17 Eylül 2012 tarihli Radikal'de yayınlanan Derya Bengi ile yaptığım röportajın uzun versiyonu:
Tophane’de Depo’nun önündeyiz. Afişte “Uzayda bir elektrik hasıl oldu: 1960’larda müzikli Türkiye” yazmakta. Mekanın iki katına yayılmış bir sergi bizi bekliyor. Konusu gibi sunuşu da retro bir sergi bu. Eski kasap kağıtları havasında panolar üzerinde 27 Mayıs’tan başlayıp 1971 darbesine uzanan bir süreçte, Türkiye’nin müzik yaşamı karşımızda. Ama dönemin politik olayları, sosyal değişimleri, tiyatrosu ve magazin haberleri de es geçilmemiş. (Üstü kapalı olsa da) açık hava sinemasında oturup eski Türk filmleri bile izlemek mümkün. Görsel malzeme zengin: Fotoğraflar, plaklar, gazeteler, dergiler; aklınıza ne gelirse panolara dağıtılmış… Metinler damıtılmış, konunun ince detaylarını ustaca aktarıyor. Depo’nun yapımcılığında Derya Bengi’nin küratörlüğünde, Cem Sorguç’un tasarımı, Ayşe Karamustafa ve Özgür Karacan’ın grafik tasarımıyla sunulan bu başarılı sergi hakkında Derya Bengi’yle konuştuk.
S. Cumhuriyet tarihinin özel bir on yılı, 60’lı yıllar serginin ana konusu. Bu seçimin özel bir anlamı var elbette. Nedir bu anlam, bu yılların diğer on yıllardan farkı ne sence…
C. 1980’li yıllardan sonra ortaya çıkmış bir 60’lar mitolojisi zaten kendiliğinden var olan bir unsur. Bir takım gençlik hareketlerinin, devrimci eylemlerin ortaya çıktığı bir dönem. Yalnız bizde değil bütün dünyada böyle… Aslında amaç 60’lı yılları anlatmaktı. Uluslararası bir proje bu, dünyadaki toplumsal dönüşümü anlatmaya çalışan bir proje. Bu yıllar hep İngiltere ve Amerika üzerinden anlatılır . Elbette bu doğal, en büyük dinamik buralarda. Ama başka ülkeler de altmışlı yılları yaşadı. İşte bunu anlatan sergiler hazırlanması amaçlandı. Paralel iki sergi daha açılacak yine altmışlar hakkında; biri Viyana’da mimarinin, diğeri ise Zagrep’de modern sanatların değişimi üzerine. Biz ise bu değişimi müzik üzerinden aktarmaya karar verdik.
S. Öyleyse 60’lar denilince müziğin nasıl bir özel önemi var, bunun üzerine konuşalım.
C. Altmışlar Türkiye’deki müzikal tarzların, müzik üretim biçimlerinin birbiriyle ilk defa tanıştığı; ilişki kurduğu ve müzisyenlerin bu ortamdan yeni bir şeyler üretmeye başladıkları, denedikleri ve becerdikleri bir dönem. Söz konusu yıllarda müzik, toplumdaki değişimin aynaya yansıyan en iyi görüntüsü sanki. Bütün karmaşalarından arınmış, berrak bir fotoğrafı. Bilineceği gibi altmışlı yıllarda çok büyük bir trafik var. Ellili yıllardan itibaren köyden kente göç başlıyor. İşsizlikten kurtulmak, ekmeğini kazanmak, çocuklarını okutmak için yapılan bir göç bu. Gecekondulaşma ortaya çıkıyor, şehirlerin yapısı değişiyor. Şehirlerde ise tam tersine kırsal kesime ilgi başlıyor. Özellikle edebiyatta, sinemada ve müzikte. Türkiye coğrafyası ilk defa bir bütünlüğe uluslaşmaya başlıyor belki de. O zamana kadar yalıtılmış, kendi kabuklarında kalmış olan olan kültürler bir araya geliyor…
S. Ama aynı yıllarda dış dünyanın da etkileri çok güçlü değil mi? Öğrenci hareketleri, rock müziğinin gelişimi…
C. Elbette. Bu değişimi başlatan belki edebiyattı (Mahmut Makal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt vb.), ama toplumsal düzeyde gerçekleştiren ise müzik oldu… Bu dönemin simge enstrümanı ise elbette gitar. Şehirli bir genç insan gitara sahip olduğu zaman ne yapabilir? Genellikle gitarın geldiği ülkelerin müziklerini taklit eder. Ama bizde farklı bir şey oldu, gitarlarıyla Anadolu’ya gittiler. O güne kadar yukardan bakılan bir coğrafya ve kültüre kendilerini açtılar. Bunu bir yardımseverlik ve tahakküm kurma isteğiyle değil; sadece tanımak için, ilgi duyarak yaptılar. Şehirden köye manevi bir göçtü bu. Fikret Kızılok’un Aşık Veysel’e gitmesi bunun en simgesel resmi…
S. Bildiğim kadarıyla bu da hop diye olmadı. Örneğin altmışlı yılların başında şarkıcı ve müzik topluluklarının repertuarına baktığımızda tümünün yabancı dillerdeki şarkılardan oluştuğunu görüyoruz. Altın Mikrofon bir milat galiba…
C. Altın Mikrofon havayı çok iyi koklamış bir organizasyon. Bir ilk değil ama ilk büyük organizasyon. Türkiye’nin nereye doğru gittiği hesaplayan, bunu bir manifesto ile ilan edip deklare eden bir yarışma. Altın Mikrofon’dan önce de İstanbul’un gece yaşamına bazı türküler girmişti. Kara Tren Gelmez mi Ola, Adanalı, Kundurama Kum Doldu gibi uyarlamalar. Burçak Tarlası 1964 tarihli, Altın Mikrofon ise 1965. Bir öncü olarak bana Keşanlı Ali Destanı müzikali de çok ilginç geliyor. Yazılışı, konusu, müziği, oynanışı ile Keşanlı Ali Destanı’nın da Anadolu Pop’a öncülük ettiğini düşünüyorum. Sadece tiyatro alanında kalmadı Yalçın Tura’nın yazdığı şarkılar. Tülay German 1964’te Belgrat’taki konserinde Birçak Tarlası yanısıra Keşanlı Ali şarkıları da söylemişti mesela…
S. Bütün bu konuştuklarımız yanısıra, Altmışlı yılların başındaki politik hareketliliğin, özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin kazandığı başarıların da müzik üzerinde etkilerinden de söz edebilir miyiz sence…
C. Edebiliriz tabii ki. Örneğin o güne kadar, Alevilikleriyle değil köyümüzün sesi olarak mikrofonlara çıkarılan, taş plakları nadiren basılan Alevi aşıkların artık yeni bir kimlikte ortaya çıktıklarını görüyoruz. Protestocu bir aşıklar geleneği altmışlarla beraber toplumsal alanda da görülmeye başlandı. Türkiye İşçi Partisi’nin kurulmasına önayak olduğu bir Aşıklar Derneği var örneğin. Mahzuni’nin, İhsani’nin, Nesimi Çimen’in aralarında olduğu 12 aşığın biraraya gelerek kurdukları bir dernek bu.
S. Bu ekolün popstarı da Aşık İhsani herhalde…
C. Kesinlikle. Beni ışınlayıp o yıllara döndürseler ve neyi görmek, yaşamak istersin diye sorsalar, cevabım bir Aşık İhsani konserini izlemek olur. Ya da İhsani’nin komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yargılandığı mahkemeyi seyretmeyi isterdim. Cok ilginçtir, dört ay yattıktan sonra İhsani savunmasını bir türkü okuyarak yapıyor. Sözleri aklımda kaldığı kadarıyla şöyle: “Sayın yargıç suçlu kimse onu bul/ Ben çağımda çoğunlukla kula kul/ Çoğu sakat, çoğu yetim, çoğu dul/ Olanların şairiyim, diliyim.” Orada bulunmak isterdim mutlaka. Aşık İhsani çok önemli bir figür. Barış Manço’nun kısa saçlı ve şişman olup Çıt Çıt Twist söylediği bir dönemde, İhsani sakallı, saçlar omuzlarla, acayip bir tip olarak konserler veriyor. Söz ettiğim bu mahkemeden önce kapatıldığı Sultanahmet Cezaevi’nde saçlı sakallı yattığı 1965 yılında, aynı bölgeye Sultanahmet’e de ilk hippiler geliyor. İhsani’nin hapiste saçları sakalı kesiliyor, sadece bıyıkları kalıyor. O bıyıklar da Türkiye solunun simgesi oluyor bir anlamda…
S. Türkiye solu zaten saçları ve sakalları kabul etmemişti tarihinin bu dönemlerinde. Bıyıkla yetinmişti…
C. Türkiye solunun hippi görünümünü kabul etmediği, saçlarını uzatamadığını, bluejean giyemediğini söyleyebiliriz. Özellikle 70’li yıllarda çok sert ve sekter olduğu
kabul edilir. Dönemin dünya gençliğinin rahatlığını, geçirdiği dönüşümleri benimsiyemediğini görürüz. Altmışlı yıllarda dünyada moda haline gelen giyim, saçlar, yaşayış tarzları aslında bizde de büyük kentleri etkilemiş durumda. Ama sol halkla ilişki kurabilmek için, kendi kimliğinden taviz verip bir ortalamayı temsil etmek amacıyla değişim geçiriyor. Özellikle şehirli gençlik için söyleyebiliriz bunu. Saçımı uzatsam mı, uzatmasam mı; İspanyol paça pantolon giysem mi ikilemleri politik tercihler tarafından yönlendiriliyor. Hepsinden vazgeçiliyor ama bıyıklar kalıyor. Bu “sol tipi bıyık”ların Alevi geleneğinden geldiğini düşünüyorum. İlginç bir örnek de Cem Karaca’nın Hair’de oynamayı reddetmesi. Önce kabul ettiği bu rolü, saçını uzatması gerektiği ve Hair’in köken olarak Amerika kaynaklı bir müzikal oluşundan dolayı reddetiyor. Altmışlar açısından değerlendirirsek, bu bir kimlik arayışının da göstergesi.
S. Altmışlar Türkiye tarihi açısından belki de en özgün zaman dilimlerinden biri değil mi sence? Bir anlamda demokrat diyemeyeceğim ama, açık bir toplum… Bütün yeniliklerin; müziğinden politikasına toplumsal anlamda yaşanan ilklerin etkilediği bir Türkiye bu. Bu yeniliklere, değişimlere karşı da silahların çekilmediği; onları yok etmek için nasıl davranılması gerektiğinin pek de bilinmediği bir dönem. Ama 70’lerden itibaren üstüste darbelerle çok daha baskıcı, kapalı bir toplum haline geleceğiz.
C. İlklerin ortaya çıktığı, yaşanmamışlıkların yaşanmaya başlanıldığı özel bir dönem altmışlar. Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentoya girip söylediği laflar çok önemli. Aldığı oy sayısı çok fazla olmasa da 15 milletvekili çıkardı. Tabii sonra seçim sistemi değiştirilip, bu hatanın bir daha yapılmaması için önlem alındı! Alevilerle solun beraberliğinin önlenmesi için Birlik Partisi’nin kurulması teşvik edildi.
S. Sergide öne çıkan bir özellik, belli isimlerin simge olarak öne çıkarılışı. Ajda Pekkan, Tülay German ve Zeki Müren. Bu seçimlerin nedenlerini biraz açabilir miyiz?
C. Ajda Pekkan Türkiye’li tipine aykırı, ama sarışınlığını ve modernliğini de düşündüğümüzde biraz da özenilen bir kişilik. Batılaşmayı kendine hedef edinmiş bir ülke için çok uygun bir figür. Bu kadın bence Anadolu popcuların, Tülay German’ın ve sonraları da arabeskçilerin yaptığı kadar önemli bir şey yaptı. Batı müziği ile Türkçe’nin birbiriyle örtüşmesi, beraberliği için ilk adımları attı. Tamamen deneme yanılma yöntemiyle, çok da başarısız örneklerle bunu uygulayan, ama sonunda ondan sonra gelen şarkıcılara yol açan bir isim. Türkçe’nin kullanılması Ajda Pekkan’ın kendini bir tür kobay olarak müzik dünyasının kucağına atmasıyla başarıldı diye düşünüyorum. Herkesin türkü aranjmanları yapıp Anadolu’ya döndüğü bir zamanda; Ajda Pekkan’ın bu eğilime hiç yüz vermeyip Türkçe sözlü hafif batı müziği şarkıları söylemesi başlıbaşına bir olay. Aykırı bir olay! Önce üstüne oturmadı, teyelleri sarktı, ama o direndi, biraz oradan keselim, biraz buradan diye diye, dört beş yıl içinde kendi kimliğini buldu. Türkçe sözlü hafif batı müziği aslında olmayacak bir şey. Sarı renkli kırmızı pantolon olur mu? Hafif batı müziği yapacaksak bu batı dilinde olur. Erol Büyükburç Little Lucy ile bunu başlatmıştı zaten. Peki Türkçe olursa bu aynı zamanda nasıl batı müziği olur? Bu olmayacak şey, Ajda Pekkan sayesinde olduruldu. Tabii bunun gerisindeki isimler, mimarları ise o dönemin radyo diskjokeyleri. Esas olarak da Fecri Ebcioğlu. Hakını vermek lazım. Bu şarkılar yapılmamış olsaydı, iyi pop müziğimiz de olmayacaktı. İki Yabancı bunun başlangıcı…
C. Tülay German bir aydının, entellektüelin pop müzikteki karşılığı. Bu aydın entellektüel dediğim insanlar, evlerinde klasik batı müziği plakları dinleyen, belki ciddi olduğu için klasik Türk müziğinden de hoşlanan, caz seven insanlar. Tülay German da esas olarak bir caz şarkıcısı olarak işe başlıyor. Ama dönemin yazarları, aydınları ve birlikte olduğu Erdem Buri’nin de etkisiyle bir Anadolu merakına kapılıyor. Bir İstanbullunun kökenlerini araması belki de. Fikret Kızılok’un Aşık Veysel’e gidişinin beş altı yıl öncesinde yapılan bir yolculuk. Belki kendisinden sonra bir akım doğurmadı onun yaptıkları. Ama şehirli entellektüellerin Anadolu’ya yönelmesinde önemli etkisi oldu. Öte yandan Anadolu Pop’un ilk parke taşlarını onun döşediğini de söyleyebiliriz. Burçak Tarlası’nın o dönemdeki başarısı çok yol gösterici olmuştu.
S. Peki üçüncü figüre geçelim: Zeki Müren. Aslında başlangıcını düşünürsek bir altmışlar figürü değil Zeki Müren. Ellilerde de çok etkili…
C. Zeki Müren her dönemde simge. Ellileri de anlatsak, yetmişleri de anlatsak Zeki Müren yine bu öyküde yerini alırdı. Altmışlarda neler oldu onun açısından diye bakalım. Zeki Müren ellilerin sonunda askere gidiyor. 1959’da askerden döndükten sonra tezkereyi aldığı gün sahneye çok allı pullu bir ceketle ilk kez çıkıyor. 1970’de babasının ölümünden sonra sahneye çıkışında da mini etek giyiyor. Bunların birer simge olduğunu düşünüyorum. Erkek egemen bir topluma, bu ilişkilerin en sert yaşandığı askerliğe ve her zaman biraz sevgi/nefret ilişkisi yaşadığı babasına karşı bir tepki olarak belki de. Zeki Müren toplumun yerleşik değerlerinin yanında olduğunu hep söyler. 27 Mayıs’tan sonra sahnede Gazi Osman Paşa’yı canlandırır. Ama deklare etmese de eşcinselliğini sahne üzerinde açıkça ortaya koyar. Giysileriyle, edasıyla…
Hiç bir şey yapmadan, söylemeden kendi kimliğini kabul ettirir. Bu anlamda anarşist bir figür olarak düşünürüm Zeki Müren’i. Müzikal açıdan da önemini vurgulayabiliriz. Ayrıca sergide onun Mühür Gözlüm şarkısını dinliyoruz sürekli. Orkestra batı müziği orkestrası, düzenleme batı müziği tarzı, söz ve müzik Sivaslı Alevi ozan Ali İzzet’in ve icra Türk sanat müziğinin zirvedeki ismi Zeki Müren. Bu üç ayrı geleneğin bir araya gelmesi çok yol açıcı bir örnek.
S. Sergide Türkiye’ye etkileri açısından özel bir pano da Beatles’a ait…
C. O yıllarda her yol Beatles’a çıkıyordu. Gençliği simgeleyen bir figür olarak Beatles en başından beri karşımızdaydı… Gençlik o dönemde çok önde bir kavram zaten. Daha önceki yıllarda gençlik istatistiki bir kavramken, altmışlı yıllarda bir toplumsal hareketin öznesi oluyor. Başlangıç olarak 27 Mayıs darbesinin dinamiklerinden birinin üniversite gençliği olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Yalnız bizim için değil dünya altmışları açısından da için erken bir örnek bu… Beatles’a dönersek, Türkiye’deki ilk algılanışı bir müzik topluluğu olarak değil, “gençlik çılgınlığı”nın bir simgesi olarak oldu. Beatlemaina bize “Beatles humması” olarak çevrilmiş. Beatles sahneye çıkınca genç kızların çığlık atması basında çok geniş yer buluyor. Başta ürkütücü olan bu haberler giderek daha sevimli bir hale geliyor. Beatles sözcüğü de yerlileştirmeye müsait, bol bol da yapılıyor bu. Bitliler, Bitlis, Bitlisliler denmesi sözcüğün Türkçeye yakın olması da özel bir aura yapattı sanki… Müzikleri de hemen benimsendi. Bugün hala “She loves you”yu ilk gün nasıl dinlediğini hatırlayan birçok insana rastlayabiliriz. O zamanlar Türkiye daha İngiliz hakimiyetinde değil müzik olarak. Fransa çıkışlı dergiler, radyolar popüler. Bu nedenle bizde akımın adı olarak Beat müzikten çok “ye ye müziği”nin kullanıldı… Özel bölüm olarak değil ama, Jim Morrisson’un altmışları anlatan sözlerinin de kendi panosunda yer aldığını söylemeden geçmeyelim istersen: “Gelecekte insanlara çok güzel görüneceğimize inanıyorum.” Evet biz 2000’lerde yaşıyoruz ve altmışlara baktığımzda güzel şeyler görüyoruz…
S. Son olarak serginin başlangıç ve bitişini simgeleyen iki müzik ögesinden söz edelim. Sergi 27 Mayıs’ın “Osman Paşa” marşıyla başlıyor, 12 Mart’ın bir gün öncesinde sahnelenen Hair müzikali ile noktalanıyor.
C. Altmışları 27 Mayıs’la başlatmak şarttı. Bunun müzikal karşılığı da pek kolay kucağımıza düştü. Dönemin basını 27 Mayıs’ı “müzikli ihtilal” olarak anar. Bir şarkısı vardı bu darbenin. Gençler tarafından kendiliğinden seçilmiş Osman Paşa Marşı, yine anonim olarak sözleri değiştirilmiş ve Demokrat Parti iktidarına karşı kullanılmıştı. “Olur mu böyle olur mu/ Kardeş kardeşi vurur mu/ Kahrolası diktatörler/ Bu dünya size kalır mı?.” Gençliğin altmışlı yılların belirleyici gücü olması buralardan başlar. Serginin bitişinde ise Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu tarafından 12 Mart’ın bir gün öncesi sahnelenen Hair müzikali yer alıyor. Hair müzikalinde gençlerin taşıdığı pankartlardan biri üzerinde “Deniz nerde?” yazıyordu. O sıralar Deniz Gezmiş kaçak ve aranmakta. 12 Mart gelir gelmez bu pankartı hedef aldı. Tiyatro “doğaya özlem” gibi gerekçeler ileri sürse de dava açıldı ve bilirkişi pankartı suçlu buldu. Yeni dönem pankartların yok edilmesiyle başladı. Altmışlara böylece nokta konuldu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder