27 Ocak 2008 Pazar


NEDİR JEEP’İN ASLI ASTARI?
İstanbul’da yaşıyorsanız, son on yıldır çevremizin jeeplerle kuşatıldığının da farkındasınız demektir. Bu dev anası araçların o daracık sokaklara zorla sokulmalarının sebebi hikmeti nedir diye düşünmüşümdür hep... Tamam arazide eyvallah da, Reina kapısında niye mesela... Açıkça görülüyor ki jeep, kentin (kibar bir deyim seçersek) “belirli” bir zümresinin güç ve statü simgesi haline gelmiştir. Bir başka iddia da, kadınların jeeplerde kendilerini güven altında hissettiklerinden 4x4 satışlarının (artık jeep de denmiyor biliyorsunuz) hızla arttığı... İşte bu konu epeydir kafamı kurcalıyordu. Geçen hafta en vahşi ve iddialı jeep modeli olan Hummer’ların gençlik modellerinin de yapılıp piyasa sürüldüğünü okuyunca, tamam artık sırası geldi dedim. Buyrun efendim, konumuz jeep tarihi!

Öncelikle bir savaş aracı

Bu bar kapılarında içeri girme savaşı değil. Bildiğimiz savaş, gerçek savaştan söz ediyoruz. Jeep ilk kez Amerikan ordusu için, İkinci Dünya Savaşı düşünülerek özel olarak tasarlanmış bir Amerikan aracı. Planları Karl K. Probst adlı bir makine mühendisi tarafından bir haftada hazırlandı ve Willys-Overland şirketi tarafından 1940 yılında ordu için seri halinde üretilmeye başlandı. Ama ilk olarak, Amerika daha savaşa girmediğinden İngiliz ordusunda kullanıldı.

Araca verilen Jeep adının nereden geldiği konusunda ise rivayet muhtelif. Resmi öyküye göre, Willys-Overland firması tarafından aracın planları Amerika Patent Dairesine sunulduğunda, adı da “General Purpose” (Her işe yarar) olarak belirlenmişti. Fakat daha sonra bu marka pek uzun olduğu için beğenilmedi ve General Purpose adının baş harfleri, yani G.P. kullanılmaya başlandı. İngilizce okunuşu Ci-Pi, zaman içinde biçim değiştirdi ve Jeep’e dönüştü. İkinci öykü ise aracın adını bir çizgi roman karakterinden aldığını ileri sürer. Bizde Temel Reis olarak tanınan Popeye çizgi romanına 1936 yılında sevimli bir hayvan tipi katılır: Eugene the Jeep. Kahramanın adı aslında Eugene’dir ve tek söylemeyi becerdiği söz de “jeep”dir. G.P’nin kısa sürede Jeep’leşmesi belki de kaçınılmaz bir şeydi...

Jeep; bir ağır iş makinası

Jeep’in askeri tarihi bu yazının konusu değil. Jeepler elbette savaşta bol bol kullanıldı, ama sonunda savaş bitti. Üretim duracak değildi ya... Daha savaş sona ermeden Jeep firması ürünün ”sivil” tanıtımına hız verdi. 1943 yılında İngiltere’nin Türkçe yayınladığı savaş dergisi Cephe, “ Cip Otomobilleri: Dünyanın en faideli küçük otomobili dünyayı dolaşıyor,” başlığı altında bu marifetli aracı dikkatimize sunuyordu. Yazının verdiği bilgilere göre Jeep’in ayağını basmadığı ülke kalmamıştı. İngiltere, Kuzey Afrika, Çin, Hindistan, Pasifik Adaları, Alaska, Avustralya ve İzlanda gibi dünyanın dört bir köşesinde onu görmek mümkündü. Dergi jipin marifetlerini şöyle anlatıyor: “Başarıları nihayetsizdir. Onu; yük, insan, savan topu, ışıldak, makineli tüfek taşırken, top çekerken görürsünüz. Bazen telsiz, sıhhiye, iaşe, kar temizleme, yangın arabası olur. En son kullanma şekillerinden biri de su üstü nakliyatındadır. Saatte 90-100 km. sürati vardır. Patlamaz cinsten lastikleri sayesinde en güç ve sarp arazide hareket edebilir. Yüksek manevra kabiliyeti sayesinde, değişik harp sahnelerinde büyük yararlığı görülmüştür.” Yazıda örnekler savaştan verilse de, asıl hedef sivil dünyaydı...

Jeep Türkiye pazarında

1947 yılında Türk basınında yer alan ilanlarda “Yeni sulh tipi üniversal Jeep” almanızın yararları “1 taşla 4 kuş” başlığıyla anlatılıyordu. Bu ilanlara göre Jeep: 1. Bir traktördür, 2. Bir muharrik [harekete geçiren] kuvvettir. (Su tulumbası, testere, harman, orak vb. makineleri işletebilir). 3. Bir arazi otosudur. 4. Bir kamyonet vazifesi de görür. Yani aracın yeri doğru olarak “dağda, taşta” olarak gösterilmiştir. Boğaziçi kıyısında değil...

Ellili yıllarda Jeep tipi araç üreten firmalar çoğaldı. Fiat “Campagnola” adıyla Jeep’e tıpatıp benzeyen bir modeli “Fiat Arazi Arabaları” adıyla piyasa sürdü. İngilizler de boş durmuyordu elbette. Jeep’e benzer bir model Landrover tarafından “arazi ve çiftlik kamyoneti” olarak tüketiciye sunuldu. Alman Daimler-Benz ise Unimog adlı daha kaba bir model üretmişti

Öte yandan Jeep’in mucidi sayabileceğimiz Willys-Overland firması da boş durmuyordu elbette. Jeeplerin değişik modellerini piyasa sürüp ilanlar vermeye başladılar. Willys, üstü ve arkası kapalı bir Jeep’i “Willys Servis Arabası” olarak lanse ediyordu. İlanlarda ürün “şehir dahili ve harici servis işlerinde kullanılacak en emin, süratli ve ekonomik vasıta,” olarak tanıtılıyordu. Bu modelin pencereli ve koltuklusu ise “Jeep Kaptı-Kaçtısı” olarak sunuluyor ve ilanlarda “ailenin arabası” sloganı kullanılıyordu. Ayrıca Jeep’in bir de kamyonet modeli vardı. Tümünün yanyana gözüktüğü ilanlarda başlık olarak “Jeep rakipsizdir” denilip rakiplere hava atılıyordu.

“Yanlış otomobil seçimi”

Jeep ve türevlerinin Türkiye tarihine devam edersek yerimiz yetmeyecek. Zaten bu son yıllarda yaşadığımız olguyla görüldüğü gibi bu tarihin de pek bir alakası yok. Sokaklarda fink atan jeeplerimiz ne savaş aracı, ne de arazi otosu! Ne işe yaradıkları da malumunuz.

İşin görmemişlik, maçoluk yanlarını hadi bir kenara koyalım. Ama bir mesele daha var, belki hepsinden önemli. Bir yıl kadar önce Rahşan Gülşan’in Sabah gazetesinde verdiği bir haber, İngiltere’de 4x4’lerin nasıl bir nefret objesine dönüştüğünü anlatıyordu.Bilineceği gibi küresel ısınmanın baş suçlusu olan karbondioksit salınımının beşte biri otomobillere ait. Otomobiller arasında bu suçu en yüksek düzeyde işleyenler de 4x4’ler. İngiltere’de arazi araçlarını günlük ulaşım amacıyla kullananlar, otomobillerini bir yere park ettiklerinde, dönüşte 4x4’leri üzerinde “yanlış otomobil seçimi” yazan çıkartmalar buluyorlarmış. Yanlış hesabın bir yerden dönmesi lazım değil mi? Ya da hatırlayalım, neydi bu işin aslı astarı?..

20 Ocak 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


GENÇ OYUNCULAR YAŞLANDI MI?
Bundan 50 yıl kadar önce. Ben bir ilkokul öğrencisiyim. Babam Şeker Fabrikaları’nda çalışıyor. Yazları da haliyle Erdek’teki Şeker Kampı’na gidiyoruz. O günün ilkel koşullarında Ankara’dan otobüse biniyor, Bursa’da bir gece kalıyor. sonra Bandırma’ya geçiyoruz. Çiğbörekler yendikten sonra dolmuşlara biniliyor Erdek’e gidiliyor...

Erdek’te kamp var, deniz var, arkadaşlar var... Ama bir başka şeyler de olmakta... Erdek Şenliği diye bir etkinlik var meselâ. Şenlikler tarihimizin temel taşlarından biri bu, ama o yaşımda bunun nasıl farkında varacağım ki? Kamp kasabanın biraz uzağında olduğundan neler yapıldığını önce pek anlamıyoruz. Ama birileri beni alıp tiyatro yapılan yere götürüyor. Sonradan ipuçlarını kovalayarak, seyrettiğim oyunun Genç Oyuncular’ın sahnelediği Ayyar Hamza olduğunu anlıyacağım. Yani adlarını bilmesem de Genç Oyuncular’la ta başlangıçtan beri bir tanışıklığım var...

Yıllar yıllar sonra tiyatro okumaya karar verince, kuzenim Levent Yılmaz içlerinde olduğu için Dostlar Tiyatrosu’yla tanışıyorum. Hatta lisans tezimi onların oynadığı bir oyuna (Alpagut Olayı) asistanlık ederek yapıyorum. Genco Erkal, Mehmet Akan, Arif Erkin ve çevrelerindeki birçok tiyatrocunun sohbetlerinde Genç Oyuncular’dan söz ediliyor. Hemen hemen hepsi bu amatör toplulukla tiyatroya başlamış. Belki de bütün zamanların en kaliteli amatör tiyatrosu bu... Bir arkadaşımın tezi için, (artık aramızda olmayan) Mehmet Akan’dan kaynaklar alıyorum. Eski defterler, broşürler, fotoğraflar... Müthiş bir olayla karşı karşıya olduğumu anlıyorum. Bu anlattıklarım da 30 yıl öncesinin bireysel anıları... Lafı şuraya getireceğim. O zamanlardan beri Genç Oyuncular’ın tarihini, topluluğun kurucu üyelerinden Atila Alpöge’nin yazdığı söylenirdi. Ha çıktı, ha çıkacak derken; Genç Oyuncular’ın kuruluşunun ellinci yılına (nihayet) yetişti ve geçen yıl yayınlandı...

Genç Oyuncular’ın önemi ne diye sorarsanız, doğru bir amatör gençlik tiyatrosunun nasıl olması gerektiği konusunda olağanüstü bir örnek olay diye açıklayabilirim. İşlerini çok ciddiye alan, yaptıkları her şeye emeklerini ve yüreklerini katan bir topluluktu Genç Oyuncular. Tabii bir de çok yetenekli insanların yanyana gelmesi gibi bir ekstra olgu da var işin içinde. Adlarını tiyatro tarihimize yazdırmış bu oyuncular arasında ilk göze çarpanlar Genco Erkal, Arif Erkin, Mehmet Akan, Çetin İpekkaya ve Ergun Köknar’dı (aslında Genç Oyuncular bazı isimlerin öne çıkmasını önlemek için hep toplu anılmaktan hoşlanırlar). Atila Alpöge’nin kitabında topluluğun simyasını oluşturan unsurlar şöyle sıralanıyor: Ailevi kökenler/ Arkadaşlık bağları/ Tiyatro deneyimleri/ Dış dünyaya açıklık/ Kültürel eğitim/ (çoğunun okuduğu) Teknik Üniversite eğitimi/ Genç oluşları. Bunlara çevre koşullarının etkilerini de ekliyor: Kültürel duyarlılık/ Toplumsal duyarlılık/ 6-7 Eylül olayları/ Girişimci eğilim ve Politik ortam...

Kitapta Genç Oyuncular fikirinin nasıl doğduğu, Erdek Şenlikleri’nin nasıl topluluk tarafından hazırlandığı, bu süreç içinde nasıl tanındıkları, Muhsin Ertuğrul, Ahmet Kutsi Tecer, Haldun Taner gibi isimlerin onlara nasıl omuz verdiği anlatılıyor... Genç Oyuncular’ın Ionesco, Büchner, Achard gibi tiyatronun yenilikçi isimlerinin oyunları yanısıra, kendi kaynaklarımıza da eğilmesi o dönemde neredeyse bir devrim yaratmıştı. Ahmet Kutsi Tecer’in oyunundan başlayıp, ulusal kaynaklardan beslenen kendi oyunlarını yazmaya kadar götürmüşlerdi iş. Atila Alpöge ve Meehmet Akan kalemi ellerine alıp özgün eserler ortaya çıkarmışlardı. Vatandaş Oyunu, Tavtati Kütüpati, Keloğlan, Büyücü Oyunu, Çürük Elma, Akçagüler ile Karagülmez hep kendi ürettikleri ve oynadıkları oyunlar

Atila Alpöge kitabının adını Hayat Ağacında Tavus Kuşları koymuş. Nedeni de topluluğun amblemi. Bir halı motifi bu; iki yanında birer kuşun durduğu bir ağaç... Bir dönemin ünlü karikatüristi Yalçın Çetin’in yorumuyla bu motif bir ambleme dönüşmüş. Ağacı “hayat ağacı”, kuşları da “tavus” olarak yorumlamışlar. Daha sonra bu motifin dünyanın dört bir köşesinde karşımıza çıktığını hayretle öğrenmişler. Genç Oyuncuların namına uygun bir öykü yani...

Genç Oyuncular’ın ellinci yılına adanmış bu kitap bıraktığı ilk izlenimin tersine (önce bir tez gibi geliyor ele) çok akıcı bir üslup taşıyor. Olayları ve insanları büyük bir keyifle anlatıyor. Bir roman gibi okudum, elli yılın öyküsünü Genç Oyuncularla birlikte yaşamış kadar oldum.. Kitabın özellikle tiyatro yapmak isteyen genç insanlara çok yararlı olacağını düşünüyorum... Tam elli yıl önce bugün bile geçerli olacak kadar genç bir tiyatro nasıl yapılmıştı diye düşünmeli...Tiyatronun eskimiş bir sanat olduğunu zannedenlerin ise, kitabı okuyunca alacakları epeyi ders olaacağını düşünüyorum...

Kutu:
ERDEK’TE TAVTATİ KÜTÜPATİ

1959 yılında yapılan İkinci Erdek Şenliği’nde Genç Oyuncular’ın oynadığı oyunların biri de Atila Alpöge’nin yazdığı Tavtati Kütüpati’ydi. O günlerin Dost dergisinde Adnan Ardağı şöyle yazıyordu:

“Geceler yağmuru unuttu. Maşatlıktaki tiyatro dolu. Yaşlı bir kadın, ‘Mâbede gelir gibi koşa koşa geliyoruz tiyatroya’ demez mi? Yıldızlı göğü sevdim. Bir ılıklık aktı içimden. Arkasında yığılı insanların mutlu yüzlerine tek tek baktım, hepsi aynı şeyi söyler gibiydiler... Almanya’yı hatırladım. Denizim yükseldi. Ama ne idi Tavtati Kütüpati? Elimdeki açıklamalı basılı kağıtlara ve oyuncular tarafından basılmış kitaba göz gezdirdim: ‘Kişilerin ve dolayısiyle oyunun adı Karagöz’den alınmıştır.Tavtati Kütüpati, Karagöz oyunlarında- her sorulana Tavtati Kütüpati diye cevap veren, başka bir söz bilmeyen bir Beberuhî suretidir; bir şey ifade etmekten çok tatlı ve şirin bir hava yaratır; özelliği bu hoş ve gülünç etkisindedir.”

Foto:

Erdek Şenliği’nde Genç Oyuncular’ın sahnelediği Ayyar Hamza

13 Ocak 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


SİGARANIN ALTIN YILLARI
Sigara konusunda tiryakileri çıldırtan kanunumuz hayırlı olsun! Nereden nereye, diye sormadan düşünemiyor insan... Devletin tütünü baş tacı ettiği, sigaralıarını promosyonla satmaya başladığı dönemden bu yana yetmiş seksen yıl geçti. 1930’ların başlarında sigara heveskârlığı adeta teşvik ediliyordu. Hafta dergisi başyazısında “Sigara içmekte tehlike var mı?” sorusuna cevap ararken, önce nikotinin zararlarını sıralıyor ve sigaranın getirebileceği hastalıklardan dem vuruyordu. Ama ardından gelen satırları okuyunca şaşırmamak elde değil: “Öyle olmakla beraber ne olursa olsun bazı adamlar için günde on, on beş sigara içmekte hiç bir zarar yoktur. Fazlası belki muzir olabilir. İnsan sigara içerken ne güzel hülyalara dalar. Meselâ yemekten sonra, akşamlayın, sigaranızı içiyorsunuz, savurduğunuz dumanlar arasında gündüzkü çalışmanızı, dostlarınızı, yorgunluğunuzu görürsünüz. Tütün bazan mükemmel şeydir! Gününü bitiren ve yorulan her vücut ve her kafa tütünün insana teselli veren mavi helezonlu dumanlarile sarhoş olmaya muhtaçtır.”

Bu satırların ardından, yine aynı yıllarda çok satan haftalık Yedigün dergisinde karşımıza “Sigarayı Sakın Bırakmayınız!” başlıklı bir yazı çıkınca çok şaşırmıyoruz. Kemal Kâmil Aktaş imzalı yazı, sigarayı bıraktığınız anda nasıl bir dünyayla karşı karşıya kalacağınızı anlatarak sizi korkutmayı amaçlıyor. Ona göre sigara içmekten vazgeçilirse memleketin bütün iktisadî vaziyeti altüst olur, tütün diken çiftçiler iflâs eder, tütün üzerine avans veren bankalar zor durumda kalırmış. Elbette ki tütün bayileri kendilerine başka iş aramaya koyulurlar, kibrit sarfiyatı azalırmış... Yine Yedigün dergisinin gedikli yazarlarından olan İbrahim Alâettin Gövsa da “Sigara” konulu bir makalesine “Alışanlar için sigara, ne tatlı bir arkadaş, ne uysal bir yoldaştır,” diye başlar. Yazı itiraf etmek gerekirse, sigara içmemizi körükleyecek bir propaganda metnidir. Arkadaşlık konusu sigara yararına yazı boyunca sürekli işlenir: “Bir arkadaş sizi usandırabilir. Kolay satamaz ve istediğiniz anda değiştiremezsiniz. Sigara böyle mi? Her kutuda cariyeler gibi sakin ve itaatlı tavırlarile yirmi tanesi birden emrinize hazırdır. (…) Uğrunuzda yanar, zevkiniz için tüter, kül olur, sonra attığınız yerde boynu bükülü kalır. (…) Hangi dost vardır ki, bu cefalara katlanabilsin? “

Sigaranın devlet tarafından sürekli reklamının yapıldığı, tütün üretiminin devlet gelirindeki payının habire gündeme getirildiği bir ülkede, sigara karşıtı olmak kolay iş değildir elbette. Bu görev önce Yeşilay tarafından üstlenilir. Fahrettin Kerim’in [Gökay] başkanlığını yaptığı bu derneğin İçki Düşmanı Gazete adlı dergisinde, içki yanısıra sigaranın da zararları anlatılır. Ama gerek bu dergi, gerekse Yeşilay’ın diğer yayınları kimse tarafından ciddiye alınmaz, deli doktorları yazıp çiziyorlar işte diye gülüşülür.

Sigaraya karşı en güçlü saldırı, ancak 1942 yılında, dönemin “Maarif Vekili” olan Hasan Ali Yücel’den gelir. Radyoda bir konuşma yapan Yücel, kısa bir süre sonra aynı konudaki düşüncelerini “Tütün ve Gençlik” başlıklı bir makalede dile getirir. Hasan Ali Yücel, gençlerin okul döneminde sigaraya alışmasının önlenmesini istemektedir. Bu endişelerine taraftar bulunca Maarif Vekaleti tarafından Tütün ve Zararları adını taşıyan bir kitapçık yayınlatır. Önsözde Yücel şöyle demekteydi: “O konuşmadan sonra değerli bilginlerimiz, memleket dâvalarına ilgili gazetecilerimiz; halkta uyanan tütün düşmanlığına, bilgileriyle, nükteleriyle, yazı ve çizgileriyle yürekten iştirak ettiler. Türkiye’nin terbiye ve sağlık tarihinde canlı bir hareket olan tütün savaşına ait yazılmış, söylenmiş ve çizilmiş izleri bir araya toplatmak istedim. Bu küçük kitap, odur.”

Tütün ve Zararları kitabında başta Akil Muhtar Özden, Mazhar Osman Uzman, Julius Hirsch ve Fahrettin Kerim Gökay olmak üzere birçok profesörün tütün karşıtı yazıları ve bu konuda dergilerde yayınlanmış bazı yazılar yer alıyordu. Cemal Nadir, Ramiz ve Şevki gibi karikatüristlerin çizgileri de kitaba alınmıştı. Kemal Tözem’in “sigaradan ölen hastalar ve sigara içen keçiler”i anlattığı “Tiryakiler Revüsü” başlıklı bir de radyo temsili kitaba ayrı bir tat katıyordu –kitaptaki dipnotta oyunun 1 Mart 1942 akşamı Ankara Radyosu’nda temsil edildiğini öğreniyoruz-.

Öte yandan hemen belirtmemiz gereken bir gerçek, savaşı başlatan Maarif Vekilimizin de sıkı bir sigara tiryakisi oluşudur. Oğlu Can Yücel, bir yazısında onun sigarayı nasıl bırakamadığını şöyle anlatır “Babam bir ara cigara bırakmaya kalktıydı. Ama mastorluktan öfkesi burnunda, ortalığı kasıp kavuruyor, tersleyip duruyor ev halkını. Derken babaanneme asıldı, “Anne, sen de bırak şu cigarayı!” diye. Babaannem dinledi, durdu, durdu, “Evladım,” dedi “Bir ev iki cigara bırakmışı kaldırmaz.”

Ama devletin bu ikili tavrı, yani hem sigarayı üretip satışı, hem de tütünün zararları üzerine kitap yayınlaması kamuoyunda karşılığını bulmayacak, ancak garip bir çelişki olarak tarihe yazılacaktır. Çocuklarına sigara içmemelerini öğütleyen tiryaki ebeveynlerin düştüğü duruma benzer bu.

Bütün bunlardan sonra, çıkan sigara yasağı kanunu hakkında ne diyorsun diye sorarsanız, hemen cevap vereyim bence fazla sert... Sigarayı bırakmış, sigara içilen mekanlardan kaçan bir kişi olarak söylüyorum bunu. İnsanları sigaranın zararlarından koruyalım derken, bunu bir baskı düzeyine getirmek de doğru değil kanımca... Propagandaya daha çok yer vererek, sigara tekellerinin lobilerine karşı çıkmayı becererek, sigara içmeyi teşvik edecek dertlerimizi azaltmayı başararak mesafe almayı seçmek daha doğru. Bütün bunlardan sonra hala sigara içecekler varsa, onlara da istediklerini yapacakları yaşama alanları bırakmalıyız. Zorla güzellik olmaz!

6 Ocak 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


KIBRISTA GÜNLÜK YAŞAM
Hemen itiraf edeyim, yılbaşı tatilini Kıbrıs’ta geçirdim... Kıbrıs’a bir önceki gidişim ise yirmi yıl öncesine uzanır. O zamanlar TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği) dergisinin editörüydüm. Bizi KITSAB, yani Kıbrıs’ın seyahat acenteleri birliği ağırlamış, adayı gezerken de Nazif Bozatlı yardımıcı olmuştu. Yirmi yıl aradan sonra, artık iyi arkadaş olduğumuz Nazif kardeşime yine Kıbrıs’a geliyorum dedim. Müşfik kollarını hemen uzattı. KITSAB yine bizi ağırladı. Kıyı bucak dolaştık.

Hemen söylemeliyim. Geçen yirmi yıl Kuzey Kıbrıs’a yaramamış. Hızlı kentleşme, özellikle Girne bölgesinde önemli yaralar ortaya çıkarmış. Bölgenin kendine özgü özellikleri kaybolma noktasında. Tamam deniz aynı deniz, ama kara, beton yığınlarıyla dolmuş. Nüfusun Türkiye’den gelen bölümü, Kıbrıs halkının karakterini bozmuş. Yerli halk da bu değişime boyun eğmiş, onun getirdiği maddi katkılara teslim olmuş. Öte yandan Kıbrıs turizminin sırtını dayadığı kumarhane/casino olgusu ise, oldukça karanlık bir tablo çizmekte...

Ben size gezimizin güzel yanlarından söz edeyim. Girne Kalesi her zaman olduğu gibi yine çok etkileyici. Tanıtım odasında karşımıza çıkan, kalenin kuruluşundan bu yana geçirdiği evrimi aktaran resimlerin, broşürde neden yer almadığını anlamak ise zor. Girne’nin hemen arkasında yer alan Bella Pais Manastırı da beldenin çekim merkezleri arasında. Burada sık sık konserler de verildiğini duymak sevindirici oldu. Nazif kardeşimin beni yirmi yıl önce götürdüğü sahil meyhanelerinin hiçbiri kalmamış. O zaman tattığım otlara ve bitkilere dayanan mutfağı ancak evlerde konuk olduğumda bulabileceğimi anladım. Fast food’un esir aldığı Kıbrıs’ta özgün olandan vazgeçtim, iyi bir yemek yiyebilmek için bile epeyi uğraşmak gerekti. Girne’de Dome Otelin yanında bir yıl önce açılmış olan Lagoon balık lokantası yüzümüzü güldürdü. Çok taze balıklarının yanısıra bölgeye özgü macun tatlılarını ve katmeri de burada tadabildim.

Gazimağusa (Famagusta) ise bölgenin ana unsuru olan üniversite sayesinde büyük bir gelişme içinde. Neyse ki, eski kent içinde yapılan düzenlemeler büyük oranda olumlu. Yıllar önce bir mezbele durumunda olan Belediye Pazarı ( bölge insanları, “her zaman her şey bulunur“ anlamında bir Rumca sözcük olan Bandabulidya diye adlandırıyorlar burayı) çekici bir turistik çarşı haline gelmiş. Hemen yanıbaşımızdaki ölü kent Maraş’ın hüznünü, Gazimağusa’nın muhteşem kent surlarını gezerek dağıttık. Othello kule/kalesine çıkmak, tiyatrocu yanımı heyecanlandırdı. Burada 7-8 yıl evvel Devlet Tiyatrosu’nun Othello’yu oynadığını öğrenmek hoşuma gitti. Öğlen ise Nazif’in bütün konuklarını götürdüğü izbe bir lokantaya gittik. Bir fırın kebapçısı bu, 41 yıldır icrayı sanat eylemekte. Mustafa Fehmi, tarifi zor lezzette bir kuzu kebabı sundu bizlere... Yemek sonrası sporunu Salamis Harabelerini ve mükemmel anfi-tiyatrosunu gezerek yaptık. Hemen yakınındaki St. Barnabas müzesi ise Kıbrıs adasının olağanüstü arkeolojik tarihini başarıyla yansıtmakta...

Son durağımız Lefkoşa’ydı. Yola çıkmadan, kentin siyasi ve kültürel nabzının atığı Işık Kitabevi’ne uğrayıp Nahide hanımın kahvesini içtik. Orada olduğumuz yirmi dakika içinde ona yakın yazar/gazeteci ile tanıştım. Ardından Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılan Derviş Paşa Konağı’na gitik. Konak olağanüstü, ama müzenin hali yürekler acısı... Arabahmet mahallesinde Notre Dame de Tyre Ermeni Kilisesi ve Kadınlar Manastırı’nın restorasyonuna başlanmış olduğunu görmek beni umutlandırdı. Belediyenin sanatçılara tahsis ettiği Büyük Han da oldukça iyi korunmuş. Burada Kıbrıs’a özgü Karagöz figürlerini ve sanatını yaşatmaya çalışan Mehmet Ertuğ’la tanıştık. Hiç görmediğimiz ve bilmediğimiz suretleri inceledik. Yemek zamanı Sedirhan adında güzel bir kebapçıda konakladık. Arkadaşımızın adını verdiği Nazif Kebabını yedik! Akşamlar için de iyi bir adres edindim: Yine Arabahmet mahallesindeki eski bir konak: Boghjalian...

Yemek sonrasında kent merkezindeki bir sergiyi gezdik. Sidestreets adlı bir dil okulunun altındaki güzel galeride yer alan “Kıbrıs’ta Günlük Yaşam 1927-1931” başlıklı bir fotoğraf sergisiydi bu. O yıllarda adaya gelen bir İsveçli arkeolojik kazı ekibinin çektiği ok ilginç fotoğraflardan oluşuyordu. Başarılı ve heyecan verici bir sergiydi. Otele gitmeden Belediye Pazarı’na (Lefkoşa’nın Bandabulidya’sı) uğrayıp Lefke mandalinleri, köy hellimi ve satıcısının para almadan koca bir dilimi ikram ettiği enfes bir lor (Kıbrıslılar buna Nor diyor ama) aldık. Zaten yine rehberimizden öğrendiğimize göre. burada “Nuh der peygamber demez” deyişi “Nor der peynir demez” biçiminde adapte edilmiş...

Güzel bir hava Kıbrıs gezimizi daha keyifli bir hale koydu. Adadan ayrılırken, korumacılığın hızla gelişmesini, Adanın siyasal ve ekonomik açıdan istikrarlı günlere kavuşmasını diledik. Bir bahar aralığında da (açıkça yazları gitmeyi hiç düşünmüyorum) denize girmek için yine kapıyı açık bıraktık...

23 Aralık 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


AŞKIN GÖZYAŞLARI
Bir kaç hafta önce Cemal Ünlü’yle birlikte Türk tangosunun ilk dönemi üzerine bir dinleti-söyleşi yapmıştık. Çalacağımız plakları seçerken, tangonun o dönemlerde ne denli etkili olduğu göstermek için değişik örnekler aradık. Operetlerde, filmlerde söylenmiş Türkçe tangolar vardı. Bunlar arasında biri öne çıkıyordu. Hafız Burhan’ın söylediği ve aslı aynı adlı bir Mısır filminde yer alan tangoydu bu: Aşkın Gözyaşları. Hafız Burhan, 1935 yapımı olan bu filmi Çemberlitaş sinemalarında defalarca izlemiş, notlar alarak plağı gerçekleştirmişti. Cemal Ünlü, Hafız Burhan’ın plaktaki icrasının filmde kullanılmadığını düşünüyor. Filmin ve bu parçanın güçlü etkisi görerek, onu Türkçe sözlerle (yani daha sonra aranjman dediğimiz bir uygulamanın ilk örneklerinden biri olarak) okuduğu düşüncesinde. Zaten plağın ikinci yüzünde de devam eden şarkı, giderek tango formatından uzaklaşarak bir gazel haline geliyor... Bir hafız usulü tango!

Söz ettiğim söyleşi için bu ön çalışmaları yaparken, Cemal bir de müjde verdi. Ne zamandır beklediğimiz Hafız Burhan CD’si de çıkmıştı. Verdiği (artık sadece CD demeye de dilim varmıyor, çünkü 72 sayfalık bir de kitapçığı var) albümü hemen müzik setine yerleştirip çalmaya başladım...

Bilen bilir, Cemal Ünlü arkadaşımız, taş plak tarihinin en ünlü silahşörüdür. On yıllardır hem plakları biriktirir, hem de onları kayıtlara alır, CD’ler vasıtasıyla bizlere uğraştırır. Bütün bu çabalarını çok değerli bir kitapla da gelecek kuşaklara aktarmıştır. Pan Yayıncılık’tan çıkan Git Zaman Gel Zaman adlı kitabından söz ediyorum elbette... Cemal’in Deniz Kızı Eftalya’dan Seyyan Hanım’a, eski kantolarımızdan gazeller külliyatına uzanan, eski taş plaklardan CD’lere aktardığı albümleri koca bir yekün tutar. Eski seslere meraklı olanlar, ona ve Kalan Müzik’e ne kadar şükran duysalar azdır.

Cemal Ünlü’nün Gazeller serisiyle başlayan hafız merakı, geçen yıl çok da önemli bir ürün vermişti. Hafız Kemal Bey’in icralarını aktaran “Vasfını Bu Resme Tertip Ettiler...” adlı CD’sini çok beğenmiş, ama hakkında iki satır olsun bir şey yazamamıştık. İhmalkarlık yüzünden elbette... Oysa gelmiş geçmiş en iyi Mevlid icrasını (zamanında 10 plak halinde yayınlanmıştı) ve Hafız Kemal’in diğer klasik eserlerini içeren müthiş bir çalışmaydı bu. Şimdi de en güçlü sese sahip ve en popüler hafız şarkıcımız olarak tanınan Burhan Sesyılmaz’ın icralarını içeren abüm elimizdeydi işte. Adı da bizim tangodan alınmıştı: Aşkın Gözyaşları!

Hafız Burhan zamanında bir efsaneydi. 1887 yılında doğdu, oldukça genç yaşta 1943’de öldü. Sesi öylesine güçlüydü ki, stüdyoda sesinin patlamaması için mikrofondan oldukça uzaklaşarak şarkılarını okuduğu rivayet edilir. Sanatçı, tüm yaşamı boyunca Colombia firması için çalıştı. Yüze yakın plağı, döneminde tam anlamıyla “bestseller” oldu... Hatta bu nedenle (aynı zamanda otomobil ithalatçısı olan Colombia firmasının sahipleri) Blumenthal biraderlerin ona şık bir otomobil verdiklerini de biliyoruz. Hafız Burhan ilk otomobilli sanatçılarımızdan (belki de birincisi) olmuştu böylece.

Bu kısa yazıda albümün bütününü tanıtmak zor. En ünlü icrası olan Makber elbette var. Bol bol gazel yer aldığını tahmin etmek pek zor değil... Ama çoğunlukla hüzzam, ayrıca mahur, neva-hicaz, kürdilihicazkar makamlarında şarkılar da yer alıyor. Zaman zaman Rumeli ve Anadolu türküleri de karşınıza çıkacak... Türkülerin arasına nasıl ustaca gazellerin sıkıştırıldığına hayret edeceksiniz. Saz heyeti de muhteşem. Artaki Candan, Aleko ve Yorgo Bacanos, Sadı Işılay başta olmak üzere dönemin en ünlü sanatçılarından kurulu.

Albümü dinledikten sonra, Cumhuriyetin ilk dönemlerini oldukça elden geçirmiş bir araştırmacı olarak, Hafız Burhan’a ilişkin hiç bir röportajla karşılaşmadığımı hatırladım. Cemal Ünlü de rastlamamış ve bilgilerin çoğunu Burhan Sesyılmaz’ın ailesinden edinmiş. Bunun nedeni üzerine düşündüm. Bu denli ünlü bir şarkıcıya ilişkin bilgi olmaması, hafız şarkıcıların Cumhuriyetle birlikte yok olan değerler içinde bulunmasıyla açıklanabilir ancak... Moda akımlarla ilişki kursalar bile ( Hafız Burhan Colombia plaklarına kantolar, operetler, hatta “Türk Cazbandı” başlıklı şarkılar da okumuştu), kendileri ve bağlı oldukları gelenek artık moda değildi. Dinlenebilirler ama üzerinlerine yazı yazılmazdı... Diğer hafız ses sanatçıları gibi, bugünün sözcükleriyle “trendy” olmayan bir şarkıcıydı Burhan Sesyılmaz... Ben bütün bu analizleri bir yana bırakıp, yeniden Hafız Burhan CD’me döneceğim müsaadenizle. Gelmiş geçmiş en etkili seslerden birini dinlemenin keyfi neyle değişilebilir ki...


FOTO
Herhalde bir turne sırasında çekilmiş olan bu fotoğrafta, üstte ayakta duran Safiye Ayla ve Yesari Asım Ersoy. En altta soldan Ruşen kam (?), Cevdet Çağla (?) ve Hafız Burhan.

16 Aralık 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


ERMENİLERİ UNUTMAK
Aras Yayınları’yla gerçek anlamda tanışmam oldukça geç oldu. Bir kaç yıl önce Takuhi Tovmasyan’ın Ermeni mutfağı (ve onun çevresindeki yaşam öykülerini) anlattığı muhteşem kitabı Sofranız Şen Olsun’u almıştım tesadüfen. Çamaşır günleri pişirilen fasulyenin öyküsünü okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Oturup oradaki tariflerden hareket ederek yemekler yapmadım, ama okuduklarım ve onları samimiyetle anlatan yazarı Takuhi hanım beni çok etkiledi. Onunla ve yayınevi ile böylece tanışmış oldum. O zamandan beri Aras Yayınları’nı dikkatle izliyorum. Karakin Deveciyan’ın 1915’de basılan ve yıllardır bir efsane haline gelmiş Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı kitabını da onlar yayımladılar. Geçen yıl da Charles Aznavour’un anılarını (Geçmiş Zaman Olur Ki) bastılar.

Bu yıl bastıkları kitaplar arasında Agop Arslanyan’ın yazdığı Adım Agop Memleketim Tokat bence çok önemli. Bana ait bir öyküsü bile var. Seksenli yılların başında askerliğimi Tokat’ta yapmıştım. Hafta sonları izne çıktığımda, eskici dükkanlarının tıka basa ermeni damgalı gümüş ve bakır eşyalarla dolu olduğunu görürdüm. Ama Tokat tarihi adına yazılan kitaplarda, kentin Ermeni nüfusu hakkında doğru dürüst bir bilgi bulamamıştım. Arslanyan, bu kentin tarihinin Ermenilerden söz etmeden yazılamayacağını kanıtlıyor. Yine geçtiğimiz yıl içinde çıkan Ermeni Kültürü ve Modernleşme, Türkiye tarihinde Ermenilerin batılaşma sürecindeki çok önemli rollerini açıkça ortaya koyuyor. Aynı tezi destekleyen bir diğer yapıt da, Osmanlı dönemindeki feminist kadın yazarları bize tanıtan Bir Adalet Feryadı başlıklı kitap. Açıkça görülüyor ki, feministlerimiz tarihlerine genellikle Türk/İslam bir pencereden baktıklarından, bu öncü isimleri bugüne kadar es geçmişler sanırım.

Aras Yayınları’ndan yeni yayınlanan İzi Kalır Hatıraların ise bir röportajlar kitabı. Mayda Saris’in Agos gazetesinde yaptığı röportajların geniş halleri yer alıyor bu kitapta. Tahmin edileceği gibi, kitapta röportajları yer alanların büyük çoğunluğu Ermeni. Türkiyeli Ermeniler, genel geçer tarihçiliğimizin ve gazeteciliğimizin dışanda kalan bir alan olduğu için, kitapta başka yerde bulamayacağınız bir çok ilginç bilgi var. İzi Kalır Hatıraların’da otuz kişiyle yapılmış söyleşiler var. Bunlardan sanırım pek azının adını duydunuz. Nuri İyem, Sarkis, Raffi Portakal ve Ara Güler dışında, belki tiyatroyla ilişkiniz varsa Agop Ayvaz (adının doğru yazılışı da Hagop’muş aslında) adını duymuş olabirlisiniz. Ama Ermeni değilseniz diğer isimlere pek aşina olduğunuzu sanmam. Bu uzaklık önce bir zaaf gibi geliyorsa da, sayfaları çevirdikçe aslında bilmediğiniz ne kadar çok şey olduğunu anlıyor ve kitabı gitgide önemsemeye başlıyorsunuz. Zaaf sandığınız şey bir üstünlük haline geliyor. Yeni bilgiler edinmenin keyfini yaşıyorsunuz.

Herkes kendine göre ilginç bölümler bulacak bu kitapta. Kimi yıllar sonra Ermeni olduğunu öğrenip hatıralarının izine düşen insanların öykülerine merak duyacak. Kimi de Sakıp Sabancı ile Raffi Portakal’ın yollarının nerede, nasıl kesiştiğini öğrenmekten hoşlanacak. Ben ise, kitabı okurken küçük ayrıntıların peşindeydim her zaman olduğu gibi. Yüzlerce ayrıntıdan sadece ikisini aktarabileceğim burada...

Birincisi rakı tarihiyle ilgili. Geçen yıl Türkiye’deki rakıların tarihi üstüne uzunca bir makale yazmıştım. Tekelden önceki dönemde sayısı ellilere uzanan rakı markası çıkmıştı karşıma. Bunlar arasında öne çıkan birkaç isimden biri de Bilecik Rakısı’ydı. Mayda Saris’in kitabında Bercuhi Berberyan’la yaptığı röportajda bu rakıyla karşışıverdim birdenbire... Bercuhi Berburyan’ın kayınbederi Stepan Berberyan kurmuş bu rakıyı. 1928’de Fransa’da düzenlenen yarışmada dünyanın en iyi içkisi seçilmiş ve şeref diplomasıyla ödüllendirilmiş. Ne yazık ki bugün ellerinde bir tek şişesi bile yokmuş.

İkinci ayrıntı ise caz tarihiyle ilgili. Kısa bir süre önce, tam 102 yaşında aramızdan ayrılan Hermine Kalfayan Sayınar, eski günleri hatırlarken eşini de anlatıyor. 1968’de ölen Eduard Krikoryan Sayınar, 1930’lu yılların ünlü bir caz bateristi ve dans hocasıymış. Kitapta bu konuyla ilgili çok ilginç fotoğraflar var. Kızları Tanya hanımla tanıştık, bugünlerde buluşup bu eski fotğraflara daha yakından bakacak ve babasıyla ilgili anılarını anlatmasını isteyeceğim.

Kitabın bu türden ilginç bilgiler aktarması, milliyetçilik damarlarımız kabardıkça neler kaybettiğimizi daha açık gösterdi bana. Ermenilerin Türkiye tarihindeki yerleri ve toplumsal yaşama katkıları o denli güçlü ki, onları görmezden gelmek kendi tarihini de inkar etmek anlamına geliyor. Tarihi tüm genişliğiyle anlamak için, bu genişliği oluşturan tüm unsurları dikkate almamız gerekiyor. Sanırım, hatıraların izi ancak böyle kalıcı olabilecek...

10 Aralık 2007 Pazartesi

PAZAR YAZILARI






MAZİ KALBİMDE BİR YARADIR

Necip Celal Andel, ilk Türkçe tangoyu yazan kişi olarak tarihe geçmiştir. Ölümünün ellinci yıldönümünde, yazdığı şarkılaır hala dillerde dolaşan bu besteciyi tanıtmak istedik.


Necip Celal Andel, bundan tam elli yıl önce, 29 Kasım 1957’de dünyaya veda etmişti. İlk Türkçe tango olarak tarihe geçen Mazi ise, 75 yıl önce 1932’de Seyyan Hanım tarafından plağa okundu. Gerek Mazi’yi, gerekse yine bir Necip Celal bestesi olan Suna’yı bugünlerde Sema’nın ve İncesaz’ın yeni yorumlarıyla Beyoğlu’nda sık sık duymanız mümkün. Peki bu duyarlı müziklerin sahibi hakkında ne biliyoruz?

Necip Celal’in adını plaklar üzerinde görmüştüm elbette. Ama gözlerinin görmediği ve oldukça genç yaşta öldüğü dışında pek bir bilgim yoktu önceleri. Geçtiğimiz aylarda ölen, bir zamanların “kızıl saçlı soprano”su İclal Ar’la röportaj yaparken, Necip Celal’i otuzlu yıllarda nasıl tanıdığını şöyle anlatmıştı:
“Bir ahbabın evinde Necip Celal ile de tanışmıştık. Arkadaş olduk, zaman zaman akordeonunu alıp o da bizim toplantılarımıza gelmeye başladı. Bir gün yine yerlerde oturmuşuz. Romantik olsun diye herhalde, elektriği söndürüp mumları yaktık, birlikte şarkı söylüyoruz. Necip Celal’in gözleri kör ama ışığı görebiliyor. ‘Çocuklar, şu mum ışığını da söndürün de, bu akşam hepimiz eşit olalım,’ dedi. Ağlamaya başladık.” İclal Ar, anılarında Mesut Cemil’in ısrarıyla İstanbul Radyosu’nda Necip Celal’in bir tangosunu Kızıl Ay takma adıyla okuduğunu da anlatır. O dönemde yayın canlı yapılıp kayda geçirilmediği için bunu dinlemek gibi bir şansımız da yok...

Yaşamını özetlemeye çalışayım. 1909 yılında doğmuş. Babası hukuk profesörü Mehmet Celâlettin, elbette oğlunun da hukuk okumasını ister. Ama Necip Celal’in gözü kulağı müziktedir. Aldığı özel derslerle bilgilerini geliştirir. Eline geçen her müzik aletini kısa sürede çalmak gibi bir becerisi de vardır. O yıllarda gözleri görmekte, ama yavaş yavaş bir perde de inmektedir... Necip Celal önceleri buna pek aldırmaz, o dönemin modasına uygun olarak, çılgın gibi dans etmekte, çarliston yapmaktadır. İlk aşklarını da bu yıllarda tadar. 1928 yılında Taksim Gazinosu’nda çalışan bir Alman kızla umutsuz bir aşk yaşar. Bunun hatırası iki şarkı olarak ortaya çıkar: Sarı Yapıncak fokstrotu ve Mazi tangosu...

Necip Celal gözlerini 1932 yılıında tamamen kaybeder. Aynı yıl, Mazi tangosu Seyyan Hanım tarafından Sahibinin Sesi firması için plağa okunur. Plağın arka yüzünde ise yine bir Necip Celal tangosu vardır: Ayrılık. Bu plak birden çok meşhur olunca, Seyyan Hanım ardarda Necip Celal tangoları doldurmaya başlar. Necip Celal de ilk Türkçe sözlü tango bestecisi olarak kayıtlara geçer.

Taş plak kataloglarına baktığımızda bir çok sanatçının Necip Celal bestelerini plak yaptığını görürüz. Daha bulup dinleyemedim ama Münir Nurettin Selçuk bile Ayrılık tangosunu okumuş. Bedriye Tüzün, Seven Star Band Caz topluluğu ile Bir An İçin ve Günler’i Colombia için plağa doldurmuş. Mahmure Handan Hanım Odeon için Mazi’yi kaydetmiş. Birsen Hanım Yıllar’ı, Gönül Hanım ise Suna’yı okumuş. İclal Ar’ın anılarında söz ettiği Rum asıllı Gavin Kardeşler de, Necip Yakup idaresindeki Colombia Tango Orkestrası eşliğinde Suna, Özleyiş, Yıllar, Kimse Sevgimi Bilmez, Emine (Menekşeden taç öreyim) ve Sarı Zambak adlı tangoları plağa almışlar. Seyeyan Hanım’dan sonra en çok Necip Celal şarkısı okumuş olan bu Gavin Kardeşler’in de tek bir plağını göremedim daha...

Necip Celal bir röportajında eserlerinin 18 tanesinin nota olarak basıldığını söyler. Bunların bazılarını ben de gördüm, iki ila üç bin arasında basılıyor ki, sanırım bu bayağı önemli bir tiraj... Aynı röportajda ortaya çıkmayan iki eserinden söz eder.: “Birincisi halkımızın pek sevdiği viyolonist Caspar Cassado’nun [kırklı yıllarda üstüste İstanbul’a gelip konserler vermişti] arzusuyla ve tamamiyle Türk müziği makamlarıyla bestelenmiş üç kısımlık bir Viyolonsel Konçertosu’dur. Cassado’nun İstanbul’a son gelişinde kendisiyle bir çok çalışmalar yaptık ve sonunda eser tamamlandı. İkincisi ise halen Türk uyruğunda olan büyük keman üstadı Vasa Prihoda’ya ithaf ettiğim keman ve piyano için “Rüzgar Sanatı” adlı eserimdir. Üç kısımdan oluşuyor: 1. Rüzgar, 2. Akşam, 3. Fırtına. Çalması güç olan bu sonatın ana motifleri yine bizim müziğimizin renkleri taşımaktadır. Her iki eserin de uzunlukları 35’er dakikadır.” Necip Celal’in eserleri ile özel olarak ilgilenen keman sanatçımız Cihat Aşkın, bu ikinci eserin kayıp olduğunu söyledi. Ayrıca Necip Celal’in burada söz etmediği bir keman konçertosu daha varmış. Aşkın, bu eserin Dua adlı ikinci bölümünü 1996 yılında, piyano eşliğinde seslendirmiş.

Necip Celal’in yaşamıyla ilgili ayrıntılı bir çalışma yok. Nedim Erağan’ın baskısı kalmamış Tramvaylı Günler ve Eski Tangolar adlı kitabında Necip Celal’le ilgili anılar dışında... Bir de eski radyo dergilerinde kalmış röportajlar, yazılar... Bunları biraraya getirerek, Necip Celal Andel’in ağzından bir yaşamöyküsü aktarmaya çalıştım. Yeni çıkan Aralık ayının Roll dergisinde okuyabilirsiniz.