5 Ağustos 2014 Salı

TÜRK TANGO TARİHİ
Bir yıl kadar önce Oriente Müzik tarafından Istanbul Tango adlı bir CD yayınlandı. Cemal Ünlü ile birlikte Türk tango tarihinden örnekler seçmiş, taş plaklardan digitale aktarmış ve kapsamlı bir booklet kaleme almıştık. Türkiye'de de az miktar satışa çıkmıştı (sanırım Lale Plak'ta). Geçenlerde Fecabook sayfamda bir mesaj gördüm. Albüm Açık Radyo'nun bir programında tanıtılmış. Mesajın sahibi de bunu dinleyince albümü internetten satın almış. Şöyle devam ediyor mesaj: "Öncelikle ellerinize sağlık. Ben albümün iç kartonunda neler yazıyor çok merak ediyorum. Internet'ten alınca böyle oluyor. Keşke bir yolu olsa. Belki sizdekinin fotoğrafını paylaşır mısınız diye düşündüm ve yazdım size, affınıza sığınarak." İşte digital albümün becerisi bu kadar. Ne eline alabiliyorsun, ne de okuyabiliyorsun! Ben de booklete yazdığım metni internete koymaya karar verdim. Buradan buyrun!


Galatasaray Lisesi dans orkestrası: İz-Caz
TÜRK TANGOSU
Tangonun kökeni elbette ki Arjantin'dir. Araştırmacılar ilk kez 1885 yılında Arjantin varoşlarında ilk tangoların söylendiğini yazarlar. Önce sözsüz olan bu tangolar, giderek kendi öykülerini anlatmaya başlamışlar. Böylece tango ete kemiğe bürünmüş, kitlelerin malı olmuş. Tangonun dünyaya yayılması için ise 1910'lu yılları beklememiz gerekir. Paris'te dans salonlarının gözdesi olan tango, özellikle 1917 yılında La Comparsita sayesinde dünyanın dört bir köşesine ulaştı. Rudolf Valentino filmlerindeki dans sahneleriyle tangonun yaygınlaşmasına katkıda bulundu. Artık tango bir dünya müziği ve dansı olmuştu. Türkiye'de tango ile ilgili ilk önemli kayda ise, 19 Şubat 1914 tarihinde (bugünkü Emek Sineması’nın yerinde bulanan) Skating Palace'da yapılan bir balonun programında rastlıyoruz. Döneminin "dans profesörü" olarak haklı bir ün yapan Joseph Psalty, bu programın arka kapağında "Tango Arjantin" dansı konusunda ayrıntılı bilgiler sunar. Önce gayrımüslim ve levanten [çevirmen için not: İstanbul’da yaşayan İtalyan ve Fransız asıllı yabancılar] çevrelerde tanınmaya başlayan bu yeni dans, İşgal İstanbulu’nun balolarında sık sık çalınmaya başladı. 1923 yılında Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Batı yaşam tarzının Türkler arasında da yaygınlaşması, batıdan ithal edilen müzik türlerine yeni bir ortam sağlıyordu. Evet tango biliniyordu ama yaygınlaşması için özel bir adım atılması gerekiyordu. İşte bu adım, Eduardo Bianco’nun İstanbul’da verdiği konserlerle atıldı.

E. Bianco Beyoğlu Saray Sineması'nda
1892 doğumlu olan Eduardo Bianco profesyonel yaşamına doğum yeri olan Arjantin’de değil Paris’te başlamış ve Avrupa’ya tangoyu sevdiren isim olarak tanınmıştı. Bianco İstanbul’a ilk kez 18 Aralık 1928 tarihinde gelmiş ve on gün boyunca Opera Sineması’nda konserler vermiştir. Bianco’nun dans gösterileri de içeren bu konserleri öylesine tutuldu ki, Bianco Orkestrası 1951 yılına kadar yaptığı bütün konser turnelerinde İstanbul’a da uğramaktan vazgeçemedi. Bianco Orkestrası Türkiye’deki bazı tango kayıtlarına da katılarak Türk Tango tarihinin bir parçası olmuştur. İlk Türk tango plağının piyasaya çıkması da Bianco’nun gelişiyle hemen hemen aynı dönemde gerçekleşir. Operetlerinde günün moda müziki akımlarını kullanmayı seven Muhlis Sabahattin [Ezgi] 1927-28 yıllarında enstrümental bir plak doldurdu. Sahibinin Sesi şirketi tarafından İngiltere'de bastırılan bu plağın etiketinde eser adı olarak "Türk Tangosu - Tango Turquie" sözcükleri yer almaktadır. Muhlis Sabahattin tarafından bestelenip piyanoyla çalınmış olan bu zeybek ritmli tangonun taşıdığı isim, Türkiye hafif müzik tarihinde sayısı pek az olan geleneklerimizden birini oluşturacaktır. Türk Tangosu otuzlu yıllardan 1950’lerin sonuna kadar popülaritesini yitirmeyen bir tür olarak müzik yaşamımızda güçlü bir yer taşıdı. Eduardo Bianco’nun gelişinden kısa bir süre sonra Avrupa'daki müzik eğitimini bitirip yurda dönen Afife Hanım’ın yabancı kaynaklı tangolara yeni sözler yazılarak (biz Türkiye’de bu tür uygulamalara aranjman diyoruz) plağa alınan Türkçe tangoları büyük başarı kazandı. Bunu dönemin operet primadonnalarından Suzan Lütfullah’ın Almanya’da Karlo Kapoçelli’nin yöneticiliği altında doldurduğu Türkçe plaklar izledi. Aynı yıllarda genç bir bestecimiz de ilk tango çalışmalarını yapmaktaydı. Adı Necip Celal [Andel] olan bu genç, “Mazi” adlı şarkısıyla Türk Tangosunun ilk büyük müzisyeni olarak tarihe geçecektir. Bu tango ilk kez 1932 yılında Seyyan Hanım tarafından plağa okundu. Genç yaşta görme yeteneğini kaybeden Necip Celal’in “Suna”, “Özleyiş”, “Ayrılık” vb. gibi çok popüler olan tangoları dönemin ünlü sesleri tarafından defalarca plağa okundu.

Seyyan Hanım
Tango, 1930’lu yıllarda İstanbul’da pek moda olan operetlerde ve yeni yeni çevrilmeye başlanan sesli filmlerde sık sık başvurulan bir müzik türü olarak dikkati çeker. Aynı yıllarda İstanbul'un dört bir köşesinde dans mektepleri ve dansing salonlarının açıldığını ve buralarda çeşitli danslar yanısıra özellikle tango öğretildiğini görürüz. Yeni kurulan İstanbul Radyosu’nun programları arasında özel tango dinletileri de yer almaktadır. Galatasaray Lisesi'nin ünlü öğrenci topluluğu İz Caz'ın en beğenilen parçaları tangolar arasından seçilmektedir. Şirketi Hayriye şirketinin Boğaz'da düzenlediği "Özel Tenezzüh (Eğlence) Seferleri" tango orkestraları eşliğinde yapılır. Türk Tangosu gündemden düşmediği otuz yıl boyunca birçok besteci ve icracı yetiştirir. Karlo Kapoçelli, Kadri Cerrahoğlu, Mustafa Şükrü, Fehmi Ege, Cemal Reşit Rey, Nev'eser Kökdeş, Celal İnce, Necdet Koyutürk'ün yazdığı tangolar geniş kitlelerce benimsenir. Tango solistleri olarak Seyyan Hanım, Suzan Lütfullah, İbrahim Özgür, Birsan Hanım, Bedriye Tüzün, Birsen, Celal İnce, Şecaattin Tanyerli imzaları plaklarda göze çarpmaya başlar. Özel tango orkestraları kurulur: Colombia Tango Orkestrası (Necip Yakub yönetiminde), Pandeli Tango Orkestrası, Orhan Avşar Orkestrası, Orhan Borar Orkestrası, Fehmi Ege Dans ve Tango Orkestrası gibi. Tangonun yaygınlığı o denli artar ki Hafız Burhan, Münir Nureddin gibi alaturka müzikte isim yapmış şarkıcılar bile plaklara tango okurlar. Yıllar sonra Zeki Müren de aynı şeyi yapacaktır. Taşplaklara tango seslendirmiş isimler arasında öne çıkan solistlerin başında Seyyan Hanım gelir. 1913-1989 yılları arasında yaşayan Seyyan [Oskay] Hanım lirik soprano sesiyle Türkçe tangolara hayat veren ilk şarkıcımızdır. Eşinin subay olması nedeniyle Doğu Anadolu’da bulunan Sarıkamış’tan yılda bir kez İstanbul’a geliyor ve Yeşilköy’deki plak fabrikasında kayıtlar yapıyordu. Bu gidiş gelişler 1942 yılına kadar sürdü ve Seyyan Hanım onlarca tango plağı doldurdu. Bu plaklarda imzası bulunan tango bestecileri Necip Celal’dan Fehmi Ege’ye kadar uzanan bir çeşitlilik taşıyordu. Türkçe tangolar önceleri hemen hemen yalnızca kadın solistler tarafından okunuyordu. Bu durum 1938 yılında İbrahim Özgür’ün ilk plağını doldurmasıyla sona erdi. Bir caz sevdalısı olan Özgür kendi topluluğuyla otuzlu yılların başında yedi yıl süren bir Uzak Doğu turnesinin ardından İstanbul’a dönerek “Ateş Böcekleri” adlı kendi kulübünü açmıştı. Bir yandan da Odeon firması adına ardarda tango plakları doldurmaya başladı. Bu tangoların büyük çoğunluğu Fehmi Ege imzasını taşımakla birlikte aralarında İbrahim Özgür’ün besteleri de bulunmaktadır. Sanatçının oldukça erken, 49 yaşında ölümüyle Türk Tangosu önemli bir icracısını yitirmiş oldu. 1950’li yıllarda Türkçe tangoların yeni bir star yarattı. 1922 yılında Adana’da doğan Celal İnce önce radyoda, ardından Sahibin Sesi için doldurduğu plaklarla tanınmaya başladı. Okuduğu tangoları kendi yazan Celal İnce öylesine popüler oldu ki, hemen iki filmde başrolü üstlendi. Sanatçı 1955 yılında Amerika’ya gitti ve burada “şarap uzmanı” olarak kendine yeni bir hayat kurdu. Celal İnce ile yaşıt olan ve Türkçe tangonun son büyük şarkıcısı olarak anılan Şecaattin Tanyerli ise ilk plağını doldurduğu 1949 yılından, 1994 yılındaki ölümüne kadar tango severlerin gözdesi oldu. Yarım yüzyıla yakın süren solistliği süresince 1000’e yakın Türkçe tangoyu seslendiren sanatçı 30’u aşkın taşplak [78 RPM] doldurdu. Bu kayıtlar daha sonra uzunçalarlara [longplay] ve CD’lere de taşındı. Türkçe tango tarihinin üç ünlü bestecisi vardır. Bunlardan Necip Celal Andel’den yukarda kısaca söz etmiştik. Diğer iki isim ise Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk’tür. 1902 doğmlu olan Fehmi Ege ilk bestelerini daha çok operet türünde olmak üzere 1920’li yıllarda yaptı. Ege’nin Türkçe tangoları ise otuzlu yılardan itibaren dönemin ünlü sesleri tarafından defalarca kayda geçirildi. Kurduğu Fehmi Ege Orkestrası ile İstanbul Radyosu’nun bir dönemine imza attı. 1978 yılında kaybettiğimiz Fehmi Ege 300’e yakın Türkçe tango bestelemiştir.


Tango tarihinin üçüncü büyük ismi olan Necdet Koyutürk ise 1921 yılında Ankara’da doğdu. İlk tanınmış tangosu olan Papatya 1948 yılında plağa okundu. Bir yıl sonra İstanbul Radyosu’nda kendi adıyla kurduğu orkestrası ile her hafta tango programları yaptı. 1988 yılında ölen Koyutürk’ün eserlerinin büyük çoğunluğu Şecaattin Tanyerli tarafından plağa geçirilmiştir. Türkiye’de tango otuz yılı aşkın bir süre yaygın bir tür olarak varlık göstermiştir. Yabancı tangoların yanısıra, özgün Türkçe söz ve bestelerle yazılan “Türk Tangoları” popüler müzik tarihinde güçlü bir yer kazanmışlardır. Öte yandan Türkiye’de tango kökenlerindeki “macho” karakterinden uzaklaşarak bir salon dansı olarak yaygınlaştığını da söylemeden geçmemek gerekir. Türk tango bestecileri kendi ulusal kültürlerinden taşıdıkları “doğulu” motifleri de tangolara katarak, dünya tango tarihi içinde farklı bir kulvar yaratmışlardır.





11 Temmuz 2014 Cuma

(Radikal Kitap ekinde çıkan yazım. 11 Temmuz 2014)

ŞİKEMPERVER REFİK HALİD

 Fikret Adil, ‘Yemek Edebiyatı’ başlıklı bir dizi gazete yazısında, ‘gastronome’ karşılığı olarak ‘şikemperver’ sözcüğünü kullanır:
“ ‘Şikem’ karın mânasına gelir, karnını besleyen, seven demektir. Bir de Fransızca ‘gourmet’ kelimesi vardır. Türkçemizde karşılığı pek yoktur, onu ekseriye ‘gourmand’ ile karıştırırlar, kısaca ‘obur’ derler. Yanlıştır, az yiyen, yediğini seçen, ağzının tadını bilen demektir. Eskiden ona da ‘şikemperver’ derlerdi.” Ardından bizdeki ‘şikemperver yazarlar’ı sıralamaya başlar: En baaşta gelen üç isim Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Rasim ve Refik Halid Karay’dır.
 
Her daim başvurduğumuz bir yazar olan Refik Halid Karay, yemek yazılarına bir edebiyatçı edası ile yaklaşır, onlara ayrı bir yoğunluk verir, yemekleri  adeta canlandırıp önümüze koyar. Bir çok kitabında dayanamaz, sözü dolandırıp hemen yemek içmek bahsine getirir. Örneğin Ago Paşa’nın Hatıratı’nda yemek hazırlamanın bir “güzel sanatlar” konusu olduğu tezini ortaya sürer: “Usta bir ahçının meselâ bir sigara böreği için hamur açışını en ince teferruatiyle gözden geçiren bir adam himmetin, nezaket ve rikkatin bu derecesine nasıl hayran olmaz? Oklavada sanki bir sır, bir tılsım vardır, hamuru nasıl inceltir, nasıl şeffaf bir hale sokar ve sonra çarpar, silker, hırpalar da, nasıl olur da yırtmaz, parçalamaz ve gittikçe, büyültür, açar...” Karay, bir heykeltraş, bir ressam, bir mucit zekası ve yeteneğiyle çalışan bu ahçının, eserinin ne yazık ki hemen kaybolmaya mahkum olmasının merhametsizliğine dikkatimizi çeker. Yemek kültürünün bir uygarlık ölçütü olduğuna da işaret eder: “Kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al dedikleri gibi ‘yemeğine bak, adamını al’ demek de kabildir ve böyle demekle çok doğru ve çok irfanlı bir söz de söylenmiş olur. Vahşiler medeniyetin kapısına, gıdalarını pişirmeğe başladıkları gün yanaşmışlar ve haşlamasını icat ettikleri gün de içeriye ilk adımlarını atmışlardır.”

Refik Halid’in yemekleri anlatırken nabzı yükselir, heyecandan yerinde duramaz olur. Üç Nesil, Üç Hayat kitabında balkabağı tatlısı bu nedenle bir tablo haline dönüşüverir:  “Göz ısıtan sıcak rengi, ağdalanmış koyu şekeri ve bol cevizi ile balkabağı bir kış tatlısıdır. Eskiden bu mevsimde her ev sofrasında bir kaç kere yer alırdı. Kabak tatlısını yerken insan kor parçaları yutan bir hokkabaza, bir sihirbaza, bir Rüfaî dervişine benzer. Dudağa dokunuşu soğuktur amma boğazdan geçti mi mideye bir ateştir yayar, hattâ fazla yenirse sıcaklığı damarları kaplar. Kanınıza tutuşmasından çekineceğiniz bir ecza, alkol ve benzin gibi bir şey karıştığı kuşkusuna düşersiniz.”

Üstadımızın yemekleri yalnız yazarken değil, yerken de aynı şehveti duyduğu yine kendi satırlarında gizli. Makyajlı Kadın kitabından aktarıyorum: “Külde pişmiş patlıcanı şu tarzda yerim: Ateşten, olduğu gibi kabuğiyle önüme getirirler; bıçakla ortasından boylu boyuna yarar, sırtı altına gelmek şartiyle tabağa bütün heybetiyle sererim; üzerine tuz, karabiber ve zeytinyağı… -Biber, küçük sofra değirmeniyle taze taze, iri kıyım öğüdülmüş olmaldır. Durmuş toz biber, lezzetinden ve rayihasından yüzde doksan kaybeder- İşte güzel, ılık, çeşnili, iştah verici dumanı, buğuyu o zaman görünüz! Evvelâ onu iyice koklarım; sonra çatalı yan tutarak başlarım sıyırmaya… İç, kabuktan kolayca ayrılır ve geriye yalnız bir zar kalır.”

İnkılap Kitabevi pek hayırlı bir iş yaparak Refik Halid Karay’ın bütün eserlerini yeniden bastı, yetmedi, kitaplaşmamış yazılarını da tek tek kitap haline getirdi, getirmeye devam ediyor. Aydede dergisindeki yazılar 1922 ve 1948 dönemi olmak üzere iki ayrı cilt oldu. Gazete ve dergi yazıları ise “Memleket Yazıları” genel başlığıyla dört kitaba ulaştı. İşbu şikemperverizm yazısı da dizinin dördüncü kitabı olarak yeni yayınlanan Mutfak Zevkinin Son Günleri nedeniyle kaleme alınıyor.

Kitabın ilk yazılarından birinde Refik Halid de bir şikemperver tarifi yapıyor: “”boğazına düşkün, ağzının tadını bilen, güzel yemek düşkünü, yemek titizi adamlar”... Ardından yukarda andığım Fikret Adil makalesine katkı yaparcasına (aslında Fikret Adil’in yazısı çok daha sonra 1956 yılında yayınlanmıştı, Karay’ın söz ettiğim makaleleri ise 1944-48 tarihli) bizim şikemperverleri anlatıyor: “Tevfik Fikret de yemek meraklısıydı, yemek de pişirirdi. Ahmet Haşim’in ise patlıcan dolması uğrunda öldüğü söylenir. Rıza Tevfik iyi yemekten, hele et yemeklerinin iyisinden anlıyan bir sanatkârdır; mutfağa girmekten, girip misafirlerine lezzetli yemek hazırlamaktan keyif duyar. Eliyle yaptığı püryan, keşkek ve bezelyeli salata ahbaplarınca meşhurdur.” Yazısının daha sonraki satırlarında şikemperver listesine ressam Şevket Dağ’ı, yazar Semih Mümtaz’ı serasker Rıza Paşa’yı, Şehislâm Cemaleddin Efendi’yi de katar. Yahya Kemal’i ise “o daha ziyade lokanta ve davet müdavimidir” diyerek liste dışı bırakır.

Kitap bir yeme içme ummanı. Hepsi birbirinden keyifli yüzlerce makaleden oluşuyor. Bölüm başlıkları ise şöyle belirlenmiş: Yemek Kültürü/ Lokantalar/ Alışveriş/ Ekmek-Simit/ Sebzeler/ Etler/ Balıklar-Deniz Ürünleri/ Salata malzemeleri, salatalar ve mezeler/ Pilav-Makarna-Börek/ Yumurta/ Süt Ürünleri/ Yemişler, Meyvalar/ Tatlılar-Şekerlemeler/ Mükeyyifat [Keyif vericiler]/ İçme Kültürü/ Abur Cubur.


Bilmem nasıl bir sofraya davet edildiğimizi biraz olsun hissettirebildim mi? Ne diyelim; bizi bu sofraya çağıranlara, sofranın ön hazırlıklarını yapanlara (önsözü yazan Artun Ünsal’a, özellikle de diziyi ve kitabı hazırlayan Tuncay Birkan’a) teşekkür edip yemek odasına geçelim. Afiyet olsun...

7 Haziran 2014 Cumartesi

50’lerin tango yıldızı
ZEHRA EREN YENİDEN ARAMIZDA
(Radikal Cumartesi'de yayınlanan yazım)
Hiç Zehra Eren’in sesini dinlediniz mi? Zeki Müren en büyük hayranıydı. Atilla Dorsay yıllardır onun okuduğu tangoların bir albüme dönüşmesini bekliyordu. Şevval Sam, tango albümü yapmasının en büyük nedeninin Zehra Eren’e olan hayranlığı olduğunu söylemişti. 1950’li yıllarda radyolarda sesini duymaya başladığımız, bu oldukça erkeksi sesli (ona Türkiye’nin Marlene Dietrich’I derlerdi) şarkıcımızın ilk kez bir albümü yapıldı. TRT’nin kuruluşunun 50. Yıldönümü dolayısıyla basılan bir albüm bu. Hem de plak ve CD formatlarında… Ama biliyorum soracaksınız şimdi. Kimdir bu Zehra Eren diye…
Önce döneminin radyo dergilerini tarayarak, daha sonra da kendisiyle görüşerek edindiğimiz kısa yaşam öyküsü şöyle: Zehra Eren 1923 doğumlu. Sesinin farklılığı ve güzelliği daha okul sıralarında göze çarpmaya başlamış. O dönem arkadaşları arasında sık sık Zehra’ya şarkılar söyletirlermiş. Sesinin özelliği nedeniyle bas tınısı önde olan parçaları seçermiş. Pek bilinen bir Rus şarkısı örneğin; Oçiçorniya… Müzik hevesini ilk zamanlar, ağız mızıkası çalarak gidermeye çalışmış. İstanbul Kız Lisesi’nden mezun olduktan sonra, dans şarkılarını okuyuşu beğenilerek, akraba ve yakınlarının ısrarıyla Ankara’da bulunan dayısının yanına gitmiş. Elbette bu seyahat müzik bilgisini ilerletmek ve konservatuara devam etmek arzusuyla yapılmış. Bir de olursa radyoda şarkı söylemek… Dayısı çok yakın arkadaşı olan doktor Kadri Cerrahoğlu’na Zehra’yı dinletmiş. Kadri bey aynı zamanda ünlü bir tango bestekarı. Kadri Cerrahoğlu Zehra’ya müzik dersleri vermeyi kabul etmiş. Fakat iş derslerle sınırlı kalmamış. Kadri bey Zehra hanıma aşık olunca kısa sürede bu beraberlik evliliğe dönüşmüş. En sonunda düşleri gerçekleşmiş ve Zehra Eren, 1951 yılında Ankara Radyosu’nda Niyazi Erdem’in orkestra şefliğinde tangolar söylemeye başlamış. Dinleyiciler bu alışık olmadıkları tonda ve çok özel bir yorumla okunan tangoların tiryakisi olmuşlar. Ama oldukça çekingen tabiatlı olan Zehra hanım bütün ısrarlara rağmen sahneye çıkmamış. Eh biliyorsunuz, sahneye çıkmayan, dedikodulara bulaşmayan bir şarkıcıdan radyo dergileri pek hoşlanmaz. Bu nedenle yaptığım dergi ve gazete taramalırnda çok az haber bulabildim Zehra Eren hakkında…
Bulduklarıma bakalım. 1955 yılında Radyo Alemi dergisinin muhabiri Edip Akın yaptığı röportajda, Zehra Eren’e sorular yöneltmiş:
S- Sizdeki bu tango merakı evvelden beri var mıydı, yoksa Kadri beyle
evlendikten sonra mı başladı?
C- Merakım evvelden beri vardı. Nitekim bu hususta bir şeyler öğrenebilmek için Kadri beyden ders almaya başladım, bu arada da evlendik.
S- Radyoda ne zamandan beri okuyorsunuz?
C- 1950’den beri okuduğuma gore beş sene kadar oluyor.
S- Ama bir müddetten beri sesinizi duyamıyorduk radyoda?
C- İki aydan beri İstanbul’da bulunuyordum. Bu işleri tedvir eden Erdoğan Çaplı. Maalesef onu görmek ve konuşmak bir mesele. (…) Erdoğan Çaplı, hakikaten çok kıymetli bir sanatkar, kendisini takdir ediyorum. Fakat vazifesi son derece ağır. Hani başını kaşıyacak vakti yok derler ya, işte tam Erdoğan Çaplı için söylenmiş bir darbımeseldir [atasözüdür] bu. Bugüne kadar sadece piyano ile okuyordum, bundan sonra bir orkestra ile beraber okuyacağımı söyledi Erdoğan Çaplı.
Bir başka dergi röportajında ise, niçin İngilizce şarkılar söylemediğini soran muhabire “Ben şahsen İngilizce okumak taraftarı değilim, hatta okuyanları da tasvip etmiyorum” diyen Zehra Eren şöyle devam ediyor: “Bizde İngilizce şarkı söyleyenlerin Katibim şarkısından farkı yoktur. Nasıl ki Eartha Kitt, Katibim şarkısını söylüyorsa, bizim sanatkarların da İngilizce şarkı söylemesi onun gibi bir şey oluyor.”
Yıllarca sadece radyoda sesini duyabildiğimiz Zehra Eren sahneye Zeki Müren’in ısrararı sonucu, ilk kez 1968 yılında Ankara’da Kulüp Bulvar’da çıktı. Ses dergisi bu ilk sahne tecrübesini şöyle aktarıyordu:
“Zehra Eren hayatında ilk defa sahneye çıkıyordu. Bu yüzden de dinleyicilerin samimi alkışlarına saygılı, fakat biraz da ürkek bir şekilde mukabele etti. Heyecanlıydı, çekingendi. Ankara sosyetesinin toplandığı kulüpte, İstanbul’dan gelen şöhretler dışında milletvekillerinden Parisli elma kralı Vatasyon’a kadar pek çok tanınmış kişi vardı.
Zeki Müren bu partiye Ajda Pekkan, Peri-Han, Neriman Köksal ve Nigar Uluerer ile birlikte gelmişti. Bir süre oturduğu yerden, ilk defa sahneye çıkıp şarkı söyleyen Zehra Eren’e eşlik etti. Sonra dayanamadı, sahneye çıkarak Eren’le birlikte “Sevgiden uslanmadı gönül/ Hicrandan bıkmaz bilmem ki neden?” şarkısını söyledi.”
Zeki Müren’in bu ilgisi tesadüfi bir şey değil. Zehra Eren’le eski dostlar. Hatta Zeki Müren onun için bir de şiir yazmış:
Ziynettir dostluğun Zeki Müren’e
Ellerinde vefa, gönlünde vefa
Helâldir bu sevgin seni bilene
Rabbim yaratmıştır ancak bir defa
Andıkça taparım Zehra Eren’e.
Zehra Eren ise Zeki Müren’le arkadaşlığını şöyle anlatıyor: “Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen bir dostluktu. Beni çok severdi. Hatta kendisi bile bir Türk Müziği parçası öğrenirken; ‘Zehra bunu bir de sen söyle bakalım. Nasıl söyleyeceksin?’ derdi. Peki derdim ve bir kere de ben söylerdim. Okuyuşumu, tarzımı, yorumumu çok beğenirdi.”
Sonrasını yine Zehra Eren’den aldığımız bilgilerle aktaralım: Bulvar Palas’ın kulubündeki bu program bir ay sürdü ve büyük sükse yaptı. Hemen ardından Dışişleri Bakanlığı Zehra Eren’i Kıbrıs turnesine çıkardı. On gün boyunca Kıbrıs’ın çeşitli şehirlerinde sahneye çıktı. Daha sonra Erkan Özarman’ın girişimiyle Dario Moreno ile birlikte bir Avrupa turnesi hazırlıkları yapıldı. Fakat Moreno’nun beklenmedik ölümü bu girişimin gerçekleşmesini önledi. Ama sahne çalışmaları, genellikle Zeki Müren’le birlikte olmak üzere sürdü: İstanbul’da Taşlık Gazinosu’nda, Çakıl Gazinosu’nda, ve Bursa gazinolarında sahneye çıktı.
Gelelim TRT’nin yayınladığı albüme. Bu album aslında 1953-54 yıllarında İstanbul Radyosu’nda yapılan bir programın kayıtları. Zehra Eren’e eşlik eden müzisyenler ise şöyle: Piyano: Erdoğan Çaplı ve Cemil Başargan.Kontrbas: Özdemir Baturalp.Bateri: Muzaffer Erberik. Plakta 12 tango var.Bunların beste ve söz yazarları ise şunlar: Necdet Koyutürk, Fehmi Ege, Erdoğan Çaplı, İbrahim Özgür, Cemil Başargan ve elbette 6 tangosuyla Kadri Cerrahoğlu. Plağı dinlemeye başladığınızda bizi bu sesten niçin yıllarca mahrum ettiniz diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz. Evet, hala aynı soruyu soruyorum: Hiç Zehra Eren’i dinlediniz mi? Dinlemediyseniz, bu fırsatı kaçırmayın, çok özel bir ses ve yorumla karşı karşıya olduğunuzu hemen anlayacaksınız.

KADRİ CERRAHOĞLU: HOCASI VE EŞİ
Zehra Eren’in eşi Kadri Cerrahoğlu Ankara sosyetesinin yakından tanıdığı bir diş doktoru, aynı zamanda da tango bestekarıydı. Sarhoş, Annem, Leyla, Siyah Gözler en çok yorumlanan tangolarıdır. Tangolarını Zehra Eren dışında en çok İbrahim Özgür seslendirmişti. 31 Ekim 1983 tarihinde 80 yaşında ölen Kadri Cerrahoğlu’nun diğer tangoları arasında Gönül Rüyası, Emel, İnan, Simsiyah Bakışların, Beyoğlu yer alır. Şecaattin Tanyerli’nin seslendirdiği Beyoğlu tangosunun sözleri ise şöyledir:
Bir yığın insan dolu/ Baştan başa Beyoğlu/ Bilmem hatırlar mısın/ Geçtiğimiz o yolu./ Bakıyorum etrafa/Şu zavallı girdaba/ Hüzünle soruyorum/ Bu akış ne tarafa?/ Aksın bu sel durmasın/ Sevişenler doymasın/ Yanağında yaşlık var/ Sakın yağmur olmasın…/ Bir zamanalar bu yolu/ Geçmiştik ümit dolu/ Işıklara bürünmüş/ Parıldıyor Beyoğlu.
Zehra Eren. Aşk Denizi http://www.youtube.com/watch?v=zNKNdiFf-RA
Zehra Eren. Ne Olurdu Sen Benim Olsaydınhttp://www.youtube.com/watch?v=Yj1uYyrGVCI

8 Mayıs 2014 Perşembe

BİR KOLEKSİYONCU OLARAK FİKRET ADİL
(Artam dergisinin yeni sayısında çıkan yazımdan tadımlık)

Türkiye’de resim koleksiyonculuğunun tarihi yazılacaksa, önemli bir bölüm Fikret Adil’e ayrılmalıdır. İstanbul konulu roman ve denemeleriyle tanınan Adil, döneminde gazeteciliğiyle de çok ses getirmiş bir yazardı. 1922 yılında Vakit gazetesinde başlayan bu uğraş, Tanin, Akşam, Milliyet, Cumhuriyet, Tan, Yeni İstanbul, Son Havadis gibi gazetelerde 1960’lı yılların sonlarına kadar sürdü. Fikret Adil’in diğer köşe yazarlarından farkı sanat ve kültür konularına verdiği özel önemle öne çıkıyordu. Onu yakından tanıyan Hüsamettin Bozok, sanata olan bu ilgisini şöyle betimliyor: “Fikret Adil, yarım yüzyıla yakın bir dönemde, nerede bir sanat hareketi var, nerede bir sergi açılıyor, nerede bir konferans veriliyor, nerede bir tiyatronun prömiyeri, nerede yeni bir topluluk, yeni bir dergi, hemen oradaydı. Ya bir gazeteci olarak, ya da bir sanat dostu olarak olaylara bir katkısı olurdu hep. Not defteri elinden hiç eksik olmaz, İstanbul dışı gezilerimizde de bu defter elinden düşmez, bir açık deniz kaptanının tuttuğu jurnal gibi gördüklerini, duyduklarını yazardı. Ama bu konuda bir yazı yazsın ya da yazmasın. Uyanık bir gazeteci idi. Kendi kuşağı arasında da, ondan sonrakiler arasında da böyle dinamik, çevresine insanları toplayıcı, yüreklendirici, sanat hareketlerini kamçılayıcı bir insan pek görülmez.”

Bu yazıda Fikret Adil’i bütün yönleriyle tanıtmaya yeltenmeyeceğiz. Onun tek bir yönüyle, pek de bilinmeyen bir yönüyle ilgileneceğiz: Kişisel koleksiyonun öyküsünü ve resim koleksiyonculuğunu geliştirme çabalarını aktarmaya çalışacağız. Fikret Adil iyi bir koleksiyoncu olduğu gibi, Türkiye’de koleksiyonculuğu geliştirmek için özel bir çaba gösteren belki de ilk kişidir. Koleksiyonculuğa nasıl başladığını şöyle anlatır: “Mütareke esnasında, bir gün, sandalla Boğaziçi’nde dolaşırken, İstinye ile Yeniköy arasında şimdi neresi olacağını tahmin edemeyeceğim bir yalıda müzayede yapıldığını görmüştüm. Yanaşıp çıktım. Bir çok eşya vardı ve iki tablo. Bunlar iki natürmort reprodüksiyonu idi. Evvelki mezat beş lira diye müzayedeye konulunca hiddetlendim, sanata karşı bu ne laubalilik. Çerçeveleri daha fazla ederdi. Artırdım, on liraya üzerimde kaldı. Ceplerime ve arkadaşımın cüzdanına müracaat ederek bu iki reprodüksiyonu aldım. Uzun müddet eski evimizin yemek odasında asılı kaldı.

Fakat asıl koleksiyonumun başlangıcı, Raşit Rıza’nın Beyoğlu’nda, Suterazisi sokağında açmış olduğu Bizim Lokanta ve benim Asmalımescit’te oturduğum devirlere tesadüf eder. O tarihlerde, memleketimizin bugün tanınmış sanatkârları, mesela Nurullah Berk, Cemal Tollu, Turgut Zaim, Muhiddin Sebati, Zühdü Müritoğlu, Hâle Asaf, Halil Dikmen ve daha birçokları Avrupa’dan yeni dönmüşler, kendilerine sonradan iltihak edenlerle beraber, ‘yaşayan sanat’ telakkisini beraber getirmişlerdi. Burada Çallı İbrahim, Namık İsmail gibi ressamlarla esasen tanışıyordum. Onlar, yeni gelenler; memlekette resim sahasında bir mukaddes cihat açmışlardı. Ben de, naçizane kalemimle kendilerine iltihak ettim. Bu yüzden de, bir nevi ukalalık, hatta züppelikle itham edildiğim oldu. Kaç defa yazılarımı seve seve kabul eden gazete ve mecmua müdürleri resim hakkında yazı verdiğim zamanlar beni atlatmadılar? Kaç defa kadın, koca, aşık esprileriyle ve resimleriyle mizah yaptığını zanneden mecmualarda alaya alınmadım? Bütün bu inkisarların [kırgınlıkların] tecellisi, ressam dostlarımın birer hediyesi oluyordu. İşte bugün, yukarıda zikrettiklerimden başka, Bedri Rahmi, Eren Eyüpoğlu, Elif Naci, Leopold Levy, Arif, Zeki Faik, Ercümend Kalmuk, Sabri Fettah, Fahrünnisa Zeid, Arif Kaptan, Abidin [Dino], Münif Fehim, Hâdi Bara, Nusret Suman, Mukaddes Erol, Fikret Mualla, Nuri İyem, Fethi Karakaş, Sevim Madra, Nejat Devrim, Eşref Üren ve daha isimlerini şu dakikada yazmayı unuttuğum bir çok sanatkârların eserleri, bana bir koleksiyon kazandırmış oluyor.” (…)
Maya Sanat Galerisi'nde Adalet Cimcoz'la birlikte (sol başta Fikret Adil)

18 Nisan 2014 Cuma

DELİLER VE DOKTORLARI


"DELİŞMEN" BİR KONU!

 Türkiye’de deliliğin tarihi konusunda 1930’lardan bu yana oldukça zengin bir literatür oluştu. Ama bunların büyük çoğunluğu doktorlar cephesinden geliyor (bunları tanıtan bir metin için bak: https://www.academia.edu/837551/Yayinlarda_Bakirkoy_Akil_Hastanesi_ve_Akil_Hastanesinin_Yayinlari). Doktorların anıları ve geçmiş dönemlere bakışları, bir efsane isim olan Mazhar Osman’ın çıkardığı İstanbul Seririyatı dergisindeki makaleler konuya derinlemesine giirmek isteyenler için emre amade. Tarih Vakfı Yayınları arasında yeni çıkan ve Rüya Kılıç imzasını taşıyan Deliler ve Doktorları (Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Delilik) adlı kitap ise farklı bir düzlemden bu alana yapılan bir bakış denemesi. Çünkü Rüya Kılıç bir tarihçi. Yaklaşımını ise şöyle özetliyor: “Bu çalışma Osmanlı’nın son yüzyılı ile erken Cumhuriyet döneminde mevcut belgeler, metinler ve verilerde bir grup insanı, delileri ve doktorlarını okuma yönünde mütevazı bir çabadan ibarettir.”

Mütevazi sözcüğü aslında bir tevazu, ciddiye almayın, elimizdeki kitap güçlü bir araştırmanın ürünü. Rüya Kılıç, yukarda söz ettiğim literatürü bütünüyle elden geçirmiş, ama bununla sınırlı kalmamış. Özellikle Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan belgelerden de yararlanmış. Zaman zaman gazeteler ve dergilere de uzanmayı ihmal etmemiş. Daha önce yayınlanmış çalışmalar sayesinde “doktorların sesi”ni duymak işin en kolay yanı olmuş belli ki. Öte yandan yazarın da değindiği gibi “bir tarih çalışmasından beklendiği üzere yazılı verilere dayanan bu çalışmada akıl hastaları ve yakınlarının seslerini doğrudan duymanın güçlüğü ve eksikliği” bir ölçüde kendini hissettiriyor. Ama bu alanda karşımıza çıkan bürokratik yazışmalar, doktor raporları, soruşturma evrakları gibi daha ikincil malzemelerden bize aktarılan öykülerle bu eksiklik giderilmeye çalışılmış.

Toptaşı’ndan Bakırköy’e

Deliler ve Doktorları daha önceki dönemlere kısaca değinse de, esas olarak Toptaşı Bimarhanesi’nden başlayarak 1950’lere uzanan bir zaman dilimini irdeliyor. Rüya Kılıç, Osmanlı İmparatorluğu’nda delilere hizmet veren yerleri sıraladıktan sonra şöyle devam ediyor: “Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerine ait bu mekanlar içinde Toptaşı’nın ve Bakırköy’ün ayrı bir yeri vardır. 1873’den itibaren Toptaşı delilerin tecrit ile tedavisinde bütün imparatorluğa hizmet veren temel müessese olmuş ve bu özelliğini Cumhuriyet döneminde Bakırköy’ün açılışına kadar sürdürmüştür.”

Üsküdar’da bulunan Toptaşı Bimarhanesi delilerin çok kötü koşullarda tutulduğu (tedavi edildiği demek ümümkün değil çünkü) ve “unutulmak istenen bir maziyi” temsil eden bir mekandı. Mazhar Osman’ın yoğun çabaları ile 1924 yılında Cumhuriyet Hükümeti Bakırköy’de bulunan Reşadiye kışlaları binalarının akıl hastanesi yapılması için karar almıştı. Mazhar Osman ve arkadaşları 1927 yılında buraya taşınarak büyük zorluklar içinde bugün de Türkiye’nin en büyük akıl hastanesi  olan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklarını Hastanesini’ni kurdular.

Bakırköy Hastanesi’nin kuruluş öyküsü daha önce defalarca yazıldığı gibi deliler tarihimizde adeta bir efsane olarak yer almıştır. Kılıç bu konuyu önemli bulsa da, bu tür ayrıntılara takılıp kalmıyor. Onun için önemli olan mekanlardan çok deliler ve doktorlarının izini sürmek. Bu nedenle öncelikle deli doktorlarımızın tarihini ele alıyor. Genellikle kouya uzak bir okur bile Mazhar Osman adını duymuştur. Ama onun öncesinde hangi hangi isimler vardır “doktorlar tarihi”nde… Mazhar Osman ve onu takip eden Cumhuriyet’in ilk kuşak “ruh ve sinir hastalıkları” doktorlarının eğitimleri nerelere dayanmaktadır ve ne denli sağlam temellere sahiptir?

Doktorların yaklaşımları

Deliler ve Doktorları’nın  “doktorlar”ı bahsinde egemen eğilim Mazhar Osman ve talebelerinin başat olduğu ekoldür. Bu ekol “Alman Okulu ve Kraepelin’in etkisi altında” gelişmiştir. Bu ekol akıl hastalıklarının fizyolojik kökenli ve genetik olduğu esası üzerinde geliştirilmiştir. Bu yaklaşımı yetersiz bulup eleştiren İzzettin Şadan’ın görüşleri ise azınlıkta kalmıştır. Modern psikiyatrinin ruh hekimliği alanına getirdiği yeni bakış bu nedenle oldukça geç bir zaman diliminde devreye girebilmiştir.

Rüya Kılıç’ın altını çizdiği bir diğer husus ise bu ilk dönem uzmanlarının Türk toplumunun seçkinlerini oluşturmasıdır. Bu nedenle doktorlar “en az hastaları kadar içinde bulundukları toplum ile modernleşmeye dair konuşmaya hatta bu sürece aktif olarak katılmaya” heveslidirler. “Onlar için tababet-i ruhiye toplumu incelemeye en uygun usullere sahip bir müsbet bir bilim dalıydı. Öyleyse ancak onun uzmanları toplumun hastalıklarını teşhis edip sağlığına kavuşturacak uygun reçeteleri sunabilirlerdi. Hatta sebepleri bildiklerinden yöneticilere uygun tedbirleri göstererek daha hastalık çıkmadan önleyebilirlerdi.” Kitap bu toplum mühendisliği yaklaşımını bir çok örnek vererek ortaya koyuyor.

Örneğin Mazhar Osman’a göre “her aile dörtten fazla çocuk yapmalıdır. Eğer üç çocuk yapılırsa o millet 300 senede çökmeye mahkumdur.” Bu durumda devlet ne yapmalıdır? Mazhar Osman’ın cevabı “bekarlık vergisi”nin tedavüle konması şeklinde olacaktır. Şöyle diyor doktorumuz: “Bekarlık hodbinliktir. Yalnız kendi nefsini düşünen, ona hizmet eden adamdan hükümet payını ister ve onu yoksul çocuklara verir.” Öte yandan yine Mazhar Osman’a göre fuhuş yapan kadınların hemen hepsi “psikopat, yani yarı deli, mütereddi”dir. Ona göre “maneviyatı düzgün”, “temiz süt emmiş” bir kadın hayatın hiç bir zorluğu karşısında kötü yola düşmez.

Mazhar Osman (ve onun ekolü) delileri “gözlerinden tanıdıklarını” düşünürler. Örneğin “histerikler sevimli gözükmek için koket (çok süslü giyinmiş) gezerler. Göz kapakları itina ile sürmeli, yanakları boyalı, lavanta ve pudra kokulu, ipekler içinde bir hasta hayattan bıktığından, keder, bezginlik ve intihardan bahsetse akla bir histeri fantezisi gelmelidir. Hatta onun için çoğu kez hastanın yüzüne bir kere bakmak bile delinin hangi sınıfa ait olduğunu anlatır. Zira her delinin kendine mahsus bir bakışı, bir duruşu vardır.”

Peki ya deliler?

Araştırma yalnız doktorları ele almıyor elbette. Onların ilgi alanları olan delilere de ayrıntılı bir bakış yapmaya çalışıyor. Ama elbette bu alandaki veriler çok daha sınırlı. Rüya Kılıç yaptığı çalışmanın kendisine “bir delinin kim olduğu ve toplum, devlet, iktidar ilişkisi üzerine sorular sorma cesaretini de” verdiğini söylüyor. “Fakat bu yapılırken adı, ailesi, dostları, sevgilileri, eşleri olan gerçek bireyleri bulma kaygısı hiçbir zaman eksik değildi. İnsanların duygularını ve duyarlıklarını anlama peşindeki bir tarihçi olarak zihinlerinin en mahrem sırlarını nasıl paylaştıklarını ve bunları açmak için yapılan çabalara nasıl karşı koyduklarını sorgulamaya çalıştık. Görünen o ki, deli olmak birtakım kısıtlamaları getirdiği gibi askeri-hukuki yükümlülükleri [de] kaldırmaktaydı. Bu sebeple çevresindekileri deli olmadığına ikna etmek isteyenler kadar kendilerinin deli olduğunu kabul ettirmeye çalışanlar da vardı.” Yazar, delilerin portrelerini çizmeye çalışırken, doktorların kaleme aldığı “örnek olaylar”dan çok, Osmanlı arşivlerinde yer alan belgeleri kullanmış. Bu sayede dışardan ve daha farklı bir bakış getirmeyi başarmış.
 
Rüya Kılıç’ın Deliler ve Doktorları kitabı, geniş kaynak taraması yapması ve tarihsel bir bakışa sahip olması sayesinde, bu alandaki önemli bir boşluğu dolduruyor. Takıldığım tek nokta ise bu denli “delişmen” bir konuyu bizlere aktarırken nasıl bu denli “cool” kalabildiği… Okuru biraz daha konunun içine çekmeye çalışsa, çok daha fazla kişiye ulaşacak bir araştırma olabilirdi. Kitap, bu haliyle bilimsel araştırmalara aşina bir okuyucu kitlesiyle yetinmek zorunda.

Ama bu eleştirim kitabın bilimsel değerini azaltan bir görüş değil elbette. Meraklısı mutlaka öğreneceği bir çok ayrıntı ile karşılaşacaktır bu kitapta.

20 Mart 2014 Perşembe

İSTANBUL’DA BİR SİYAH RUS





















Yıllar once, Türkiye’de cazın kaynaklarını araştırırken, ipuçlarını takip ederek Maksim’in kurucusu Frederick Thomas adına ulaşmıştım. İki kaynağım vardı: Fikret Adil’in Gardenbar Geceleri adlı yazısı dizisi ve Willy Sperco’nun Yüzyılın Başında İstanbul kitabı… Buralardan öğrendiğim bilgilere dayanarak şöyle yazmıştım: “Çarlık Rusyasında Moskova’da büyük ve ünlü bir lokanta-barın sahibi olan, orada sarışın bir Rus kadınıyla evlenen ve aslen Amerikalı bir zenci olan Thomas, Bolşevik devriminden sonra Türkiye’ye gelmişti. Önce Şişli’deki “Hopital da la Paix” hastanesinin yanında Stella adında bir dansing açtı. İstanbul’un işgal yıllarında ününe ün katan Thomas, kısa sürede Taksim Meydanına geçerek burada Maksim’i açtı.” Maksim’le ilgili Fikret Adil’in anlattığı anektodları da aktardıktan sonra, Thomas’ın sonunu Sperco’dan anlatımıyla yazıma eklemiştim.

Yıllar sonra yeniden Thomas konusuna dönmeme, bu yıl Amerika’da yayımlanan yeni bir kitap vesile oldu. Vladimir Alexandrov’un yazdığı kitap Black Russian adını taşıyor ve Thomas’ın hayatını anlatıyor. Tamamen arşiv belgelerine dayanarak kaleme alınan kitap, çok başarılı bir biyografi. Bu yazıda söz konusu kitaba dayanarak Thomas’ın yaşamını aktarmak istiyorum. Elbette özellikle de İstanbul’daki yaşamını.

Thomas’ın köle kökenleri

Kahramanızın tam adı Frederick Bruce Thomas. 1872’de Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde Coahoma County’de dünyaya geldi. İç savaş biteli ancak yedi yıl olmuştu. Anne ve babası (Hannah ve Lewis Thomas) savaştan once köleydiler. Ama Lewis kısa sürede toprak sahibi olmayı ve para kazanmayı başardı. Köle kökenli bir siyahinin toplum içinde böylesine yükselmesi, bölgenin beyaz zenginleri tarafından hoş karşılanmadı. Çeşitli baskılar sonucu aile topraklarını yitirdi ve Memphis’e göçtü.  Lewis Thomas 1890 yılında evlerinde kiracı olan bir diğer siyahi Frank Shelton tarafından öldürüldü. Babasının ölümünden sonra Frederick evden ayrıldı ve Chicago’ya geldi. Büyük bir otelde garson olarak çalışmaya başladı. 1893 yılında New York’a geçti. The Clarendon Hotel’de şef bell-boy oldu. Artık bu alanda oldukça ustalaşmıştı, ama gözü Atlantik’in ötesinde, Avrupa’daydı. O dönemde Amerika’ya göçmen akını gemilerle olduğundan, Avrupa’ya boş dönen gemilere bilet almak pek zor değildi. Frederick bu avantajı kullanarak Avrupa’ya geçti. 1895 yılında İngiltere üzerinden Paris’e geldi. Amerika’yla karşılaştırıldığında siyah olmanın sorunlarını hemen hiç yaşamadığı bu şehirde bulunmak Thomas için olağanüstü bir şeydi. Beş yıl boyunca Avrupa’nın büyük şehirlerini en güzel otellerde çalışarak gezdi: Ostend, Cannes, Cologne, Düsseldorf, Berlin, Leipzig, Monte Karlo, Milano, Venedik, Triesete, Viyana, Budapeşte… Bu süre içinde metrdotel seviyesine yükselmiş, kendini mesleğinde başarılı bir kişi olarak herkese kabul ettirmişti.

Rusya yılları

Thomas’ın 1899 yılında Budapeşte’den Rusya’nın kışlık başkenti Petersburg’a geçişiyle, yaşamında yeni bir dönem açılmış oldu. Önce Moskova’da bir lokantada garsonluk yaptı. 1903 yılında ise Moskova gece yaşamının en önemli mekanlarından olan Akvaryum’da (Aquarium) metrdotel olarak çalışmaya başladı. Özel yaşamında da değişiklikler oldu.1901 yılında Alman vatandaşı Hedwig Antonia Hahn ile evlendi, bir yıl sonra ilk çocukları Olga dünyaya geldi (onu 1906’da oğlu Mikhail, 1909’da ise kızı İrma takip edecek). 1907 yılında Moskova’nın en şık lokantası Yar Restaurant’da metrdotellliğe başladı. Giderek kentin gece yaşamının en önemli yöneticilerinden biri haline geldi. Bu restoranın aynı zamanda bir gece klübü haline gelmesini sağladı.

Thomas 1911 yılında atıl bir hale gelmiş olan Akvaryum’u iki ortağıyla birlikte işletmeye başladı. Kısa sürede mekanın asıl yöneticisi konumuna geldi. Güler yüzü, şık giysileriyle herkes tarafından tanınıyordu. Siyah derili olması burada özel bir anlam taşımıyordu. Zaten o yıllarda Rusya’da en çok bir düzine siyahi vardı. Thomas Avrupa’ya geziler yaparak sanatçılarla görüşüyor, onları Akvaryum’a getirerek program yaptırıyordu. Artık mekan Moskova’nın bir numaralı gece klübü haline gelmişti. Çeşitli müzikal gösteriler yanısıra 1912 yılında Amerika’nın siyahi ağırsiklet boks şampiyonu Jack Johnson’u da Rusya’ya getirdi ve gösteriler yaptırdı.
İki yıl sonra 1913’de eski bir tiyatrodan bozma Maksim’i açtı. Her iki mekanı da yönetmeye 1917’ye kadar devam etti ve bu girişimlerinden büyük miktarda para kazandı.

Thomas’ın kazandığı başarı Ekim Devrimi’yle bir anda sıfırlandı. Bolşevikler Akvaryum’u işgal ettiler, banka hesaplarına el konuldu. Thomas’ın daha yeni satın aldığı apartmanlar bloğu devletleştirildi. Bir süre önce gelişmelerden endişelenerek Odesa’ya göçmüş olan Thomas ve ailesi (üçüncü eşi Elvira ve üç oğlu) 1919 Nisan’ında tıka basa dolu bir gemiyle zor bir yolculuk yaparak sonunda İstanbul’a geldiler.

İstanbul yılları

Frederick Thomas İstanbul’da herşeye sıfırdan başlamak zorunda kaldı. Önce kenti ve gece yaşamını inceledi. İstanbul’un işgal yıllarıydı ve kentin eğlence yaşamında çok kozmopolit bir topluluk yer alıyordu. Doğu ve Batı beğenilerinin aynı Moskova’da olduğu gibi birarada yaşadığını gözlemledi. Bildiği yolda ilerlemek için ortaklar aradı. Geleli daha bir ay olmuştu ki, iki ortak bularak Şişli’de La Paix Hastanesi’nin yanında bir klüp açtı: “Anglo-American Garden Villa” ya da daha tanınan adıyla Stella Klübü… Ortakları İsviçreli Arthur Reyser Jr. ve İngiliz Bertha Proctor’du. Bertha’nın zaten kendi adını taşıyan bir barı vardı ve İngiliz-Amerikan çevresiyle içli dışlıydı.

24 Haziran 1919 tarihinde açılan Stella, aslında şehrin bir ucunda yer alıyordu. Şişli’ye gelen 10 numaralı tramvay hattı burada bitiyordu. Ama etrafında hiç bir yapı olmadığnıdan, bahçesinden tüm Boğaziçi seyredilebiliyordu. Stella birinci sınıf Rus-Fransız mutfağına sahip “bahçe restoran”ı, Amerikan barı, özel odaları, büyük dans pisti, çingene müzik topluluğu ve varyete numaralarıyla hemen popüler oldu. O yaz mekanın, 31 Ağustos tarihinde gazetelere verdiği bir ilan Türkiye’ye giren ilk caz topluluğuna da işaret ediyor: “İstanbul’da ilk kez bir Jazz-Band: Avrupa’da çok sansasyon yaratmış olan Mr. F.Miller ve Mr. Tom.” Asında bu ikili bildiğimiz caz topluğundan çok, o dönemde moda olan caz müziği parçalarını kullanarak dans ve komik gösteriler yapan bir topluluktu.

Yaz sonunda, Stella’nın bir bölümü kapatılarak “Kış Bahçesi” haline getirildi. Ama burası Thomas’ın özlemlerini karşılamak için çok küçük bir mekandı. Kış dönemi için yeni bir yer arayan Thomas, Pera’da Bursa Sokağı 40 numarada (eski adı Jockey Klüp olan) bir mekan açtı: The Royal Dancing Club. Burası üye olarak girilebilen ve esas kazancını üst katlarda kumar, özellikle de bakara oynanmasından kazanan bir yerdi. Alt kat ise özellikle caz çalınan bir müzik klübüydü. Thomas üyelerinin ünlü dans profesörlerinden bedava fokstrot, shimmy ve tango dersleri almasını bile sağlamıştı.

Yaz geldiğinde yeniden Stella öne çıktı. Mekanda Beyaz Rus kadınlar çalışıyor, güzellikleri ve zarafetleriyle kentin erkeklerini mekana çekiyorlardı. O dönemde moda olan tüm müzikler Stella’da kendine yer buluyordu. Tango, çigan, caz… Ünlü bir Rus Yahudisi olan şarkıcı Isa Kremer’in de 1920 Temmuz’unda burada sahneye çıktığını görüyoruz.

Ve Maksim açılıyor

Thomas yeni arayışlar peşindeydi. En sonunda 1921 yılı yaz bitiminde yeni bir yer buldu. Burası, Sıraselviler Caddesi’nin başında yer alan o dönemin en şık sinemalarından Majik’in bodrumuydu. Burada yüzlerce kişinin rahatça oturabileceği bir mekan inşa edildi. Dekorasyonda masraftan kaçınılmadı. Zengin görünümlü sütunlar, parlak metal ve ahşaptan yapılmıştı. Küçük bir sahnesi, dans pisti ve Amerikan barı vardı. Pencereler ve kapılar açıldığında, enfes Boğaz manzaralı bir teras bölümü karışımıza çıkıyordu. Thomas sonunda kış-yaz kullanılabilecek bir mekana kavuşmuştu, hem de şehrin nabzının attığı Taksim Meydanı’nın tam dibinde. Adını Rusya’daki klübünden taşıdı: Maxim… Ya da Türkçe okunuşuyla Maksim.

Maksim 22 Kasım 1921 tarihinde açıldı. Müşterileri Batı yaşamını seven Türkler, levantenler ve yabancılardı. Açılışın haftasında Thomas, tüm sezon için Amerikalı baterist Harry A. Carter ve topluluğu Shimmie Orkestra ile anlaştı. Maksim, Thomas’ın önceki mekanlarında olduğu gibi birinci sınıf mutfağı ve içkileri, güçlü caz müziği, güzel Rus kadın garsonları ve varyete gösterileriyle kentin en beğenilen gece klübü oldu. Maksim’in müşteri potansiyelinde önemli bir etken de, İstanbul’a gemiyle gelen Amerikan turistlerin mutlaka klübe uğramalarıydı. Hem kendi müziklerini, hem de oryantal şovları birarada bulabilecekleri bir mekandı burası…

1923 yılı 6 Ekim’inde Türk birlikleri İstanbul’a girdiler ve kentte yeni bir dönem başladı. Maksim’in müşterileri arasında işgal kuvvetlerinin subayları önemli bir yer tutuyordu. Ama yeni kurulan Cumhuriyet’in yüzünü batıya dönük tutması Thomas’ın müşteri sayısını ve itibarını koruması sağladı. Gerçi “Meni Müskirat Kanunu” nedeniyle içki yasağı bir süre korku yarattıysa da, 1924 Nisan’ında bu kanunun kaldırılmasıyla oteller, klüpler, gazinolar yeniden içki servisine başladılar. Aynı yılın yaz başlangıcında Thomas, Bebek’te deniz üzerinde yeni bir mekan açtı. Burada daha önce yer alan Le Moscovite adlı Rus lokantasını, La Potiniere (Dedikodu) adıyla açıkhava lokantası ve dansing olarak işletmeye başladı. Ama bu mekanı bir sezondan fazla çalıştıramadı.

Maksim ise popülerliğini koruyordu. Black Russian kitabında yer almayan bir ayrıntıyı da biz ekleyim. Haftalık Pıst dergisindeki ilanlara bakarak 1925 yılı başlarında Maksim’in repertuarı hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. 28 Şubat 1925 günü çıkan ilanda Maksim’de modern danslar icra eden Macar düo Maria ve Kovess’in sahne aldığını öğreniriz. 14 Mart’da ise tango kralı namıyla tanıtılan La Marquis de Viglia’nın Maksim kadrosunda yer aldığını görülüyor. 28 Mart programında ise Arap Büyüçüler (Magiciennes Arabie) dans topluluğu bulunmakta.

Yıldız Kumarhanesi ve Thomas

1925 sonbaharında Mario Serra adlı bir İtalyan, Yıldız Sarayı’nı kiralayarak burada bir kumarhane açma imtiyazını almıştı. Serra Türk hükümetine kira olarak yılda bugünün parasıyla 1 milyon dolar ödüyordu. Uzun hazırlıklardan sonra 26 Eylül 1926 tarihinde kumarhane açıldı. Burası sadece şık bir kumarhane değil, aynı zamanda dans salonları, barları, restoranlarıyla şehrin yeni çekim merkezi haline geldi. Thomas için zor günler başlıyordu. Öte yandan yeni gelen vergiler de belini bükmeye başlamıştı. Thomas, daha kumarhane açılmadan endişelenmeye başlamış ve  yeni bir girişim yaparak bu krizi atlatmaya çalışmıştı. Tarabya’da Villa Tom adıyla bir mekan açtı. Deniz üzerinde bir terası olan bu mekanda “Zenci Caz” (Negro Jazz) topluluğu çalıyor, çiçeklerle dolu bahçesinde özel geceler düzenleniyordu. Bu geceler Venedik Akşamı, Napoliten Programı, Çarliston Yarışması ve Canavar Matinesi gibi adlar taşıyordu. Gecenin bitiminde de havai fişek gösterisi düzenleniyordu. Önceleri büyük ilgi gören Villa Tom, bulunduğu yerin uzaklığı, gidip gelmenin uzun sürmesi gibi etkenler sonucu istenen başarıyı yakalayamadı. Thomas’ın mekana özel olarak yolcu taşıyan bir tekne tahsis etmesi bile sorunu çözmedi.

Yıldız Kumarhanesi’nin popülerliği ise günbegün artıyordu. 15 özel otomobil misafirleri kentten Yıldız’a taşıyordu. Özel gösteriler ve varyete programları da ilgi çekiciydi. Mevsimin ilk “gala’sı 18 Aralık 1926 tarihinde “Şemsiyeler Balosu” başlığıyla yapıldı. Thomas’ın müşterileri büyük bir hızla bu yeni zevk merkezine itibar etmeye başladılar.

Thomas’ın sonu

“Caz Öncesi Caz” başlıklı yazımda Willy Sperco’dan alıntı yaparak Thomas’ın son günlerini şöyle aktarmıştım: “Maksim’i yaratan altın kalple neşeli zenci, güleç Thomas, şen şakrak, muazzam bir lüks içinde güzel kadınlarının, çiçeklerin, kristallerin süslediği mükellef sofralarda, ellerinde deste deste banknotlar, etrafında köpük köpük şampanyalar akıp giderken, büyük bir sefalete düştü ve öldü.” Ama Vladimir Alexandrov’un The Black Russian kitabı esas etkenin Yıldız Kumarhanesi olduğunu apaçık ortaya koyuyor. Maksim’in hızla müşteri kaybetmesi, yeni mekanlarının tutmaması ve ağır vergiler Thomas’ın belini iyice bükmüştü. Artık borçlarını ödeyemez hale gelen Thomas, 1927 yılının Mayıs ayında Ankara’ya adeta kaçtı. Burada Mustafa Fehmi Beyle ortak olarak Çankaya yolunda yeni bir mekan açtı: Villa Can. Ama borçları peşini bırakmıyordu. Aynı yılın Ekim ayında tutuklandı. Borçları bugünün parasıyla 250.000 dolar kadar tutuyordu. Thomas’ın bırakın bu parayı ödemek, hapishanenin kötü karavanası yerine dışardan yemek getirtmek için bile parası yoktu. İstanbul’daki dostları ona yardım ederek bu tür güncel sorunlarını çözmeye çalıştılar. Bu arada karısı Elvira da çocukları bırakarak Avrupa’ya kaçmıştı.

İşin ilginç tarafı, Thomas’ı bu çıkmaz sokağa sürükleyen Yıldız Kumarhanesi de (içeriye giremeyen bir Türk subayının bu konuyu onur meselesi yaparak tabanca ile kapıda intihar etmesi sonucu) Eylül 1927 tarihinde kapatılmıştı. Ama artık iş işten geçmiş, Thomas batağın içine sürüklenmişti. Aynı yılın sonlarına doğru borçlarını kapatabilmesi için İstanbul’a getirildi. 22 Aralık tarihinde Maksim’i devretti, Artık mekan “Yeni Maksim” olarak anılacaktı. Bu devirden sağladığı parayla borçlarının bir bölümünü ödeyebildi. Tutukluluğu İstanbul’da Sultanahmet Cezaevi’nde devam eden Thomas, buradaki kötü yaşam koşullarından etkilendi ve hastalandı. Amerikan Konsolosluğu raporlarında Mayıs 1928’de bronşit olduğu, giderek bunun zatürreeye dönüştüğü kaydedilmiş. Hastalık iyice ilerleyince Pastör Fransız Hastanesi’ne kaldırıldı. Frederick Thomas 12 Haziran 1928 günü 55 yaşında öldü. Cenazesine katılan yaklaşık altmış kişi arasında oğulları, Maksim’de çalışmış bir siyahi Amerikalı olan Isaiah Thorne ve Bebek’teki ekibinden Mr. Berthet de vardı. Onu Feriköy’deki Katolik Latin mezarlığına gömdüler. Para bulanamadığından mezartaşı bile yapılamadı. Bir iki İngilizce gazete ardından İstanbul’un “caz kralı”nın öldüğünü yazdı…
Maksim’in ilk döneminin öyküsü böyle. Bizim bildiğimiz Maksim Gazinosu ise1959 yılından sonra Fahrettin Arslan’ın mekanı işletmesiyle başladı. Bu ise başka bir öykünün konusu…