19 Temmuz 2009 Pazar

TOPLUMSAL TARİH dergisinden


ADALAR REVÜSÜ
Adalar Müzesi’nin kuruluş çalışmaları sürmekte. Ağustos ayında Büyükada Adaevi’nde yapılan çalışmaları anlatan bir de sergi açılacak. Bu vesileyle bundan tam 75 yıl önce “Adaları Güzelleştirme Cemiyeti” tarafından Ekrem ve Cemal Reşit Rey kardeşlere ısmarlanan bir revüyü tanıtmak istedik. 1934 yazı, Şehir Tiyatrosu sanatçıları tarafından oynanan bu şenlikli “Adalar Revüsü” ile daha keyifli geçmişti.

Yıl 1934. İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun ana mekanı Tepebaşı’ndaki tiyatro binasıdır. Hemen yanında Tepebaşı Belediye Bahçesi, bu bahçenin yazlık sahnesi ve az ilerde de Pera Palas’ın hemen yanıbaşında bir Gardenbar yer almakta. Bu mekanları uzun yıllardır işleten İstanbul’un ünlü emprezaryoları Lehman ve Arditi efendilerin kontratları sona ermişitir. Belediye Başkanı Muhittin Bey de bu iki yerin mukavelesini yenilemez.

Vasfi Rıza Zobu anlatıyor devamını: “Maaşlarımız kıt kanaat. Onlara zam yapacak takat Belediyede yok. Bahçe ile Gardenbarın Belediyeye temin edeceği kira devede kulak. ‘Bu iki yer Şehir Tiyatrosu sanatçılarına tahsis edilirse, onlar bir kooperatif kurar işletirlerse, maddi menfaat temin ederler de geçimlerine medar olur,’ diye düşünmüşler. Biz de bu teklifi piyango vurmuş insanlar gibi sevinçle karşıladık."

Bir idare heyeti kurulursa da, sonunda işler Muhsin Ertuğrul ile Emin Beliğ’in sırtına kalır. Bahçenin açılışı 14 Haziran 1934 tarihinde cazbant ile yapılır. Halk bahçeyi doldurmakta, cazbant çalmakta ve ortadaki pistte sabahlara kadar dans edilmektedir.

Yine Vasfi Rıza’ya başvuralım: “Büyükada’da Adaları Güzelleştirme Cemiyeti" ismiyle bir dernek kurulmuş. Kendilerine gelir sağlamak için, Ekrem Reşit’le mutabık kalmışlar. O, bir ‘Adalar Revüsü’ yazmış. Bunu da Cemal Reşit bestelemiş. Bizimkilerle de anlaşmışlar. Yat Kulüp’ün bahçesinde yapılan bir sahnede oynanacak. Hastalık bahane ederek katılmak istemedim bu cümbüşe. Olmadı; mecbur kaldım. 12 Temmuz gecesi oynadık. Tuttu, beğenildi. Durur muyuz, kooperatifimiz var! Tepebaşı bahçesi bizim. Revüyü oynamaya müsait koca bir sahnesi mevcut. Ada’daki muvaffakiyetten bir hafta sonra, kendi hesabımıza Tepebaşı’nda bu revüye başladık. Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar akşamları oynuyoruz. Diğer akşamlar yine cazbant çamıyor, halk oynuyor.”

“Adalar Revüsü” hakkındaki bilgilerimiz yakın bir zaman kadar bu kadardı. Ama kısa bir süre önce elimize geçen revünün broşürü sayesinde artık daha fazla bilgi sahibiyiz. Artık “Adalar Revüsü” adlı bu kitapçığın sayfalarını açabiliriz.

36 sayfalık broşürümüz4, o yılların pek ünlü isimleri olan Ekrem ve Cemal Reşit Rey’in kaleme aldığı bir sunuşla başlıyor. Sanatçılar “sevgili okurlarını” önce revü konusunda aydınlatıyorlar:

“Bizden bir rövü [o zamanlar revü değil rövü deniyormuş] istenildiği zaman hem memnun olduk, hem de endişelere kapıldık. Sebebi bizde henüz revü oynanmamasıdır. ‘Üç Saat’ veya ‘Lüküs Hayat’a rövü diyen olduysa yanılmıştır, zira bu iki operette baştan sona kadar tek bir mevzu serdedilmiş, inkişaf ettirilmiş ve temsilin sonunda neticelendirilmiştir. Halbuki rövüde tek bir mevzu yoktur. Rövü muhtelif ve birbirile hiç bir alâkası olmayan birçok mevzudan ibaret bir temsildir. Bu mevzular kâh eğlenceli, kâh acıklı olur...

Esasen rövünün iki şekli vardır. Birinde dekora, kostüme, dansa zerre kadar ehemmiyet verilmeksizin mizaha istinat edilir, Paris’te ‘Chansonniers’lerin küçücük tiyatrolarında olduğu gibi. Bu şekil rövüye ‘revue satirique’ denir. Diğeri de ‘Casino de Paris’, ‘Folies Bergeres’ vesaire ‘müzik hol’de oynanan rövüdür ki, bunda yalnız dekorlara, kostümlere, danslara, renklere, ışıklara ehemmiyet verilir.

Biz de bu ‘Ada Rövüsü’nde rövünün bu iki şeklinden hariç kalmak mecburiyetinde bulunduk, daha doğrusu ikisine de hafifçe temas etmekle iktifa ettik.”
Rey kardeşler daha sonra bunun bir ilk tecrübe olduğunu, ama “zerre kadar korkuları olmadığını”, zira revü “Şehir Tiyatrosu’nun büyük ve kıymetli sanatkârları tarafından” oynanacağı için gönüllerinin ferah olduğunu söylerler.
Broşürün bundan sonraki 18 sayfası sanatçıların vesikalık fotoğrafları ile doludur. Ama hemen ardından revüde yer alan “Büyükada”, “Hayırsız Adalar”, “Ah sevgilim”, “Balon”, Ah laternamu!” şarkılarının söz ve notaları yer almakta. En sonda da revünün sahneleri ve oyuncuları sıralanmakta.

Revünün sahnelerini ve bu sahnelerde kullanıldığını düşündüğümüz şarkı sözlerinden alıntıları aşağıya aktarıyorum:

1. Neş’e – Zinet

(Oyuncular: Zinet: Zehra [Bilir ?] hanım, Neş’e: Hüseyin Kemal [Gürmen] bey)

2. Güzel Adalar
(Kınalıada: Şevkiye [May] hanım, Heybeliada: Feriha [Tevfik] hanım, Burgazada: Cahide [Sonku] hanım, Büyükada: Semiha [Berksoy] hanım)

3. Hayırsız Adalar
(Sivriada: Hazım [Körmükçü] bey, Yassıada: Vasfi Rıza [Zobu] bey)

Bundan önceki bölümde “güzel adalar” tek tek kendilerini tanıtırlar. Bunların arasına alınmayan “hayırsız adalar” da bir yakınma şarkısı söylerler:
Alem zevkde sefada!/ Bizler kaldık ortada/ Davet olmuş her ada!/ Bize yer yok burada!/ Yok muyuz biz sırada!/ Değil miyiz biz ada!/ Gözümüz yok parada!/ Olalım bir arada!

4. Deli Aşık
(Deli Aşık: Galip [Arcan] bey)

5. Şetaret Bacı isyan ediyor
(Şetaret Bacı: Behzat [Butak] bey)

6. Tarzı Talâkki
(Hoşgören Bey: Emin Beliğ [Belli] bey, Başgarson: Sami [Ayanoğlu] bey, Mahdum: R. Kemal [Arduman] bey, Zirzop Bey:Muammer Ruşen [Karaca] bey, Vahden Bey: Mahmut [Moralı] bey, Kaynana: Halide [Pişkin] hanım, Gelin: Cahide [Sonku] hanım.)

7. Ah Sevgilim (Tango)
(Birinci hanım: Feriha [Tevfik] hanım, İkinci hanım: Semiha [Berksoy] hanım)
Hüzünlü bir tangoyu belli ki bir düet biçiminde söylüyorlar:

Sessiz, hazin bir bahçede, bir gül açtı,
Gül,yaz bitti!... Aşıkların yazla kaçtı!...

8. Misafirler
(Evdoksiya: Şaziye [Moral] hanım, Öripidi: Hazım [Körmükçü] bey)
Revünün belki de ilginç şarkısı olan “Ah Laternamu!”, Yunanistan’a göç sonucu gitmiş olan İstanbullu Rumların, Büyükada’yı ziyaretlerini anlatıyor:

Biz Atina’dan geldik burada/ İsteriz görmek su Büyükada/
Pire’den bindik güzel vapurda/ Doğrudan geldik simdicik
burda/ Biz zok severiz, kale, Türkyada/ Yok Türkya gibi baska
dünyada/ Ma yazık oldu, oldu zok fena/ Kalmamıs burda bizim
laterna!

Ah pateramu, ah pateramu/ Nerede gitti, ah laternamu/
Ah kaymenimu, ah kardiyamu/ Pu ise, kale, ah laternamu!

Zok güzel her sey, poli oreya/ Biz keyif izin geldik buraya/
Yalnız eğlenze, baska yok dulya/ Ti na kamome boyledir
dunya/ Var sizde her sey, süslü madama/ Var kibar beyler,
hepsi var ama/ Ma yazık oldu, oldu zok fena/ Kalmamis
burda bizim laterna!

9. Deniz Canavarı
(Şair balıkçı: Talat [Artamel] bey, Tonton: Vasfi Rıza [Zobu] bey, Zirzop: Muammer [Karaca] bey, Şişman bey: Sait [Köknar] bey, Canavar: Feriha [Tevfik] hanım, Rabıtalı hanım: Şaziye [Moral] hanım, Kaynana: Halide [Pişkin] hanım, Rüstem: Hazım [Körmükçü] bey, Çocuk: Ferih [Egemen] bey.

10. Balon!
(Baloncu kız: Şevkiye [May] hanım, Baloncu delikanlı: Muammer [Karaca] bey.)
“Balon” şarkısında, Şevkiye May’ın söylediğini düşünürsek, biraz erotik çağrışımları da olan sözler bulabiliriz:

Balonlarım pek iridir/ Halis yerli balonları!
Balonlarım taş gibidir/ Hele tutun bir onları!

11. Güneş Banyosu
(Şık bey: Muammer [Karaca] bey, 2. Küçük hanım: Nezihe [Becerikli] hanım, Haremi: Şayeste [Ayanoğlu] hanım, 1. Küçük hanım: Saniye hanım, Delikanlı: R. Kemal [Arduman] bey.

12. Sporlar
(Tenis: Muammer Ruşen [Karaca] bey, Futbol: Şevkiye [May] hanım, Yüzme: Hüseyin Kemal [Gürmen] bey.)
Anlaşılacağı üzere bu bölümde spor kollarını kişileştirmişler! İşin ilginç yanı futbolu bir kadının, Şevkiye May’ın canlandırması...

13. Doktör Mabüz
1933’de Fritz Lang’ın çektiği Dr. Mabuse filmi herhalde İstanbul’da gösterilmeye başlanmıştı. Bu popülariteden yararlanılarak yazılmış bir skeç olduğunu sanıyorum.
(Dr. Mabüz: İ. Galip [Arcan] bey, Teddy: N. Mahfi [Ayral] bey, Hasta 1: Behzat [Butak] bey, Hasta 3: Necla [Sertel ?] hanım,Dorothy: Feriha [Tevfik] hanım, Aşık: Hazım [Körmükçü] bey,
Hasta 2: Mahmut [Moralı] bey.)

14. Final.... Büyükada!
Oyunun sonunda herhalde hep birlikte sahneye çıkıldığı için rol dağıtımı yazılmamış. Broşürde yer alan “Büyükada Şarkısı”nın da burada söylenmiş olması ihtimal dahilinde...

Adaların birincisi/ Marmara’nın bir incisi/ Büyük Ada!
Bir köşesi kalbimizin/ Sevgilisi hepimizin/ Büyük Ada!
Sana dünya olsun feda/ Büyük Ada!/ Büyük Ada!

“Adalar Revüsü” broşürü kurulacak olan Adalar Müzesi’ne bağışlanacak elbette. Belki bir panoda yer alacak sayfalarının yanında, kulaklı bir dinleme aleti de yer alır. Düğmesine bastığımız belki de Semiha Berksoy’un sesinden Büyükada şarkısını dinlememiz bile mümkün olabilir... Kimbilir...

7 Temmuz 2009 Salı

MÜZİK YAZILARI


SEMA. EFSANELERİ GÜNCELLEŞTİREN ŞARKICI
Sema yine yapmış yapacağını. Yine eski defterleri karıştırmış. Yine dünü bugünde yeniden yaratmış. Efsaneleri güncelleştirmiş. “Ekho 2- Efsane Hanımlar” albümü piyasada...

Sema’nın geçen yüzyılın başlarındaki kadın şarkıcılara olan tutkusu belli ki tüm hızıyla sürüyor. Yeni albümü yine o dönemin şarkılarıyla dopdolu. Söze bir teşekkürle başlıyor Sema albüm kitapçığında: “Teşekkürler sevgili Suzan Lütfullah, sevgili Seyyan Hanım, sevgili Mürşide Hanım, sevgili Şamran Hanım, sevgili Denizkızı Eftalya...”

Bu efsane kadınlar arasından biri oldukça öne çıkıyor. Albümde yanılmıyorsan tam yedi şarkısı bulunan Suzan Lütfullah... Gözler Sözler, İstanbul Hatırası, Seven Kalp Böyle Yanar. Memleketim, Rita Tango, Bir Martı Gibi, Çingene ve Vatan Hatırası. Suzan Lütfullah bilineceği gibi Gülriz Sururi’nin annesi ve Türkiye’nin batı standartlarında şarkı söyleyen ilk Türk primadonnası... Muhlis Sabahattin Ezgi’nin kurduğu Süreyya Opereti’nde Ayşe, Telefoncu Kız, Gül Hanım gibi operetlerde ün yapmıştır. Pek bilinmeyen yanı başarılı bir plak kariyeri de olduğudur. Eşi Lütfullah Sururi ile birlikte Almanya Hannover’deki Polydor Stüdyolarında, bir dizi plak doldurmuşlardır. Bunların bazılarında karı koca düet yapmışlar (Bir Buse ve Gel Öpüşelim gibi), diğerlerinde ise Suzan Lütfullah çoğu Sema’nın albümünde yer alan şarkıları okumuştur. Bu plakların müzik direktörlüğünü ise o dönemin ünlü orkestra şefi ( ve yine Süreyya Operası’ndan tanıdığımız) Karlo Kapoçelli yapmıştır. Şarkılar genel olarak o dönemin popüler Avrupa şarkılarından aranje edilmiştir. Yani Türkçe sözlü hafif batı müziğinin ilk adımları daha o yıllarda atılmıştır. Kapoçelli İtalyan kökenlerinden gelen bir güdü ile olsa gerek, İtalyan bestecilere öncelik vermiş. Manicinetti, Maritiotti, Kalman plak etiketlerinden okunabilen imzalar...

Suzan Lütfullah’ı çok genç yaşta, henüz 23’ünü sürerken ihmalkâr bir doktorun hatası sonucu safra kesesi iltihabının kana karışması yüzünden kaybetmiştik. Bu nedenle söz konusu plaklardaki sesler, ondan bize kalabilen çok az onının en önemli parçaları belki de.... Sema, Suzan Lütfullah’a olan bu tutkulu ilgisini daha önce “Seven Kalp Böyle Yanar” müzikli oyununda ve “Efsane Hanımlar” başlığı altında verdiği konserlerde de göstermişti. Şimdi bu tutkuyu kalıcı bir hale getiriyor.

Albümde şarkıları kullanılan diğer efsane kadınlar arasında tango tarihimizin gelmiş geçmiş en güçlü kadın sesi olan Seyyan Hanım, ilk radyo şarkıcılarından (daha sonra kocası izin vermeyince Meziyyet adını kullanan) Mürşide Hanım, kanto tarihimizin tartışılmaz erken dönem starlarından Şamran Hanım ve adı bile bir masal havası taşıyan Denizkızı Eftalya var. Herbiri için hâlâ niçin birer kitap yapılmadığının cevabını vermek ise pek kolay değil...

Sema’nın albümünde yer alan şarkıların sözleri de doğal olarak söz konusu şarkıcıların dönemini yansıtıyor. Daldan dala atlayan çalıkuşu edalı kızlar/ Gardenbar’da cebinden para sızdırılan taşralı mirasyediler/ Çapkın erkeklerin peşinden koşan çingeneler/ Kağıthane’de fistanını beline dolayan yosmalar/ Dünyayı gezmek için hızla sürülen otomobiller, şarkılarda fink atıyor... Tabii bol bol aşık olunuyor, uzaklarda bir keman çalıyor, bulutlar yine her akşam toplanıyor ve ruhlar derin bir kedere gark oluyor...

Dünden gelenlere ne eklemiş Sema? Bence çok şey... Bir kere şarkıların geçmişte kalmasını önlemiş. Taşplak kayıtları her ne kadar bir ölçüde CD’lere aktarldıysa da, bunlar bile ancak sınırlı bir meraklı kitlesinin ilgisini çekiebiliyor. “Ekho 2” albümü bu şarkıları, yeni kuşakların da dinleyebileceği bir teknik kaliteye ulaştırmış. Ama sadece bir “taşıma”, bir “aynen icra” değil yapılan. Sema daha önceki albümde olduğu gibi, hem dünü korumuş, hem de çağdaş yorumcu tavrını elden bırakmamış. Bu nedenle yapılan iş, hem geçmişe bir saygı duruşunu içinde taşıyor, hem de bugünün müzik dinleyicisi ile temas kurma şansını içinde barındırıyor.

Sema elbette bu başarılı albümü tek başına kotarmamış. Tamam alkışların çoğu onun. Ama orkestrasyonları yapan Cumhur Bakışkan’ın ve plakta yer alan müzisyenlerin katkıları da çok önemli. Artık belli ki, Sema ve orkestra tam bir uyum içinde podyuma çıkıyorlar! Ha bir de, Sema’nın bu taşplak mirasıyla tanışmasını sağlayan ve albümün danışmanlığını yapan Cemal Ünlü kardeşimizi de unutmamak gerekli... “Seven Kalp Böyle Yanar” oyununda başlayan bu omuzdaşlığın aynı sıcaklıkta sürdüğü görülüyor...

Bu albümün sonrası da gelecek galiba... Albümün kitapçığında şöyle yazıyor Sema: “Ben bu hanımlara meftunum... Bu benim için bir mutluluk... Beni böylesine etkiledikleri, beni böylesine yüreklendirdikleri, beni böylesine donanımlı kıldıkları için... Ben onların ‘ekho’su olmaya devam edeceğim...” Dünü bugüne bu denli başarıyla taşıdıkça biz de seni dinlemeye devam edeceğiz Sema. İçimizde yeni yankılar yaratmaya devam et...

30 Mayıs 2009 Cumartesi

MÜZİK YAZILARI


LHASA...BİR BÜYÜLÜ ORTAMDA
Lhasa kendi adını taşıyan üçüncü albümüyle yeniden hayranlarının karşısında. 2005 yılında İstanbul’da canlı olarak dinlediğimiz Lhasa’nın bu yeni albümü de birbirinden etkileyici şarkılarla dolu…

Lhasa ile yıllar once, bir Babylon Juke Box partisinde tanıştım. Ahmet Uluğ bir İspanyolca şarkı çalmaya başlamıştı. Birden olduğum yerde kaldım. Dipten, derinden, insanı tam yüreğinden yakalayan bir sesle karşı karşıyaydım. Ahmet’e ne çaldığını sorunca, Lhasa’nın ilk albümü La Llorona’nın kapağını gösterdi. Hemen kendilerini duendeli sanatçılar listeme aldım. Duende, bilirsiniz herhalde, Lorca sayesinde tanıdığımız bir kavram. Flamenko sanatçılarını anlatırken kullanır bu deyimi Lorca. Onların bilinçten değil, karanlık bir dünyadan, toprağın altından gelen bir güçten beslendiklerini söyler. Yaşlı bir gitar ustasından alıntı yapar hatta: “Duende gırtlakta bulunmaz; ayak tabanlarından yukarıya doğru, içeriden yükselir”. Ama bu kadar duende dersi yeter... Fazlasını merak eden Yapı Kredi Yayınlarında bir kaç yıl önce yayınlanan Federico García Lorca: Profil adlı kitaba baksın...

1998 yılında çıkan bu ilk albümünde Lhasa sadece İspanyolca şarkılar söyler. Meksika efsanelerinde, bildiğimiz Latin ritmlerinde dolaştırır bizi, ama bambaşka bir seda ekler bunlara. Müziğinde ve sözlerinde ışık ve karanlık; aşk ve hınç, umut ve hüzün birarada yer alır. “Müziğimin hem dramatik hem de sıcakkanlı olmasını sağlayan da bu,” diyor Lhasa ve ekliyor bir röportajında: “Hatta bu çatışma, varoluşumun özünü oluşturuyor. Işığa varabilmek için her zaman karanlık bir dönemden geçmem gerekir.”

Lhasa ile yüzyüze tanışmamız ise 2005 yılı Temmuz’unda oldu. Yeni albümü The Living Road’u dinleyeli bir yıl kadar olmuştu. Olağanüstü bir yol albümüydü bu. Lhasa sirkte çalışan ablalarıyla o şehir senin bu şehir benim gezmiş, gösterilerde şarkı bile söylemişti. Yani albüm yollarda gezerken hazırlanmıştı ve yollarda dolaşırken dinlemenin tadı da bir başkaydı. İstanbul Caz Festivali kapsamında Sepetçiler Kasrı’nda büyülü bir konser Verdi Lhasa. Kuliste tanıştık ve insan olarak da sihirli bir enerjisi olduğunun ayırdına vardık. The Living Road’dan parçalar çalmıştı çoğunlukla. İngilizce, İspanyolca ve Frasızca şarkılar söylemişti.

Yeni bir album için beş altı yıl beklememiz gerekti. Önce iki yıl süren turneler yaptı Lhasa. Ardından yeni şarkılar yazmak için evine kapandı. Ama sonunda oldu işte. Lhasa’nın bugünlerde Türkiye’de de piyasaya verilen albümü kendi adını taşıyor. Aslında tam adı Lhasa De Sela olduğuna gore, ilk ismini demek daha doğru galiba… Bu kez sadece İngilizce söylemeyi seçmiş Lhasa. Yine çok güzel şarkılarla çıktı karşımıza. Biraz daha kapalı, içe dönük bir album bu. İçine daha zor giriliyor, ama girdikçe daha çok etkiliyor insanı.

Lhasa bu son albümünün kayıtlarını geçen yıl yaşadığı kentte, Montreal’de bulunan Hotel2Tango stüdyosunda yapmış. Bu stüdyo analog kayıtlarla ünlü. Carla Bozulich ve Vic Chesnutt da son albümlerini burada kaydetmişlerdi. Stüdyonun başında Thierry Amar (Godspeed You! Black Emperor ve The Silver Mt. Zion Memorial Orchestra’nın kurucu üyesi) ve Howard Bilerman (Arcade Fire) var. Çoğunluğu canlı olan kayıtları da onlar yapmış. Prodüksiyon ve şarkı sözleri Lhasa’ya ait. Bestelerde ise birlikte çalıştığı topluluk üyelerinin katkıları var. Bu albüm için ilk ilişki kurduğu müzisyen arpist Sarah Page olmuş. Sarah, Lhasa’yı, kendi deyimiyle “hemen burnunun ucunda olan ama göremediği” diğerleriyle tanıştırmış.Böylece gitarlarda Joe Grass, basta Miles Perkin, keman ve gitarda Freddy Koella ve davulda Andrew Barr katılmış topluluğa. Son yılların çok söz edilen şarkıcısı (yeni bir Jeff Buckley adeta) Patrick Watson da iki şarkısında Lhasa’ya yardımcı olmuş (albümde yok ama, internette Lhasa ve Patrick Watson’un bir kulüpte birlikte söyledikleri Elliot Smith coverı Between the Bars’ı bulup dinlemenizi tavsiye ederim).

Lhasa bu albümde her zaman olduğu gibi kendini tüm etkilere açık tutmuş. Country, caz, New Orleans, Klezmer, pop, gospel, folk, blues, Latin… Hem herbiri, hem de hiçbiri… Şarkılarını bildiğimiz müzikal kalıplar içinde değerlendirmek kolay değil. Çünkü Lhasa onlara özel bir ruh katıyor ve kendi malı haline getiriyor. Bildiklerimizi unutup farklı bir dünyaya konuk olmak zorundayız. Lhasa’nın her zaman başardığı bir şey bu… Albümde benim favorum “Fool’s Gold”. Kırıka üyelerinin kulağına da bir parçanın “Yalnız Örümcek” adını taşıdığını fısıldayalım. Malum onlar da “Dokumacı Örümcek” şarkısıyla tanınmışlardı…

Lhasa’nın İspanyolca ve Fransızca’yı bir kenara sadece İngilizce söylemesine üzülecek olanlar, bir ölçüde haklı olabilirler. Ama bana sorarsanız onun hangi dili kullandığının hiç bir önemi yok. Lhasa ruhunu seslendiriyor aslında şarkılarında. Yeni açmış bir gonca gül gibi bekliyor boşlukta. Onu önce görmek, sonra sessizce dokunmak gerekli. O zaman yaprakları ağır ağır açılmaya başlıyor. Her yaprağın içinde başka bir giz saklı. İçine girildikçe bu yapraklar yavaş yavaş üstünüze kapanıyor. Çiçeğin ruhuna ulaşıp kokladığınızda artık başka bir dünyaya ayak bastığınızı anlıyorsunuz…. Lhasa’nın eski Tibet belgelerinde tanrıların mekanı anlamına geldiğini söylemeyi yoksa unutmuş muydum?

25 Nisan 2009 Cumartesi

TAŞ PLAK DİNLETİSİ. Gökhan Akçura- Cemal Ünlü


"Yitirişimizin 30. Yılında Muhsin Ertuğrul'a Saygı" etkinlikleri çerçevesinde 27 Nisan Pazartesi günü saat 16.30'da
Kadıköy Haldun Taner Sahnesi fuayesinde yapacağımız bu etkinlikte şu şarkıları çalacak ve üzerine bilgi vereceğiz:

Operetler:
1) Üç Saat Opereti..... Tahrana Gidelim.... Hazım Körmükçü
2) Lüküs Hayat Opereti... Ah Berelim... Hazım Körmükçü
3) Deli Dolu Opereti.... Pedumu, Pedakimu.. Bedia M. - Vasfi Rıza
4) Deli Dolu Opereti.... Hovardalık... Reşit Akif Gürzap - Şevkiye May

Film Müzikleri:
5) Karım Beni Aldatırsa Filmi... Aldatırsa Beni Karım... Hazım Körmükçü
6) Söz Bir Allah Bir Filmi.. Sorguya Çekme Beni... Hazım K. - Melek T.

Şarkılar eski taş plaklardan gramofonda çalınacaktır.


Etkinliklerin tam programı ise şöyledir:

Yitirişimizin 30. Yılında
“Muhsin Ertuğrul’a Saygı” Etkinlikleri

27 Nisan 2009 Pazartesi
Kadıköy Haldun Taner Sahnesi
“Muhsin Ertuğrul’a Saygı”

11.30: İBBŞT Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya’nın açılış konuşması
11.45: Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü arşivinden “Muhsin Ertuğrul Belgeseli” gösterimi
12.00: “Anılardaki Muhsin Ertuğrul” söyleşisi. Moderatör: Zeynep Oral. Konuşmacılar: Şakir Eczacıbaşı, Yıldız Kenter, Beklan Algan
14.30: “Eğitimde, Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu’nda ve Deneysel Tiyatroda
Muhsin Ertuğrul” söyleşisi. Moderatör: Taner Barlas. Konuşmacılar: Macit Koper, Ümit Denizer, Turgut Denizer, Beklan Algan.
16.00: “Muhsin Ertuğrul’dan Kalan Sorular”. Konuşmacı: Efdal Sevinçli
16.30: “Muhsin Ertuğrul Operet-Film Müzikleri Dinletisi. Sunum: Gökhan Akçura ve Cemal Ünlü


27 Nisan Pazartesi-03 Mayıs Pazar
Kadıköy Haldun Taner Sahnesi fuayesi
“Muhsin Ertuğrul’a Saygı” Sergisi


29 Nisan Çarşamba
Zincirlikuyu Mezarlığı Saat: 11.00
Saygı Duruşu ve Anma Töreni


29 Nisan Çarşamba
Bütün İBBŞT Sahneleri
Saat 15.30 ve 20.30
Gösteriler Öncesi Saygı Duruşu

27 Mart 2009 Cuma

BİR BİRA AFİŞİNİN HATIRLATTIKLARI


Hadi bakalım! Nereden nereye! Yıllar önce çok eski bir bira tartışmasını anlatan bir yazı kaleme almıştım. Öyküsünü isterseniz aşağıda okuyacaksınız. Bu bira tartışmasını dergilerden öğrenmiştim elbette. Tartışmanın odağında ise bir afiş vardı. Tartışma tamam da, afişi görmek mümkün olmamıştı. Garajİstanbul'da Efes Pilsen'in açtığı Biraya Dair sergisinin kataloğunda bu afişi görmeyeyim mi! Hemen afişi kopyaladım, altına da yazımı ekledim. Eğlencelidir, söylemedi demeyin!


BİR BUZLU BİRA İÇ GÜZELİM

Türkiye için “alafranga” bir içki olan biranın alaturka tarihçesini daha önce anlatmıştık. Bu kez, 1934 yılında lokantalara asılan bira ilanları nedeniyle basında yer alan ilginç bir tartışmayı aktarmak istiyoruz. Ama önce tartışmanın daha iyi anlaşılması için tekrarlamak pahasına gerekli ön bilgleri verelim.

Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Avrupai bir içki olarak “şık” çevrelerde rağbet gören bira, genellikle Viyana, Münih, Belgrad gibi merkezlerden ithal edilmekteydi. İstanbul ve İzmir’deki birkaç üretim teşebbüsü ise ev imalathanesi düzeyini aşamamıştı. Biranın giderek jardenleri ele geçiren bir içki olduğunu gören İsviçreli Bomonti Kardeşler 1885 yılında küçük bir imalathane olarak kurdukları tesisleri, 1893 yılında fabrikaya dönüştürdüler. Fabrika bulunduğu semte adını verdi. Bomonti.

İkinci bira fabrikası, 1909 yılında Nektar Biracılık Şirketi (Nectar Brewery Company Limited) tarafından Büyükdere’de kuruldu. Bu şirketin merkezi Londra’daydı. Bomonti ve Nektar’ın düşman kardeşler olarak yaşamaları uzun sürmedi. İki şirkette rekabetten aşırı derecede etkilendikleri için, 1912 yılında yönetim yeri Cenevre’de olmak üzere “Bomonti Nektar Metehhit Bira Şirketleri” adıyla birleştiler.

Bomonti-Nektar, özellikle İstanbul ve İzmir’de bira tüketiminin yüzde doksanını ele geçirdi. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar, Düyun-u Umumiye İdaresinin mürâkabe ve rüsum sistemiyle idare edilen bira sanayii, 1926 yılında çıkarılan 760 sayılı Meşrubat İnhisarı’nı üstlenmeye bir Polonyalı şirket talip oldu. Ancak şirketin bu girişimi başarılı olmadı ve Bomonti-Nektar fabrikalarını bir yıl işlettikten sonra çalışmalarını durdurdu. İşletmeleri devralar İçki Tekeli İdaresi, 1928 yılı başından itibaren “Türk Anonim Şirketi” ne 10 yıl için imtiyaz verdi.Bomonti-Nektar yine sahip değiştirmişti...

Biranın kuvveti

Yazımıza konu olan tartışma 1934 yılında, zamanın fiyakalı magazin dergisi Hafta’da başlar. Dergi, Haziran ayının son sayısında, tam da millet sıcaklardan bunalıp, buzlu bira içmenin keyfine varacağı sırada işlere taş koyuverir. Başyazının konusu, lokanta ve birahanelerin duvarlarında boy gösteren bazı resimli levhalarla biranın övülmesidir. Levhada “Yarım litre bira ne gibi gıdaların kuvvetini verir?” diye sorulduktan sonra şöyle devam edilmektedir: “385 gram süt – 32 gram tereyağı – 82 gram sığır eti – 325 gram balık – 105 gram ekmek – 3 buçuk yumurta.” Bu bilgilerin Prof. Dr. Carl von Noorden ve Dr. Hugo Salomon efendilerin “filan kitabın falan sayfasından” alındığı da ayrıca yazılmıştır. Hafta dergisi, bu levhaların altında bir kurum imzası olmadığından, “saf halkın”, Sağlık Bakanlığı tarafından bira içilmesinin tavsiye edildiğini sandığını söyleyerek, duruma el koymaktadır. Derginin ifşa ettiğine göre bu levhaları piyasaya “Bomonti-Nektar” şirketi dağıtmış ve bira içindeki “afyon ve alkol gibi zehirleri gizleyerek”, mahut içkiye “halis gıda süsü” vermek istemiştir.

Hafta boyu okurlarını keyifli yazılarla eğlendirmekten başka bir amacı olduğu o güne kadar pek ortaya çıkmamış olan Hafta dergisi; ele aldığı davanın milli boyutlarını da şu satırla vurgular:
“Bomonti şirketi ecnebidir. Türk ırkının sıhhati ona vız gelir. Bütün gayesi, Türk ırkının kanını kurutmaya bedel, kasasını doldurmaktır... Halkın hayatına kasteden bu levhaları yerinden indirecek bir devlet kuvveti yok mudur?”

Devletten bir cevap gelip gelmediğini bilmiyoruz ama, derginin iki hafta sonraki sayısında Bomonti şirketinin aşağıdaki cevabı yer alır:
1. Biranın sıhhi ve mugaddi (besleyici) bir içki olduğu asırlardan beri bütün dünya fen erbabı tarafından kabul edilmiş bir hakikattir. Bira alkol ve afyonla yapılmaz. Birada alkol kendi tahammürile hasıl olur ve nisbeti de yüzde 2,5-3’tür.
2. Gördüğünüz levhalar tarafımızdan bastırılmıştır. Bunlar şirketimiz mamulatının değil, sureti umumiyede biranın reklamı olduğu için ismimiz yazılmamıştır. Bunda hiçbir suiniyetimiz yoktur. İsnat ettiğiniz fikir hiçbir vakit hatırımıza gelmemiştir. Bu reklamlar aynen Avrupa’nın muhtelif memleketlerinde tabedilmiştir. Biz de onlardan tercüme ve kopya ettik. Bunlarda dahi yapanların isimleri yoktur. Maahaza kendi ismimiz altında ve gördüğünüz mealde biranın mugaddı ve sıhhi bir içki olduğunu senelerden beri gazetelerde ilan ettik ve ediyoruz.
3. Bir Türk şirketi olan müessesemizde isnadınız veçhile bir suiniyet olmadığını ve tam bir Türk vatandaşı olarak çalıştığımızı arz ile hürmetlerinize takdim ederim efendim.
Türk Bira Fabrikaları (Bomonti-Nektar Türk Anonim Şirketi)

Bira içip deli olanlar

Hafta dergisi, mektuba sütunlarında yer vermesine karşın, hemen altında, Bomonti-Nektar’ın görüşlerinin tümüyle asılsız olduğunu söyleyerek kavgaya devam eder. Dergi, biranın sağlıklı ve besleyici olduğunu kabul etmemektedir. Hafta’ya göre, Viyana ve Münih tımarhaneleri yalnız biradan çıldıran delilerle doludur. Ayrıca bizde yapılan biralarda alkol yanı sıra, afyon da kullanıldığını bilmeyen yoktur!

Bir sonraki tartışmaya ünlü içki düşmanı Doktor Fahrettin Kerim Bey de katılır ve görüşlerini şöyle aktarır:
“Eğer söyledikleri gibi bira içmekle o gıdalar temin ediliyorsa n buğday, ne yumurta, ne yağa lüzum kalır? O taktirde herkes bira fıçısının altına yatsın, ağzını açsın, gündelik gıdasını alsın!(...) Biz Avrupa’da siriryatlarda [hastanelerde] çalıştığımız zamanlarda bira içip de deli olanları çok gördük. Bilhassa pazar günleri alkol delilerine çok rastgeldik. Bira için alkollü içkilerin arasında en az zararlısı denebilir. Fakat gıda olarak onu halka tavsiye etmek, katiyen doğru bir hareket olamaz.”

Devlet hala işe karışmamış olacak ki, Fahrettin Kerim’in görüşlerini aktardıktan sonra Hafta dergisi şu notu koymadan yapamıyor:
“Türk nesline kasteden bu şirket karşısında hükümet komiserlerinin kayıtsız kalabilmeleri için makul ve meşru hiçbir sebep tasavvur edemiyoruz!”

Sanırız, Hafta okurları seriyal hale gelen bu bira tartışmalarını merakla beklemeye başlamışlardır. 25 Temmuz tarihli bir sonraki sayıda Server Bedi, “Bence” başlıklı sütununu bu konuya ayırır. Yazısının başlığı “Bira Edebiyatı”dır. Server Bedi ya da gerçek adıyla Peyami Safa, meyhanelerin gedikli müşterisi olarak ve elbetteki rakıyı tercih ettiği için, bira kampanyasına karşı olmalıdır!

“Bomonti hazretleri bir bardak biranın üç buçuk yumurtaya, şu kadar ete, bu kadar süte, muadil olduğunu, insanı beslediğini iddia ediyor.
Düşündüm ve Bomonti hazretlerini haklı buldum...
Haydi, öyle ise, “şerefinize!” deyip çekelim mi? Hayır! Biranın sayılan meziyetleri, içen için değil, satan içindir. Sahiden bir bardak biranın kârı üç buçuk yumurtaya, şu kadar ete, bu kadar süte bedeldir, sahiden bu nesne içeni değil, satanı besler, doyurur, şişirir; elbetteki Bomonti hazretleri ve sadık tebaaları için bira satışından âlâ gıda ve deva olamaz. Duble bira kadehleri içinde kanımızı lıkır lıkır içen hazretin yaptığı edebiyat bundan galattır.”

Devlet babanın biracı sesi

Hafta dergisinin tartışmanın başından beri devreye sokmak istediği devlet babanın sesi, biraz uzaktan, Ankara’dan gelmekte gecikmez. Ama bekledikleri biçimde değildir sedası. 1934 yılında Atatürk Orman Çiftlikleri bünyesinde devletin kurduğu ilk bira fabrikası açılır. O dönemde yayınlanan Atatürk Çiftlikleri adlı kitap konuyu, tartışma yaratmayacak biçimde şöyle özetler:

“Bir halk içkisi olan bira bizde Cumhuriyetten önce ancak kibarların ve ecnebilerin birkaç birahane, lokanta yahut bahçede içtikleri bir içki idi. Onun milli bir halk içkisi haline getirilmesi bahsine ancak Cumhuriyet devrinde dokunuldu.

Orman Çiftliği hem sıhhati tahrip eden ağır içkiler yerine daha sıhhi ve hafif bir içki olan birayı memlekette yaymak, hem de memleket ziraatine yeni bir kalkınma amili daha ilâve etmek hedefini göz önünde bulundurmuştur.”

Bu açıklamadan sonra, Hafta dergisi polemikçileri için yapılacak tek şey kalıyordu. Radyoyu açıp, Yasari Asım Arsoy’un sofyân makamındaki şarkısını dinlemek:
“Bir buzlu bira iç güzelim gönlün açılsın!”

24 Mart 2009 Salı

"BİRAYA DAİR NE VARSA" SERGİSİ!


Efes Pilsen Garajİstanbul'u bir aylığına kapattı ve burada bir bira tarihi sergisi açtı. Serginin adı "Osmanlıdan Cumhuriyete Biraya Dair", yaratıcısı Mert Sandalcı, icracısı ise Burçak Madran ve ekibi...

Mert Sandalcı, Türkiye'de eşine pek az rastlanan türden bir koleksiyoner arkadaşımızdır. Muhteşem bir ısrarla toplar, ama bunları sadece kendine saklamaz, herkesin yararlanabileceği yayınlar haline getirir. Daha önce Max Fruchtermann kartpostallarını ve Eczacılık Tarihi koleksiyonunu çok kaliteli baskılılarla seriyal yayınlar haline getirmişti. Şimdi de bira tarihi koleksiyonu görücüye çıktı. Sırada galiba Coca Cola'nın Türkiye tarihi var...

Garajİstanbul'un sınırlı hacmine başarıyla sıkıştırılmış olan bira tarihimiz, Osmanlı'daki ilk bira bahçelerinden başlıyor, Bomonti Bira Fabrikasına uzanıyor, oradan Cumhuriyet'in devlet eliyle kurduğu bira tekeline kadar geliyor. Kartpostallar, yayınlar, ilanlar, kataloglar... Yetmedi şişeler, hediyelik eşyalar, bardak altlıkları... Biraya dair ne varsa bir araya getirilmiş bu sergide...

Serginin tasarımı ve icrası da başarılı. Salona girdiğinizde iki boyutlu ve zaman zaman üç boyutlu olarak bu malzemenin büyütülmüş örnekleriyle çevreleniyorsunuz. Aralarında dolanırken, eğer resimlerin orijinallerini görmek isterseniz, panolaran yamacında duran kutulara el atıyorsunuz. Küçük bir kendinize doğru çekme gayretinden sonra gizli kutu açılıp size minik orijinal belgeyi gösteriyor...

Ben de bu sergi vesilesiyile daha önce Uzun Metin Sevenlerden Misiniz adlı kitabımda yayınlanmış olan ve bira tarihimizi anlatan bir yazımı paylaşmak isitedim. İyi okumalar...

ALAFRANGA BİRAYA ALATURKA TARİHÇE

Bira alafrangadır. Kim ne derse desin... Gerçi Çatalhöyük’teki kocaman kil tabletlerin üzerinde Hititlerin bira yapmayı bildiklerini gösteren bazı kanıtlar var. Ama Hititler Şarap yapmayı da biliyorlarmış. Ve Anadolu’nun sonraki sahipleri tercihlerini şarap, daha sonra da rakı üstüne yapmışlar. Bira unutulup gitmiş yıllar yılı.

Kendi toprağımızda kökleri olan bu serin içkinin yeniden vatan saflarına katılması için on dokuzuncu yüzyıla ulaşmamız gerekmiş. Bira gelişip serpildiği Avrupa’dan batılaşmayla birlikte Türkiye’ye ithal edilmiş, Viyana’dan, Belgrad’dan, Münih’ten İstanbul’a ve elbetteki Beyoğlu’na gelmiş bira.

Ahmet Mithat, Vah adlı kitabında bu ilk birahaneleri şöyle anlatır. “Galata ve Beyoğlu’nda Almanların küşad etmiş oldukları birahaneler hakkında Osmanlı beylerimizin, efendilerimizin rağbetleri pek fevkalade idi. O zamanlar gitmiş olsaydınız, dört beş şapkalı varsa, yirmi otuz da fesli görürdünüz. Hele Galata’da Voyvoda civarında onbeş numaralı Fogel birahanesi Osmanlıların en ziyade mazhar-ı rağbet olmuştu. O derecelere kadar ki, orada hizmet eden Alman karıları bile pek az bir müddet zarfında Türkçe öğrenmeye mecbur kalmışlardı. Birahanelerde her nevi gazete bilinip Avrupa’nın her tarafından gelen musavver gazeteler ise lisan aşina olamayan Osmanlıların yegâne sermaye-i telezzüzleri idi.” ( İstanbul 1882, s. 67)

Jarden püblikler dönemi
Bira gibi birahaneler de Tanzimat alafrangalılığının ürünü olarak doğmuşlardı.Özellikle şık “mösyöler”, kibar “matmazeller” sevmiş bu yeni içkiyi. Ayak takımı pek yüz vermemiş. Onlar alıştıkları üzere şaraphane ve meyhanelere gitmeye devam etmişler. Bu eski tavrın bir uzantısını Ahmet Rasim’in Fuhş-ı Atik kitabındaki şu satırlarda görebiliriz: “Bira, konyak, monyak, bunlar içilir şeyler değildir. İlla bira, adeta hamallıktır. İç bira iç... İnsanın midesi saka kırbasına döner.” (s. 88) Üstat muhtemeldir ki, rakının verdiği rehaveti bira içerek sağlamıştır. Bu nafile çaba kendisini pek yorduğundan öfkesini alamamış olacak. Siz Ahmet Rasim’i bir de “Rakı İçmenin Usulü” üstüne yazdığı satırlarda görün. Keyfinden kabına sığmaz.

Birahaneler yanında, kibar içkimizin boy gösterdiğibir mahalde Belediye Bahçeleridir. O zamanki adıyla jarden püblikler. Çamlıca Belediye Bahçesi, Recaizade Mahmut Ekrem’in demesine göre, 1870 Mayısında kurulmuştur. İçindeki mükemmel gazino iki bölümdür; sağ yanı alaturka, sol yanı alafranga...Bira içmek istiyorsak sollayacağız. Bu tarafta alaturkadaki ince sazın sesini bastıran orkestra var. Müşterilerimiz Beyoğlu’ndan, Moda’dan, İcadiye’den gelme mösyöler, madamlar, matmazeller,erkekli kadınlı tatlısu frenkleri, frenkliğe özenen Ermeni zenginleri, Rum çorbacıları ve kokonaları, alafrangalık taslayan züppe beyler. Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası’nda Paşaoğlu Bihruz Beyi, Bender fabrikasında yaptırdığı ekipajıyla (araba takımı) 1870 haziranında bu bahçeye getirir. Girişe yakın bir masaya oturtur ve bekletmeye başlar. Bihruz Bey perdesüsünü yandaki sandalyeye öyle biçimli atar ki, “Terzi Mir” markası hemen okunuverir. İstanbul’un en ünlü terzisine diktirilmiş, kolay mı? Garsona bir bira söylerse de gelen bardağa dokunmaz. Yazık, köpükler giderek azalmakta... Ayak ayak üstüne pek havalı atar. Neden derseniz, İstanbul’un en ünlü mağazası “Herald” dan çıkma, öyle pek kolay yanına varılamayan, parlak rugan iskarpinler var paşazadenin muhterem ayaklarında! İskarpinin sivri ucuna hafif hafif dokunan gümüş bastonun markasında “M.B” (Muhteşem Bihruz) harfleri okunmakta... Beyimiz, uçları altın işlemeli siyah bir ipek şeride bağlı mineli saatini, bembeyaz yeleğinin cebinden çıkarıp bakmakta. Lakin önündeki birayı içeceği yok. Tarihimize katkısı olmayacağını tesbit edip diğer masalara göz atmakta yarar var.

Oooo... Masaların çoğunda İstanbul’da yeni yeni yaygınlaşan ve pek bir moda olan bira dubleleri var. Yanında meze olarak, ince francala dilimleri üstüne konmuş, kırmızı biber ekilmiş kaşar, gravyer peyniri, kırmızı turp yer almakta. bir kısım masalarda ise konyak, amer, vermut ve menta var renk renk kadehlerde. Ama bira ağır basıyor. Alafrangalaştığımızın işareti adeta!

Çamlıca’dan sonra kurulan bir bahçe de Tepebaşı. Tepebaşı, zamanın Jön Türklerinin sık sık boy gösterdikleri bir jarden. Sarmaşıklarla sarılı, yüksek parmaklıklarla kapalı bahçemizin tek kapısı var. İki yanında da gişe, duhuliyesi 1 kuruş 1900 yılı dolaylarında... İkindiden sonra gelirseniz yavaş yavaş dolmakta olduğunu görürsünüz. Sermet Muhtar Alus konsomasyonu biraz tuzluca bulur. Kahve, çay, gazoz, Bomonti birasının dublesi ve lokum 100 para; sütlü çay, sütlü kakao, dondurma, çeyrek pasta, Spateu ve Pilsner biraların bardağı ise 5 kuruş. 100 paranın 2,5 kuruş olduğu hatırlanırsa, Bomonti birasının ithal biralar karşısında daha şanslı olduğu hemen görülür. Söylemeyi unuttuk, Bomonti halis Osmanlı birasının adı.


Bomonti: Halis Osmanlı birası

Bira tarihçemizde Bomonti adının özel bir yeri var. Türkiye’nin konumuza dahlolan ilk müteşebbisleri Bomonti kardeşlerdir. 1893 yılında fabrikalarını bugün İstanbul Bira Fabrikası’nın bulunduğu yere kurmuşlardır. Tekel’in yayınlarında bu fabrikanın adı hâlâ Bomonti diye geçer. Derken 1909 yılında Büyükdere’de “Nektar Bira Fabrikası” kurulunca, bu yeni teşebbüsle ‘ayrı gayrı olmaz’ diyip yanyana gelmişler. Sonuç, “Bomonti-Nektar Müttehit Bira Şirketleri” kurulmuş. Bu izdivaçtan nurtopu gibi, beyaz köpüklü, altın renkli bir çocuk dünyaya gelmiş. Bomonti-Nektar birası...

Biz yine 1909 yılına, Tepebaşı’na dönelim... Gişeye kuruşu verelim, içeri girelim. Ağır, vekarlı vekarlı, adeta orkestra nağmelerine ayak uydurarak, sağı solu süze süze bir iki dolaşıp öyle oturacağız yerimize. Adet böyle... Fark edeceğiniz gibi sandalyeler pek rahat değil. Izgara biçiminde demir çubuklar adamın mabadına dokunuyor ne yazık ki. İsterseniz siz de bahçedeki kibar mösyöler gibi, kumaşı buruşmayan pardesünüzü ikiye katlayıp altınıza koyabilirsiniz artık...

Masalarda kelli felli paşalar, beyler, vav bıyıklı damatlar, mösyöler, madamlar, matmazeller... Bakın, Beyoğlu’nun kalburüstü yosmaları da burada. Nemseli Anna, Deli Eleni, Kara Karatina, Arnavutköylü Poliniya, Çakır Uskuhi, Benli Anjel. Say say bitmiyor, hepsi birbirinden güzel... Mızıka Köşkünde Maestro Lange’nin kırk kişilik fanfarı var. Fanfar dediğimiz malum bol nefesli sazlarla donanmış çalgı takımı. Neler çalıyorlar neler... Faust, La Traviata, Aida gibi ağır operalardan mı istersiniz; yoksa Mavi Tuna, Tuna Dalgaları, Lüksemburg valsi gibi popüler havalardan mı? Acele etmeye gerek yok, fanfar hepsini sırayla çalacak. Size kalan, uygun bir işmar atıp güzeller arasından seçtiğinizle dansa kalkmak.

İsterseniz bir onbeş yıl kadar ileri gidelim. Bu kez Ziya Osman Saba babasıyla gelecektir Tepebaşı’na. Koca dublelerle köpük köpük bira içmek için... Garson, biranın taşıp gitmesinden korkuyormuşcasına, yerdeki çakıları daha çok seslendiren telaşlı adımlarla, başlar üzerinden aşıra aşıra taşır dubleleri. Biralar o zaman da Viyana valsinin hafif nağmeleri altında içilir. Ve küçük Ziya Osman çocukluğunun bu keyifli ve köpüklü anısını kolay kolay unutamaz...

Tepebaşı’na benzer müşterilerin geldiği bir diğer bahçe de Taksim Belediye Gazinosu’dur. Belediye Bahçeleri, 1908 yılında ikinci meşrutiyetin ilanıyla hürriyeti seçip, “Millet Bahçeleri” oldular. Cumhuriyete doğru park, daha sonra da gazino sıfatını aldılar. Bahçelerimizin tarihi biraz da bizim tarihimizdir görüldüğü gibi.
Biz yine Ziya Osman Saba’nın anıları yedeğinde, o zaman dik ve dar merdivenli bir yokuş olan Gümüşsuyu’ndan çıkarak Taksim’e gelelim. Yokuşun sonunda, tam karşıda Taksim Bahçesi görülmekte. Burası da paralı. Antre 40 para. Burada da mızıka köşkü var. Ancak orkestra on-oniki kişiyi geçmiyor. Yine de, Tepebaşı’ndan kötü çaldıkları söylenemez. Masalarda dubleler daha çok Bomonti birasıyla dolu.

Bu dönemin bahçeleri, namı diğer jardenleri şarkılara, kantolara da konu olmuş elbette. Bakın Kantocu Şamran neler diyor “Jardenler Kantosu”nda:
Jardenlerde gezerim
Muzikayı dinlerim
Eteymi şık tutarak
Ben promenad ederim

Matmazaller mösyeler
Kol kola gezinirler
Aşk-u sevdadan bahsedip
Ezilip büzülürler.

Bomonti’nin kendi adıyla anılan bahçelerinin başında, bugün de kendi adıyla anılan semtte yer alan “Bomonti Bahçesi” gelirdi. Bir dönemin ünlü mimarı Vedat Tek, bu bahçeyi şöyle hatırlar: “Bomonti Bahçesi’ni kim bilmez ki? Çünkü Bomonti denince akla zaten Bomonti Bira Bahçesi gelirdi hemen. (…) Bomonti’deki “Bahçe” (…) bira fabrikasının bahçesindeydi. Yaz aylarında burada küçük fıçılar içinde buzlu bira içilirdi. Ayrıca çevrede meze satan dükkanlar, manavlar ve seyyan satıcılar varadı. Bahçede tatil günlerinde müzik de çalınırdı. Ailece gelinen bir yerdi… Neşeli ve hoş saatler geçirilirdi bahçede.” (Yıllarboyu Tarih, Haziran 1980)

Bomonti’ye komşu “Osmanbey Gazinosu”nun adı da Peruz’la Şamran’ın bir düettosunda şöyle geçer:

Dün gece Osmanbey’de
Yakaladım seniiii...
Yanındaki mamzel
Çok süzdü beniiii
Tıkitak tıkitak...
Ederken bira kadehleri...

Şişemiz kendinden kapaklıdır

Osmanlı döneminde birahaneler kentin özellikle Galata ve Beyoğlu semtlerinde toplanmıştı. Buralardaki bbirahanelerin arasında Aynalı, Bizans, Nikoli (İsviçre), Yani, Bartoli, Strazburg (Yani 2), Londra, Anadolu en çok adı anılanlar. Said Duhani, Nikoli’nin işlettiği İsviçre Birahanesi’nin ünlü Münih birası “Paulanebraeu Salvatorbrauer”in temsilcisi olduğunu söyler. Sermet Muhtar Alus’un anlattıklarına göz atarsak, Anadolu Pasajı’nda yeralan Anadolu Birahanesi’nde, “yeşilliklerle bezenmiş küçük havuzlar, dondurma çağlayanlar” olduğunu öğreniriz. Müşterileri efendi efendi oturur, karafaki rakısını, duble birasını içermiş.

Beyoğlu’nda değil de, şöyle havadar, deniz kenarında bira içmek isterseniz size Bebek Bahçesi’ni tavsiye edeceğiz. Ziya Osman Saba çocukluğunda deniz banyosundan sonra vakitlerini, denizin getirdiği gevşeklik içinde bu bahçede geçirirmiş. O zamanlar, yani Mütareke İstanbul’unda, Bebek Vapur İskelesinin yerinde bir patinaj sahası varmış. Masalara oturulduğu zaman arkadan paten kayanların vızıltısı işitilir, önlerinden de deniz şırıltısı gelirmiş. Garson, mermer masanın üstüne bir şişe bira ve francalasıyla birlikte iki ayrı tabakta, iki dilim kaşar peyniri bırakırmış. Biraya dikkatinizi çekeriz. Bomonti-Nektar’dır. Cumhuriyetten sonra görüleceği gibi kapağı kapsülle kapatılmamıştır. Şişemiz kendinden kapaklıdır ve garsonun açmasına ihtiyaç yoktur. Kendi biranızı kendiniz açabilirsiniz. Ziya Osman “Ah,” diyor, o biralar başka, kaşar peynirleri bile başkaydı.”
( Değişen İstanbul, s.28-29)

Cumhuriyet birçok şeyi değiştirdi, ama bira uzun süre Bomonti olarak kaldı. Devletin kurduğu ilk fabrika ise 1934 yılında Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği’nde kuruldu. Üç yıl sonra fabrka büyütülüp geliştirildi. Atatürk(ün direktifleriyle kurulan bu fabrika 1939 yılında Tekel İdaresi’ne devredildi. O dönemde fabrika Normal, Siyah, Salon ve Salvator adlarını taşıyan dört çeşit bira üretiyordu.

Orman Çiftliği içindeki bahçenin o zamanlar “Bira Bahçesi” adını taşıması da Cumhuriyetin biraya gösterdiği öze ilginin göstergesi olarak ortada durmakta. Ama biranın Cumhuriyet’le başlayan bu yeni tarihi başka bir hikayenin konusu . Bu alafranga içkinin nasıl “alaturka” hale getirildiğini görmek isterseniz Beyoğlu’na çıkıp, arabesk ve midye tava eşliğinde fıçı bira içilen birahaneleri dolaşınız.

9 Şubat 2009 Pazartesi

TİYATRO YAZILARI


HAZ ÖFKE VE BRECHT

"Brecht Kabare Tiyaro Pera'da: Nesrin Kazankaya anlatıyor:
(Roll, Şubat 2008'den)


“Nasıl oluyor da yarım yüzyıl öncesi bir yazarın kaleminden çıkmış yapıtlar, günümüz dünyası sorunlarıyla böylesine şaşırtıcı biçimde örtüşebiliyor?” diye soruyor Tiyatro Pera’nın sanat yönetmeni Nesrin Kazankaya, oyun kitapçığında. Oyunun adı: “Rahat Yaşamaya Övgü! (Brecht Kabare)”. Canlı orkestralı, şarkılı, danslı mükemmel bir Brecht/Weill seçkisi, bir 20. yüzyıl klasiği bizleri bekliyor. Brecht’li günlerin geri dönüşü şerefine...


Sahneye koyduğun oyunların müzikle yoğun bir etkileşimi var. Müzikle aran nasıl?

Nesrin Kazankaya: Müzik çocukluğumdan beri yaşamımda, o zamandan beri sürekli TRT 3 dinlerim. Biz ortaokuldayken İzmir radyosunda Bülent Özveren, Hülya Tunçağ ve Ümit Tunçağ program yaparlardı. İnanılmaz derecede interaktif bir yayıncılıktı, yarışmalar düzenlenirdi, ben de bir keresinde radyoya mektup yazarak canlı yayına çıkmıştım. Bütün param kitap ve plağa giderdi. Yakın çevrem genelde pop bilirken ben popun yanında klasik müzik de dinlerdim. Dönüp baktığımda beni hayran bırakan grupların Rolling Stones, Beatles, Genesis, Simon & Garfunkel gibileri olduğunu görüyorum. Emerson, Lake & Palmer, Mussorgsky’nin “Pictures at an Exhibition”ını yaptığında deli olmuştum. Bu müziğin, klasik, rock ve elektronik olmak üzere üç versiyonunu, çevirdiğim “Yeniden Hoşçakal” adlı oyunumu sahnelemek üzere bir araya getirdim.

Şarkıların sözlerine de kulak kabartır mıydın?

Elimden geldiğince. Bugün hâlâ, Batı müziğinin gençler tarafından sevilmesine rağmen, en önemli yanının, ne anlattığının anlaşılmamasına hayıflanırım. Kolej mezunu dil bilen çocuklar var diyeceksiniz, ama bütün Türkiye’yi düşünün. Sözlü müziğin en önemli yanı içeriğidir. Örneğin Bob Dylan ne diyor? Anlamak için çok çaba sarfederdim.

Konservatuardayken müzikle ilişkin nasıldı?

Gizli gizli piyano çalardım. Okul oyunlarına da hep müzik katardım, Dvorjak’ın eserleriyle oyunlar sahnelerdim. Konservatuarda arkadaşlarım arasında “Rahat Yaşamaya Övgü”nün bazı müziklerini de yapan Turgay Erdener ve Naci Özgüç, Cem İdiz, Güven Yaşlıçam gibi müzisyenler vardı. Konservatuar tarihinde, okul oyunu olarak ilk Brecht sahneleyip oynayan kişiyim, Turgay’la çalışmıştım.

“Şerefe Hatıralar”da Zeki Müren’den şecaattin Tanyerli’ye, Maurice Chevalier’den Duke Ellington’a, Philip Glass’a çok değişik müzikler kullanıyorsun. “Dobrinja’da Düğün”de Balkan müzikleri canlı çalınıyor. “Profesör ve Hulahop”taysa Simon & Garfunkel, Bob Dylan, Joan Baez, Loretta Lynn’den şarkılar var. Tiyatroda müziğin rolü nedir sence?

Tiyatroda müziği, sinemada kameranın gücü gibi görüyorum, sözün bittiği yerde imajinasyonu tamamlıyor. Müzik, imajların ve düşüncenin seyirci tarafından kendi dünyasından bir adım öteye götürülmesine destek sağlıyor. Yazdığım her oyun daha yazılırken bir müzik fikriyle birlikte gelişiyor. Ama bu bir matematik formülü değil, sezgisel bir şey. Örneğin “Şerefe Hatıralar” 1955 yılının Türkiye’sini anlatıyor. Zeki Müren’in yanına, bütün geçişlerde dünyanın en güçlü, soyutlamalara en açık müzisyeni Philip Glass’ı koydum. Nasıl bir çelişki!

Bugüne kadar seyrettiklerin arasında müzikle çok iyi buluşmuş dediğin oyunlar hangileri?

Mesela Robert Wilson’ın Türkiye’de oynanmamış, Berlin’de öğrenciyken izlediğim “Antik Proje” adlı üç gecelik oyununun müzikleri çok etkilemişti beni. Tıpkı bu oyundaki gibi, öyküye paralel gibi görünen, ama adeta kediyi tersine okşar gibi, tersine giden yaklaşımları seviyorum. “Kaybolma” adlı oyunumda, Bellini’nin “Norma” operasından “Casta Diva” aryasını Maria Callas’ın sesinden, tutuklanmak üzere olan kadınların hazırlığı sırasında ceplerinden çıkan küçük bir teypten vermiştim örneğin. Bu oyun yurtsuzdu aslında, ama öte yandan Türkiye’de geçtiği izdüşümlerinden belliydi. “Norma”, kendi çocuklarını öldürmek zorunda kalan annenin, Medea’nın öyküsüdür. Ben de Türkiye’nin politik ortamını kendi çocuklarını yiyip bitiren iktidarlar silsilesi olarak görüyorum.

Sahneye koyduğun oyunlarda müzik bir yorum mu, bir iletişim biçimi mi?

Ben bir düşüncenin, derdin, sözün peşinde tiyatro metinleri yazıyorum, çeviriyorum ya da ilk defa Brecht’e yaptığım gibi kolaj yapıyorum. Zaten söz derdimizi o kadar iyi anlatıyor ki, burada müzik iletişim gibi görünse de, durumu daha soyut bir platforma zıplatmak için kullanılıyor. Son derece net, inatçı ve açık olduğum bir dünya görüşünü anlatmada, seçtiğim müziklerin, bu görüşe birebir destek olmasından çok, zıplamalar ve çağrışımlar yapmasını ve bir an yabancılaştırmasını isterim. Sadece Brechtiyen oyunlardaki yabancılaşma değil hedefim, mesela hâlâ sahnelediğimiz Shakespeare’in “Venedik Taciri”nde, cazdan Vivaldi’ye, Haendel’e, özgün Yahudi Klezmer müziklerine dek bir seçki var. Bu müziği koyarsam seyirci bunu iyi anlayacak demiyorum, tam tersi, bazen sahne çok anlaşıldığı için başka bir müzikle destekliyorum. Tıpkı sinema sanatında somut bir sahnenin ardından birdenbire boş bir arsayı ya da yakın çekim ağaçları gösteren bir kamera gibi. Somut olandan soyut olana zıplama diye düşünebiliriz.

Müzik aslında atmosfer yaratıyor.

Müzik atmosfer yaratacaksa sahneyi birebir desteklememeli, tam tersi olmalı. Belki de bunlar çoksesli müziğin bana katkıları. Armonik altyapıdaki çokseslilik. Örneğin bir acı anlatılıyorsa, gözyaşlarına destek olacak bir müzik kullanılmamalı, ama sırf gözyaşını engellemek üzere saçma bir seçim de yapmam. Belki de acının içindeki başka bir kanalı zorlamak için.

Brecht müziği, daha sınırlı ele alıyor. “Tiyatro İçin Küçük Organon”da şöyle diyor: “Müziğe gelince (...) bir yorum içermedikçe eşlik etmemelidir.”

Bu onun cümlesi olmakla birlikte, ben böyle görmüyorum. Atonal armonik yapıya kadar giden Kurt Weill, neredeyse çağdaş müziğin babası gibi görülüyor. Ya da Paul Dessau’daki yanına yaklaşılmayacak altyapıyı düşünelim. Müzik otoriteleri, Kurt Weill’ın Amerika’da yaptığı bestelerin bugün aklı başında hiçbir müzisyenin kolaylıkla çözebileceği beste yapılarına sahip olmadığını söyler. Bu besteler birlikte çalıştığım müzisyenleri de çok şaşırtıyor, “iki mezürde bir altyapı değişir mi!” diyorlar. Dolayısıyla çok tutucu Brecht ardılları değilsek, Brecht’in müziği yabancılaştırma efekti olarak kullanmasına bakmamız gerek. Ben de onunla aynı fikirdeyim; salonuma giren izleyicilerin, sonunda, “ah ne kadar iyiydi” diyerek, bir katarsis yaşayıp çıkmalarını istemem. Kendi düşünceleriyle çatışmalarını, allak bullak olup kafalarının bulanmasını isterim. “Rahat Yaşamaya Övgü”, Brecht’in üç oyunundan bir kolaj olduğu için, müzikler konusunda özgür bir alana sahip oldum. “Üç Kuruşluk Opera”nın müzikleriyle başlattım kabareyi. Metin daha sonra, ikinci perdede kullanıldı. Müziklerin altyapısını Brecht’in “Faşizm Üzerine Yazıları”ndan ve çok küçük cümlelerle desteklediğim kabare sunum metninden oluşturdum. Oysa o müzik “Üç Kuruşluk Opera” içindir, “İnsan çabasının yetersizliği şarkısı” ya da “Rahat yaşamanın şarkısı”, ki bizim oyunun adı da oradan çıktı. Yabancılaştırır gibi görünmekle beraber, oyunun içeriğine paralel giden bu müzikler, bir kolaj yapmam nedeniyle başka bir zıplamaya da malzeme oluşturdu. “Üç Kuruşluk Opera”nın müzikleri kabarenin açılış altyapısına destek oldu, öyküsüne değil. Burada Brecht’in dünyasıyla bir çatışma ya da ona sırtımızı dönme söz konusu değildir, Brecht’in dünyasının özü korunmaktadır. Yani politik olarak uyarılarda bulunmak ve estetiği, haz duygusunu oluşturmak. Brecht’in altını çizdiği “Genuss” sözcüğü Türkçeye haz diye çevrildi, bence de çok doğru bir çeviri bu. Hazdan kasıt, yalnızca zevk almak, eğlenmek değil. Kızarken, öfkelenirken, gününle paralellik kurarken, kendi küçük burjuva dünyanda bu politik aymazlığa ve felakete destek olduğunun ayırdına varırken, hep bir haz duygusu olmalı. Haz duygusunun destekçilerinden biri de müziktir. Öykülerle paralellik görevini üstlenen, öykülerin politik yanlarını sadece destekleyen bir müzik anlayışını –her ne kadar teorik yazılarından böyle bir sonuç çıksa da– Brecht de kendi sahnelemelerinde kullanmamıştır. Düşüncelerini sadece ajit-prop tiyatro gibi belli bir koridora sıkıştırmamak lâzım, Brecht’in kökeninde Stanislavski anlayışı, yani klasik tiyatronun ABC’si yatar. Gerek metinlerindeki ülkesel zıplamalarla, yerel motiflerle, masallarla, gerekse epizod anlatımlarıyla öyküyü, kesintiler yaparak, uyararak aktarır. Daha sonra diyalektik tiyatro diye adlandırdığı yapıtlarında tam bir öykü takibi vardır. Örneğin “Galileo’nun Yaşamı” tam bir öyküdür. Tutucu Brecht yorumları nasıl oyunlarını zedeliyorsa, müzik anlayışını da zedeler. Sahnenin sonunda sahnede izlenen metni şarkı sözüyle özetlemek, sahneden aldığı zevki bir de besteyle destekleyip seyirciyi o söze konsantre etmek, kaba bir yaklaşım gibi geliyor bana.

Brecht tiyatrosunun Türkiye’de yorumlanmasına dönüp baktığında ne görüyorsun?

Türkiye’deki Brecht tarihinden şikâyet edecek en son kişi benim, çünkü o bir gereksinimdi. Türkiye’nin sosyo-politik ortamında Brecht’in zaman zaman ajit-prop tiyatro gibi kullanılması, bugün dönüp karalanmamalı; günün koşulları öyleydi ne yazık ki, ama artık öyle bakmak zorunda değiliz.

Tiyatro Pera, Brecht sahnelemeye başladığında bir baktık ki İstanbul Bienali de ana mottosunu Brecht üzerine kurarak gelmiş. Brecht’in son yıllarda yeniden gündeme gelmesini nasıl yorumluyorsun?

Tamamiyle politik olarak açıklayabilirim. Sorunlar mı değişmedi, yoksa insanlık tarihi bir kader mi diye sorabilir birileri; ben de diyorum ki, kapitalizm vahşi kapitalizme evrildi, emperyalizm histerik bir şekilde dünyaya yayılıyor. Bu analizin peşindeki sözü, sanatsal kaygılarla, titizlikle tiyatroya dönüştürüp sanatla anlatan Brecht metinleri, korkarım hiç eskimeyecek bence. Brecht “şvayk İkinci Dünya Savaşı’nda”yı 1943’te, II. Dünya Savaşı’nın bitiminden iki yıl önce yazmış. Oyunda savaş Rusya’da, Sovyetler Birliği’nin direnişiyle bitiyor. Oyunun baş figürü şvayk, Rus steplerinde buzullar içinde halüsinasyon olarak dev boyuttaki Hitler’i görür ve donarak ölür, binlerce askerin donuşu onda simgelenir. Oyun böyle bitiyor. Bu, sanatın öngörüsü, sadece yetenek değil. Gününü tahlil edebilen, politik altyapısı olan aydın kimliği bu.

Diğer yandan Brecht’i sürekli gündemde tutan faktör Kurt Weill besteleri aslında. Beklenmedik Weill yorumlarıyla karşılaşabiliyoruz. Mesela Doors, Marianne Faithfull...

Tiyatro dünyasında oluşmuş, tiyatro ve müzik uzmanlık alanlarının büyük bir kaliteyle bir araya geldiği, olağanüstü olgun besteler bunlar. Brecht, Kurt Weill, Hans Eissler ve Paul Dessau, benim model olarak hayran olup neredeyse uyguladığım bir yaşam biçimi sürdürmüş; kendi tiyatrolarında müzisyeni, dramaturgu, oyuncuları hep bir arada meslek macerasını yaşamışlar. Birlikte çalışmışlar, birlikte prova yapmışlar. Politik muhalif duruşlarını, yaşam dertlerini sanatla anlatmaya çalışırken, yaratımlarının her adımında birlikte olmuşlar. Bugün Brecht’in sırf Kurt Weill penceresinden bile bakınca güncelliğini bu kadar korumasının nedeni, aslında kendi seçimi olan, mesleğini bir yaşam biçimine dönüştürmesi.

Söyleşi: Gökhan Akçura