28 Ocak 2017 Cumartesi

Engin Cezzar'ın ardından



BİR HAYAT BANA YETMİYOR
Engin Cezzar’la konuşma

Sevgili Engin Cezzar'ı ne yazık ki kaybetmişiz. Gülriz Sururi'ye can dostunun ardından sabırlar dileriz.  Engin'in yaşamını aktaran bir Engin Cezzar Kitabı hazırlamıştım (YKY, İstanbul 1996). Kitabın girişinde yazdığım gibi, sanat yaşamının bütününe baktığımızda heyecan verici, çarpıcı bir toplam karşımıza çıkıyordu. Yüzlerce oyun, televizyon filmleri ve dizileri, ortak çalışmalar, uluslararası ilişkilerle dopdolu bir sanat yaşamıyla karşı karşıyaydık.  Engin Cezzar'ın baş rolünü oynadığı, rejisörlüğü ve prodüktörlüğünü yaptığı oyunlar arasında bir çok dünya prömiyeri bulunması hemen dikkatimi çekmişti. Gülriz Sururi- Engin Cezzar Tiyatrosu Türk ve dünya tiyatro edebiyatının bir çok önemli eserini sahneye çıkarmıştı. Bunların o dönem için öncü ve yenilikçi eserler olması da ayrıca önem taşıyordu.

Aradan yıllar geçtikten sonra Engin Cezzar yeniden önemli bir rolle tiyatro sahnesine dönmüştü. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Mustafa Avkıran tarafından sahnelenen Ayak Takımı Arasında oyununda Lukas rolünü üstlenmişti. Bu vesileyle onunla bir röportaj yapmıştım. Bu güzel insanı bir daha hatırlamak için vesile olsun...

GA: 17 yıldır ilk kez sahneye, tiyatro sahnesine profesyonel anlamda yeniden çıkıyorsun. Niye oynamadın bu 17 yıl boyunca?

EC: Niye oynamadım biliyor musun? Halide’de o kadar üzüldüm, sahne üzerinde o kadar zorlandım ki, adeta küstüm sahneye... Bu rol, daha doğrusu roller beni yıprattı.. Halide’de 8-10 tane değişik karakteri oynuyordum. Örneğin, Halide’nin korkuları diye bir rol var. Korkuların içinde Abdülhamit de var, Batı da var. Çok zor bir roldü. Bu rolün altında ezildim belki de. Rol değil roller dediğim gibi. Belki de işin pis tarafı buydu. Baştan sona bildiğimiz anlamda, doğru dürüst bir rol değildi,...Yönetmen Rutkay Aziz’di, ona, herhalde bundan sonra sahneye çıkamam, dedim.

GA: Bilinen anlamda, kendi içinde bütünlüğü olan bir karakter olmayışı belki zorladı seni.

EC: Evet, daha çok tipler halinde canlandırmak gerekiyordu. Kostümler mostümler... Düşünsel bir şeydi, aslında yaşayan bir şey de pek yoktu. Bir oyuncu için, yahut benim için diyeyim, yaşamıyordu roller. İşte bu oyundan sonra herhangi bir oyunda, herhangi bir rol için, içimde bir istek, bir dürtü kalmadı. Belki de çok yorulmuştum.

GA: Zaten sizin Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu da bir diraklama dönemine giriyor ve bazı eski oyunlarınızın televizyon çekimleri başlıyor. Keşanlı Ali, Kaldırım Serçesi gibi. 

EC: Bunların hemen ardından da Devlet Tiyatrosu giriyor yaşamıma. Direkt olarak yönetmen kadrosunda girdim Devlet Tiyatrosu’na. Doğal olarak projelerim hep yönetmenlik üzereydi. Şimdi bu bir rastlantı da olabilir, bir ölçüde benim seçimim de. Yani oyunculuk yapmak istemeyip, sadece yönetmenlik yapmaya yönelişim de olabilir bunun ardında. 

GA: Peki bu dönemde, yani Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu olarak sahneye çıkamaz mıydın?

EC: Galiba kendimi oyuncu olarak kapamıştım bir süre. Bir de Devlet Tiyatrosu bünyesi içinde hiç kendimi oyuncu olarak göremedim. Niye göremedim? Belki güvendiğim proje yoktu, güvendiğim rejisör yoktu ve en önemlisi sadece yönetmen rolündeydim o günlerde.

GA: Şöyle ya da böyle, ama sonuçta tam 17 yıl profesyonel olarak bir oyunda rol almadın sonuç olarak. Bir de şu noktadan bakalım, o kadar alışmıştın ki yıllarca kendi gemini yürütmeye... Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’nda 1985’e kadar, hem yöneticiydin, hem yönetmendin, hem işin sahibi olan insandın. Her şeyde duruma hakimdin. Sonra durum değişti ve bu seni rahatsız etti. Başkasına teslim olmaktan korkuyorsun belki de…

EC: Kesinlikle doğru, teslim olmaktan korkuyorum. Neden? Çünkü yaptığım işlerde kendime çok güveniyorum bir. Üstelik kendi işimin tamamen hakimiyim. Projenin seçiminden, yapımından, yönetiminden, yorumundan ve oyunculuğundan.. Şimdi ben bu ortamı başka bir yerde bulamam. Bulamadım da. Bundan sonra da bulamam aslında. Çok zor bir şey, daha doğrusu çok önemli bir şartlanma bu insanın kariyerinde, mesleğinde. Herhalde bütün bunlar üst üste geldi. Ayrıca dediğim gibi belki oyunculuğa karşı tuhaf bir tembellik, bir isteksizlik eklendi buna. Bunlardan ötürü Devlet Tiyatrosu’nun içinde yönetmenlik yapmaya yöneldim. Kendime başka bir yol bulamadım. Evet açıkça bulamadım.

GA: İki yıl kadar önce de emekli oldun. Emekli olduktan sonra çok önemli bir kalp ameliyatı geçirdin.

EC: Doğrudur.

GA: Peki şimdi ne değişti? Niye yeniden oyuncu olarak sahnelere döndün? 

EC: Bir kere sağlığımı kazandım. Kazandığıma inanıyorum, inşallah kalbim çatlamadan devam ederim. Ama gerçekten iyi hissediyorum kendimi. İkincisi bu söz ettiğimiz çok uzun ara verişin yarattığı problem.. Yapmak istediğin bir işi yapamazsan bu bir birikim yaratıyor. Artık oynamalıyım diye bir ses habire yükseliyor içinden. Ve son olarak da, hayata yeniden başlamanın getirdiği duygu. Şaka değil  öteye gittim ve geldim. Öldüm ve dirildim. Bundan sonra yeniden hayata başladığın zaman, sanki biraz sıfırdan başlıyorsun gibi oluyor. Bunu önce bilinçli olarak düşünmüyorsun, sonra yavaş yavaş fark ediyorsun. Ve madem  yeni bir yaşama kavuştum, o zaman bunu değerlendirmem lazım. Oyuncuysam oyuncu olarak, yönetmensem yönetmen olarak. Yani çalışmam gerek. Yeniden yaşamam, yeni yaşamımı yaşamam gerek.


GA- Aslında biraz daha insaflı olmamız lâzım. Bu on yedi yıl içinde boş durmadın ki sen. TV oyunları, dizileri, Devlet Tiyatrosu yönetmenliği ve senaryo çalışmaların var. Üretmedin demek kolay değil…

EC- Doğru, ama oyunculuktan, tiyatrodan kopuşum da aynı yıllara denk geliyor. Aslında biraz genel anlamda tiyatrodan koptum galiba bu dönemde. Ben her zaman sinemaya müthiş tutkusu olan bir insandım. Ömür boyu hep sinema yapmak istedim, ama hiçbir zaman yapamadım. Oynamadığım bu yıllarda –yani şu geçtiğimiz 15 yılın içinde bir yerlerde-  madem sinema yapamıyorsun, otur yaz dedim kendime. Projeler ürettim, senaryolar yazdım ve projeleri hayata geçirmeye çalıştım. Olmadı. Bu alanda geç kaldığımı sanıyorum, çünkü bir sinemacı olarak pratiğim çok zayıf. Ama bir senarist olarak da çok güçlüyüm. Demek ki, eğer ben çok daha önceleri böyle bir çabaya girseydim, yani bu işin pratiğine daha önce başlayabilmiş olsaydım, o zaman belki başarılı olabilirdim sinemada

GA: TV’de oyun yönetmek, dizilerde oynamak da bu arzunu körükledi belki… 

EC: Elbette ki onlar da çok tahrik etti beni. Özellikle Keşanlı Ali Destanı’nda olsun, Kaldırım Serçesi’nde olsun, büyük bir mutluluk ve rahatlıkla çalıştım. Yüzde yüz kontrol edebiliyorsam bir sanatsal üretimi, o zaman başarılı ve mutlu oluyorum galiba.

GA: O zaman 1990’dan başlayarak Devlet Tiyatrosu’nda yaptığın rejilerde de pek mutlu olmadığını söyleyebiliriz miyiz? Bunlarda da gerek proje, gerekse oyuncu seçimi, gerekse koşullar senin inisiyatifinde değildi. 

EC: Evet mutluluğum sınırlı oldu. Ama bazen de mucizevi bir şekilde istediğim hakimiyeti kurabildim. Mesela Antalya Devet Tiyatrosu’ndaki çalışmam muhteşem bir şeydi. Devlet Tiyatrosu’nun Antalya Sahnesi açılıyordu. O zaman bu sahnenin yöneticisi olan Mustafa Avkuran benden bir proje istedi, projeyi verdim. Musahipzade Celal’den Ülkü Tamer’in uyarladığı Kadı Müzikali…Müzikleri de Cem İdiz yaptı. Oradaki ortam gerçekten çok iyiydi. Çok hakimdim işe, çok rahattım ve huzurluydum. Bu nedenle de en başarılı projelerimden biri olmuştur. Onun dışında, yine bir müzikli oyun denemesinden söz edebiliriz Devlet Tiyatrosu’nda: Yedi Kadın.  Cem İdizle beraber onu müziklendirdik. Cem İdiz’le daha sonra da beraber çalıştık. 

GA- Geçmişte de öyle değil miydi? Müzik ve tiyatronun beraberliği seni hep heyecanlandırdı sanırsam.

EC- Evet , bir kere müziği çok seviyorum. Müzik çok heyecanlandırıyor beni, alıp başka yerlere götürüyor. Beni de, tiyatroyu da…

GA- Şimdi yine şu sön döneme gelelim. Kalp ameliyatından sonra bir ara anılarını yazmayı bile düşündün. Hatta başladın mı ne?

EC: Pek sayılmaz. Tabii ki bir gün yazacağım. Ama o yazmaya başladığım gün, kendi kendime demeliyim ki, tamam sen defterini kapadın, artık aktif tiyatro yaşamından çekilebilirsin. Bambaşka bir yere yönelişe girmeli yaşamım. Çünkü yazmak benim için çok büyük konsantrasyon isteyen bir iş. Ben Gülriz gibi değilim. Gülriz maşallah oturuyor, şakır şakır yazıyor. Her zamanki yaşamını da sürdürüyor. Yani hiç onu fazla uğraştıran bir iş değilmiş gibi...

GA: Senden çok daha kolay yazıyor.
EC: Çok daha kolay yazıyor ve ayrıca çok güzel yazıyor. Şimdi bütün bu durumların muhasebesini yaptıktan sonra, 2002’nin sonlarında artık bir şey olsa da oynasam, bir iş çıksa da üretsem noktasındaydım.  Ve bir gün bu düşüncemi Mustafa’ya [Avkıran] söyledim. Laf arasında  dedim ki, “Mustafa, bak ben oynamak istiyorum, aklında olsun” . Böyle geldi geçti o laf. Bu laflar hep gelip geçer ama, bazen bir yerde de zınk diye zamanlamasına oturur.

GA: Oyuna girmeden biraz daha irdelemek istiyorum şu konuyu. Dediklerinden şunu anlıyorum ki, bir oyuncu mutlaka oynamalı. Peki oynamayınca nasıl bir ruh durumuna giriyorsun? Ya da tersine, oynamak seni nasıl var ediyor? 

EC: O zaman, şimdi çok geriye döneyim. Gençlik yıllarıma dönüyorum. Amatörlüğüme, yahut ilk profesyonelliğime. Niye tiyatroyu seçtim? Niye özellikle tiyatroculuk, niye oyunculuk? Oyunculuk benim için olağanüstü tatmin edici, rahatlatıcı bir şey. Her insan yaşamında bir hayat yaşar. İnişli çıkışlı, renkli renksiz, karanlık aydınlık, ama tek bir hayat. Ama bir oyuncu, kariyeri süresince yüzlerce değişik insanı yaşayabilir ve yaşatabilir. Bu bana büyük bir mutluluk veriyor.

GA: Bir hayat yaşamak sana yetmiyor mu?

EC: Yetmiyor, hakikaten yetmiyor. Bir hayat yaşamak bana yetmiyor. Dürtü belki de bu. Oyuncu olduğum, yahut bu nedenle oyunculuğu seçtiğim için. Büyük bir keyif veriyor bu yaşamlar. Hepsi de hakikaten, şimdi hatırlamıyorum kaç oyun oynadım ama, benim yaşamımı korkunç etkilemiş, korkunç renklendirmiş ve mutlu etmiştir. Oynamak isteyişimin tarifi belki bu mutluluğu arayışım.


GA: Bu duyguyu, mutluluğu biraz daha anlatmaya çalışır mısın?

EC: Evet oynamak çok mutlu ediyor beni. Birden bire bambaşka bir insan, bambaşka bir dönem, bambaşka bir zaman kesiti. Farklı ruhlar, bunlarla uğraşmak. Elbette çalışması kolay değil. Hiç kolay değil. Çünkü hakkıyla yaparsan işini, bu çok zor bir iş. Yani insan şişirerek de bir rolü oynayabilir. Fazla etkisinde kalmayabilir. Ama benim için rol, sahne üzerinde o rolün oynanışı, sunuluşu kutsal bir şey neredeyse.

GA: Acaba bir bestecinin, bir romancının, bir ressamın yaratım sürecinde duyduğu mutlulukla paralel düşünebilir miyiz bunu? Yoksa sence bir farklılığı var mı?

EC: Hayır yok, çünkü herkesin ayrı bir marifeti var. Evet, nasıl bir yazarın, bir bestecinin, bir ressamın üretimi başkalarının hayatına bir katkı sağlıyorsa, bu da öyle bir şey.  Sadece özel bir tatmin değil. Başka insanları da kendi duygularına ortak edebilmek önemli olan. Onları, senin sahnedeki yaşamına gülerek, ağlayarak, alkışlayarak, susarak katılmasını sağlamak. Böylece hem önce kendin kişisel olarak büyük bir mutluluk duyuyorsun, hem eğer işini iyi yapıyorsan insanlara bir şeyler veriyorsun. Seyirciyle olan alışveriş, o paylaşım olağanüstü bir şey. Her zaman olmaz, bu duyguyu yakalayabilirsen tabii…

GA: Artık gelelim mi yeni oyuna. Biraz oyunu konuşalım.

EC: Evet, bir buçuk ay kadar önce Mustafa [Avkıran) aradı beni,. “Engin abi,” dedi, “Bak bana fi tarihinde  söylemiştin oynamak istiyorum diye. İşte şimdi bir proje var. Boş musun? Uygun musun?”. “Proje ne?” diye sordum. “Ayaktakımı Arasında”. Çok çarpıcı tabii. Sadece adı bile çarpıcı. Çünkü gerçekten bir klasik.  Gorki ve Ayaktakımı Arasında… Oyunu ben okumayalı herhalde asırlar olmuştur. Dedim hemen okuyayım,  sana bildireyim. “Düşündüğün rol nedir?  Cevap “Lukas”. Hemen aldım ve okudum. Çok zor okudum, çünkü çok eski bir çeviri. 1935 tarihli Vâ-Nû’nun çevirisi. Anladığım kadariyla o yıllarda Vâ-Nû Rusça’yı daha yeni yeni söküyor. Halbuki 1935’teki eleştirilerde, ne muhteşem bir çeviri diye sözü ediliyor. Çok umutsuzlaştım yani, biraz üzüldüm. Rolü inceledim. Rol çok güzel bir rol. Güzel rol ne demektir? Bana yakın bir rol diye düşünürsen o rol güzeldir. Okur okumaz bunun kokusunu alırsın. . 

GA: Nasıl hissedersin bunu? Bir rolün sana yakın olup olmadığını, Lukas rolünü kullanarak anlatsana. 

EC: Deneyimli bir tiyatrocu isen genellikle sana uygun olan rolü bilirsin. Yani ya eskiden, ya daha önceden bir tanışıklığın vardır, yahut özellikle o rolü oynamak istemişindirr. Hatta belki de o rolün peşindekoşmuş, kovalamışsındır. Bu rol benim içindir diye düşünmüşündür. Oyuncu bilir bunu.

GA: Daha önce okumadığı, tanımadığı, yepyeni bir oyunda nasıl bilebilir?

EC: Yepyeni bir oyunda ise bir tanışmadır. Bir kokudur. Birdenbire o kokuyu alırsın rolde. Bir sözcükde, bir davranışda, bir tavırda. Aniden hissedersin.
Sana göre bir şey bulursun. Veyahut bulamazsın. Ama bulduğun zaman o çok mutlu bir buluşmadır. Benim Ayak Takımı Arasında’ki Lukas’la buluşmam, bu tür mutlu bir buluşma oldu. Aslında asırlar önce okuduğum bir oyun, kesinlikle hiçbir şey hatırlamıyorumdum, oyuncuları hatırlamıyorum, genel havasını biliyordum oyunun. Okuyunca baktım  ki Lukas, evet çok iyi, bu bana göre bir rol. Şimdi “bu bana göre bir rol”ün bazı ufak detayları vardır. Yaşı başı, fiziği. Yani her rolün bir fiziği vardır. Rol benim fiziğim uyuyor mu? Bu, kokudan sonra gelir. Önce benimsersin, seversin, bu rolü oynamak istiyorum dersin, ki bu böyle oldu ilk okuyuşta. Sonra yaşını başını, detaylarını düşünmeye başlarsın. O da çok uygun. Bütün bu uygunları hesaplarken, role katabileceğin başka şeyleri de düşünmeye başlıyorsun. Getirebileceğin yorumu düşünüyorsun. Ama o noktada yorum için daha çok erkendi. Açtım telefonu, “tamam, ben bu rolü oynuyorum” dedim. Kaygılarımı söyledim. Çevirinin düzelmesi gerek, oyun biraz uzun. 1902’de yazılmış, dört perdelik, biraz fazla uzunca bir oyun

GA: Lukas nasıl birisi? Oyunu görmeyen birine nasıl anlatırsın?

EC: Lukas, giderek çok ilginç birisi oldu. Başlangıcta o kadar ilginç olup olmadığından emin değilim. Lukas bir sürgün kaçkını, yarı papaz, yarı derviş. Bir misyonu var, hep insanlara yardım etmeye çalışıyor. Yani bir tür İsa disiplini. İşte herkese iyilik yap, muhakkak insanlar iyidir

GA: Lukas’yla kendi aranda benzerlik ya da aykırılık kuruyor musun? Bize bu anlamda aktaracağın bir şeyler var mı?

EC: Tabii ki kurabiliyorum. Zaten oyunculuğun püf noktası da budur. Oyuncu, oynadığı insana ne kadar inanırsa, o kadar iyi oynayabilir. Oyuncu yalan söylerse olmaz. O yalan şu veya bu şekilde, muhakkak kendini gösterir. Bu, rolün oyuncunun kendisine benzemesi demek değildir. Bir oyuncu iyi bir katil portresi çizmek için katil olmak zorunda değildir. Yahut böyle bir eğilimi olması da gerekmez. Ben bu durumda olsam, ben bir katil olsam ne yapardım, diye düşünmektir oyunculuk? Fakat burada çok kolay oldu, çünkü Lukas’nın temel davranışları bana çok yakın olduğu için, rolü kolaylıkla benimsedim. 

GA: Kendine yakın bulman burada öne çıkıyor galiba…

EC: Yanlış anlama, Hamlet’i de kendime yakın bulmuştum. Şimdi ne ilgisi var diyebilirsin? Ama o da bu kadar yakındı bana. 

GA- Yedi yıl önce Engin Cezzar Kitabı’nı hazırlarken, oynadığın rollere ilişkin konuşurken ilginç bir görüş ileri sürmüştün.  Kitaba koymamıştım ama notları var elimde.

EC- Nasıl bir şey?

GA- Senin ağzından aktarıyorum: “Benim en başarılı olduğum roller; şöyle bir geriye dönersem: Hamlet, Aklın Oyunu, Palto, Morfin... Bu oyunlarda, hep marazi bir şey var, hep psikolojik bir rahatsızlık ve bunun getirdiği bir marazilik var. Bu rollerde çok başarılı oluyorum. En başta Hamlet bir kere, en büyük deli Hamlet. Aklın Oyunu’ndaki Dr. Kerzanjef, zırdeli. Palto, müthiş bir psikolojik bunalım içindeki bir insanın trajedisi. Morfin'de bir morfinman. Bay Alkol' de ise bir alkolik. Bu tür rollere bir zaafım ve büyük bir becerim var.” 

EC: İnanılmaz enteresan. Çok doğru. Bunların ışığında oturdu, yerine, hiç düşünmedim . Biraz önce Hamlet de bana çok yakın demiştim, ama bu aradaki delileri de katarsak işin içine…

GA: O zaman da sormuştum sana, acaba marazi yanı olan insanları oynamak sana niye daha çekici geliyor, diye…

EC: Bu sorunun cevabını o zaman nasıl vermişim?

GA: Şöyle demiştin: Çok sağlıklı olduğum için herhalde. Yahut da böyle bir şey var benim genlerimde, marazi olabilme yeteneği, onu bastırmışım, fakat bu tiyatroda  ortaya çıkıyor. 

EC: İşe bak. Kaç yıl önceki tahlil, bak bugünkü role uydu. Bu kadar olur. Demek ki neysen osun.

GA: Devam ediyorum senin sözlerini aktarmaya: “ Bunları oynayarak bunlardan kurtuluyorum. Kesinlikle böyle bir şey olabilir. Ya bünyemde ya kafamda böyle bir zaafım var belki de, şimdi çıktı ortaya”. Aslında herkesin bilinçaltında böyle duygular, bastırılmış güdüler var…

EC: Benim en büyük karabasanlarımdan biri, çocukluğumdan beri görürüm, birini öldürmüşüm ve bir yere gömmüşüm. Ve nedense  o gömdüğüm yeri duymuşlar ve arıyorlar. Buldular bulacaklar. Kan ter içinde kalkarım, uyanırım. Çok sık gördüğüm bir rüyadır. Çocukluktan kalma bir suçluluk kompleksi midir, bambaşka bir şeyin simgesi midir, nedir bilemiyorum ama var. Dediğin çok doğru. Bir sürü insanda var bu tür duygular. Ama onlar bir oyuncu kadar şanslı değiller.  Diğer insanlar için bu tür duyguların sağlıksız olduğunu bile düşünebiliriz, ama bir oyuncu, bunları sahneye çıkararak bir nevi sağaltım gerçekleştirir. Kendisi ve seyirciler için katharsistir bunun adı. Bunu bilerek, adını koyarak yapmaz ama…

GA: Peki bambaşka bir konuya geçmek istiyorum şimdi.  Son yıllarda Türkiye’deki, en azından İstanbul’daki tiyatro çalışmalarını izleyebildin mi?

EC: İzleyebilme olanağım vardı. İzlediklerim de oldu, ama daha çok izlememeyi yeğledim. Çünkü son yıllarda gördüğüm oyunlar hiçbir yönden beni etkilemiyor, beni heyecanlandırmıyor. Ben tiyatroya çok saf bir seyirci olarak gitmek istiyorum. Tiyatronun kapısından girip, perde açıldıktan sonra oradan bana muhteşem bir şeyler gelsin diye bekliyorum. Alışmadığım, şaşırtıcı, çarpıcı, ne bileyim, beni iyice silkeleyecek bir şeyler görmek istiyorum. Hep suyunun suyu, hep tekrar, hep taklit. Çok genel konuşuyorum. Tabii ki arada güzel şeyler vardı. Onları bunun dışında tutmak istiyorum. Ve şu anda pat diye sorarsan da sana cevap veremem. Ama büyük ölçüde tiyatrodan soğudum. Gördüğüm şeyler beni çok rahatsız etmeye başladı. Nedenlerine istersen girelim, istersen girmeyelim. Bu ara başka bir şey daha keşfettim. Marjinal dediğimiz, off-Broadway, İstanbul’un off-Broadway’i, orada da çok hayal kırıklığına uğradım.

GA- Nedir bu rahatsızlığın kaynağı sence, yürümeyen ne?

EC- Bence ortada çok vahim bir durum var. Bir kere bütün bu yenilik yaptığını sananlar, neresinden bakarsan bak, Türk tiyatro kültürünün doğal ürünleri değil. Türk tiyatro kültürü ne? Esas olarak Türk tiyatro yazını. Türkiye’de yıllardır, Türk tiyatrosunu bir adım ileriye götürecek yazar yetişmiyor. Yazar yetişmeyince ne yapıyor yönetmen? Yetersiz teksti allayıp pullayıp sunmaya, başarı kazandırmaya çalışıyor, ya da hiçbir şey yapmıyor. Hikaye bu. Türk tiyatrosu ciddi bir silkelenme, kişiliğini bulma aşamasına geldi aslında. Ama bu tür taklitçilikle, çeviri eserlerle, kötü yerli oyunlarla ileri gitmesi mümkün değil. Türkiye’de bir  tiyatro yazarı reformu, rönesansı, devrimi ne dersen de, gerekli. Nasıl olur diye sorma, çünkü bunun üzerine kitap yazılır. O kadar derin bir soru. O kadar başka dış etkenler de var. Ekonomik etkenler var, televizyonun korkunç, inanılmaz bir kültür yozlaşması bombardımanı var. 

GA: Ben tek sorunu “yazar olmayışı”na bağlamak istemiyorum. Senin off-Broadway dediğin, benim “güya post-modernist” diye nitelediğim, on yıldır giderek gelişen bir yönetmenlik anlayışının da katkıları olduğuna inanıyorum. Peki yerli yazar yok diyorsun, yabancı yazarları yorumlayışlarından çok mu memnunsun? Tiyatronun kendi doğruları, organizması, organiklik… Bunlar düşünülmüyor, sadece ben nasıl çarpıcı olabilirim, nasıl farklı olabilirim, tırnak içinde yenilikçi olabilirim… Buradan hareket ediliyor sanki.

EC: Bütün bu konuştuklarımıza, bambaşka bir yerden bir örnek getirmek istiyorum. Sanırım bir açıklık getirecek. Şimdi tiyatrodan bahsetmiyeceğim, bir müzisyen, bir virtüoz: Fazıl Say örneğini vereceğim. Bu adam olağanüstü yaratıcı, olağanüstü  işler yapıyor. Nedir elindeki tekst? Mozart, Bach, Stravinski örneğin. Bir Stravinski yorumu yapıyor, ben bugüne kadar bu kadar çarpıcı, bu kadar heyecan verici bir yorum görmedim. Fazıl besteci, yani tiyatro terimlerine tercüme ederek söylemek istiyorum, besteci yani yazar, artı Fazıl bir yönetmen ve Fazıl bir icracı.  Şimdi, Fazıl Stravinski’nin Bahar Ayini’nin dört el piyano için yorumunu yaptı, olağanüstü bir aranjman ve muhteşem bir icra. Tiyatroda beni bu kadar heyecanlandıran, bu kadar zevklendiren, bu kadar uçuran, kendimden geçiren bir şey yok. İşte benim tiyatroda aradığım bu tazelik, bu yürek, bu beceri. Ben böyle bir tiyatro istiyorum. Bunu bulamıyorum.Tiyatroda yok ama müzikte var. Niye tiyatroda böyle bir auteur, böyle bir yönetmen, böyle bir icracı çıkmıyor?  Hepsinin tek kişide toplanması şart değil, ama niye böyle bir ensemble yok Türk tiyatrosunda? 

GA: Niye yok?

EC: Niye yok? Niye tiyatrocu yetişmiyor? Nasıl yetişsin? Fazıl böyle bir iş yaptığı zaman bütün dünyaya sesleniyor. İnanılmaz bir dürtüsü var herhalde onun için bu durumun. Yani Fazıl bunu, sadece Edirne’yle Kars arasında sunacak olsa bu kadar başarılı olabilir mi? Olamaz, çünkü o bir dünya sanatçısı. İşte bu yok, Türk tiyatrosunda. Hiçbir zaman da olmadı. İyi şeyler oldu, çok yaklaşan şeyler oldu. Ama ben gene de herşeyin başına, önce ve önce tiyatro yazarını koymak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü iyi tiyatro yazarı olursa, o yazarın başarılı tekstini icra edecek insan da bulunur, çok iyi oynayacak insan da bulunur. Çünkü yetenek yoksunu değiliz, ama yeteneklerimizi sunacak gerekli ortam, gerekli inanç bugün yok Türk tiyatrosunda.

GA: Peki, oyunculuk Türkiye’de şu anda ne durumda sence? Tiyatro oyunculuğu. Diğer bütün oyunculuk alanlarını da belirleyen bir şey aslında. 

EC: Özellikle şimdi çok belirliyor. Çünkü günümüzün Türk sinemasında çok iyi oyuncular var, baktığın zaman hepsi tiyatrodan gelme. Müthiş bir değişim oldu Türk sinemasında. Türk tiyatrosundan oyuncu adım atamazdı eski Yeşilçam’a. İmkan yoktu. Çünkü Yeşilçam oyunculuk üstüne kurulmamıştı. Günümüzün Türk sinemasında - ki güzel örnekler var gerçekten-  bakıyorsun, süper oyuncular var, hepsi de tiyatrocu. Demek ki oyunculuk Türk tiyatrosunda bir sorun değil. İyi oyuncu yetişiyor. Nereden yetişiyor? Bilmiyorum. Konservatuardan yetişiyor, özel okullardan yetişiyor, çırak-usta ilişkisiyle yetişiyor. Bunun araştırmasını yapmadım. Oyunculuk sorun değil Türk tiyatrosunda. Hele iyi bir yönetmenin eline düşerse o iyi oyuncular, çok çok çok daha iyi sonuçlar veriyorlar. Hem tiyatroda, hem sinemada. 

GA. Sen tiyatroda hocalık da yapıyorsun. Kaç yıldır?

EC: Aslında Egemen Bostancı’nın kurduğu TES (Tiyatro Eğitim Stüdyosu) bu alandaki ilk deneyimim oldu. Ama hocalığa esas Eskişehir’de ısındım. Keşanlı’yı çekmiştik Eskişehir’de1988 yılında. İlk yaptığımız TV filmi. Çok uzun süre çalıştık orada ve koşullar çok iyiydi. Çok da mutluydum, çok da iyi oynuyordum, o kadar yıl sonra nihayet tam yaşımı bulmuştum, Keşanlı oynama yaşımı filan. Çok güzel şeyler oldu. Sonra bitti, tası tarağı topladık, gidiyoruz. Yılmaz Büyükerşen o zaman rektör, “Enginciğim” dedi,  “seni bırakmıyorum”. Aman Yılmaz bey, nereye bırakmıyorsun? Sen, dedi, burada ders vereceksin. Hiç hayatımda hocalık yapmadım, yapmak da istemiyorum. O yıllarda yalnız oynamak yahut yönetmek filan istiyorum. O kadar da seviyordum ki kendisini, o kadar da iyiliklerini gördük. Sonra çok derin bir dostluğumuz oluştu tabii yıllardan sonra. Onun zoruyla, ben haftada bir gün arabama atlıyorum, kalkıyorum Eskişehir2e gidiyorum, ders veriyordum. Ne dersi vereceğim? O zaman Eskişehir’de konservatuar yok. İletişim fakültesinde oyunculuk, sinema ve TV oyunculuğu dersi. Birkaç yıl böyle sürdü, sonra konservatuar açıldı, yani Eskişehir Devlet Konservatuarı. Bu sefer oraya geçtim. İki yıl da orada hocalık yaptım. Fakat bu zaman içinde artık hocalığa da başka bir gözle yaklaşmaya başladım. Hani çiçeği dikmezsensen yetişmez, sulamazsan büyümez. Ve bu bakış bana yeni bir keyif verdi. Adeta yeni bir misyon üstlenmiş oldum, bayağı da hoşlanmaya başladım. Tabii hocalık yaparken kendini de sınıyorsun, hiç sınamadığın gibi sınıyorsun. Yani alfabesinden başlıyorsun işin, bir bakıyorsun ki, zaman içinde alfabeyi unutmuşsun, inanılmaz bir şey. O yüzden bana, kendime dönük bir disiplin çalışması da oldu bu. Her şeyi bir daha, yeni baştan gözden geçirdim. Yılmaz Büyükerşen’in rektörlükten ayrılmasıyla, gene benim fazla tipik yaklaşımımla, oradaki huzurum, hakimiyetim de kayboldu. Ben de Eskişehir’den ayrıldım.  Ondan sonra İstanbul’da hocalığa devam ettim. Müjdat Gezen’de iki yıl hocalık yaptım. Ondan sonra da işte en son Yeditepe’de sürüyor eğitim.

GA: Son bir şey soracağım. Bundan sonra yapmak istediğin şeyler var mı? Kafanda olan, planında olan ya da yapmayı umut ettiğin? 

EC: Olmaz olur mu, var, tabii ki var. Bitmez tükenmez roller var, sinema projeleri var. Yapmak istediğim çok şey var. Ama yapmak istediğim çok şeyin ortamını bulabilir miyim? Onu bilmiyorum. Ama kesinlikle bildiğim bir şey var, durmak istemiyorum. 17 sene suskunluktan sonra bir şey yapıp, bir şey söyleyip, onun da karşılığını bulursam, herhalde bu benim bir daha 17 sene boşluk bırakmama engel olur. Öyle düşünüyorum. Nasip! Balıkçının dediği gibi…



10 Ocak 2016 Pazar

EĞLENCE TARİHİMİZ ÜZERİNE

TRTakademi dergisinin ilk sayısı Ocak 2016 tarihinde çıktı. Eğlence Kültürü özel sayısı olarak ilan edilen bu sayıda benimle yapılmış bir röportaj da yer alıyor:


“Herkesin hoşlandığı ortak bir müzik zevkimiz nasıl yoksa, bütünsel bir eğlence      anlayışımız da olamamıştır.”

TRTakademi: Önce son hazırladığınız “Yüzyıllık Aşk. Türkiye’de Sinema ve Seyirci” başlıklı sergiden hareket ederek soralım, Sizce seyirciyle sinemamız arasındaki ilişki tarihsel süreç içerisinde nasıl bir değişim gösterdi?

Gökhan Akçura: Sinemanın ilk dönemlerinde seyirciyle filmler arasında çok büyülü bir ilişki vardı. Bir kere sinema çok yeni ve çok farklı bir seyirlikti. İnsanlar filmlere büyük bir tutkuyla gidiyor, ona yaşamlarında özel bir yer veriyorlardı. Bu güçlü ilişki 1970’li yıllara kadar sürdü. Her dönem değişik başlıklarla. Hollywood sineması bir dönemi belirledi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Arap filmleri öne çıktı. 1960’lardan itibaren de Türk sinemasının altın yılları başladı. Ama yetmişli yıllar sosyal yaşama olduğu kadar, sinema yaşamına da darbe vurdu. Sonrasını biliyorsunuz. Televizyon, video, internet sinema alanının genişlemesine, öte yandan da sıradanlaşmasına neden oldu. Eski sinema binaları tek tek yıkıldı. AVM’lere sıkışan küçük sinemalar piyasaya hakim oldu. Sinemanın büyüsü bozuldu. Bugün onlarca sinema kanalı, internetten anında izleyebildiğimiz binlerce film, kütüphanemize hemen ekleyebileceğimiz videolarla sinema her an elimizin altında. Her anımızda. Ama seyirci-sinema ilişkisinin aynı güçte ve önemde sürdüğünü söylemek kolay değil.

TRTakademi: Günümüzde artık önemli sinema figürlerinin yetişmediğini ya da insanların özdeşleşeceği, rol model olarak benimseyeceği önemli figürlerin (Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Ayhan Işık, Türkan Şoray, Sadri Alışık vb.) ortaya çıkmadığını görüyoruz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz.

Gökhan Akçura: Söz ettiğiniz dönemlerde “star” dediğimiz sinema oyuncularıyla hayranları arasındaki ilişki bugünden çok farklıydı. Popüler sinema dergileri vardı mesela. Örneğin Ses dergisinde hayranlarla starları bir araya getirecek (telefonla, ziyaretlerle) kampanyalar yapılırdı. Bir dönem Hürriyet gazetesi de benzer kampanyalar yapmıştı. Galalar olurdu. Bugünkü gibi sinema çevrelerinin geldiği galalar değildi. Oyuncular sinema sinema dolaşırlardı. Çikolata, çiklet gibi tüketim maddelerinin içinden artist fotoları çıkardı. Duvarlara dergilerde yayınlanan posterleri asılırdı. Mektup yazılıp imzalı foto istenirdi. Kartpostal satıcılarının tezgahlarında artist fotolarının bulunduğu geniş bir bölüm olurdu. Şimdi bu tür temaslar yok. Gazetelerin ve televizyonların “magazin” bölgelerinde, artistlerin özel hayatının ıcığı cıcığı aktarılıyor. Bir de bulunduğunuz yere gelirse, herkes o oyuncunun başına toplanıp selfie çekmeye çalışıyor! Durum böyle, ama neden böyle, bunu yorumlamak beni aşar...

TRTakademi: Türk sinemasının bugün bulunduğu nokta hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gökhan Akçura: Son on yıla baktığımızda Türk sinemasının iki ayrı kanalda geliştiğini söyleyebiliriz. Biri “sanat filmleri” dediğimiz, kısıtlı bir seyirci sayısına sahip olan, zaman zaman uluslararası festivallerde büyük ödüller de kazanan filmler. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem gibi isimlerin başını çektiği bir kanal bu... Diğeri ise daha kaba, göbekten güldürmeye çalışan, iş garantisini peşinen sağlama amacında olan filmler. Recep İvedik’le başlayan bir akım da bu. Belki kökenleri Kemal Sunal filmlerine kadar gidiyor. Cem Yılmaz, Yüksel Aksu gibi birkaç yönetmenin filmlerini bu iki akımın dışında tutmak gerekir. Ama sonuç ortada. Aydın, kentli sınırlı bir seyirci grubu bir yanda, öbür yanda ise kaba güldürünün peşine takılan büyük yığınlar... Sinemamızın bence yeni bir soluk bulması gerekiyor. Hem geniş kitlelere hitap edebilen, hem de amacı sadece güldürmek ve gişe olmayan filmlere. Bu nasıl mı yapılır? Cevabı o kadar kolay verilebilseydi, çoktan yapardı birileri zaten...



TRTakademi: Kitaplarınızda sık sık ele aldığınız bir konu da “eğlence tarihi”. Taksim Belediye Gazinosu’ndan clublara eğlence anlayışımız, eğlence mekânları ve eğlencenin sunumunda meydana gelen değişimleri kendi pencerenizden nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gökhan Akçura: Eğlence tarihimiz de, diğer birçok konuda olduğu gibi, Cumhuriyet tarihimizin karmaşık ve kozmopolit gelişimi sonucu bütünsellikten uzaktır. İlk balolardan dans profesörlerine, Taksim gazinolarından güzellik yarışmalarına kadar uzanan ve “eğlence” statüsünde ele alabileceğimiz etkinlikler, hep sınırlı bir kentli kesimin tekelinde kalmıştır. Öte yandan Anadolu’daki geleneksel eğlenceler de (bağ bozumu, düğünler, seyirlik köylü oyunları vb.) kentleşme sürecinde kimliklerini kaybetmiş; kentleşmenin peşine takılmış, ama yeni bir biçim de oluşturamamıştır. Bugün bu parça parça olmuş ulusal kimlik içinde, aynı dağınıklıkta karşımıza çıkan eğlence türleri vardır. Herkesin hoşlandığı ortak bir müzik zevkimiz nasıl yoksa, bütünsel bir eğlence anlayışımız da olamamıştır. En geniş kesimleri etkileyebilen “eğlence” olarak televizyonlardaki yarışma programları öne çıkıyor. Ama buna ne kadar “eğlence” diyebiliriz ki?

TRTakademi: Tango yıllarından, Tülay German’a, Âşık Veysel’den Tarkan’a müzi- ğimizde kimlik arayışlarını ve müziğimizin serüveni hakkında ne söylersiniz?

Gökhan Akçura: Müzik tarihimiz de aynı karmaşa içindedir. Atina’ya ilk gidişimde çok imrenmiştim. Herkesin aynı şarkıyla eğleniyor olabilmesine, hep bir ağızdan aynı şarkıların söylenmesine... Bizde herkese hitap edebilen hangi müzik türü var ki? En geniş kitlelerce kabul edilen müzik, pop müzik. Bu da televizyonların, radyoların büyük etkisi sonucu oluşmuş. Birbirinden çok da farkı olmayan, gerçek bir yaratıcılık sonucunda ortaya çıktığını düşünmediğim şarkılar... Geçmişte de böyleydi. Bir kısım tango dinlerken, bir kısım da meyhane şarkılarını söylerdi. Elbette yüz yıla yakın bir süredir içinde yaşadığımız Cumhuriyet döneminde, müziğimizde “kimlik arayışları” oldu. Bunu inkâr eden yok. Geleneksel Türk musikisinin altın yılları, Münir Nurettin’den Müzeyyen Senar’a uzanan bir dizi besteci ve yorumcu ayrı bir çizgi. Ama bugün devamı var mı? Kaç şarkıcı tanıyorsunuz, bu müziği geleneksel tadıyla icra edebilen. Öte yandan Tülay German, Timur Selçuk, Cem Karaca, Barış Manço, Selda, Sezen Aksu gibi popüler müziğimiz içinde “kimlik arayışı” içinde olduğunu düşündüğüm birçok isim var. Daha yakın tarihlerde rock ve alternatif müzik kanalında da önemli arayışlar içinde olduğunu söyleyebileceğimiz guruplar, isimler var: Hayko, Baba Zula, Mor ve Ötesi, Duman ilk aklıma gelenler. Ama her konuda olduğu gibi karmaşık, çok parçalı bir kimliği var müzik yaşamımızın.



TRTakademi: “Turizm Yıl Sıfır” adlı bir kitabınız var. Geçen yıllarda da üst üste turizm tarihi konulu sergiler hazırladınız. Seyyahtan turiste, Orient Exspres’ten beş yıldızlı otellere değişen turizm anlayışımız hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gökhan Akçura: Osmanlı İmparatorluğu döneminde turizm yok seyyahîn var biliyorsunuz. Seyyah’tan uydurulmuş bir sözcük. Çünkü turist de yok seyyah var. Çok sınırlı sayıda meraklının dünyayı dolaştığı bir dönem. Turizmden söz etmek için yine Cumhuriyet’i beklemek gerekiyor. İlk seyahat acenteleri, yataklı vagonlar, giderek uçak seferleri bu dönemde ortaya çıkıyor. Ama yine de bugünden baktığımızda komik sayılacak sayılarda insan gelip gidiyor... 1950’li yıllardan sonra yeni hamleler yapılıyor. Modern oteller kuruluyor, tatil köyleri açılıyor, devlet turizme daha fazla yatırım yapıyor. Ama gerçekten “turizm”den söz edebileceğimiz dönem ise 1980’dan sonra başlıyor. Piyasa ekonomisinin egemen olduğu yıllar. Bugün milyonlarca turistten söz edebiliyoruz. Lakin her şey doğru yolda mı gidiyor, derseniz çok umutlu olmadığımı söyleyebilirim. Çevre sorunlarını çözememiş, kıyılarını koruyamamış, ülke içinde istikrarı sağlayamamış bir ülkenin turizm patlaması ne denli süreklilik sağlar dersiniz?

TRTakademi: Sinemadan tiyatroya, reklamcılık tarihinden turizmin gelişimine, fuarcılık tarihinden Prenses Adaları’na; birbirinden çok farklı konularda kitaplar hazırladınız. Ivır Zıvır Tarihi, Zaman Makinesi gibi seriler yayınladınız. Bütün bunların sizdeki ortak zemini ne? Nasıl bir başlangıç noktasından hareket ederek bu noktaya ulaştınız?

Gökhan Akçura: Benim kökendeki mesleğim dramaturgluk. Dramaturg, tiyatro bilimini bilen insan demektir. Tiyatrolarda oynanacak oyunlar hakkında araştırma yapan, sahneye çıkan metni düzelten, yeniden biçimleyen insandır. Yani “oyun” ile “sahne” arasında ilişki sağlayan önemli bir görev üstlenir. Dramaturgun en önemli özelliklerinden biri de iyi bir araştırmacı olmasıdır. Diyelim Shakespeare’in Venedik Taciri’ni oynayacağız. Yazarla, oyunun geçtiği zamanla, oyunun çevirisinin sahneye uygun olup olmamasıyla hep dramaturg uğraşır. Diğer mesleklerim de, dramaturg eğitimim etkisinde, araştırmayı sevmemle ilişkili olarak gelişti. Mesleğim sorulunca yerine göre dramaturg, yerine göre de “araştırmacı ve yazar” diye cevap veririm aslında. Daha da eskilere gidelim isterseniz. Ben biraz garip bir çocuktum. Fazla içe ve kitaba dönük bir eğitim dönemi geçirdim. Önce annemin yardımıyla kitap okumaya başladım, arkasından kütüphaneleri keşfettim. Ankara’dan gelip İzmir Karşıyaka’ya yerleştiğimiz yıllarda hem daha çok okumaya hem de ne bulursam toplamaya başladım. Önce kitaplar alıyordum, giderek buna plaklar ve dergilerden koparılmış sayfalar da girdi. Toplama merakımın yön değiştirmesi ve bir zemine oturması üniversite yıllarımda gerçekleşti. Ankara Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdim. Yıllar sonra bir reklam ajansında metin yazarı olarak çalışırken, okuduğum araştırdığım konuları bir yerlere yazmayı düşündüm. Önce kıyıda köşede bazı dergilere, sonra Cumhuriyet’in Pazar Eki’ne yazdım. Bu yazıları yazarken de başkalarının ilgilenmediği, bilmediği ve hakkında pek fazla bilgi toplanmamış isimler, konular bulmaya çalıştım. Daha sonraki yıllarda bunlar kitaplara dönüşmeye başladı.

TRTakademi: O zaman biraz daha ayrıntılara inelim. Eğlence tarihinden söz et- miştik. Bu tarih içinde, eğlence sektörünün gelişiminde “gayrimüslim”, “levanten” ve/veya göçlerle gelen “yabancı” etkisinin öne çıktığını görüyoruz. Sizce de doğru mu bu tespit?

Gökhan Akçura: Bir noktaya kadar evet. Batılaşma süreci bildiğiniz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında başlıyor. Bu sürecin eğlence yönü de yine 19. yüzyıl içinde biçimleniyor. Opera, bale, tiyatro, konserler, balolar, sirk, giderek sinema... Bu eğlence türlerinin de tüketicisi İstanbul’un özellikle Pera bölgesi ve civarında oturan gayrimüslim İstanbul vatandaşları ve Türkiye’de yaşayan yabancılar. Bunlar için “eğlence sektörü” oluşturmaya çalışanlar da, doğal olarak aynı kökenden geliyor. Bir zamanların en ünlü emprezaryoları Jean Lehman, Hügo Arditi ve Fernando Franko; Rum ve Yahudi asıllı İstanbullular. Bu durum, İstanbul’un (ve Türkiye’nin) “Türkleştirilme” sürecinin tamamlanmasından sonra değişiyor. 1960’lardan sonra ne organizatör olarak, ne de seyirci olarak “gayrimüslim” kalmadığı için ortada, bu işi Türkler götürmeye başlıyor.

TRTakademi: Peki Türkiye’de eğlence endüstrisinin üretimleri ve birikimleriyle ilgili arşivcilik/koleksiyonerlik faaliyetlerini yeterli buluyor musunuz? Böyle bir gelenek oluşturmak için yapılması gerekenlerden bahsedebilir misiniz?

Gökhan Akçura: Hangi konuda arşiv var ki, bu konuda olsun? Eğlence tarihimizin koleksiyon parçalarının bir bölümü afişler hâlinde Millî Kütüphane’de. Ama geri kalan fotoğraflar, program dergileri, el ilanları vb. çok geniş bir malzeme var toplanması gereken. Benim ana konularımdan olduğu için 30 yıldır topluyorum. Ama başka koleksiyoncular da vardır mutlaka. Belki bazı enstitüler de topluyordur bir şeyler (acaba?). Ama total bir arşiv yok elbette... Ne yazık ki bu ülkede bu ve diğer konulardaki tarihsel çalışmalar ancak kişisel girişimlerle gerçekleşiyor. Arkalarında hiçbir zaman kurumlar, enstitüler, üniversiteler olmuyor. Böyle bir gelenek oluşması için devletin ve burjuvazimizin kendine bazı misyonlar yüklemesi, bu tür çalışmaları teşvik etmesi gerekiyor. Ama nerede?


6 Ekim 2015 Salı

(Karşıyaka Karşıyaka dergisinin son sayısında çıkan yazımdan tadımlık:)

KARŞIYAKA'DA PLAJLAR VARDI

Karşıyaka plajları “İzmir plajlar tarihinin” doğal olarak bir parçası. Elbette plajlardan da öncesi; deniz hamamları var. Etrafı kapalı, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı girdikleri bu deniz hamamları 19. yüzyıl sonlarından itibaren karşımıza çıkar. 1937 yılında yayınlanan Ege Kılavuzu'na göre, Birinci Dünya Savaşı'ndan evvel deniz hamamı olarak Punta-Alsancak mevkiinde Fransız rıhtım şirketine ait bir banyo ile Karataş'ta ve Karşıyaka'da bir iki deniz hamamı varmış. Ama bu bölgelere şehrin lağım sularının akması sonucu, "hamamların sularının pis ve bulaşıcı, bilhassa tifo mikroplarile dolu olduğu" belirlenmiş. Bu banyolar kapattırılmış, ayrıca sahil boyundaki Karataş, Karantina, Göztepe mevkilerindeki banyolardan da denize girilmesi yasaklanmış. Bu durum kılavuzun yayınlandığı 1937 yılına kadar sürmüş. Ege Kılavuzu, yayınlandığı günlerin temiz plajlarını ise şöyle anlatıyor: "Bu bulaşık ve köhne hamamlar yerine bugün İzmir'de birisi Karşıyaka'nın Osmanzade sahil mevkiinde, diğeri de Güzelyalı civarında, şehir belediyesi tarafından betondan son sistem banyolar yapılmıştır. Erkek ve kadınlar için ayrı ayrı olarak yapılan bu banyolar, hem kumsallarının güzelliği ve hem de sularının temizliği dolayisile, umum halkının rağbetini kazanmıştır. (…) Deniz banyoları Haziran ayında açılarak mevsim sonuna kadar devam eder. Bu iki modern banyodan başka ayrıca Bayraklı mevkiiinde eski sistem bir deniz hamamı da vardır.”

Ama önce “hususi deniz hamamları”ndan söz edelim. Eski kartpostallardan ve fotoğraflardan da biliyoruz ki, (İzmir’in diğer sahilleri gibi) Karşıyaka sahilleri boydan boya küçük deniz hamamlarıyla süslü. Bunlar, arkalarındaki yalıların sahiplerine ait, ailecek girilen, küçük çapta deniz hamamları. 1930’lu yıllarda Alaybey banyolarını Ertuğrul Erol Ergir şöyle anlatır: “Kayıkhane’den Anıt’a kadarki kıyı kesiminde 3-4 hususi, yani yalnız sahiplerinin kullandığı banyo vardı. Bu banyoların bir tanesi Şadiye hanım teyzenin evine aitti. Biz ailece bu banyoyu kullanırdık. Deniz banyoları, kıyıdan başlayıp denizin insan boyuna kadar derinleştiği yere uzanan 1-1,5 metre genişliğinde ahşap iskelelerdi. Sonunda 3x3 metre ebadında bir platforma varılırdı. Bu platform üzerinde yine güzel görünümlü bir soyunma giyinme kabini bulunurdu. Kabinin etrafı açıktı, orda mevcut kanepelerde oturulup, sohbet edilerek güneş banyosu alınırdı. Yine bu platform üzerinde denize atlamak için bir tramplen ve sandalları bağlamak için bir iki ahşap baba bulunurdu. Atlamak istemeyenler denize merdivenle inerlerdi. Banyonun iskele başındaki kapısı kapalı tutulur, yabancılar giremezdi ve girmezdi.” (...)
(HECE dergisi, Ekim 2015. "Efemera" özel bölümü için söyleşi)
EFEMERA ARTIK YAŞAMIMIZIN ZENGİNLİĞİNİ ARTIRAN EN ÖNEMLİ ÖGELERDEN BİRİ 
Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Gökhan Akçura ismini bilenler onun “yazar, araştırmacı, senarist, reklamcı, yayıncı, editör, radyo programcısı” gibi kimliklerini de bilir. Girizgâhımız, ismiyle ilk defa tanışanlar için: Akçura, 1951 doğumlu. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü mezunu… Aynı alanda öğretim görevlisi olarak çalışmış. 1980'den sonra üniversiteden ayrılıp reklamcılık, senaryo yazarlığı, yayıncılık ve editörlük yapmış. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda dramaturg olarak çalışmış. Birçok belgesel ve serginin hazırlanmasında katkıları olmuş. Serbest araştırmacı ve yazar olarak da çalışmalarını sürdürmekte. Akçura'nın sinema, tiyatro ve gündelik yaşam tarihi ile ilgili birçok kitabı var. Özellikle dokuz kitaplık Ivır Zıvır Tarihi dizisiyle biliniyor. 1998 yılında Albüm Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptığı zamanlardan biliyorum onu. Durum böyle olunca “efemera” deyince de aklıma ilk gelen    isimlerden biri Gökhan Akçura oldu.
S. “Ephemera”yı kısaca “ıvır zıvır” olarak tanımlayabiliriz. Peki ya biraz daha uzun anlatmak istesek…
GA. Önce sözcüğün etimolojisine bakayım. Yunanca bir sözcük ve anlamı “bir günden fazla kalıcı olmayan” anlamına geliyor. Eskiden ömrü çok kısa bitki ve böcekler için kullanılırmış. Biz bugün bu sözcüğü çok daha geniş bir anlamda kullanıyoruz. İnsanlar tarafından üretilmiş, genellikle kâğıt üzerine basılmış malzemeler için. Ama giderek bu anlam da genişledi; işin içine plaklar, promosyon malzemeleri, şişeler vb. gibi daha değişik malzemeler de girdi. Döneminde tüketim için kullanılmış, üretildiği zaman çok bir değeri olmayan, ama zaman içinde ayrı bir önem kazanan malzemeler. Kartpostallar, biletler, gravürler, telefon kartları, fotoğraflar, reklam malzemeleri, çikolata kartları gibi basılı malzemeler “basılı efemeralar” olarak adlandırılabilir. Ama dediğim gibi şişeler de, kasetler de, plaklar da aynı kavram içinde yer alabiliyorlar.
S. 1998 yılında Albüm Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptınız. Birçok belgesel ve serginin hazırlanmasında katkılarınız var. Özellikle dokuz kitaplık Ivır Zıvır Tarihi dizisiyle biliniyorsunuz. Yaptığınız işlerle “ephemera”nın nasıl bir ilişkisi oldu şimdiye kadar? 
GA. Benim yazdığım kitaplar ve açtığım sergilerde efemeranın büyük rolü vardır. Efemeralarla benim aramdaki ilişki 1980’li yılların ortalarında başladı. O zamanlar daha sonra “ıvır zıvır tarihi” dizisini oluşturacak ilk yazılarımı kaleme alıyordum. Anlattığım şeylerin görsellerini de okuyuculara sunmak istedim. Ama bu kolay bir şey değildi o zamanlar. Görsellik ihmal edilmiş bir kavramdı. Bu nedenle sahafları, eskicileri dolaşarak, yazdığım yazıları zenginleştirecek görseller aramaya başladım. Ardından üst üste sergi açma önerileri geldi. Önce “reklam tarihi”, hemen sonrasında da “kozmetik tarihi” konularında... Sergi denilince önce görsel, sonra metin gelir. Mecburen geniş araştırmalara giriştim. Bir süre önce “reklam tarihi” konulu bir sergi daha açılmıştı. Ama buradaki çok sınırlı malzemenin yarısı Man Ajans’ın sahibi Eli Acıman’ın elinin altında olan bir takım malzemelerden, diğer yarısı ise arkadaşım (o dönemler karikatürist) Beysun Gökçin’in “arşiv”inden alınmış eski gazete kupürlerinden geliyordu. Bildiğim kadarıyla Beysun’un böyle bir arşivi yoktu. Kendisine sorunca, evinin salonundaki vinyleksi (bir çeşit plastik yer döşemesi) kaldırınca altından eski gazetelerin çıktığını, üstünde reklamlar olduğu için bunları sergiyi hazırlayan kişiye verdiğini öğrendim. Türkiye’deki “reklam tarihi arşivi” bundan ibaretti işte! Hemen hemen elimi attığım her konuda bu yoksulluğu görünce, mecburen (!) toplamaya başladım. Topladığım görsellerin adanın efemera olduğunu bile bilmiyordum o sıralar...
S. Kişisel tarihinizde efemeraların daha eski bir dönemde hiç mi izi olmadı?
GA. Daha okuma yazma öğrenmeden Pekos Bill dergilerini toplamaya başladığımı söylersem pek iddialı olacak. İlkokul dördüncü sınıfta Çocuk ve Halk Kütüphanelerini keşfettim. Raflarda dururdu kitaplar, 1940'lı yılların zengin çocuk edebiyatını buralarda tanımıştım, Baytekin'ler, Binbir Roman'lar. Ucuz polisiye dizileri. Okuldan çıkar, kütüphaneye kapılanırdım. Evde ise Hayat dergisi, zaman zaman Yelpaze ve benzeri magazin dergileri bulunurdu. Gazete olarak da Yeni Sabah alırdık, 27 Mayıs'tan sonra ise Milliyet'e geçmiştik. Gazetelerdeki çizgi bantlardan Bedri Koraman'ın çizdiği 'Cici Can'ı, Altan Erbulak'ın 'Cafer ile Hürmüz'ünü, Al Capp'in (ben o zaman adapte edildiği için yabancı olduğunun farkında değildim) 'Hoş Memo'sunu, Pazar dergisinde çıkan 'Utanmaz Adam'ı hatırlıyorum. Çizgi romanlar benim okuma serüvenimde her zaman önemli yer tuttular. Bugün de zevkle okurum.Çocukluğumda, tamam çok okurdum, ama görsel malzemelere özel bir merakım olduğunu hatırlamıyorum. Koleksiyonunu yaptığım bir şey de yoktu (bir ara pul topladım, ama çok kısa sürdü). 16-17 yaşlarımda İzmir Karşıyaka’da eski kitapçıları çok dolaşırdım. Eski kitapçı Nevzat vardı, Amerikalıların PX mağazalarından gelen kitap, dergi ve plakları satardı. Ona bayağı dadanmıştım. Ama o kadar işte.Görsel malzemelerle ilgilenmemin ilk adımları belki de üniversite eğitimi sırasında başladı. DTCF Tiyatro bölümünde okuyordum. Dramaturgi en önemli kavramdı bu eğitimde. Bilineceği gibi dramaturgi bir yönüyle, tiyatro eserlerinin konularını ayrıntılarıyla incelemektir. Oyunlar da tahmin edilebileceği gibi, birbirinden değişik birçok konuyu çıkış noktası alabilir. Antik bir oyunda mitolojiye dalarsın, Nürenberg Duruşmaları ile ilgili bir oyunda da Nazi Almanya’sının atmosferine inersin. Araştırmacılığımı oyunlara uyguladıkça, metinlerin daha net biçimde ortaya çıktığını gördüm hep… Sahnede ise bu araştırmaların sonuçları, görsel malzemeleri de elinizde olursa daha anlamlı oluyordu.
S. Peki, yıllar içinde bu efemeraları (ya da sizin deyiminizle görsel malzemeleri) nasıl ve nerelerden topladınız?
GA. Başlarda malzeme toplamak daha kolaydı. Hepimiz toplamaya önce Beyazıt’taki sahaflardan başladık. Orası eski gücünü kaybedince giderek İstanbul’un çeşitli bölgelerine yayılan sahafları aramaya ve bulmaya başladım. Bunun yanında bitpazarları ve hafta sonları açılan eski kitaplar ve malzemeler satan sergiler vardı. Ayrıca bu sahaflardaki ve eskicilerdeki malzemeyi daha bilinçli bir şekilde toplayıp, derleyen kişiler var, bunları bilmek öğrenmek gerektiğini fark ettim. Son yıllarda iyice yaygınlaşan müzayedeler de, pahalı da olsa size konunuzla ilgili pek çok malzeme sağlayabilir. Ben koleksiyoncuların aksine, çok fazla konuyla ilgilendiğim için bu müzayedelerde ilgimi çeken her şeyi alamıyorum. Bir de “eski insanlarla temasınızın” çok fazla olması gerekiyor. Örneğin röportaj yaptığınız bir insanın size açtığı arşivde, yazacağınız başka konuların fotoğraflarını, broşürlerini veya eski anılarını da bulabiliyorsunuz. 
S. Ephemeristler, kendilerini ‘kâğıt arkeologları’ olarak tanımlıyorlar/mış. Sadece kâğıt olmasa gerek ilgi alanları… Neleri biriktiriyorlar ya da alıp satıyorlar?
GA. Antika objelerle efemeraları ayırmak gerekiyor bu noktada. Hani müzayede evlerinde satışa çıkan tablolar, mücevherler, porselenler vb. “değerli” eşyalar var ya, onların dışında kalan her şeye efemera deniyor bugün. Kavramın bu kadar geniş tutulması ne kadar doğru bilmiyorum açıkçası. Ama bu genişlikte baktığımızda ne tür “efemera”ların koleksiyonu yapılıyor derseniz; yukarda saydıklarım dışında daha az bilinen koleksiyon konuları sıralayayım size: Jilet kutu ve kapakları, ağızlıklar, ilaç kutuları, bebekler, bira ve içki şişeleri, anahtarlıklar, notalar, çizgi romanlar, düğmeler, ambalaj kağıtları, çay kutuları, faturalar, ex librisler, defterler, ajandalar, fes etiketleri, kalemler, kitap ayraçları, haritalar, hisse senetleri, karagöz tasvirleri, kumbaralar, oyuncaklar, mühürler, kartpostallar, imzalı kitaplar, makaslar, yüksükler, menüler, pipolar, sigara kutuları, antetli kağıtlar, piyango biletleri, takvimler, teneke kutular, okul malzemeleri, illüstrasyonlar, afişler... Bu liste uzar gider. Pullar, damgalar, antiyeler, ilk gün zarfları gibi malzemeler ise “filateli” kapsamına girse de, aslında onları da “efemera” kapsamı içinde düşünmek gerekir.
S. “Ephemeristlik” toplumumuzda nasıl algılanıyor? Sıradan bir ‘biriktirici’ ile ‘ephemerist’ arasındaki farklar neler? Yeterince biliniyor mu?
GA. “Ephemeristlik” kavramı diye bir kavram var mı? Bence “koleksiyoncu”lar vardır. Belki “efemera uzmanı” diyebileceğimiz kişilere “ephemerist” diyebiliriz. Bu nedenle bu kavramı tartışmayı bırakıyorum. Tartışılacak kavramlar “koleksiyoncu” ile “biriktirici” (bu da doğru bir tanımlama mı bilemiyorum) olabilir. Örneğin ben bir koleksiyoncu değilim. Belki plak koleksiyonum, bir ölçüde “koleksiyon” sayılabilir. Ben, yazacağım yazılara, konulara; açacağım sergilere görsel malzeme toplayan biriyim. Koleksiyoncunun ise prensipleri vardır, belli konularla ısrarla ilgilenir, topladığı alandaki malzemenin eksiksiz kendisinde olmasını ister. Örneğin koleksiyoncu dediğin, İstanbul vapur iskelelerinin bütün kartpostallarını eksiksiz olarak toplamayı amaçlar. Ama ben bu konuda yazmak istersem, bana ışık tutacak, ya da araştırmamı görsel olarak destekleyecek her şey makbulümdür. Vapur iskelelerinin fotoğrafları, Denizyollarının tarife kitapçıkları, anılarda bu tür iskelelerle ilgili bilgiler. Hatta karikatürler... Çoğu zaman da kitap ve sergiden sonra bu malzemelerin eski önemi kalmaz benim açımdan. Ben efemera koleksiyoncusu sayılmam bu nedenle. Ama koleksiyoncu için, topladığı şey “kendi başına” bir önem taşır. Koleksiyoncu topladığı “şey”in sonuna kadar gitmek ister. “Toplayıcı, biriktirici doğru açıklamalar mı bilemem. Araştırmacılık içinde bunları toplamak da var bana göre
S. .“Ephemera”nın toplumsal hayatımıza ve gündelik yaşantımıza dair söyledikleri olmasaydı, şimdilerde neler eksik kalırdı?
GA. Eskiden efemeradan yararlanan sınırlı sayıda araştırmacı vardı. Bir de topladığı malzemeleri kimseyle paylaşmayan “koleksiyoncu”lar... Yaklaşık otuz yıl içinde bu kavramlar yumuşadı. Şimdi araştırmacılar görsel malzemelere daha çok önem veriyorlar, koleksiyoncular arasından da, topladıkları malzemeleri araştırma, kitap, sergiye dönüştüren birçok kişi var. Örneğin Mert Sandalcı, Haluk Oral koleksiyonlarını araştırmaya dönüştüren isimler arasında ilk aklıma gelenler... Araştırmacılar da giderek çok daha fazla görsel kullanmaya başladılar, bunun öncüsü ise rahmetli Metin And’dır.Günümüzde artık görsel malzemenin önemi her dönemden daha fazla. En başta sergiler ve kitaplar, bu tür malzemeler olmadan açılamaz hale geldi. Gündelik yaşamı ele alan sergiler bu gereksinimi en çok duyduğumuz sergiler elbette. İnternet çıktı çıkalı, metinden çok görsel önem kazandı. Bunun ne denli anlamlı olup olmadığı ise ayrı bir konu. Bloglarla başladı mesele instagrama kadar uzandı. Paylaştığımız fotolar, belgeler, görseller yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bunların büyük çoğunluk ise doğal olarak efemera kavramı içinde olan malzemeler.
Bence efemera artık yaşamımızın zenginliğini artıran, araştırma ve sergilerin çok boyutlu olmasını sağlayan en önemli ögelerden biri.