10 Ocak 2016 Pazar

EĞLENCE TARİHİMİZ ÜZERİNE

TRTakademi dergisinin ilk sayısı Ocak 2016 tarihinde çıktı. Eğlence Kültürü özel sayısı olarak ilan edilen bu sayıda benimle yapılmış bir röportaj da yer alıyor:


“Herkesin hoşlandığı ortak bir müzik zevkimiz nasıl yoksa, bütünsel bir eğlence      anlayışımız da olamamıştır.”

TRTakademi: Önce son hazırladığınız “Yüzyıllık Aşk. Türkiye’de Sinema ve Seyirci” başlıklı sergiden hareket ederek soralım, Sizce seyirciyle sinemamız arasındaki ilişki tarihsel süreç içerisinde nasıl bir değişim gösterdi?

Gökhan Akçura: Sinemanın ilk dönemlerinde seyirciyle filmler arasında çok büyülü bir ilişki vardı. Bir kere sinema çok yeni ve çok farklı bir seyirlikti. İnsanlar filmlere büyük bir tutkuyla gidiyor, ona yaşamlarında özel bir yer veriyorlardı. Bu güçlü ilişki 1970’li yıllara kadar sürdü. Her dönem değişik başlıklarla. Hollywood sineması bir dönemi belirledi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Arap filmleri öne çıktı. 1960’lardan itibaren de Türk sinemasının altın yılları başladı. Ama yetmişli yıllar sosyal yaşama olduğu kadar, sinema yaşamına da darbe vurdu. Sonrasını biliyorsunuz. Televizyon, video, internet sinema alanının genişlemesine, öte yandan da sıradanlaşmasına neden oldu. Eski sinema binaları tek tek yıkıldı. AVM’lere sıkışan küçük sinemalar piyasaya hakim oldu. Sinemanın büyüsü bozuldu. Bugün onlarca sinema kanalı, internetten anında izleyebildiğimiz binlerce film, kütüphanemize hemen ekleyebileceğimiz videolarla sinema her an elimizin altında. Her anımızda. Ama seyirci-sinema ilişkisinin aynı güçte ve önemde sürdüğünü söylemek kolay değil.

TRTakademi: Günümüzde artık önemli sinema figürlerinin yetişmediğini ya da insanların özdeşleşeceği, rol model olarak benimseyeceği önemli figürlerin (Filiz Akın, Cüneyt Arkın, Ayhan Işık, Türkan Şoray, Sadri Alışık vb.) ortaya çıkmadığını görüyoruz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz.

Gökhan Akçura: Söz ettiğiniz dönemlerde “star” dediğimiz sinema oyuncularıyla hayranları arasındaki ilişki bugünden çok farklıydı. Popüler sinema dergileri vardı mesela. Örneğin Ses dergisinde hayranlarla starları bir araya getirecek (telefonla, ziyaretlerle) kampanyalar yapılırdı. Bir dönem Hürriyet gazetesi de benzer kampanyalar yapmıştı. Galalar olurdu. Bugünkü gibi sinema çevrelerinin geldiği galalar değildi. Oyuncular sinema sinema dolaşırlardı. Çikolata, çiklet gibi tüketim maddelerinin içinden artist fotoları çıkardı. Duvarlara dergilerde yayınlanan posterleri asılırdı. Mektup yazılıp imzalı foto istenirdi. Kartpostal satıcılarının tezgahlarında artist fotolarının bulunduğu geniş bir bölüm olurdu. Şimdi bu tür temaslar yok. Gazetelerin ve televizyonların “magazin” bölgelerinde, artistlerin özel hayatının ıcığı cıcığı aktarılıyor. Bir de bulunduğunuz yere gelirse, herkes o oyuncunun başına toplanıp selfie çekmeye çalışıyor! Durum böyle, ama neden böyle, bunu yorumlamak beni aşar...

TRTakademi: Türk sinemasının bugün bulunduğu nokta hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gökhan Akçura: Son on yıla baktığımızda Türk sinemasının iki ayrı kanalda geliştiğini söyleyebiliriz. Biri “sanat filmleri” dediğimiz, kısıtlı bir seyirci sayısına sahip olan, zaman zaman uluslararası festivallerde büyük ödüller de kazanan filmler. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu, Reha Erdem gibi isimlerin başını çektiği bir kanal bu... Diğeri ise daha kaba, göbekten güldürmeye çalışan, iş garantisini peşinen sağlama amacında olan filmler. Recep İvedik’le başlayan bir akım da bu. Belki kökenleri Kemal Sunal filmlerine kadar gidiyor. Cem Yılmaz, Yüksel Aksu gibi birkaç yönetmenin filmlerini bu iki akımın dışında tutmak gerekir. Ama sonuç ortada. Aydın, kentli sınırlı bir seyirci grubu bir yanda, öbür yanda ise kaba güldürünün peşine takılan büyük yığınlar... Sinemamızın bence yeni bir soluk bulması gerekiyor. Hem geniş kitlelere hitap edebilen, hem de amacı sadece güldürmek ve gişe olmayan filmlere. Bu nasıl mı yapılır? Cevabı o kadar kolay verilebilseydi, çoktan yapardı birileri zaten...



TRTakademi: Kitaplarınızda sık sık ele aldığınız bir konu da “eğlence tarihi”. Taksim Belediye Gazinosu’ndan clublara eğlence anlayışımız, eğlence mekânları ve eğlencenin sunumunda meydana gelen değişimleri kendi pencerenizden nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gökhan Akçura: Eğlence tarihimiz de, diğer birçok konuda olduğu gibi, Cumhuriyet tarihimizin karmaşık ve kozmopolit gelişimi sonucu bütünsellikten uzaktır. İlk balolardan dans profesörlerine, Taksim gazinolarından güzellik yarışmalarına kadar uzanan ve “eğlence” statüsünde ele alabileceğimiz etkinlikler, hep sınırlı bir kentli kesimin tekelinde kalmıştır. Öte yandan Anadolu’daki geleneksel eğlenceler de (bağ bozumu, düğünler, seyirlik köylü oyunları vb.) kentleşme sürecinde kimliklerini kaybetmiş; kentleşmenin peşine takılmış, ama yeni bir biçim de oluşturamamıştır. Bugün bu parça parça olmuş ulusal kimlik içinde, aynı dağınıklıkta karşımıza çıkan eğlence türleri vardır. Herkesin hoşlandığı ortak bir müzik zevkimiz nasıl yoksa, bütünsel bir eğlence anlayışımız da olamamıştır. En geniş kesimleri etkileyebilen “eğlence” olarak televizyonlardaki yarışma programları öne çıkıyor. Ama buna ne kadar “eğlence” diyebiliriz ki?

TRTakademi: Tango yıllarından, Tülay German’a, Âşık Veysel’den Tarkan’a müzi- ğimizde kimlik arayışlarını ve müziğimizin serüveni hakkında ne söylersiniz?

Gökhan Akçura: Müzik tarihimiz de aynı karmaşa içindedir. Atina’ya ilk gidişimde çok imrenmiştim. Herkesin aynı şarkıyla eğleniyor olabilmesine, hep bir ağızdan aynı şarkıların söylenmesine... Bizde herkese hitap edebilen hangi müzik türü var ki? En geniş kitlelerce kabul edilen müzik, pop müzik. Bu da televizyonların, radyoların büyük etkisi sonucu oluşmuş. Birbirinden çok da farkı olmayan, gerçek bir yaratıcılık sonucunda ortaya çıktığını düşünmediğim şarkılar... Geçmişte de böyleydi. Bir kısım tango dinlerken, bir kısım da meyhane şarkılarını söylerdi. Elbette yüz yıla yakın bir süredir içinde yaşadığımız Cumhuriyet döneminde, müziğimizde “kimlik arayışları” oldu. Bunu inkâr eden yok. Geleneksel Türk musikisinin altın yılları, Münir Nurettin’den Müzeyyen Senar’a uzanan bir dizi besteci ve yorumcu ayrı bir çizgi. Ama bugün devamı var mı? Kaç şarkıcı tanıyorsunuz, bu müziği geleneksel tadıyla icra edebilen. Öte yandan Tülay German, Timur Selçuk, Cem Karaca, Barış Manço, Selda, Sezen Aksu gibi popüler müziğimiz içinde “kimlik arayışı” içinde olduğunu düşündüğüm birçok isim var. Daha yakın tarihlerde rock ve alternatif müzik kanalında da önemli arayışlar içinde olduğunu söyleyebileceğimiz guruplar, isimler var: Hayko, Baba Zula, Mor ve Ötesi, Duman ilk aklıma gelenler. Ama her konuda olduğu gibi karmaşık, çok parçalı bir kimliği var müzik yaşamımızın.



TRTakademi: “Turizm Yıl Sıfır” adlı bir kitabınız var. Geçen yıllarda da üst üste turizm tarihi konulu sergiler hazırladınız. Seyyahtan turiste, Orient Exspres’ten beş yıldızlı otellere değişen turizm anlayışımız hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gökhan Akçura: Osmanlı İmparatorluğu döneminde turizm yok seyyahîn var biliyorsunuz. Seyyah’tan uydurulmuş bir sözcük. Çünkü turist de yok seyyah var. Çok sınırlı sayıda meraklının dünyayı dolaştığı bir dönem. Turizmden söz etmek için yine Cumhuriyet’i beklemek gerekiyor. İlk seyahat acenteleri, yataklı vagonlar, giderek uçak seferleri bu dönemde ortaya çıkıyor. Ama yine de bugünden baktığımızda komik sayılacak sayılarda insan gelip gidiyor... 1950’li yıllardan sonra yeni hamleler yapılıyor. Modern oteller kuruluyor, tatil köyleri açılıyor, devlet turizme daha fazla yatırım yapıyor. Ama gerçekten “turizm”den söz edebileceğimiz dönem ise 1980’dan sonra başlıyor. Piyasa ekonomisinin egemen olduğu yıllar. Bugün milyonlarca turistten söz edebiliyoruz. Lakin her şey doğru yolda mı gidiyor, derseniz çok umutlu olmadığımı söyleyebilirim. Çevre sorunlarını çözememiş, kıyılarını koruyamamış, ülke içinde istikrarı sağlayamamış bir ülkenin turizm patlaması ne denli süreklilik sağlar dersiniz?

TRTakademi: Sinemadan tiyatroya, reklamcılık tarihinden turizmin gelişimine, fuarcılık tarihinden Prenses Adaları’na; birbirinden çok farklı konularda kitaplar hazırladınız. Ivır Zıvır Tarihi, Zaman Makinesi gibi seriler yayınladınız. Bütün bunların sizdeki ortak zemini ne? Nasıl bir başlangıç noktasından hareket ederek bu noktaya ulaştınız?

Gökhan Akçura: Benim kökendeki mesleğim dramaturgluk. Dramaturg, tiyatro bilimini bilen insan demektir. Tiyatrolarda oynanacak oyunlar hakkında araştırma yapan, sahneye çıkan metni düzelten, yeniden biçimleyen insandır. Yani “oyun” ile “sahne” arasında ilişki sağlayan önemli bir görev üstlenir. Dramaturgun en önemli özelliklerinden biri de iyi bir araştırmacı olmasıdır. Diyelim Shakespeare’in Venedik Taciri’ni oynayacağız. Yazarla, oyunun geçtiği zamanla, oyunun çevirisinin sahneye uygun olup olmamasıyla hep dramaturg uğraşır. Diğer mesleklerim de, dramaturg eğitimim etkisinde, araştırmayı sevmemle ilişkili olarak gelişti. Mesleğim sorulunca yerine göre dramaturg, yerine göre de “araştırmacı ve yazar” diye cevap veririm aslında. Daha da eskilere gidelim isterseniz. Ben biraz garip bir çocuktum. Fazla içe ve kitaba dönük bir eğitim dönemi geçirdim. Önce annemin yardımıyla kitap okumaya başladım, arkasından kütüphaneleri keşfettim. Ankara’dan gelip İzmir Karşıyaka’ya yerleştiğimiz yıllarda hem daha çok okumaya hem de ne bulursam toplamaya başladım. Önce kitaplar alıyordum, giderek buna plaklar ve dergilerden koparılmış sayfalar da girdi. Toplama merakımın yön değiştirmesi ve bir zemine oturması üniversite yıllarımda gerçekleşti. Ankara Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdim. Yıllar sonra bir reklam ajansında metin yazarı olarak çalışırken, okuduğum araştırdığım konuları bir yerlere yazmayı düşündüm. Önce kıyıda köşede bazı dergilere, sonra Cumhuriyet’in Pazar Eki’ne yazdım. Bu yazıları yazarken de başkalarının ilgilenmediği, bilmediği ve hakkında pek fazla bilgi toplanmamış isimler, konular bulmaya çalıştım. Daha sonraki yıllarda bunlar kitaplara dönüşmeye başladı.

TRTakademi: O zaman biraz daha ayrıntılara inelim. Eğlence tarihinden söz et- miştik. Bu tarih içinde, eğlence sektörünün gelişiminde “gayrimüslim”, “levanten” ve/veya göçlerle gelen “yabancı” etkisinin öne çıktığını görüyoruz. Sizce de doğru mu bu tespit?

Gökhan Akçura: Bir noktaya kadar evet. Batılaşma süreci bildiğiniz gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında başlıyor. Bu sürecin eğlence yönü de yine 19. yüzyıl içinde biçimleniyor. Opera, bale, tiyatro, konserler, balolar, sirk, giderek sinema... Bu eğlence türlerinin de tüketicisi İstanbul’un özellikle Pera bölgesi ve civarında oturan gayrimüslim İstanbul vatandaşları ve Türkiye’de yaşayan yabancılar. Bunlar için “eğlence sektörü” oluşturmaya çalışanlar da, doğal olarak aynı kökenden geliyor. Bir zamanların en ünlü emprezaryoları Jean Lehman, Hügo Arditi ve Fernando Franko; Rum ve Yahudi asıllı İstanbullular. Bu durum, İstanbul’un (ve Türkiye’nin) “Türkleştirilme” sürecinin tamamlanmasından sonra değişiyor. 1960’lardan sonra ne organizatör olarak, ne de seyirci olarak “gayrimüslim” kalmadığı için ortada, bu işi Türkler götürmeye başlıyor.

TRTakademi: Peki Türkiye’de eğlence endüstrisinin üretimleri ve birikimleriyle ilgili arşivcilik/koleksiyonerlik faaliyetlerini yeterli buluyor musunuz? Böyle bir gelenek oluşturmak için yapılması gerekenlerden bahsedebilir misiniz?

Gökhan Akçura: Hangi konuda arşiv var ki, bu konuda olsun? Eğlence tarihimizin koleksiyon parçalarının bir bölümü afişler hâlinde Millî Kütüphane’de. Ama geri kalan fotoğraflar, program dergileri, el ilanları vb. çok geniş bir malzeme var toplanması gereken. Benim ana konularımdan olduğu için 30 yıldır topluyorum. Ama başka koleksiyoncular da vardır mutlaka. Belki bazı enstitüler de topluyordur bir şeyler (acaba?). Ama total bir arşiv yok elbette... Ne yazık ki bu ülkede bu ve diğer konulardaki tarihsel çalışmalar ancak kişisel girişimlerle gerçekleşiyor. Arkalarında hiçbir zaman kurumlar, enstitüler, üniversiteler olmuyor. Böyle bir gelenek oluşması için devletin ve burjuvazimizin kendine bazı misyonlar yüklemesi, bu tür çalışmaları teşvik etmesi gerekiyor. Ama nerede?


6 Ekim 2015 Salı

(Karşıyaka Karşıyaka dergisinin son sayısında çıkan yazımdan tadımlık:)

KARŞIYAKA'DA PLAJLAR VARDI

Karşıyaka plajları “İzmir plajlar tarihinin” doğal olarak bir parçası. Elbette plajlardan da öncesi; deniz hamamları var. Etrafı kapalı, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı girdikleri bu deniz hamamları 19. yüzyıl sonlarından itibaren karşımıza çıkar. 1937 yılında yayınlanan Ege Kılavuzu'na göre, Birinci Dünya Savaşı'ndan evvel deniz hamamı olarak Punta-Alsancak mevkiinde Fransız rıhtım şirketine ait bir banyo ile Karataş'ta ve Karşıyaka'da bir iki deniz hamamı varmış. Ama bu bölgelere şehrin lağım sularının akması sonucu, "hamamların sularının pis ve bulaşıcı, bilhassa tifo mikroplarile dolu olduğu" belirlenmiş. Bu banyolar kapattırılmış, ayrıca sahil boyundaki Karataş, Karantina, Göztepe mevkilerindeki banyolardan da denize girilmesi yasaklanmış. Bu durum kılavuzun yayınlandığı 1937 yılına kadar sürmüş. Ege Kılavuzu, yayınlandığı günlerin temiz plajlarını ise şöyle anlatıyor: "Bu bulaşık ve köhne hamamlar yerine bugün İzmir'de birisi Karşıyaka'nın Osmanzade sahil mevkiinde, diğeri de Güzelyalı civarında, şehir belediyesi tarafından betondan son sistem banyolar yapılmıştır. Erkek ve kadınlar için ayrı ayrı olarak yapılan bu banyolar, hem kumsallarının güzelliği ve hem de sularının temizliği dolayisile, umum halkının rağbetini kazanmıştır. (…) Deniz banyoları Haziran ayında açılarak mevsim sonuna kadar devam eder. Bu iki modern banyodan başka ayrıca Bayraklı mevkiiinde eski sistem bir deniz hamamı da vardır.”

Ama önce “hususi deniz hamamları”ndan söz edelim. Eski kartpostallardan ve fotoğraflardan da biliyoruz ki, (İzmir’in diğer sahilleri gibi) Karşıyaka sahilleri boydan boya küçük deniz hamamlarıyla süslü. Bunlar, arkalarındaki yalıların sahiplerine ait, ailecek girilen, küçük çapta deniz hamamları. 1930’lu yıllarda Alaybey banyolarını Ertuğrul Erol Ergir şöyle anlatır: “Kayıkhane’den Anıt’a kadarki kıyı kesiminde 3-4 hususi, yani yalnız sahiplerinin kullandığı banyo vardı. Bu banyoların bir tanesi Şadiye hanım teyzenin evine aitti. Biz ailece bu banyoyu kullanırdık. Deniz banyoları, kıyıdan başlayıp denizin insan boyuna kadar derinleştiği yere uzanan 1-1,5 metre genişliğinde ahşap iskelelerdi. Sonunda 3x3 metre ebadında bir platforma varılırdı. Bu platform üzerinde yine güzel görünümlü bir soyunma giyinme kabini bulunurdu. Kabinin etrafı açıktı, orda mevcut kanepelerde oturulup, sohbet edilerek güneş banyosu alınırdı. Yine bu platform üzerinde denize atlamak için bir tramplen ve sandalları bağlamak için bir iki ahşap baba bulunurdu. Atlamak istemeyenler denize merdivenle inerlerdi. Banyonun iskele başındaki kapısı kapalı tutulur, yabancılar giremezdi ve girmezdi.” (...)
(HECE dergisi, Ekim 2015. "Efemera" özel bölümü için söyleşi)
EFEMERA ARTIK YAŞAMIMIZIN ZENGİNLİĞİNİ ARTIRAN EN ÖNEMLİ ÖGELERDEN BİRİ 
Söyleşi: Merve Koçak Kurt
Gökhan Akçura ismini bilenler onun “yazar, araştırmacı, senarist, reklamcı, yayıncı, editör, radyo programcısı” gibi kimliklerini de bilir. Girizgâhımız, ismiyle ilk defa tanışanlar için: Akçura, 1951 doğumlu. Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü mezunu… Aynı alanda öğretim görevlisi olarak çalışmış. 1980'den sonra üniversiteden ayrılıp reklamcılık, senaryo yazarlığı, yayıncılık ve editörlük yapmış. İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda dramaturg olarak çalışmış. Birçok belgesel ve serginin hazırlanmasında katkıları olmuş. Serbest araştırmacı ve yazar olarak da çalışmalarını sürdürmekte. Akçura'nın sinema, tiyatro ve gündelik yaşam tarihi ile ilgili birçok kitabı var. Özellikle dokuz kitaplık Ivır Zıvır Tarihi dizisiyle biliniyor. 1998 yılında Albüm Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptığı zamanlardan biliyorum onu. Durum böyle olunca “efemera” deyince de aklıma ilk gelen    isimlerden biri Gökhan Akçura oldu.
S. “Ephemera”yı kısaca “ıvır zıvır” olarak tanımlayabiliriz. Peki ya biraz daha uzun anlatmak istesek…
GA. Önce sözcüğün etimolojisine bakayım. Yunanca bir sözcük ve anlamı “bir günden fazla kalıcı olmayan” anlamına geliyor. Eskiden ömrü çok kısa bitki ve böcekler için kullanılırmış. Biz bugün bu sözcüğü çok daha geniş bir anlamda kullanıyoruz. İnsanlar tarafından üretilmiş, genellikle kâğıt üzerine basılmış malzemeler için. Ama giderek bu anlam da genişledi; işin içine plaklar, promosyon malzemeleri, şişeler vb. gibi daha değişik malzemeler de girdi. Döneminde tüketim için kullanılmış, üretildiği zaman çok bir değeri olmayan, ama zaman içinde ayrı bir önem kazanan malzemeler. Kartpostallar, biletler, gravürler, telefon kartları, fotoğraflar, reklam malzemeleri, çikolata kartları gibi basılı malzemeler “basılı efemeralar” olarak adlandırılabilir. Ama dediğim gibi şişeler de, kasetler de, plaklar da aynı kavram içinde yer alabiliyorlar.
S. 1998 yılında Albüm Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptınız. Birçok belgesel ve serginin hazırlanmasında katkılarınız var. Özellikle dokuz kitaplık Ivır Zıvır Tarihi dizisiyle biliniyorsunuz. Yaptığınız işlerle “ephemera”nın nasıl bir ilişkisi oldu şimdiye kadar? 
GA. Benim yazdığım kitaplar ve açtığım sergilerde efemeranın büyük rolü vardır. Efemeralarla benim aramdaki ilişki 1980’li yılların ortalarında başladı. O zamanlar daha sonra “ıvır zıvır tarihi” dizisini oluşturacak ilk yazılarımı kaleme alıyordum. Anlattığım şeylerin görsellerini de okuyuculara sunmak istedim. Ama bu kolay bir şey değildi o zamanlar. Görsellik ihmal edilmiş bir kavramdı. Bu nedenle sahafları, eskicileri dolaşarak, yazdığım yazıları zenginleştirecek görseller aramaya başladım. Ardından üst üste sergi açma önerileri geldi. Önce “reklam tarihi”, hemen sonrasında da “kozmetik tarihi” konularında... Sergi denilince önce görsel, sonra metin gelir. Mecburen geniş araştırmalara giriştim. Bir süre önce “reklam tarihi” konulu bir sergi daha açılmıştı. Ama buradaki çok sınırlı malzemenin yarısı Man Ajans’ın sahibi Eli Acıman’ın elinin altında olan bir takım malzemelerden, diğer yarısı ise arkadaşım (o dönemler karikatürist) Beysun Gökçin’in “arşiv”inden alınmış eski gazete kupürlerinden geliyordu. Bildiğim kadarıyla Beysun’un böyle bir arşivi yoktu. Kendisine sorunca, evinin salonundaki vinyleksi (bir çeşit plastik yer döşemesi) kaldırınca altından eski gazetelerin çıktığını, üstünde reklamlar olduğu için bunları sergiyi hazırlayan kişiye verdiğini öğrendim. Türkiye’deki “reklam tarihi arşivi” bundan ibaretti işte! Hemen hemen elimi attığım her konuda bu yoksulluğu görünce, mecburen (!) toplamaya başladım. Topladığım görsellerin adanın efemera olduğunu bile bilmiyordum o sıralar...
S. Kişisel tarihinizde efemeraların daha eski bir dönemde hiç mi izi olmadı?
GA. Daha okuma yazma öğrenmeden Pekos Bill dergilerini toplamaya başladığımı söylersem pek iddialı olacak. İlkokul dördüncü sınıfta Çocuk ve Halk Kütüphanelerini keşfettim. Raflarda dururdu kitaplar, 1940'lı yılların zengin çocuk edebiyatını buralarda tanımıştım, Baytekin'ler, Binbir Roman'lar. Ucuz polisiye dizileri. Okuldan çıkar, kütüphaneye kapılanırdım. Evde ise Hayat dergisi, zaman zaman Yelpaze ve benzeri magazin dergileri bulunurdu. Gazete olarak da Yeni Sabah alırdık, 27 Mayıs'tan sonra ise Milliyet'e geçmiştik. Gazetelerdeki çizgi bantlardan Bedri Koraman'ın çizdiği 'Cici Can'ı, Altan Erbulak'ın 'Cafer ile Hürmüz'ünü, Al Capp'in (ben o zaman adapte edildiği için yabancı olduğunun farkında değildim) 'Hoş Memo'sunu, Pazar dergisinde çıkan 'Utanmaz Adam'ı hatırlıyorum. Çizgi romanlar benim okuma serüvenimde her zaman önemli yer tuttular. Bugün de zevkle okurum.Çocukluğumda, tamam çok okurdum, ama görsel malzemelere özel bir merakım olduğunu hatırlamıyorum. Koleksiyonunu yaptığım bir şey de yoktu (bir ara pul topladım, ama çok kısa sürdü). 16-17 yaşlarımda İzmir Karşıyaka’da eski kitapçıları çok dolaşırdım. Eski kitapçı Nevzat vardı, Amerikalıların PX mağazalarından gelen kitap, dergi ve plakları satardı. Ona bayağı dadanmıştım. Ama o kadar işte.Görsel malzemelerle ilgilenmemin ilk adımları belki de üniversite eğitimi sırasında başladı. DTCF Tiyatro bölümünde okuyordum. Dramaturgi en önemli kavramdı bu eğitimde. Bilineceği gibi dramaturgi bir yönüyle, tiyatro eserlerinin konularını ayrıntılarıyla incelemektir. Oyunlar da tahmin edilebileceği gibi, birbirinden değişik birçok konuyu çıkış noktası alabilir. Antik bir oyunda mitolojiye dalarsın, Nürenberg Duruşmaları ile ilgili bir oyunda da Nazi Almanya’sının atmosferine inersin. Araştırmacılığımı oyunlara uyguladıkça, metinlerin daha net biçimde ortaya çıktığını gördüm hep… Sahnede ise bu araştırmaların sonuçları, görsel malzemeleri de elinizde olursa daha anlamlı oluyordu.
S. Peki, yıllar içinde bu efemeraları (ya da sizin deyiminizle görsel malzemeleri) nasıl ve nerelerden topladınız?
GA. Başlarda malzeme toplamak daha kolaydı. Hepimiz toplamaya önce Beyazıt’taki sahaflardan başladık. Orası eski gücünü kaybedince giderek İstanbul’un çeşitli bölgelerine yayılan sahafları aramaya ve bulmaya başladım. Bunun yanında bitpazarları ve hafta sonları açılan eski kitaplar ve malzemeler satan sergiler vardı. Ayrıca bu sahaflardaki ve eskicilerdeki malzemeyi daha bilinçli bir şekilde toplayıp, derleyen kişiler var, bunları bilmek öğrenmek gerektiğini fark ettim. Son yıllarda iyice yaygınlaşan müzayedeler de, pahalı da olsa size konunuzla ilgili pek çok malzeme sağlayabilir. Ben koleksiyoncuların aksine, çok fazla konuyla ilgilendiğim için bu müzayedelerde ilgimi çeken her şeyi alamıyorum. Bir de “eski insanlarla temasınızın” çok fazla olması gerekiyor. Örneğin röportaj yaptığınız bir insanın size açtığı arşivde, yazacağınız başka konuların fotoğraflarını, broşürlerini veya eski anılarını da bulabiliyorsunuz. 
S. Ephemeristler, kendilerini ‘kâğıt arkeologları’ olarak tanımlıyorlar/mış. Sadece kâğıt olmasa gerek ilgi alanları… Neleri biriktiriyorlar ya da alıp satıyorlar?
GA. Antika objelerle efemeraları ayırmak gerekiyor bu noktada. Hani müzayede evlerinde satışa çıkan tablolar, mücevherler, porselenler vb. “değerli” eşyalar var ya, onların dışında kalan her şeye efemera deniyor bugün. Kavramın bu kadar geniş tutulması ne kadar doğru bilmiyorum açıkçası. Ama bu genişlikte baktığımızda ne tür “efemera”ların koleksiyonu yapılıyor derseniz; yukarda saydıklarım dışında daha az bilinen koleksiyon konuları sıralayayım size: Jilet kutu ve kapakları, ağızlıklar, ilaç kutuları, bebekler, bira ve içki şişeleri, anahtarlıklar, notalar, çizgi romanlar, düğmeler, ambalaj kağıtları, çay kutuları, faturalar, ex librisler, defterler, ajandalar, fes etiketleri, kalemler, kitap ayraçları, haritalar, hisse senetleri, karagöz tasvirleri, kumbaralar, oyuncaklar, mühürler, kartpostallar, imzalı kitaplar, makaslar, yüksükler, menüler, pipolar, sigara kutuları, antetli kağıtlar, piyango biletleri, takvimler, teneke kutular, okul malzemeleri, illüstrasyonlar, afişler... Bu liste uzar gider. Pullar, damgalar, antiyeler, ilk gün zarfları gibi malzemeler ise “filateli” kapsamına girse de, aslında onları da “efemera” kapsamı içinde düşünmek gerekir.
S. “Ephemeristlik” toplumumuzda nasıl algılanıyor? Sıradan bir ‘biriktirici’ ile ‘ephemerist’ arasındaki farklar neler? Yeterince biliniyor mu?
GA. “Ephemeristlik” kavramı diye bir kavram var mı? Bence “koleksiyoncu”lar vardır. Belki “efemera uzmanı” diyebileceğimiz kişilere “ephemerist” diyebiliriz. Bu nedenle bu kavramı tartışmayı bırakıyorum. Tartışılacak kavramlar “koleksiyoncu” ile “biriktirici” (bu da doğru bir tanımlama mı bilemiyorum) olabilir. Örneğin ben bir koleksiyoncu değilim. Belki plak koleksiyonum, bir ölçüde “koleksiyon” sayılabilir. Ben, yazacağım yazılara, konulara; açacağım sergilere görsel malzeme toplayan biriyim. Koleksiyoncunun ise prensipleri vardır, belli konularla ısrarla ilgilenir, topladığı alandaki malzemenin eksiksiz kendisinde olmasını ister. Örneğin koleksiyoncu dediğin, İstanbul vapur iskelelerinin bütün kartpostallarını eksiksiz olarak toplamayı amaçlar. Ama ben bu konuda yazmak istersem, bana ışık tutacak, ya da araştırmamı görsel olarak destekleyecek her şey makbulümdür. Vapur iskelelerinin fotoğrafları, Denizyollarının tarife kitapçıkları, anılarda bu tür iskelelerle ilgili bilgiler. Hatta karikatürler... Çoğu zaman da kitap ve sergiden sonra bu malzemelerin eski önemi kalmaz benim açımdan. Ben efemera koleksiyoncusu sayılmam bu nedenle. Ama koleksiyoncu için, topladığı şey “kendi başına” bir önem taşır. Koleksiyoncu topladığı “şey”in sonuna kadar gitmek ister. “Toplayıcı, biriktirici doğru açıklamalar mı bilemem. Araştırmacılık içinde bunları toplamak da var bana göre
S. .“Ephemera”nın toplumsal hayatımıza ve gündelik yaşantımıza dair söyledikleri olmasaydı, şimdilerde neler eksik kalırdı?
GA. Eskiden efemeradan yararlanan sınırlı sayıda araştırmacı vardı. Bir de topladığı malzemeleri kimseyle paylaşmayan “koleksiyoncu”lar... Yaklaşık otuz yıl içinde bu kavramlar yumuşadı. Şimdi araştırmacılar görsel malzemelere daha çok önem veriyorlar, koleksiyoncular arasından da, topladıkları malzemeleri araştırma, kitap, sergiye dönüştüren birçok kişi var. Örneğin Mert Sandalcı, Haluk Oral koleksiyonlarını araştırmaya dönüştüren isimler arasında ilk aklıma gelenler... Araştırmacılar da giderek çok daha fazla görsel kullanmaya başladılar, bunun öncüsü ise rahmetli Metin And’dır.Günümüzde artık görsel malzemenin önemi her dönemden daha fazla. En başta sergiler ve kitaplar, bu tür malzemeler olmadan açılamaz hale geldi. Gündelik yaşamı ele alan sergiler bu gereksinimi en çok duyduğumuz sergiler elbette. İnternet çıktı çıkalı, metinden çok görsel önem kazandı. Bunun ne denli anlamlı olup olmadığı ise ayrı bir konu. Bloglarla başladı mesele instagrama kadar uzandı. Paylaştığımız fotolar, belgeler, görseller yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bunların büyük çoğunluk ise doğal olarak efemera kavramı içinde olan malzemeler.
Bence efemera artık yaşamımızın zenginliğini artıran, araştırma ve sergilerin çok boyutlu olmasını sağlayan en önemli ögelerden biri.


1 Nisan 2015 Çarşamba







BUGÜN 1 NİSAN!

Bugün 1 Nisan. Uydurma haberlerin, birbirini aptal yerine koymaya çalışan şakaların günü. Peki bugünün tarihini biliyor muyuz? Nedir aslı astarı bu 1 nisan olayının?

1 Nisan Osmanlı’da yok... Aynı yılbaşı adeti gibi, Cumhuriyet sonrası ithal edilmiş. Batıya yaklaştıkça tanıştığımız “önemli gün”lerden biri. Bu nedenle tarihini Batıda arayacağız.

1 Nisan tarihinin bugünkü anlamını ne zaman ve nasıl kazandığı konusundaki rivayet muhtelif... Eski Romalılar döneminden gelen bir söylentiye göre, Ceres’in (Yunanlıların bereket tanrıçası Demeter’in Latince karşılığı) kızı Proserpina’nın (o da Yunanlılar’ın ölüler ülkesi tanrıçası Persephone’si karşılığı) kaçırıldığı 1 Nisan’da duyulmuş ve hemen ardından yalanlanmış. Burada dikkat edilirse ölüm ve bereket temaları önde. Yani bir çeşit bahar başlangıcı söz konusu... Benzeri ölüp dirilme ritüellerinin doğudan batıya değişik kültürlerde bulunduğunu biliyoruz. Hıristiyanlık döneminde bir çok gelenek gibi bu da unutulmaya yüz tutmuş...

Eski takvimde yılbaşı günü

Öte yandan, on altıncı yüzyıla kadar Avrupa’da kullanılan Jülyen takviminin yılbaşı günü 1 Nisan’dı. Doğal olarak insanlar yeni yılın başlangıcında birbirlerine hediyeler veriyorlardı. 1564 yılında Fransa Kralı Dokuzuncu Charles, (bugün bizim de kullandığımız) Gregoryen takvimini yürürlüğe koydu. Böylece yılbaşı artık 1 Ocak’ta kutlanmaya başlanacaktı. Emir büyük yerden gelmişti ama, insanların eski alışıkanlıklarını değiştirmeleri o kadar kolay değildi. 1 Nisan’ı hâlâ yeni yılın başlangıcı sananları kandırmak amacıyla onlara şaka hediyeler verilmesi, herhalde günün yeni anlamını kazanmasının da ilk adımı olmuştu. Fransa’dan sonra bu takvim değişikliği İtalya, Portekiz, İspanya ve Almanya’da da uygulanmaya başlandı, böylece 1 Nisan’a yüklenen yeni anlam da hızla yayıldı. Bu gelenek batı kültüründe bugün aptallar günü olarak anılıyor (April Fools’ Day).

Fransa’nın 1 Nisan literatürüne kattığı bir kavram da “nisan balığı”dır (poisson d’avril). Bu kağıttan bir balık resminin, şakalanacak kişinin arkasına çaktırmadan takılması ile gerçekleşiyordu. Giderek bu şaka tavsadı, ama 1 nisan şakalarının adı “nisan balığı” olarak kaldı. Balığın bu hikayeye nasıl katıldığı konusunda ise birçok rivayet var. Bir kere Nisan ayında güneş balık burcundan çıkıyormuş. Öte yandan, Avrupa’da balık mevsiminin 1 Nisanda açıldığı, balıkların da yakalanmak bir yana balıkçıları sık sık aldattıkları, ismin buradan geldiği de bir diğer görüş. Başka bir rivayet de tarihsel bir olaydan kaynaklanıyor. On üçüncü Louis döneminde, Lorraine Dükü Dokuzuncu Charles, Nancy Şatosunda hapis yatmaktayken, 1 Nisan günü kaçmayı başarıyor ve Meurthe nehrini yüzerek geçiyor. Bunun üzerine Lorraine’liler, “Size saklayınız diye bir balık verdik, fakat balığımız sizi aldattı ve kaçtı,” diyorlar.  Balık ve aldatma ilişkisi belki de buradan doğuyor. Balığın bir çok kültürde en aptal canlı olarak görülmesinin de bir payı vardır sanırım.

Türkiye aydınları ve nisan balığı

Fransız kültürünün yaygın olduğu Türkiye Cumhuriyetinin ilk dönem aydınları arasında da “nisan balığı” deyimi sıkça kullanılırdı. Tabii bunu Fransızca söylemek gerekiyordu. Birgün önceden birbirlerini “yarın puvassan davril yememeye bakın,” diye uyarırlardı mesela... Fikret Adil de 1955 yılında 1 Nisan’la ilgili yazdığı bir makalede, “doğrusu nisan ayında uskumrular da nefistir,” diye ulusal bir katkı sağlar konumuza!

1 Nisan’la ilgili, biraz acı ama oldukça ilginç iki anı da ressam Elif Naci’ye ait. Şöyle anlatıyor Anılardan Damlalar kitabında:
“Ben poison d’Avril’i sevmem, iki nedeni vardır bunun. 1944 yılı nisanının birinci günü Hazım Körmükçü öldü, 1948 yılının nisanının ilk gününde de akademi [Fındıklı’daki Güzel Sanatlar Akademisi] yandı. Hazım’ın ölümünü haber aldığımız gün, bu inanılmayacak haberin doğru olup olmadığını anlamak için Şehir tiyatrosuna telefon etmiştim. İ. Galip Arcan telefonda, “önce biz de nisan balığı sanmıştık, ama ne yazık ki haber doğru,” demişti. Dört yıl sonra yine böyle bir nisan günü akşamı, Bedri Rahmi’nin Balyoz Sokağı’ndaki atölyesindeydik. Birkaç sanatçı oturup keyfediyorduk. Aşık Veysel’i ilk tanıdığım geceydi. Aşığın sazını dinlerken, atölyenin kapısı şiddetle açıldı ve içeri giren bir hanımefendi “Akademi yanıyor” dedi. Yine inanmak istemeyenler nisan balığı dediler. Ama bu kadar kötü ve acımasız şakayı yapacak insan değildi haberi getiren Adalet Cimcoz’du.”

İletişimin güçlü olmadığı dönemlerde yaygın bir gelenek olarak varlığını sürdüren 1 Nisan, özellikle yirminci yüzyılın iki dünya savaşı geçirmesi ve ardından haberleşme araçlarının gelişmesi ile eski etkisini yitirdi. Ama bu kez radyo ve televizyonlar, 1 Nisan şakası yapmak için yeni araçlar olarak kullanılmaya başlandı. Nisan başında insanların aptallığa yatkın bir mayası olduğunu hatırlatan bu şaka günü etkisini sürdürüyor.


KUTU

1 Nisan şakalarından seçmeler

1950’lerde Hollanda televizyonu Pisa Kulesi’nin yıkıldığını gösterdi.

1957 BBC televiyon programı Panorama, İsveç’te ağaçlarda yetiştirilen spagettinin nasıl hasat edildiğini gösterdi. BBC’yi arayan bir çok seyirci bu ağacın fidanlarını nereden alabileceklerini sordu.

1962’de İsveç’te sadece bir tek siyah beyaz televizyon kanalı vardı. Bu kanalın teknik danışmanı Kjell Stensson haberlere çıkarak, televizyonları renkli hale getirmenin çok ucuz ve kolay bir yöntemi olduğunu açıkladı. Uzmanın bizzat uygulayarak gösterdiği bu yöntem, televizyon ekranına bir naylon çorabın geçirilmesinden ibaretti. Bu işlemden itibaren seyircilerin beğendikleri televizyon programını renkli olarak izleyebilecekleri açıkladı. Binlerce İsveçli, naylon çoraplarını renkli televizyon elde etmek için parçaladı.

1987’de (içki üretme ve satma tekelinin devlet elinde olduğu) Norveç’te, Bergens Tidende gazetesi, 10.000 litre yasadışı şarabın piyasaya sürülmek üzereyken yakalandığını, bu şarapların kurumun ana bürosundan halka bedava dağıtılacağını yazdı. 1 Nisan sabahı 200’ü aşkın insan ellerinde şişeler ve damacanalarla şarap kuyruğuna girmişlerdi.

1998 yılında Burger King, USA Today gazetesine verdiği bir ilanda, menülerinde bundan böyle, ABD’de sayısı 32 milyonu bulan solaklar için özel olarak dizayn edilmiş büyük boy hamburgerler (Left-Handed Whooper) yer alacağını duyuruyordu.


2005 yılında NASA’nın resmi sitesinde, Mars’ta su bulunduğunu gösteren bazı resimler yayınlandı. Resimlerde görülen su aslında Mars Candy Bar’daki bir bardak suyun fotoğrafıydı.

25 Mart 2015 Çarşamba

MUHLİS SABAHATTİN EZGİ: BİR OPERET KRALI















29 Mart 2015 Pazar günü Pera Müzesi'nde "Kaptanzade Ali Bey ve Muhlis Sabahattin Ezgi" konulu bir konser var. Bilgisi şöyle:

Pera Müzesi, Türk Müziği Konserleri 29 Mart Pazar günü, saat 15:30’da “Kaptanzâde Ali Rızâ Bey ve Muhlis Sabahattin Ezgi”konseriyle devam ediyor. Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca danışmanlığında ve Sinan Sipahi koordinatörlüğünde düzenlenen konserler, Türk müziğinin tarihsel, kültürel, geleneksel, sosyolojik, antropolojik, felsefî, edebî yönlerini sunuyor. 
Sunuculuğunu Osman Nuri Özpekel’in yaptığı günümüzün usta yorumcuları ve sâzendelerinin, büyük bestekârların seçme eserlerini seslendirecekleri programların bu ayki misafir solisti Dilek Türkan.
Misafir Solist 
Dilek Türkan
Saz Sanatçıları 
Osman Nuri Özpekel - Ud Taner Sayacıoğlu - Kanun Lütfiye Özer – Kemençe 
Volkan Yılmaz - Ney 
Volkan Ertem – Viyolonsel
Bu vesileyle, pek hatırlanmayan Muhlis Sabahattin hakkında vakti zamanında Roll dergisinde yayınlanan yazımı gündeme getireyim dedim: 



Muhlis Sabahattin Ezgi,1890 yılında Adana'da sürgünde doğdu.Babası Hurşit bey,Abdülaziz'in başmabeyncisi olduğundan,Abdülhamit tahta çıkınca İstanbul'dan uzaklaştırıldı.Çocukluğu Drama ve Selanik kentlerinde geçen Muhlis Sabahattin,eğitimini İstanbul'a gelerek Galatasaray Lisesi'nde yaptı.Evdeki sazlı sözlü sohbetlerde aldığı alaturka zevkin yanına,piyano hocasının katkısıyla alafranga müzik kültürünü  okul yıllarında ekledi. .
l908'de,İkinci Meşrutiyet'in ateşin yıllarında Muhlis Sabahattin'i politik bir gazeteci hüviyetinde görüyoruz . İttihat ve Terakki Fırkası dışında kalan Jöntürk çevresinin kurduğu Osmanlı Demokrat Fırkası'nın önce üyesi, sonra da genel sekreterliğini yaptı. Çok genç olmasına rağmen,otoriter,etkileyici karakteriyle dikkat çekiyordu. Yaşamı boyu gözünden hiç düşürmediği monoklu,şık giyinişi,yüksek perdeden konuşması o günlerde bile belirleyici özellikleri arasındaydı.
Muhlis Sabahattin,hükümetle ters düşüp Sinop'a sürüldü, l9l3 yılında da yurt dışına kaçtı. Mısır üzerinden Avrupa'ya,oradan da Güney Amerika'ya geçti. Hakkında hâlâ ayrıntılı bilgi edinemediğimiz bu gurbet yıllarından sonra, mütareke döneminde İstanbul'a döndü. Kendi sözleriyle, "politika yapmamak, yazı yazmamak,İstanbul'a yakın bir köyde oturmak ve gerekmedikçe kente inmemek" koşuluyla... Tek çaresi kalmıştı, yurt dışında da ekmek parasını kazanmasına yardımcı olan müzik bilgisine,sevgisine başvurmak. O günlerin gözde topluluğu İstanbul Operet Heyeti'ne müzikaller ve revüler yazmaya başladı: Çaresaz, Hilaliahmer Çiçeği,Zühre,Kelebek Zabit ve Ayşe ,bu dönemin ürünüdür.  Özellikle Ayşe operetinin kazandığı büyük başarı, Muhlis Sabahattin'in bundan böyle "operet kralı" ünvanıyla anılmasına neden olacaktır.

 
Süreyya Opereti
Yaşamı boyunca bir çok operet topluluğunun kurucusu ya da yöneticisi olan Muhlis Sabahattin, l928 yılında "Süreyya Opereti"nin de kuruluşunda yer aldı. O dönemde bir efsane halihe gelen bu operet topluluğunun kurucusu Süreyya Paşa'ydı. Bugün Kadıköy'de Süreyya adıyla anılan sinema ve plaj da, aynı paşa tarafından kurulmuştur. Operetin kadrosunda döneminin ünlü oyuncularının önemli bölümü yer alıyordu. Cemal Sahir, Nuvart Suat, Suzan Lütfullah, Lütfullah Sururi, Ömer Aydın, Fikriye Hanım, Şevkiye May, Toto Karaca, Salâh Cehdi, Reşit Gürzap. Daha sonraki yıllarda Suzan Lütfullah'ın ölümüyle boşalan primadonna rolleri için Semiha Berksoy da topluluğa katıldı. Süreyya Opereti'nde yabancı operetler yanısıra, Muhlis Sabahattin'in eserleri oynanıyordu (Ayşe, Gül Fatma, Asaletmeab,Mon Bey). Temsiller Kadıköy'de Hâle Tiyatrosu yanısıra Şehzadebaşı'nda,yazlık bahçelerde ve turne sahnelerinde seyirci önüne çıkıyordu.
Muhlis Sabahattin ,o günlerde iyice yaygınlaşan gramafon plaklarının da yardımıyla büyük bir üne kavuşur. Sahibinin Sesi şirketinin besteciyi büyük paralar ödeyerek kendine bağladığı, tiyatro çevrelerinde çok anlatılan bir öykü olmaya başlamıştır. Bu şirket için doldurduğu Türk Tangosu,Potburi(Ayşe operetinden),Sirto gibi plaklar çok tutulur. Ayrıca gerek "Muhlis Sabahattin Beyin Operet Heyeti"gerekse dönemin ünlü hanendesi Fikriye Hanım'ın doldurduğu plaklar, bestecinin imzasını taşımaktadır. Şöhret beraberinde parayı da getirmiştir getirmesine ama, Muhlis Sabahattin'in dillere destan müsrifliği, kumar tutkusu, süs merakı ,hatırı sayılır bir servetin kısa sürede bitip tükenmesine neden olur. Ama bu tükenişin belki de bilincinde bile değildir. Günü gününe yaşamasını seven bir insandır. Besteler yapar, icra eder, yaşam sürer gider. Felsefesi budur bestecimizin.
Aynı yıllarda, Muhsin Ertuğrul da ilk müzikal filmlerinin müziklerini Muhlis Sabahattin'e yazdırır. Karım Beni Aldatırsa, Milyon Avcıları, Söz Bir Allah Bir bu dönemin ürünleridir. Aynı beraberlik  daha sonra Darülbedayi sahnesinde de sürer. Yusuf Ziya Ortaç'ın yazdığı Aşk Mektebi oyununun müziklerini de Muhlis Sabahattin yapar. Üstad başkaları için müzik yazmasının yanısıra, kendi grubuyla da şehir şehir dolaşmaktadır. Ama artık eski debdebesi yoktur. Oldukça mütevazi bir turne tiyatrosuna adını vermektedir bu kez.

 Sonun Başlangıcı
Muhlis Sabahattin'in(soyadı kanunu çıktığından bu yana artık soyadı Ezgi'dir) yıkılış süreci, kızı Melek'in l939 yılında ölümüyle başlar. Ferdi Tayfur'la evli olduğu dönemde uyuşturucu müptelası olan Melek, çok genç yaşta ölünce besteci büyük bir sarsıntı geçirir. Gerçi yine turne toplulukları kurmakta, Ses Opereti tarafından müzikalleri oynanmaktadır. Ama kaçınıılmaz sona, perdenin kapanmasına çok az zaman kalmıştır. l946 yılında turne dolayısıyla Zonguldak'ta temsil verirken, verem olduğu anlaşılır. Teşhisde çok geç kalınmıştır. Acele İstanbul'a dönülür. Besteci Heybeliada dispanserine yatırılır. l947 yılı Ocak ayında,Saray Sinemasında yapılan bir jübileyle hastane masrafları toplanmaya çalışılır. Üç hafta sonra, l3 Şubat l947'de Muhlis Sabahattin Ezgi ölür. Şehir Bandosu, Ayşe operetinden,bestecinin de çok sevdiği "Ayşe'nin duası" parçasını çalarak tabutun ardısıra Beyoğlu'nu kateder.


Yeni bir müziğin öncüsü
Muhlis Sabahattin Ezgi,yirmiyi aşkın operet ve revü eseri yanısıra, klasik Türk müziği türünde bir çok da şarkı bestelemiştiri. Operetleri arasında en ünlüleri Ayşe,Monbey,Gül Fatma ve Kerem ile Aslı'dır. Operet tarihimizde önemli bir yer taşımasının nedeni, müziğinde doğu ile batının birarada yer alışıdır. Kendi deyimiyle "ne alaturka,ne alafranga" dır bu müzik. Belki de, hâlâ ulaşamadığımız, kendimize özgü, yeni bir Türk müziğinin öncüsüdür Muhlis Sabahattin. Bir başlangıçtır hiç olmazsa. Bir arayış, bir denemedir. Bugün onu tartışmak, yeni düşünceler geliştirmek için bir vesile olabilir. Ama tartışabilmek için önce onu tanımamız gerekli. Bu mümkün mü? Ayşe'nin pelesenk olmuş nakaratı dışında (Çok yaşa sen Ayşe), kaç kişi Muhlis Sabahattin'in bir ezgisini mırıldanabiliyor? Hani onun eski operetlerini sahneye çıkaran yeni topluluklar ? Eski plaklardaki melodileri, bugüne taşımak için yapılmış compact diskleri nerede? Türkiye'nin o korkunç vefasız belleği, bir çok başka değer gibi Muhlis Sabahattin'i toprağa gömdü. Unutmak ne kelime, yok saydı. Evet uyumsuz bir insandı, belki çok seveni yoktu. Ama müziği dile takıldı mı, günlerce sizinle birlikte yaşardı, rüyalarınıza girerdi  Doğalı yüz yılı geçti. Ama adını çoğumuz ilk kez duyuyoruz. Adı Muhlis Sabahatin'di. Bir zamanların ünlü operet kralı Muhlis Sabahattin Ezgi....