta’da başlar. Dergi, Haziran ayının son sayısında, tam da millet sıcaklardan bunalıp, buzlu bira içmenin keyfine varacağı sırada işlere taş koyuverir. Başyazının konusu, lokanta ve birahanelerin duvarlarında boy gösteren bazı resimli levhalarla biranın övülmesidir. Levhada “Yarım litre bira ne gibi gıdaların kuvvetini verir?” diye sorulduktan sonra şöyle devam edilmektedir: “385 gram süt – 32 gram tereyağı – 82 gram sığır eti – 325 gram balık – 105 gram ekmek – 3 buçuk yumurta.” Bu bilgilerin Prof. Dr. Carl von Noorden ve Dr. Hugo Salomon efendilerin “filan kitabın falan sayfasından” alındığı da ayrıca yazılmıştır. Hafta dergisi, bu levhaların altında bir kurum imzası olmadığından, “saf halkın”, Sağlık Bakanlığı tarafından bira içilmesinin tavsiye edildiğini sandığını söyleyerek, duruma el koymaktadır. Derginin ifşa ettiğine göre bu levhaları piyasaya “Bomonti-Nektar” şirketi dağıtmış ve bira içindeki “afyon ve alkol gibi zehirleri gizleyerek”, mahut içkiye “halis gıda süsü” vermek istemiştir.

Hafta boyu okurlarını keyifli yazılarla eğlendirmekten başka bir amacı olduğu o güne kadar pek ortaya çıkmamış olan Hafta dergisi; ele aldığı davanın milli boyutlarını da şu satırla vurgular:
“Bomonti şirketi ecnebidir. Türk ırkının sıhhati ona vız gelir. Bütün gayesi, Türk ırkının kanını kurutmaya bedel, kasasını doldurmaktır... Halkın hayatına kasteden bu levhaları yerinden indirecek bir devlet kuvveti yok mudur?”

Devletten bir cevap gelip gelmediğini bilmiyoruz ama, derginin iki hafta sonraki sayısında Bomonti şirketinin aşağıdaki cevabı yer alır:
1. Biranın sıhhi ve mugaddi (besleyici) bir içki olduğu asırlardan beri bütün dünya fen erbabı tarafından kabul edilmiş bir hakikattir. Bira alkol ve afyonla yapılmaz. Birada alkol kendi tahammürile hasıl olur ve nisbeti de yüzde 2,5-3’tür.
2. Gördüğünüz levhalar tarafımızdan bastırılmıştır. Bunlar şirketimiz mamulatının değil, sureti umumiyede biranın reklamı olduğu için ismimiz yazılmamıştır. Bunda hiçbir suiniyetimiz yoktur. İsnat ettiğiniz fikir hiçbir vakit hatırımıza gelmemiştir. Bu reklamlar aynen Avrupa’nın muhtelif memleketlerinde tabedilmiştir. Biz de onlardan tercüme ve kopya ettik. Bunlarda dahi yapanların isimleri yoktur. Maahaza kendi ismimiz altında ve gördüğünüz mealde biranın mugaddı ve sıhhi bir içki olduğunu senelerden beri gazetelerde ilan ettik ve ediyoruz.
3. Bir Türk şirketi olan müessesemizde isnadınız veçhile bir suiniyet olmadığını ve tam bir Türk vatandaşı olarak çalıştığımızı arz ile hürmetlerinize takdim ederim efendim.
Türk Bira Fabrikaları (Bomonti-Nektar Türk Anonim Şirketi)

Bira içip deli olanlar

Hafta dergisi, mektuba sütunlarında yer vermesine karşın, hemen altında, Bomonti-Nektar’ın görüşlerinin tümüyle asılsız olduğunu söyleyerek kavgaya devam eder. Dergi, biranın sağlıklı ve besleyici olduğunu kabul etmemektedir. Hafta’ya göre, Viyana ve Münih tımarhaneleri yalnız biradan çıldıran delilerle doludur. Ayrıca bizde yapılan biralarda alkol yanı sıra, afyon da kullanıldığını bilmeyen yoktur!

Bir sonraki tartışmaya ünlü içki düşmanı Doktor Fahrettin Kerim Bey de katılır ve görüşlerini şöyle aktarır:
“Eğer söyledikleri gibi bira içmekle o gıdalar temin ediliyorsa n buğday, ne yumurta, ne yağa lüzum kalır? O taktirde herkes bira fıçısının altına yatsın, ağzını açsın, gündelik gıdasını alsın!(...) Biz Avrupa’da siriryatlarda [hastanelerde] çalıştığımız zamanlarda bira içip de deli olanları çok gördük. Bilhassa pazar günleri alkol delilerine çok rastgeldik. Bira için alkollü içkilerin arasında en az zararlısı denebilir. Fakat gıda olarak onu halka tavsiye etmek, katiyen doğru bir hareket olamaz.”

Devlet hala işe karışmamış olacak ki, Fahrettin Kerim’in görüşlerini aktardıktan sonra Hafta dergisi şu notu koymadan yapamıyor:
“Türk nesline kasteden bu şirket karşısında hükümet komiserlerinin kayıtsız kalabilmeleri için makul ve meşru hiçbir sebep tasavvur edemiyoruz!”

Sanırız, Hafta okurları seriyal hale gelen bu bira tartışmalarını merakla beklemeye başlamışlardır. 25 Temmuz tarihli bir sonraki sayıda Server Bedi, “Bence” başlıklı sütununu bu konuya ayırır. Yazısının başlığı “Bira Edebiyatı”dır. Server Bedi ya da gerçek adıyla Peyami Safa, meyhanelerin gedikli müşterisi olarak ve elbetteki rakıyı tercih ettiği için, bira kampanyasına karşı olmalıdır!

“Bomonti hazretleri bir bardak biranın üç buçuk yumurtaya, şu kadar ete, bu kadar süte, muadil olduğunu, insanı beslediğini iddia ediyor.
Düşündüm ve Bomonti hazretlerini haklı buldum...
Haydi, öyle ise, “şerefinize!” deyip çekelim mi? Hayır! Biranın sayılan meziyetleri, içen için değil, satan içindir. Sahiden bir bardak biranın kârı üç buçuk yumurtaya, şu kadar ete, bu kadar süte bedeldir, sahiden bu nesne içeni değil, satanı besler, doyurur, şişirir; elbetteki Bomonti hazretleri ve sadık tebaaları için bira satışından âlâ gıda ve deva olamaz. Duble bira kadehleri içinde kanımızı lıkır lıkır içen hazretin yaptığı edebiyat bundan galattır.”

Devlet babanın biracı sesi

Hafta dergisinin tartışmanın başından beri devreye sokmak istediği devlet babanın sesi, biraz uzaktan, Ankara’dan gelmekte gecikmez. Ama bekledikleri biçimde değildir sedası. 1934 yılında Atatürk Orman Çiftlikleri bünyesinde devletin kurduğu ilk bira fabrikası açılır. O dönemde yayınlanan Atatürk Çiftlikleri adlı kitap konuyu, tartışma yaratmayacak biçimde şöyle özetler:

“Bir halk içkisi olan bira bizde Cumhuriyetten önce ancak kibarların ve ecnebilerin birkaç birahane, lokanta yahut bahçede içtikleri bir içki idi. Onun milli bir halk içkisi haline getirilmesi bahsine ancak Cumhuriyet devrinde dokunuldu.

Orman Çiftliği hem sıhhati tahrip eden ağır içkiler yerine daha sıhhi ve hafif bir içki olan birayı memlekette yaymak, hem de memleket ziraatine yeni bir kalkınma amili daha ilâve etmek hedefini göz önünde bulundurmuştur.”

Bu açıklamadan sonra, Hafta dergisi polemikçileri için yapılacak tek şey kalıyordu. Radyoyu açıp, Yasari Asım Arsoy’un sofyân makamındaki şarkısını dinlemek:
“Bir buzlu bira iç güzelim gönlün açılsın!”

24 Mart 2009 Salı

"BİRAYA DAİR NE VARSA" SERGİSİ!


Efes Pilsen Garajİstanbul'u bir aylığına kapattı ve burada bir bira tarihi sergisi açtı. Serginin adı "Osmanlıdan Cumhuriyete Biraya Dair", yaratıcısı Mert Sandalcı, icracısı ise Burçak Madran ve ekibi...

Mert Sandalcı, Türkiye'de eşine pek az rastlanan türden bir koleksiyoner arkadaşımızdır. Muhteşem bir ısrarla toplar, ama bunları sadece kendine saklamaz, herkesin yararlanabileceği yayınlar haline getirir. Daha önce Max Fruchtermann kartpostallarını ve Eczacılık Tarihi koleksiyonunu çok kaliteli baskılılarla seriyal yayınlar haline getirmişti. Şimdi de bira tarihi koleksiyonu görücüye çıktı. Sırada galiba Coca Cola'nın Türkiye tarihi var...

Garajİstanbul'un sınırlı hacmine başarıyla sıkıştırılmış olan bira tarihimiz, Osmanlı'daki ilk bira bahçelerinden başlıyor, Bomonti Bira Fabrikasına uzanıyor, oradan Cumhuriyet'in devlet eliyle kurduğu bira tekeline kadar geliyor. Kartpostallar, yayınlar, ilanlar, kataloglar... Yetmedi şişeler, hediyelik eşyalar, bardak altlıkları... Biraya dair ne varsa bir araya getirilmiş bu sergide...

Serginin tasarımı ve icrası da başarılı. Salona girdiğinizde iki boyutlu ve zaman zaman üç boyutlu olarak bu malzemenin büyütülmüş örnekleriyle çevreleniyorsunuz. Aralarında dolanırken, eğer resimlerin orijinallerini görmek isterseniz, panolaran yamacında duran kutulara el atıyorsunuz. Küçük bir kendinize doğru çekme gayretinden sonra gizli kutu açılıp size minik orijinal belgeyi gösteriyor...

Ben de bu sergi vesilesiyile daha önce Uzun Metin Sevenlerden Misiniz adlı kitabımda yayınlanmış olan ve bira tarihimizi anlatan bir yazımı paylaşmak isitedim. İyi okumalar...

ALAFRANGA BİRAYA ALATURKA TARİHÇE

Bira alafrangadır. Kim ne derse desin... Gerçi Çatalhöyük’teki kocaman kil tabletlerin üzerinde Hititlerin bira yapmayı bildiklerini gösteren bazı kanıtlar var. Ama Hititler Şarap yapmayı da biliyorlarmış. Ve Anadolu’nun sonraki sahipleri tercihlerini şarap, daha sonra da rakı üstüne yapmışlar. Bira unutulup gitmiş yıllar yılı.

Kendi toprağımızda kökleri olan bu serin içkinin yeniden vatan saflarına katılması için on dokuzuncu yüzyıla ulaşmamız gerekmiş. Bira gelişip serpildiği Avrupa’dan batılaşmayla birlikte Türkiye’ye ithal edilmiş, Viyana’dan, Belgrad’dan, Münih’ten İstanbul’a ve elbetteki Beyoğlu’na gelmiş bira.

Ahmet Mithat, Vah adlı kitabında bu ilk birahaneleri şöyle anlatır. “Galata ve Beyoğlu’nda Almanların küşad etmiş oldukları birahaneler hakkında Osmanlı beylerimizin, efendilerimizin rağbetleri pek fevkalade idi. O zamanlar gitmiş olsaydınız, dört beş şapkalı varsa, yirmi otuz da fesli görürdünüz. Hele Galata’da Voyvoda civarında onbeş numaralı Fogel birahanesi Osmanlıların en ziyade mazhar-ı rağbet olmuştu. O derecelere kadar ki, orada hizmet eden Alman karıları bile pek az bir müddet zarfında Türkçe öğrenmeye mecbur kalmışlardı. Birahanelerde her nevi gazete bilinip Avrupa’nın her tarafından gelen musavver gazeteler ise lisan aşina olamayan Osmanlıların yegâne sermaye-i telezzüzleri idi.” ( İstanbul 1882, s. 67)

Jarden püblikler dönemi
Bira gibi birahaneler de Tanzimat alafrangalılığının ürünü olarak doğmuşlardı.Özellikle şık “mösyöler”, kibar “matmazeller” sevmiş bu yeni içkiyi. Ayak takımı pek yüz vermemiş. Onlar alıştıkları üzere şaraphane ve meyhanelere gitmeye devam etmişler. Bu eski tavrın bir uzantısını Ahmet Rasim’in Fuhş-ı Atik kitabındaki şu satırlarda görebiliriz: “Bira, konyak, monyak, bunlar içilir şeyler değildir. İlla bira, adeta hamallıktır. İç bira iç... İnsanın midesi saka kırbasına döner.” (s. 88) Üstat muhtemeldir ki, rakının verdiği rehaveti bira içerek sağlamıştır. Bu nafile çaba kendisini pek yorduğundan öfkesini alamamış olacak. Siz Ahmet Rasim’i bir de “Rakı İçmenin Usulü” üstüne yazdığı satırlarda görün. Keyfinden kabına sığmaz.

Birahaneler yanında, kibar içkimizin boy gösterdiğibir mahalde Belediye Bahçeleridir. O zamanki adıyla jarden püblikler. Çamlıca Belediye Bahçesi, Recaizade Mahmut Ekrem’in demesine göre, 1870 Mayısında kurulmuştur. İçindeki mükemmel gazino iki bölümdür; sağ yanı alaturka, sol yanı alafranga...Bira içmek istiyorsak sollayacağız. Bu tarafta alaturkadaki ince sazın sesini bastıran orkestra var. Müşterilerimiz Beyoğlu’ndan, Moda’dan, İcadiye’den gelme mösyöler, madamlar, matmazeller,erkekli kadınlı tatlısu frenkleri, frenkliğe özenen Ermeni zenginleri, Rum çorbacıları ve kokonaları, alafrangalık taslayan züppe beyler. Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası’nda Paşaoğlu Bihruz Beyi, Bender fabrikasında yaptırdığı ekipajıyla (araba takımı) 1870 haziranında bu bahçeye getirir. Girişe yakın bir masaya oturtur ve bekletmeye başlar. Bihruz Bey perdesüsünü yandaki sandalyeye öyle biçimli atar ki, “Terzi Mir” markası hemen okunuverir. İstanbul’un en ünlü terzisine diktirilmiş, kolay mı? Garsona bir bira söylerse de gelen bardağa dokunmaz. Yazık, köpükler giderek azalmakta... Ayak ayak üstüne pek havalı atar. Neden derseniz, İstanbul’un en ünlü mağazası “Herald” dan çıkma, öyle pek kolay yanına varılamayan, parlak rugan iskarpinler var paşazadenin muhterem ayaklarında! İskarpinin sivri ucuna hafif hafif dokunan gümüş bastonun markasında “M.B” (Muhteşem Bihruz) harfleri okunmakta... Beyimiz, uçları altın işlemeli siyah bir ipek şeride bağlı mineli saatini, bembeyaz yeleğinin cebinden çıkarıp bakmakta. Lakin önündeki birayı içeceği yok. Tarihimize katkısı olmayacağını tesbit edip diğer masalara göz atmakta yarar var.

Oooo... Masaların çoğunda İstanbul’da yeni yeni yaygınlaşan ve pek bir moda olan bira dubleleri var. Yanında meze olarak, ince francala dilimleri üstüne konmuş, kırmızı biber ekilmiş kaşar, gravyer peyniri, kırmızı turp yer almakta. bir kısım masalarda ise konyak, amer, vermut ve menta var renk renk kadehlerde. Ama bira ağır basıyor. Alafrangalaştığımızın işareti adeta!

Çamlıca’dan sonra kurulan bir bahçe de Tepebaşı. Tepebaşı, zamanın Jön Türklerinin sık sık boy gösterdikleri bir jarden. Sarmaşıklarla sarılı, yüksek parmaklıklarla kapalı bahçemizin tek kapısı var. İki yanında da gişe, duhuliyesi 1 kuruş 1900 yılı dolaylarında... İkindiden sonra gelirseniz yavaş yavaş dolmakta olduğunu görürsünüz. Sermet Muhtar Alus konsomasyonu biraz tuzluca bulur. Kahve, çay, gazoz, Bomonti birasının dublesi ve lokum 100 para; sütlü çay, sütlü kakao, dondurma, çeyrek pasta, Spateu ve Pilsner biraların bardağı ise 5 kuruş. 100 paranın 2,5 kuruş olduğu hatırlanırsa, Bomonti birasının ithal biralar karşısında daha şanslı olduğu hemen görülür. Söylemeyi unuttuk, Bomonti halis Osmanlı birasının adı.


Bomonti: Halis Osmanlı birası

Bira tarihçemizde Bomonti adının özel bir yeri var. Türkiye’nin konumuza dahlolan ilk müteşebbisleri Bomonti kardeşlerdir. 1893 yılında fabrikalarını bugün İstanbul Bira Fabrikası’nın bulunduğu yere kurmuşlardır. Tekel’in yayınlarında bu fabrikanın adı hâlâ Bomonti diye geçer. Derken 1909 yılında Büyükdere’de “Nektar Bira Fabrikası” kurulunca, bu yeni teşebbüsle ‘ayrı gayrı olmaz’ diyip yanyana gelmişler. Sonuç, “Bomonti-Nektar Müttehit Bira Şirketleri” kurulmuş. Bu izdivaçtan nurtopu gibi, beyaz köpüklü, altın renkli bir çocuk dünyaya gelmiş. Bomonti-Nektar birası...

Biz yine 1909 yılına, Tepebaşı’na dönelim... Gişeye kuruşu verelim, içeri girelim. Ağır, vekarlı vekarlı, adeta orkestra nağmelerine ayak uydurarak, sağı solu süze süze bir iki dolaşıp öyle oturacağız yerimize. Adet böyle... Fark edeceğiniz gibi sandalyeler pek rahat değil. Izgara biçiminde demir çubuklar adamın mabadına dokunuyor ne yazık ki. İsterseniz siz de bahçedeki kibar mösyöler gibi, kumaşı buruşmayan pardesünüzü ikiye katlayıp altınıza koyabilirsiniz artık...

Masalarda kelli felli paşalar, beyler, vav bıyıklı damatlar, mösyöler, madamlar, matmazeller... Bakın, Beyoğlu’nun kalburüstü yosmaları da burada. Nemseli Anna, Deli Eleni, Kara Karatina, Arnavutköylü Poliniya, Çakır Uskuhi, Benli Anjel. Say say bitmiyor, hepsi birbirinden güzel... Mızıka Köşkünde Maestro Lange’nin kırk kişilik fanfarı var. Fanfar dediğimiz malum bol nefesli sazlarla donanmış çalgı takımı. Neler çalıyorlar neler... Faust, La Traviata, Aida gibi ağır operalardan mı istersiniz; yoksa Mavi Tuna, Tuna Dalgaları, Lüksemburg valsi gibi popüler havalardan mı? Acele etmeye gerek yok, fanfar hepsini sırayla çalacak. Size kalan, uygun bir işmar atıp güzeller arasından seçtiğinizle dansa kalkmak.

İsterseniz bir onbeş yıl kadar ileri gidelim. Bu kez Ziya Osman Saba babasıyla gelecektir Tepebaşı’na. Koca dublelerle köpük köpük bira içmek için... Garson, biranın taşıp gitmesinden korkuyormuşcasına, yerdeki çakıları daha çok seslendiren telaşlı adımlarla, başlar üzerinden aşıra aşıra taşır dubleleri. Biralar o zaman da Viyana valsinin hafif nağmeleri altında içilir. Ve küçük Ziya Osman çocukluğunun bu keyifli ve köpüklü anısını kolay kolay unutamaz...

Tepebaşı’na benzer müşterilerin geldiği bir diğer bahçe de Taksim Belediye Gazinosu’dur. Belediye Bahçeleri, 1908 yılında ikinci meşrutiyetin ilanıyla hürriyeti seçip, “Millet Bahçeleri” oldular. Cumhuriyete doğru park, daha sonra da gazino sıfatını aldılar. Bahçelerimizin tarihi biraz da bizim tarihimizdir görüldüğü gibi.
Biz yine Ziya Osman Saba’nın anıları yedeğinde, o zaman dik ve dar merdivenli bir yokuş olan Gümüşsuyu’ndan çıkarak Taksim’e gelelim. Yokuşun sonunda, tam karşıda Taksim Bahçesi görülmekte. Burası da paralı. Antre 40 para. Burada da mızıka köşkü var. Ancak orkestra on-oniki kişiyi geçmiyor. Yine de, Tepebaşı’ndan kötü çaldıkları söylenemez. Masalarda dubleler daha çok Bomonti birasıyla dolu.

Bu dönemin bahçeleri, namı diğer jardenleri şarkılara, kantolara da konu olmuş elbette. Bakın Kantocu Şamran neler diyor “Jardenler Kantosu”nda:
Jardenlerde gezerim
Muzikayı dinlerim
Eteymi şık tutarak
Ben promenad ederim

Matmazaller mösyeler
Kol kola gezinirler
Aşk-u sevdadan bahsedip
Ezilip büzülürler.

Bomonti’nin kendi adıyla anılan bahçelerinin başında, bugün de kendi adıyla anılan semtte yer alan “Bomonti Bahçesi” gelirdi. Bir dönemin ünlü mimarı Vedat Tek, bu bahçeyi şöyle hatırlar: “Bomonti Bahçesi’ni kim bilmez ki? Çünkü Bomonti denince akla zaten Bomonti Bira Bahçesi gelirdi hemen. (…) Bomonti’deki “Bahçe” (…) bira fabrikasının bahçesindeydi. Yaz aylarında burada küçük fıçılar içinde buzlu bira içilirdi. Ayrıca çevrede meze satan dükkanlar, manavlar ve seyyan satıcılar varadı. Bahçede tatil günlerinde müzik de çalınırdı. Ailece gelinen bir yerdi… Neşeli ve hoş saatler geçirilirdi bahçede.” (Yıllarboyu Tarih, Haziran 1980)

Bomonti’ye komşu “Osmanbey Gazinosu”nun adı da Peruz’la Şamran’ın bir düettosunda şöyle geçer:

Dün gece Osmanbey’de
Yakaladım seniiii...
Yanındaki mamzel
Çok süzdü beniiii
Tıkitak tıkitak...
Ederken bira kadehleri...

Şişemiz kendinden kapaklıdır

Osmanlı döneminde birahaneler kentin özellikle Galata ve Beyoğlu semtlerinde toplanmıştı. Buralardaki bbirahanelerin arasında Aynalı, Bizans, Nikoli (İsviçre), Yani, Bartoli, Strazburg (Yani 2), Londra, Anadolu en çok adı anılanlar. Said Duhani, Nikoli’nin işlettiği İsviçre Birahanesi’nin ünlü Münih birası “Paulanebraeu Salvatorbrauer”in temsilcisi olduğunu söyler. Sermet Muhtar Alus’un anlattıklarına göz atarsak, Anadolu Pasajı’nda yeralan Anadolu Birahanesi’nde, “yeşilliklerle bezenmiş küçük havuzlar, dondurma çağlayanlar” olduğunu öğreniriz. Müşterileri efendi efendi oturur, karafaki rakısını, duble birasını içermiş.

Beyoğlu’nda değil de, şöyle havadar, deniz kenarında bira içmek isterseniz size Bebek Bahçesi’ni tavsiye edeceğiz. Ziya Osman Saba çocukluğunda deniz banyosundan sonra vakitlerini, denizin getirdiği gevşeklik içinde bu bahçede geçirirmiş. O zamanlar, yani Mütareke İstanbul’unda, Bebek Vapur İskelesinin yerinde bir patinaj sahası varmış. Masalara oturulduğu zaman arkadan paten kayanların vızıltısı işitilir, önlerinden de deniz şırıltısı gelirmiş. Garson, mermer masanın üstüne bir şişe bira ve francalasıyla birlikte iki ayrı tabakta, iki dilim kaşar peyniri bırakırmış. Biraya dikkatinizi çekeriz. Bomonti-Nektar’dır. Cumhuriyetten sonra görüleceği gibi kapağı kapsülle kapatılmamıştır. Şişemiz kendinden kapaklıdır ve garsonun açmasına ihtiyaç yoktur. Kendi biranızı kendiniz açabilirsiniz. Ziya Osman “Ah,” diyor, o biralar başka, kaşar peynirleri bile başkaydı.”
( Değişen İstanbul, s.28-29)

Cumhuriyet birçok şeyi değiştirdi, ama bira uzun süre Bomonti olarak kaldı. Devletin kurduğu ilk fabrika ise 1934 yılında Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği’nde kuruldu. Üç yıl sonra fabrka büyütülüp geliştirildi. Atatürk(ün direktifleriyle kurulan bu fabrika 1939 yılında Tekel İdaresi’ne devredildi. O dönemde fabrika Normal, Siyah, Salon ve Salvator adlarını taşıyan dört çeşit bira üretiyordu.

Orman Çiftliği içindeki bahçenin o zamanlar “Bira Bahçesi” adını taşıması da Cumhuriyetin biraya gösterdiği öze ilginin göstergesi olarak ortada durmakta. Ama biranın Cumhuriyet’le başlayan bu yeni tarihi başka bir hikayenin konusu . Bu alafranga içkinin nasıl “alaturka” hale getirildiğini görmek isterseniz Beyoğlu’na çıkıp, arabesk ve midye tava eşliğinde fıçı bira içilen birahaneleri dolaşınız.