10 Ağustos 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BU YAZ HANGİ TATİL BELDESİNE GİDELİM?
İç turizm esas olarak, ellili yıllarda şirket kamplarının birbiri ardına kurulmasıyla başlar. Denizi olmayan Ankaralılar Abant, Abana ve Akçakoca'ya; İzmirliler Çeşme'ye; İstanbullular Şile, Gönen ve Polonezköy'e itibar ederler.

Ellili yılların iç turizm efsanelerinden Akçakoca, 1950 yılından itibaren yazlıkçıları konuk etmeye başlar. Hatta bu amaçla bir de Akçakoca Turizm Derneği ve Ankara’da da Akçakoca’yı Sevenler Derneği kurulur. Amasra’nın yükselişi de aynı yıllara denk gelir. 1952 yılında Amasrayı Sevenler Derneği kurulur. 1954 yılında burayı ziyaret eden Turizm Dairesi Müdürü Selahattin Çoruh, hazırladığı raporda Amasra üzerinde önemle durur: “Plajda yüzlerce kadın ve erkek vardı. Bunlar başka şehir ve kasabalardan gelmişlerdi. Kasaba içinde şortla kadınlar kızlar dolaşıyordu. Kimse rahatsız etmiyordu,” diye hayretle belirtir.

Fakat büyük kentlerden gelenlerin ideal birleşme noktasını, bu dönemin süperstarı Erdek oluşturmaktadır. Hele birincisi 1958 yılında düzenlenen “Erdek Şenliği”nden sonra bu küçük kasaba o yılların tatil simgesi haline gelir. Bu şenliklerde Genç Oyuncular ilginç oyunlar sahnelemekte, Hikmet Şimşek yönetiminde Ankara Yaylı Sazlar Orkestrası konserler vermekte, film gösterileri yapılmakta, sanat toplantıları düzenlenmekte ve sergiler açılmaktaydı. Şenlik Radyosu da müzik çalmakta, şenlik haberlerini vermektedir.

1960’lı yıllarda dergi ve gazeteler, “Tatil Beldeleri” konusunu güçlü biçimde gündeme aldılar. Özel köşeler, ekler, ansiklopedik yayınlar birbirini takip etti. Ülke kıyıları hâlâ bakirdi. Örneğin, 1961 Mayıs’ında Hayat dergisinin "Tatilinizi Memleketin Neresinde Geçirebilirsiniz?" dizisinde takdirimize sunulan tatil yerlerden biri de Kumburgaz’dı. Bomboş sahilleri gösteren fotoğrafın resimaltnda şunlar yazıyor: "Kumburgaz'a gideceklere önemli bir tavsiye: Kuma giriş yerlerine konan tabelaları okuyunuz!.. Resimdeki tabelada ise şöyle yazılıdır: “Köy sokaklarında açık saçık gezmeyiniz!” Yazı şöyle devam ediyor: “Köyde otel, lokanta yok. Deniz bedava... Birkaç kilometre ilerde Selimiye Köyü var... Köylü evlerini mevsimliği 1250 - 2000 lira arasında kiraya veriyor. Ancak pazarlık şart! Köy bakımsız, suyu var... Denizi temiz ve sığ... Kumburgaz'da 10 yıldan beri tek bir boğulma olayı olmamış."

O günden bugüne tatil yeri olarak anılan yörelerin sayısı habire arttı doğal olarak. Ama her zaman "moda" olan bir tatil yerimiz oldu. Erdek, Avşa, Ayvalık, Bodrum, Kuşadası, Marmaris ve Antalya popüler ünlere sahip oldular. Yıldızları parlayanların bazıları maziye gömüldü, bazılarının ünü hala sürüyor. Tatil yapmaya çalışanlar sürekli mekanları eskitiyor, bunların yerine daha yeni mekanlar katmaya çalışıyorlar...

Son sözü 1960’lı yıllardan bir otomobil ilanı söylesin. İlk Türk otomobili Anadol, moda olan “tatil heyecanı”nı ilan başlığında kullanmış. Manajans tarafından hazırlanan ilan “Tatil ayları… ve Anadol” başlığını taşıyor ve şöyle devam ediyor: “Hepimizin tatile çıktığı ayların başındayız… Böyle bir mevsimde cennet yurdumuzu dolaşmayı, tatilde geziler yapmayı kim istemez? Hele yepyeni bir otomobil ile… Anadol, şimdi bu fırsatı size veriyor.”

Ben müsaadenizle hazır gitmişken, o yıllarda demir atıp kalıyorum. Marmara Adası’nda sahili kazıp midye kabuğu toplayacak, Erdek korularında ata binecek, Çeşme’de Elvis Presley şarkıları dinleyeceğim. Sizleri bol gürültülü İstanbul’da aşılmaz Boğaz trafiği ile ya da, o günlerden bu yana hızla yok ettiğimiz tatil kasabaları gerçeği ile karşı karşıya bırakıyorum. İyi tatiller.

3 Ağustos 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


İSTANBUL’DA HANGİ PLAJA GİDELİM?
Şimdi de İstanbul’da denize girilebilir diyorlar ama, müsaade edin ben almayayım. Eski İstanbul’un billur gibi plajlarına yetişmiş bir Ademoğlu olarak anılarımı tazelemek daha güzel geliyor. Efendim, o yıllarda Boğaz’ın bir ucundan Yeşilköy’e, öteki ucundan Kartal’a kadar bütün sahiller plajdı. Deniz banyolarından plajlara nasıl geçildi, Beyaz Ruslar nasıl banyo külütürümüzü geliştirdi gibi konulara hiç dalmadan, Cumhuriyet döneminin namlı plajlarına bir göz atalım.

Atatürk ve plajlar

Atatürk’ün adı plajlarla pek sık anılır, bunun peşine düşelim bakalım nedir aslı astarı... Büyükdere’de gazinosu ile meşhur Beyazpark plajı ilk adresimiz. Burası Rasim Kayra tarafından 1926 yılında kurulmuştur. Önce hanımlara ve beylere mahsus deniz hamamları halinde çalışırken, rivayete göre Atatürk’ün müdahalesiyle haremlik selamlık ayrımından kurtulmuştur. Plajın üç kademeli atlama kulesi de tarihimizde bir ilk örnek olarak yerini alır!

Mustafa Güler’in kurduğu Suadiye Plaj ve Gazinosu da Atatürk tarafından defalarca ziyaret edilmiştir. 1934 yılında gazeteler şöyle yazar: “Sakarya motoru Moda’da beş on dakika durduktan sonra, tekrar hareket etmiş ve Suadiye Plajı’na gelerek ruhtuma yanaşmıştır. Muhterem misafirlerimizle Reisicumhur hazretleri, plajı gazino kısmına çıkmışlar, terasta oturmuşlar ve denizi temaşa etmişlerdir.”

Deniz küskün mü görünüyor?

Ama elbette Florya Plajı’nın bu tarih içinde özel bir yeri var. Şöyle anlatılır; 1936 Haziran’ının ilk cuması Atatürk olağan kent gezilerinden birini yapmaktadır. Birbirini izleyen üç otomobil Topkapı’dan çıkmış Edirne şosesi üzerinde hızla gitmektedirler. Yeşilköy’ü geçer geçmez Florya sırtlarında arabalar durur. Yol kötüdür, etraf yeşilliğe hasrettir ve ıssızlık manzaraya egemendir… Atatürk sahile bakar bakar ve yanındakilere “Bu deniz bize küskün görünmüyor mu?” diye sorar. Tabii en kısa sürede bir proje hazırlanır ve Florya Deniz Köşkü inşa edilir.

Atatürk’ün uğramadığı plajlar da var elbette İstanbul’da. Kısı kısa söz edelim. Kadıköy yakasında Cadı Bostanı denilen bölge, giderek terfi edip Caddebostan olarak anılmaya başlanır. Burası ince kumu ve aile pansiyonlarıyla ün kazanır. Fenerbahçe plajı ise o dönemin (herhalde aşk meşk açısından) en demokrat plajı olarak kayıtlara geçmiştir. Moda Plajı ise yakın yıllara kadar varlığını koruyan kapalı deniz hamamı, atlama kulesi ve Kabotaj Bayramlarına ev sahipliği yapmasıyla meşhurdur. Boğaz’da ise Salacak Plajı biraz avam bulunur. Küçüksu Plajı o civardaki en muteber denize girme bölgelerinden biridir. Gazinosuda tiyatrolar şehir içi turnelerinde mutlaka uğrarlar...

Konak Plajı’nda keyif

Adalardaki en ünlü plaj ise Yörükalı. Dönemin dergileri şöyle yazıyor: “Plaja girerken uzun müddet gözünüz doyuyor, sonra da su vücudunuzu doyuruyor.” Bu plajda yabancılar ve kadınlar açısından bir nüfus fazlalığı vardır. Plajda sıcağını atmış olanların yeniden terlemesini önlemek için çıkış kapısının önünde Ada eşekleri nöbet bekler!

Ellili yılların magazin fotoğrafçıları için en doğru adres ise, Tarabya Oteli’nin tam karşısındaki Konak Plajı. 85 kabini, 500 kişilik gardrobu bulunmakta. Mayo kiralamanız mümkün. Pazar günleri plaja gelenlerin sayısı ise 1500’ü buluyor. Meşhurlarla sık sık karşılaşabilir, yemeğinizi burada yiyebilirsiniz.

Müsaadenizle, ben buralarda kalıp Boğaz’ın keyfini çıkarmak istiyorum. Şimdiki zamanda, malum gece mekanlarının yarattığı trafik nedeniyle Boğaz’a gitmek tahmin edeceğiniz gibi bir işkence halini aldı ya... Tek çözüm hayal ederek yaşamak!

EK: SÜREYYA PLAJINDA FESTİVAL

Kadıköy’deki sinemaya da adını veren ünlü Süreyya Paşa, kırklı yıllara kadar meyva sebze yetiştirdiği çiftliğini, moda akımlara uyarak plaja çevirmeye karar verir. Burada denizin ortasındaki küçük bir kayalığın üzerine de bir Bakireler Mabedi kondurur. Avrupa parklarından feyz alarak, altı direk ve bir kubbeden oluşan yapının içine güzel bir kızın heykelini diker. Plajda zaman zaman eğlenceler de düzenlenir. Örneğin, 18 Eylül 1948 Cumartesi akşamı, Maltepe Süreyya Plajı Gazinosu'nda yapılan "Mehtap Alemi ve Festival Eğlenceleri"nin "rejisörü" bir dönemlerin ünlü Şehir Tiyatrosu aktörü İ. Galip Arcan’dır. Bu nedenle program içinde Ferih Egemen, Şevkiye May, Necdet Mahfi Ayral gibi Şehir tiyatrosu oyuncuları öne çıkıyor. Ama Şehir Tiyatrosu dışından da ünlü sanatçılar gösteriler sunuyorlar. İrma Toto tangolar söylüyor, o yıllarda Ses Opereti'nde ün kazanan İhsan Balkır da şansonlar. Mualla Gökçay ve Baki Çallıoğlu ise gecenin Türk Müziği kadrosunda. Rahat rahat oturabilirsiniz, nasıl olsa “masalar numaralı ve elbise serbest.’
Geçtiğimiz on onbeş yıl içinde sahilin yol yapımı için doldurulması sonucu, Süreyya Plajı ve plajın simgesi olan "Bakireler Mabedi" içerde kaldı. Plajların öldüğü ve eğlencelerin havuzlara mahkum olduğu bir dönemde yaşadığımız için hiç şaşırtıcı değil.

27 Temmuz 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


YAZ GAZOZ ZAMANIDIR
Yaz sıcaklarıyla başa çıkmanın bir yolu da soğuk sıvılara rağbetten geçer. Eski devirlerde, kışın toprak altındaki kuyulara saklanmış karları kullanarak şerbetler içilirdi. Metin And da 16. yüzyıl İstanbul’unu anlatırken, kar ve buz konusuna değinir: “Sıcak havalarda üst sınıftan Türkler içeceklerini buzlu severlerdi. Tüm yaza yetecek buzu sağlayabilmek amacıyla kışın kar yağdığında, kar toprakta açılan derin kuyularda depolanırdı. Burada kar donardı. Bu buz kuyularından bazıları Galata yakınlarındaydı. Kuyuların ağzında tahta kapaklar vardı. Yaz geldiğinde buz kalıplar haline getirilir, keçeye sarılır ve kente at sırtında nakledilirdi. Atların her biri iki yanlarında birer buz kalıbı taşırdı. Bu işlem genellikle Bulgarlar ve Hıristiyanlarca gerçekleştirilirdi. Bunlar buzları meyve satıcılarına satarlardı.” Sonra da bu buzla meyve suları karıştırılıp “kar helvası” adı verilen, şimdileyin frozen diye içtiğimiz içkilere benzeyen meşrubatlar yapılırdı.

Niğdeli Mısırlıoğlu ilk müteşebbis

Ama konuyu dağıtmayalım, bu hafta gazoz tarihine dalacağız. Her ne kadar bugünlerde “kapağı açma” edebiyatı ile dilimize pelesenk olsa da, gazozun şüphesiz başka işlevleri de vardır. Meyva esansı, şeker ve karbonik asitle yapılarak basınçlı havayla şişelere doldurulan gazoz İstanbul’da ilk kez, ithal bir içecek olarak 1890 yılında boy gösterir. Kudret Emiroğlu, Gündelik Yaşamımızın Tarihi adlı kitabında gazoz tarihimizin ilk dönemini şöyle anlatır: “Niğdeli Aleksandr Mısırlıoğlu Fransa’dan gazoz yapımı için makine getirerek üç ortakla birlikte Karaköy’de Mısırlıoğlu adıyla gazoz satışına başladı(...) İstanbul’da Hasanbey ve Hürriyet gazozları 1908’de, Neptün 1917’de, Beyaz Rus, Cumhuriyet gazozları 1923’de piyasaya çıktı. Bu gazozlar şişeyle satıldığı gibi sifonla ve seyyar el aralarıyla bardakta da satılıyordu.”

1938 yılı Ticaret Yıllığı’nda ise İstanbul’da gazoz fabrikası olarak dört kuruluşun adı geçer: G. Baslamacaoğlu’nun Feriköy’deki Olimpos (ya da Olympos), Feriköy’deki Bomonti (bira ve rakının yanısıra gazoz da üretirdi; hem de üç cins: Tutti Frutti, portakallı ve limonlu), sularıyla ünlü Büyükdere’deki Kocataş ve Demirkapı’daki Halim Hurşit’in Yalova gazoz fabrikaları. Bursa’da ise 1930’ların başında Nilüfer gazozu üretilmeye başlandı. Bir yıl sonra Keşiş Dağı’nın adı Uludağ’a dönüşünce, marka da bu asri gelişmeyi adına kattı ve günümüze kadar ömrünü sürdüren Uludağ gazozunun öyküsü başlamış oldu.

Çeşmeli Hasan

Aynı yıllarda İzmir cenahında ise Çeşmeli Hasan hakimiyeti vardı. 1937 yılı Ege Kılavuzu’nun konuyla ilgili sayfalarını açalım: “Yakın zamanlara kadar şehrimizdeki gazozlar gayri fenni gayrı sıhi olarak yapılmakta idi. Çeşmeli Hasan Bey gazozculuğu büyük ve medeni bir şehrin ihtiyaçlarına uygun şekilde hazırlamak lüzumunu his eden ilk fabrikatörümüzdür. Çeşmeli Hasan gazoz fabrikasında herşey otomatiktir; işçinin eli ne şekere, ne asitlere, ne de doldurulan makine ve şişelere değmez. Şeker kazana döküldükten sonra, hep makineler vasıtasiyle şurup olur, soğutulur, gazo makinesine gider ve şişe içinde gazoz veya Sinalko [yaşı kemale erenler belki bu karamela tatlı kolayı hatırlar] olarak çıkar. Bu fabrikada gazoz imali için lâzım olan maddeler de daima en temiz ve en eyisinden kullanılmaktadır.”

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde soğuk içecek ihtiyacının bir bölümünün de meyva ve gazoz özlerinden sağlandığını belirtmek gerekiyor. Çeşitli markalar altında (Hasan, Meram, Mazon vb.) sunulan bu özlerin yanı sıra meyva tuzları da, özellikle mide şişkinliği olanlar tarafından kullanılıyordu (örenğin Kanzuk Meyva Tuzu). Meyva özleri geleneğimiz 60’lı yıllarda Oralet ile yeniden canlandı. Aynı yıllarda ortaya çıkan kolaların tarihi ise ayrı bir yazının konusu olacak kadar külliyatlı... Aslında bana sorarsanız yazın içilecek en güzel şey su ve madensuyudur. İlla şekerli bir tat arıyorsanız şuruplar ve şerbetler de devreye girebilir (Kar Helvasını hatırlayalım). Ama beni dinleyecek kaç kişi kaldı ki?

25 Temmuz 2008 Cuma

5. Karaburun Şenliği Programı belli oldu!


5. KARABURUN ŞENLİĞİ

7 Ağustos Perşembe:

16.00 Film gösterisi “Asya Minör Yeniden” Yön. Tahsin İşbilen
Yer: Belediye Etkinlik Salonu

21.00 Konser: Türk-Yunan Dostluk Konseri
Katılanlar: Olmaz (Atina), Lesbos Folk Topluluğu (Midilli), Serap Tamay (İzmir), Fulya Özlem ve Mastika Grubu (İstanbul), Salih Nâzım Peker (İzmir)
Yer: Nergis Çay Bahçesi

8 Ağustos Cuma

18.00 Şenliğin ve Sergilerin açılışı
Nergis Çay Bahçesi
(Sergiler Beyediye Etkinlik Salonu’nda ve Belediye Konağı’nda açılacaktır.)

21.00: Muammer Ketencoğlu Topluluğu “İzmir Hatırası”.
Yer: Nergis Çay Bahçesi

9 Ağustos Cumartesi

15.00 Karikatür Sergisi açılışı
Yer: Yeni Pazar Yeri üstü

16.00 Panel: “Karikatür ve Toplum”
Katılanlar: Yönetici: Serdar Kızık, Katılanlar: Kâmil Masaracı, Cihan Demirci, Eray Özbek

21.00 Baba Zula “Köklerimize dönelim”.
Yer: Nergis Çay Bahçesi

10 Ağustos Pazar

10.30 En iyi üzüm yarışması
Yer: Nergis Çay Bahçesi

16.00 Panel: “Müzik ve Toplum” Yönetici: Gökhan Akçura. Katılanlar: Taner Öngür, Derya Bengi, Murat Meriç
Yer: Nergis Çay Bahçesi

21.00 Moğollar “40. Yıl Konseri”
Yer: Cumhuriyet Meydanı

20 Temmuz 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


NİSANTAŞI CUMHURİYETİ
Eskiler böyle dermiş Nişantaşı’na. Farklı insanların yaşadığı bir semt olarak görülmüş her zaman. 1980’lere kadar sürmüş hükmü. Ardından yavaş yavaş bir iş semtine dönüşmüş. Benim Nişantaşı yıllarım da işte o yıllar başladı.

Nişantaşı yıllarım. Öyle pek uzun da sürmedi. 1982 yılıydı sanırım geldiğimde. İzmir’de Üniversite’den ayrılmış, Ajans Ada’ya kapılanmıştım. Akkavak Sokak’taydı ajans. Kısa süre sonra da iş yerine yakın olsun diye Kodaman Sokak’ta bir daire kiralamıştık. Nişantaşı’na hemen alıştım. İlk keşfim Akademi Kitabevi oldu. Hadi Olca’nın sahibi olduğu bu kitabevi, o zamanlar semtin okur yazarlarının buluşma merkeziydi. Oğulları Muzaffer ve Uğur’la da tanıştık elbette. Muzo’nun karısı Hülya da dükkanda dururdu o yıllarda. Arada sırada paraya kıyıp İbrahim Lokantası’na giderdik. Gelmiş geçmiş en iyi semt lokantalarından biriydi İbrahim. İbrahim Bey’in oğlu Mehmet’le de Muzo sayesinde arkadaş olmuştuk.

Ajans Ada yılları

Ajans’ta ilk yıllarımda yazarlık yanısıra hemen her işe bulaşırdım. Reklamcılığı daha iyi öğrenmek için mutfağına girmek gerekli diye düşündüğümden. Aygaz’a, Hisarbank’a, Güneş Gazetesi’ne ve diğer müşterilere sloganlar yazmaktan yorulunca kalkar sokağı seyrederdik. Ajans’taki odamızın penceresinden çiçek satan çingeneler görülürdü. Hâlâ aynı yerde duruyorlar. Oda arkadaşım Alper Uygur resimlerini yapmış, ben de çerçevelemiştim, şimdi yazlıkta o yüzden bu yazıya koyamadım. Yazarlık yolunda ilk adımlarımı da Ajans Ada’da atmıştım. Genel yönetmenimiz Ermin Salman, Efes Pilsen’in PR’ı için bira tarihini kaleme almamı istemişti. Ben de eski zaman kitapları arasına gömmüştüm kafamı. Yazı yayınlanınca hoşuma gitti, başka tarihlerin de peşine düştüm.

Ajans Ada anılarıma dalarsak başka bir rotaya gireceğiz. Gelin sokağa çıkıp, o yılların Nişantaşı’nı dolaşalım. Alaattin’in dükkanına uğrayıp sigaramızı alalım. Dürüm yiyerek öğle yemeğini geçiştirmeye çalışalım. Singer Bayii, rahmetli Sabri amcamın arkadaşı Aral abiye uğrayıp laflayalım. Vakit kalırsa, en sık uğradığım yere, Teşvikiye Camii’nin önüne demir atalım. Burada ressam Cemil Başo tablolarını satar, Zihni de tezgah açardı. CD’lerin ilk yılları, daha ithal bile edilmiyorlar. Zihni, sanırım memleketi Adana’nın PX’lerinden alışveriş etmiş Amerikalılardan toplardı ikinci el CD’leri, biz de bir heves alırdık ne bulursak. Zihni şimdi koca Zihni Müzik oldu Akmar Pasajı’nda... Cami önünde tezgah açan bir de kitapçı genç vardı. Süha’ydı adı. Sonra başkaları da açtı, ama bu işin piri Süha’dır. İşte bu Süha (soyadı Tuğtepe) geçenlerde bir kitap yazdı ve yayınladı. Adı: Nişantaşı, Nişantaşı (Renkli Sinemaskop Yıllar)...

Bir alt kültür kitabı

Süha ile aynı yıllar yaşamışız Nişantaşı’nda. Gerçi onun semt macerası daha erken başlamış, rastlaşmamız ortalarına düşer. Aynı zamanlarda, zaman zaman aynı insanlarla arkadaş olmuşuz. Ama elbette farklı yaşamışız. Hatta oldukça farklı...

Süha Tuğtepe kendi deyimiyle “serseri” yaşamı seçmiş. Atını bir yere bağlamadan, kayda geçmeden, bağlılıklardan kaçarak yaşamış. Bu yaşam içinde elbette Nişantaşı’nın bıçkın kesimlerini de tanımış. Onlarla birlikte olmuş. Bu yanıyla kitabı bir alt kültür belgeseli. Ayakta kalmak için dostluklar kurmuş, kitap almak için evlere girip çıkmış. Kitabı bu açıdan da bir semt kütüğü.

Bakın ben Süha’nın kitabından bilmediğim neler öğrendim Nişantaşı hakkında. Baytar Ahmet Sokağı’nın üstündeki Üçkahveler’deki eski kabadayı kültürünü farketmemişim bile... Nişantaşı’nın bütün kapıcılarının Cide’li olduğunu da (bu arada söylemeden geçmeyelim Süha da Cide’li). Kulağı kesik Papikçi Cafer Baba’nın sözlü Nişantaşı tarihi ise kitabın gizli cevheri. Daha küçük ayrıntıları da atlamışım Süha’nın Troçkist tayfasından olduğunu, Sakallı Lütfü ile bir dönem kanka takıldıklarını, Seyhan Erözçelik’in Sansar lakabıyla anıldığını bilmiyordum mesela... Unuttuklarımı da hatırlattı bana. Ringo lakaplı bir seyyar meyva satıcısı vardı mesela. En kibar ve en pahalı meyvaları satardı. Bize değil, cebi dolu zevata elbette...

Süha Tuğtepe’nin kitabını Nişantaşı’yla dirsek teması olmuş herkese tavsiye ederim. Beğenmediğim tek yanı Süha’nın üslup yapmak için kendini fazla zorlaması. Olduğu gibi yazsa daha keyifli olurdu... Sağol Süha, Nişantaşı’ya bu aralar gitmek içimden gelmiyor ama, senin yazdıkların ilaç gibi geldi bana...

HAMBURGER VE AYRAN

Türkiye’ye yeni girecek olan McDonald’s, Ajans Ada ile flört ediyordu. Ön çalışmalar sırasında Alper’le ben, hamburger kültürümüz üzerine gözlem yapmak için yollara düştük. Nişantaşı’ndan Taksim’e sandviç dükkanlarına girip notlar alıyorduk. O yıllarda Kristal Büfe ve benzeri yerler revaçtaydı. Sucuklu, salamlı, çifte kaşarlı, salçalı, hardallı ne tür sandviç varsa tattık. Hamburgerleri de elbette. İzmir usulü kumrular daha bu kente girmemişti. Simit dünyaları da... Sonunda bir rapor yazdık. Sandviçimizin ulusal özelliklerini sıraladık ve olmazsa olmasz bir noktaya işaret ettik. Mutlaka ayran satışı olacak! Türk milleti ayransız sandviç yemez! McDonald’s ise evrensel ilkelerinden vaz geçmek istemiyordu. Bu nedenle bizim raporu ciddiye bile almadılar. Piyasaya ayransız girdiler. Ama sonunda ne oldu? Ayransız

13 Temmuz 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


İZMİR HAVASI
İzmir’i pek bir özledim. Bu aylarda genellikle, Karaburun dolaylarında olurdum ama işler güçler ayağımı bağladı... Özlemimi gidermek için olsa gerek, İzmir havası estiren iki albümü pek dinler oldum. Birini daha önce tanıtmıştım: Muammer Ketencoğlu Topluluğu’nun İzmir Hatırası’ndan söz ediyorum elbette. İkincisi ise yeni piyasaya çıktı. Kırıka’nın Kaba Saz’ı şu aralar müzik setimde dönüp duruyor.

İzmir’e bulaşmışlar bilir, İzmirliler sıcaktan olsa gerek biraz rahvan takılırlar. Keyiflerine düşkündürler. Bu eskiden de böyleymiş. İnanmayan Halid Ziya Uşaklıgil’in İzmir Hikayeleri adlı gençlik anılarını okusun. Kordon boyunda tavernalar, kahve sohbetleri, Dana Bayramları, balolar, karnavallar... Çok uluslu geçmişinde eğlenmesini iyi bilen bir şehir olmuş İzmir.

Salih Nâzım Peker kardeşimiz de bunu iyi bilir. Kendileri Kırıka topluluğunun esas adamı olurlar. Onu aslında çok daha öncesinden, İstanbul Blues Kumpanyası’ndan tanırım. O zamanlar bluesun en güney ucundan tanımadığımız sedaları bulur çıkarırdı ortaya. Fransızca parçalar söylerdi Amerikan usulü mesela... Sonra İzmir’li arkadaşlarıyla Kırıka adlı bir topluluk kurup bizim memleketin bluesunu yaratma yolunda önemli adımlar attı. Kendilerini üç dört yıl önce Karaburun Şenliğinde ağırlamıştık Kırıka olaraktan...

Dünden bugüne uzanan bir şehir müziği

Salih Nazım’a müziğinin kökenleri sorunca şöyle bir cevap aldım: “Kırıka’nın müzikal esin kaynakları, 19. yüzyılda ortaya çıkan ve 20. yüzyılın ortalarına dek yaşayan Osmanlı popüler şehir musikisidir. Biz buna şehirli halk müziği de diyebiliriz. Cumhuriyetle birlikte Türk Sanat Müziği dendi, ama tam da karşılamıyor. Meyhane şarkıları, eğlenceli fasıllar, karagöz müzikleri ve şehir türküleri… Form olarak da çiftetelli, karşılama, sirto, kasap havası… Hatta geç Osmanlı döneminin kanto macerasını da düşünürsek tango ve vals de eklenebilir. Ama Kırıka’nın en çok üzerinde durduğu form, Ege’nin, Batı Anadolu’muzun müzikal kimliğini en belirgin şekilde yansıtan zeybeklerdir. İşte bu noktada Osmanlı popüler şehir musikisinin bir devamı olarak başlayan, ama daha sonra kendi özgün yolunda oldukça derinleşmiş bir müzik tarzı olarak Yunanistan’ın rebetiko-laiko şarkı geleneği bize yol gösterici olmuştur. Komşumuz Yunanistan’da ‘zeibekiko’ adıyla anılan zeybek, bizde olduğunun aksine sadece folklora hapsedilmemiş, popüler şarkıların da modern bir formu olarak kullanılmış ve modern hayatta tekrar tedavüle girmiştir. Zeybek formunun popüler ve modern anlamda kullanımı açısından Türk müziğinin yanı sıra Yunan müziği de Kırıka’nın esin kaynakları arasındadır.”

Bakmayın böyle kitabî konuştuğuna, işini ciddiye alır da ondan. Yoksa müziği pek neşelidir. Salih Nazım müziğin batı usulünü de iyi bildiğinden, esin kaynakları arasında yabancı topluluklar da vardır. Calexico, 16 Horsepower, Non Smoking Orchestra gibi toplulukların geleneksel müzikle, çağdaş popüler formları ustaca kaynaştırmalarını biz de denesek diye mutlaka düşünmüştür.

Sağlığa faydalı bir albüm

Kırıka, aslında 2000’den beri evrile evrile gelişen bir topluluk. Elimizdeki albümde Salih Nazım dışında ( ki kendisi besteler yapıp söylemesinin yanısıra, bağlama, ur, saz, cümbüş, buzuki gibi bilumum sazları da çalmaktadır), Hasan Devrim Kınlı ( bas gitar), Orçun Baştürk ( Replikas’ın has davulcusu, projeler insanı) ve Murat Ferhat Yegül (trombon, ney) yer almışlar. Bir parçada da Stelyo Berber vokale geçmiş.

Şarkıların büyük bölümünde söz yazarı olarak Mustafa Kamil Gök’ün adı görülüyor. Salih Nazım’a sorduk, babasının dayısı olduğunu öğrendik. On yıl kadar önce vefat etmiş. Duygulu, iç dünyası zengin bir insanmış. Defterler dolusu şiir yazmış, bir de şiir kitabı varmış. Ayrıca ud çalar, şakı söylermiş. Hatta seksenli yıllarda bir şiirini Sezen Aksu istemiş ama vermemiş diye de bir rivayet var. Olabilir tabii, ne de olsa Sezen Hanım da İzmirli…

Kırıka’nın Kaba Saz albümünü dinleyin. Nargilem, Kaba Saz, Sonbahar’da İzmir’e Özlem benim favorilerim. Hatta Yıllar Geçti adlı bir tango bile var. Oflar, amanlar, deniz kokusu ve bol bol İzmir havası. Sağlığa birebir...

Sonbahar’da İzmir’e Özlem

Yaz başında bu parçayı dinlemek kel alaka ama, sözleri ilginç, hem de yukarda söz ettiğimiz Mustafa Kamil beye ait.

Titretiyor içimi yıllar var ki özlemin
Rüyalarımı süsler mavi gözlü körfezin
Ufukta beyaz martı gurubun akşam vakti
Çalar Konak saati tin tin in
Ne kadar zormuş ah özlemin İzmir.

Çiğdemlidir dağların
Mor sümbüllü bağların
Islanmış yanakların ağlamış mısın İzmir.

Zevkine doyum olmaz mevsimin sonbaharın
O hülyalı alnına dağılırken saçların.
Çatalkaya üstünde çatılıyor kaşların
Esen rüzgar imbatın sevdalı mısın İzmir

Çiğdemlidir dağların
Mor sümbüllü bağların
Islanmış yanakların ağlamış mısın İzmir.

6 Temmuz 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


CAZ VE CAZIRTI
Günlerden Çarşamba. Caz Festivali’nin ilk konserine gidiyorum. Herbie Hancock, sıkı bir grupla sahne alacak. Açık Hava Tiyatrosu’nun ne olacağı belli değildi, sonra festival programında adı gözükünce pek sevindik. Ama kapıları iptal olmuş, arka tarafta bir yerden griş varmış. Nişantaşı’ndan Dolmabahçe’ye inen yolun ortalarında bir yerde, Cahide’nin yanından içeri gireceğiz. Millet otomobilleri neredeyse yol ortasına bırakıp gitmiş. Aralarından zorla geçerek, taş, kum tepelerinden atlayarak kapıya varıyoruz. Cahide’nin arkasında lağım kokuları var. Onları da aşıyoruz. Sakın yanlış anlamayın şikayet etmiyorum. Hatta edenlere, saçmalamayın, diyorum, Açık Hava’nın hiç kullanılamaması durumuyla bile karşılaşabilirdik. Ülkemize anlı şanlı Kongre Vadisi’ni armağan edecek olanlar, lütfedip festival süresince Açık Hava’nın kullanılmasına izin vermişler. Daha ne istiyorsunuz? Üst yolu yeraltı mekanları kazanmak için kazıyorlar. Bir ay konserler olacak diye sana özel bir yol mu yapacaklardı yani?

Konsere sevimli katkılar

Açık Hava Tiyatrosu’na tuvaletlerin bulunduğu noktadan açılan yeni kapılardan girdikten sonra (bu arada kırk yıllık tiyatromuzda ilk defa paralı tuvaletle karşılaştığımın müjdesini de vereyim), yerimize oturduk, Tabii Kongre Vadisi’nin gizli kahramanları, konser başlayınca şıp diye çalışmayı durduracak değiller ya? Tamam biraz rölantiye almışlardı ama, inşaat sürüyordu. Zaman zaman Herbie’nin piyanosuna, Holland’ın kontrbasına hoş nağmeler eklediler. Sanatçılar bile anlayışla karşıladılar bu katılımı. Zaten ülkemizin kongresel gelişmesinin yanında caz konserinin lafı mı olurdu? Bu ulvi duygularla dolu dolu konseri izlemeye başladım.

Herbie Hancock konserine bazı katkılar da sahne arkasından geliyordu. Elbette Cahide’nin de bir programı vardı ve sırt sırta durduğu Açık Hava’da konser var diye susup oturacak değillerdi. Zaten Çapamarka’nın mekanları için sağlarında sollarında ne var, rahatsız olan var mı yok mu, hiç önemli değildir. Müthiş şahsiyet sahibidirler. Gelecekte Kongre Vadisi’nde mutlaka onlara da bir yer vermeli. Yakışır...

Bu güzel atmosfer içinde, elbette çok memnun ve mutlu konseri izluyorum. Hiç bir şey beni olumsuz etkilemiyor. Tam arkamızda Şehir Tiyatrosu için ayrılmış bölüm var. Burada birileri habire konuşuyor ve gülüyorlar. Acaba diyorum, gelecek sezon için hazırlandıkları oyunlarını mı geçiyorlar konser sırasında? Bir nevi yeni sanat, bir anlamda happening mi bu? Tiyatro metnine Hancock müziği eşlik ediyor meselâ... Harika!

Çağdaş caz ne anlama gelir?

Zaten konser ve çevre sesleri öylesine güzel bir uyum ve sentez yaratıyor ki, Herbie Hancock’un “çağdaş caz” dediği böyle bir şey herhalde diye düşünmeye başlıyorum. Sağımda solumda oturan, özellikle genç kızlar, sahneye değil ellerindeki cep telefonlarına bakıyorlar. Mesaj alışverişi. Ama tüm konser boyunca sürüyor bu. Düşünüyorum da haklılar. Artık insanlar her an her şeyi birden yapmalılar. Sadece konser izlemek ne kadar basit bir şey! Hem konuşacak, hem mesaj çekecek, hem de dinleyeceksin. Baksana; senden benden daha büyük bir coşkuyla alkışlıyorlar. Demek ki ben “çağdaş”lık açısından geri kalmışım, sadece konseri izleyerek iki saat ses çıkarmadan oturmayı bir marifet sanıyorum. Geri kalmışlık bin beş yüz yani...

Zaten artık insanlar bu hızlı yaşamları sırasında kendilerini yavaşlatan hiç bir şeyden hoşlanmıyorlar. Sessizlik onları korkutuyor, akustik ve sakin bir müzik sıkıntı veriyor, bilmedikleri parçalar akıllarını karıştırıyor. Nereye koşuyorlarsa! Ne bulacaklarsa sonunda! Hız günümüzü anlatıyor da, günümüz ne anlatıyor onu bilemiyorum artık... Caz da bu yüzden ancak cazırtı olursa günümüze ayak uydurabilecek. Herbie Hancock, bu yazdıklarıma ne derdi acaba? Çağdaş caz konusunda hayli kafa patlatmış bir şahsiyettir de kendileri...

Herbie Hancock “harikalar sirki”

Bu arada bütün bu yan sorunların değerli katkılarını bir kenara koyarak söylemek gerekirse, Caz Festivali’nin programı büyük ölçüde doyurucu. Tamam eskisi gibi rock starlarının konserleri yok ama, caz sevenler için bu bir eksi puan değil. Carla Bley, Zakin Hussain, Rufus Wainwright ve Caetano Velosa konserlerini iple çekiyorum mesela...

Seyrettiğim konsere gelirsek. Tamam Herbie Hancock’u severim. Ama bu kez çorbasını fazla karışık usulde yapmış. Biraz “harikalar sirki” durumu vardı. Ondan da olsun, bundan da bulunsun diye türler ve durumlar birbiri ardına sahne alıyordu. Ama yine de mutluyum. Özellikle Sonya Kitchell adlı şarkıcıya bayıldım. Kendisini yakın takibe alıyorum, solo albümleri var mı diye hemen araştırmaya başlıyorum. Batı Afrikalı gitarist Lionel Louke’yi tanımaktan da pek memnunum. Diğer müzisyenler hep A takımındaydılar zaten. Bu proje içinde neden yer aldığını bir türlü anlayamadığım Dave Holland’ın bası, Zappa’dan beri izini kovaladığımız Vinnie Colaiuta’nın davulu ve ECM albümlerinde pek sık karşımıza çıkan Chris Potter’ın saksafonu. Ve elbette muhteşem Herbie Hancock... Hoşgeldin 15. Uluslararası İstanbul Caz Festivali!