22 Kasım 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


TELEFON REHBERLERİ TARİHİ
Geçen hafta bir akşamüstü eve geldiğimde, kapıya asılmış olan naylon torba içinde koca bir kitap buldum. Bu uzun süredir gündemimizde olmayan bir şey, yani bir telefon rehberiydi. Altın Rehber’den bu yana yirmi yılı aşkın bir süredir, telefon numaralarını biraraya getirmek görevini üstlenen bir yayın çıkmamıştı. Şimdilik İstanbul’u kapsayan Bravoo adlı bu rehberin gelecek yıl Ankara ve İzmir ciltlerinin de yayınlanacağını öğrendik. İşbu vesileyle telefon rehberleri tarihimize doğru bir zaman yolculuğu yapmayı düşündük.

Aslında İstanbul’un telefona kavuşması pek de kolay olmamıştı. İkinci Abdülhamit’in korkuları nedeniyle elektrik gibi telefonun da kent hudutlarına girişi oldukça gecikti. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra telefon konusundaki yasak kaldırılmış, fakat Posta ve Telgraf Nezareti, telefonu hükümet tekelinde kabul edip kimseye ruhsat vermemişti. Yapılan ilk çalışma, Meşrutiyet hükümetinin Fransa’dan ithal ettiği 50 hatlık bir santralın, yeni açılan Sirkeci’deki Büyük Postahane’ye monte edilmesidir. 1909 yılında kurulan bu santral, bakanlıklar ve diğer devlet daireleri arasında görüşme yapılmasını sağlıyordu. Herkesin kullanabileceği telefon santrallarının kurulması ise iki yıl sonra, yani 1911’de çıkarılan bir kanunla gerçekleşti. En uygun öneriyi getiren İngiliz işadamı Herbert Lows Webbe tarafından “Dersaadet Telefon Anonim Şirket-i Osmaniyesi” adlı şirket kuruldu. Daha sonra İstanbul Telefon Şirketi adını alacak olan bu kuruluşun ana sermayesi İngiliz, Fransız ve Amerikalı işadamlarına aitti. Kullanılan teknoloji Amerikan Western Electric markasını taşıyordu. Bu şirket Yeşilköy’den Rumeli Kavağı’na, Pendik’ten Anadolu Kavağı’na kadar telefon santral ve şebekelerini kurma ve işletme imtiyazına sahipti. Hemen çalışmalara baaşlayan şirket, 6400 hatlık Beyoğlu, 9600 hatlık Tahtakale ve 2000 hatlık Kadıköy santrallerini ancak üç yıl sonra, 28 Şubat 1914 tarihinde faaliyete geçirebildi.

Telefon rehberleri

Telefon tarihine dalarsak konuyu ekseninden iyice çıkarırız. Dönelim rehberlerin hikayesine. Telefon beraberinde önemli bir yayını (ve aynı zamanda bir reklam mecrasını) da getirdi: Telefon rehberi. PTT tarafından 1983 yılında yayınlanan son İstanbul Rehberi’nin kapağında “40. Baskı” olduğu yazar. Yani ilk çıkışından bu yana 40 kez genişletilmiş bir bilgi bankasından söz ediyoruz.

Görebildiğimiz en eski İstanbul Telefon Rehberi (daha doğrusu ‘kılavuzu’, çünkü ilk baskılarda ‘rehber’ yerine ‘kılavuz’ olarak adlandırılıyordu) 1916 tarihini taşıyor ve kapağında 5. baskı olduğu belirtiliyor. Şebekenin sadece bir yıl önce çalışmaya başladığını düşünürsek, bu kısa süre içinde beş baskı yapmasını, abone sayısının hızla artmasına ve rehberin aranan bir yayın haline gelmesine bağlayabiliriz. Sunuş yazısında, 1000’in üzerinde aboneye sahip olduğunu belirten İstanbul Telefon Şirketi, reklamlarla ilgili bilgi vermek için ayrı bir sayfa ayırmış. İki dilde yayınlanan 1916 rehberinde numara aralarında ‘verilecek’ küçük ilanlar dışında; tam, yarım ya da çeyrek sayfa ilanlar için ayrı bir tarife belirlenmiş. Buna göre iki dilde (yani iki ayrı bölümde birden) yayınlanacak tam sayfa bir ilan için 5 lira ödemek gerekiyor. Bu fiyat yarım sayfa için 3, çeyrek sayfa için ise 2 liraya düşüyor.

1932 yılında 19. baskısı yayınlanan İstanbul Telefon Rehberi artık iyice kalınlaşmıştır. Ne kadar güçlü bir olgu olduğunun farkında olan rehber, reklamlar açısından da önemli bir yayın olduğunu ispat etmek için büyük bir gayret içine girmiştir. Tam sayfa reklamlarla fikrini anlatmaya, bu konudaki gücünü kanıtlamaya çalışmaktadır. Örneğin bir sayfada “İşbu rehberde neşrettireceğiniz ilândan gayet iyi neticeler istihsal edeceksiniz,” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “İşbu satırları okunmakta bulunmaklığınız, ilânın neşrindeki kıymetin bir ispatı değil midir?”

Değineceğimiz son rehber ise dört yıl sonrasına, 1936 yılına ait. İstanbul Telefon Müdürlüğü tarafından yayınlanan bu kılavuz (adı nedense yeniden ‘kılavuz’a dönüştürülmüş) 22. baskı ibaresini taşıyor. Abone sayısının 11.000 civarında olduğu belirtildikten sonra, kılavuza verilecek ilanların önemi şöyle vurgulanıyor:
“Telefon Kılavuzu, reklam yaptırmak için en etkili vasıtalardan birini teşkil eder. Çünkü, bütün telefon abonelerine, şehirler ve milletler idarelerine dağıtılır. Her gün, her dakika abonelerin elinde bulunur. Her daim, yeni abonelere yollanmakta ve bu suretle yenisi basılıncaya kadar reklam itibariyle kıymeti her gün artmaktadır.”

Telefon rehberinin önemli bir bölümünü oluşturan sarı sayfaların ayrı bir mecra olarak değerlendirilmesine ise ancak 1960’lı yıllarda rastlıyoruz. Daha önceleri ‘Meslekler Fihristi’ olarak adlandırılan ve genellikle reklam içermeyen bu bölüm, 1960-61 yıllarında ‘sarı sayfalar’ olarak konumlanıyor. Sayfa başlarında, “Sarı sayfalarda reklamınız varsa sizi arayanlar çok olur’”, “Sarı sayfalarda reklamınız varsa müşterileriniz sizi unutmazlar,” türünden sloganlar bulunan bu sayfalar, bir reklam mecrası olarak değerlendirilmiştir. 1960 Rehberi, eski yıllara kıyasla, düzenlemesi ve baskı kalitesi gibi konularda da öncekilerden ayrılmaktadır.

1983 yılında yayınlanan son İstanbul Rehberi’nin 450.000 adet basıldığını düşünürsek, mecra olarak ne denli önem taşıdığını da vurgulamış oluruz. Telefonun insanlar arasında kurduğu ilişki, reklamverenin tüketiciyle kurmak istediği ilişki için de fırsat hazırlamaktaydı.
Telefon muaşereti
Telefon rehberleri sadece telefonları ve ilanları içermiyordu elbette. Telefonun yararları ve nasıl kullanılması gerektiğini öğretmek misyonunu da yüklenmişlerdi. Örneğin 1929 İstanbul Telefon Rehberi’nde yer alan bir ilan telefonun ne denli vazgeçilmez olduğunu kanıtlama görevini üstlenmişti. Polis, eczane, tiyatro, masa temini, bakkal, taksi, doktor ve yangın başlıklarıyla telefon etmenin neredeyse zorunlu olduğu alanlar ilanda resimlerle belirtiliyordu. İlanın metni de ilginç, dilini biraz güncelleştirerek aktarıyorum: “Telefon bugün uygarlığın en önemli aracıdır/ Daima emre amade bir yardımcıdır./ Evlerden yalnızlık veya uzaklık duygularını yok eder.”
Yine ilk dönemin rehberlerinde yer verilen önemli bir konu da telefonun nasıl kullanılacağı bilgileriydi. Bu bilgiler “çağıracağınız abonenin numarasını bulmak için daima rehbere başvurunuz” uyarısıyla başlıyor elbette. Sonra şöyle devam ediyor: “Mesela 24580 numarasını arayacağınızı farzedelim. Evvela ahizeyi yerinden kaldırarak kulağınıza götürünüz ve çevir sesini bekleyiniz. Bu sesi kulağınıza koyar koymaz hemen daima duyarsınız.” Duyunca ne yapacağız? “Ahize kulağınızda olduğu halde parmağınızı dairedeki 2 rakamının göründüğü deliğe sokarak, daireyi soldan sağa doğru döndürünüz. Dairenin dönmesi durunca siz de parmağınızı çıarırsınız. Yuvarlak kendiliğinden eski vaziyetine döner. “ Sonra tek tek numaraları nasıl döndüreceğinizi anlatan metin, “Çağrılan abone o sırada başkasıyla görüşmüyorsa ‘çıngırak çalıyor sesi’ni işiteceksiniz, bu ses abonenin çıngırağının çaalmakta olduğunu gösterir,” diyerek sürüyor.

Peki bunları anlatmak için eski telefon rehberleri nereden buluyorsun diye merak edeniniz olursa ona da cevap vereyim... Açıkçası eski telefon rehberlerini bulmak zor mesele. Milli kütüphanelerde pek bulunan bir nesne değil. Rahmetli Çelik Gülersoy vakti zamanında bunların önemini anlamış ve İstanbul Kütüphanesi’ne bulduğu bütün İstanbul rehberlerini aldırmıştı. Ama sonrası gelmedi tabii ki. Müzayedelerde arada sırada karşımıza çıkar, ama artık pahalı bir nesne haline gelmiş olarak... Hani bir hayırsever kuruluş çıksa da, bütün eski rehberleri bir araya getirse diyorum... Ama kim nasıl, nerede bulmuş ki böyle hayırseveri

19 Kasım 2008 Çarşamba

ARADA SIRADA


BRECHT ZAMANI. HEMEN ŞİMDİ!
11. Uluslararası İstanbul Bienali yaptığı toplantıyla, başlığını Türkçe’ye “İnsan Neyle Yaşar?” olarak çevrilen “Denn wovon lebt der Mensch?” adlı şarkıdan aldığını açıkladı. Bu şarkı Bertolt Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte tam 80 yıl önce yazdığı Üç Kuruşluk Opera adlı oyunun ikinci perdesinin kapanış parçası. Bienal’in küratörleri WHW (What, How & for Whom) tarafından bir tiyatro sahnesinde açıklanan (pardon sahnelenen) bienal ilkeleri bence şu anlama geliyor:

1. Hedef artık global bir olgu olan kapitalist sistemin ta kendisidir.

Bienal kreatörlerinin çıkış noktası olan Üç Kuruşluk Opera, Brecht’in yaşamında da özel bir dönemeçi işaret eder. Yakın dostu Hans Mayer’in açıklamalarına göre, Brecht Marksizmin kapitalizme yöneltiği eleştiriyi tam da bu oyunu yazdığı sırada, 1928 yılında ekonomi uzmanı ve toplumbilimci Fritz Sternberg’den öğrenmişti.

“Üç Kuruşluk Opera” aslında 1728 yılında John Gay tarafından yazılmış olan Dilencilerin Operası’ndan (Beggar’s Opera) esinlenir. John Gay İngiltere’de 1721 yılında iktidara gelen Robert Walpole hükümeti dönemindeki politik entrikaların, rüşvetin, yolsuzluğun kol gezdiği bir yozlaşma ortamını anlatıyordu. Eser opera adını taşıyordu ama aslında balladlar, sokak şarkıları söyleniyordu. Bu oyunun anlattıkları ve biçemi Brecht’in amaçlarıyla parallellik taşıyordu. Ama oyunu yeniden yazarken olayı 19. Yüzyıla, kapitalizmin gelişme dönemine taşıdı. Böylece hem gününün koşullarına, hem de John Gay’in oyununa karşı bir mesafe koymuş oluyordu.

Brecht “Üç Kuruşluk Opera”da kapitalizm koşullarında ayakta kalmanın ancak burjuva toplumunun kurallarını benimsiyerek mümkün olabileceğini anlatır. Bu kuralları benimsemek onları teşhir etmeyi de sağlar. Böylece bu düzenin ancak suç, ikiyüzlülük ve ahlaksızlık üstüne inşa edilebileceğini de anlarız. Oyunda karşımıza çıkan dilenciler, orospular, pezevenkler, gangsterler kapitalizmin gerçek oyuncularının mikro düzeyde temsilciliğini yaparlar. Operadan çıkarken bir kez daha anlarız ki, bu düzende toplumun üzerinde yükseldiği temel öge insan değil sadece ve sadece paradır.

Oyun 1928 yılında ilk kez sahnelendiğinde tutucu ve milliyetçi basın duruma hemen uyandı. Bu görüşlerin yayındaki gazeteler oyunu “politik dehşet balladı” olarak tanımladı ve acımasızca yargıladı. Daha sonraki sahnelenişlerinde ise nasyonal-sosyalist basın Brecht’i açıkça hedef olarak gösterecekti.

2. Yöntem için Brecht’in yaratıcı, eklektik ve oyunbaz kişiliğini örnek alabiliriz.

Brecht çıkış noktasında bir marksist olarak gözükse de, döneminin sosyalist gerçekçi akımlarının uzağında kalmayı becermiştir. Ama bundan çok daha önemli olan, düşüncesini anlatmak ve seyircisini etkilemek için gereken tüm malzemelere ve yöntemlere açık oluşudur. Bu sayede sosyalist düşünce ve tarih boyunca sanatın kullandığı bütün araçlar ilk kez yaratıcı bir düzlemde birleşme olanağı bulmuştur. Brechtyen bir sanat anlayışı, kullanabileceği tüm sanatsal araçlara açıktır ve bunları izleyicisini etkilemek için yeni bir sentez içinde sunar. Bu nedenle yenilikçidir, yaracıtıdır ve politiktir. Brecht kendi sanat anlayışını kurarken kolektif yaratıcılık, epik tiyatro, yabancılaştırma efekti, ironi, sokak şarkıcılığı gibi o güne kadar pek ortada gözükmeyen biçemlerden yararlandı. Sadece oyunlarıyla değil, faşizme karşı kaleme aldığı metinleriyle bile yepyeni bir yaklaşımı sanatın gündemine soktu. Bir sanatçının Brecht’ten öğreneceği çok şey olduğunu hiç bir zaman unutmamak gerekir. Dün, bugün ve daima...

3. Bu yaklaşımı hayata geçirmek için en doğru zamanda ve en doğru yerde duruyoruz.

Kapitalizmin 1929 yılından bu yana yaşadığı en büyük krizin tam ortasındayız. Gündüz uykusundan ister istemez uyanmak zorunda kaldık. Yaşadıklarımızın bir illüzyon olduğunu farketmek dışında bir şansımız yok. Kapitalizmin ideologlarının bile marksizmin ana kaynaklarından medet umduğu bir zaman dilimindeyiz. Komünist Manifesto yüzyılların ötesinden gelip yeniden gündemimize giriyor. İşsizlik, tüketim toplumunun açmazları, burjuva toplumunun insanlık dışı yöntemleri en açık biçimde karşımızda duruyor. Türkiye hem bu global çöküşün içinde yer alıyor, hem de kendi sorunlarıyla boğuşuyor. Yeni bir arayışın tam sırası. Siyasetin çıkmaz sokaklarda tutsak kalmasından sıkılmadınız mı? Milliyetci dindarlarla milliyetçi laikler arasında sıkışıp kalmaktan bunalmadınız mı? Öyleyse, “Üç Kuruşluk Opera”nın şarkılarını söylemenin tam zamanı. Kapanış şarkısının son dizelerini tekrarlayalım hep birlikte:
“Karanlığı ve büyük soğuğu düşünün
Büyük haydutlara karşı savaş açın şimdi...”

15 Kasım 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


GÜNDEMDE KARGA VAR!
Karga acayip gündemde! Önce Anadolu Hayat Emeklilik reklam filmiyle dikkatimizi çekti. Hatırlayacaksınız, bu filmde sonradan Atatürk olacak olan Mustafa, ekinlere musallat olan kargaları kovalamakta. Reha Erdem’in çektiği filmde kullanılan kargalar, Prag yakınlarındaki bir köyden getirilmiş. Ama daha önce Hollywood’a bile gönderilip Harry Potter filmlerinde oynamışlar. Kargadan çok birer azman kuzgun olan bu yetenekli sanatçılar filmde resmen rol çalıyorlardı... Hemen ardından Can Dündar’ın Mustafa filmi geldi. Afişlerde Mustafa’nın kargaları kovaladığı tarlada oturduğunu görüyoruz. Filmi görmedim ama, kargalar sahnesi öyle pek ahım şahım değilmiş. Sonradan animasyon olduklarını öğrenince keyfim kaçtı tabii. Derken bir de dedikodu sarmasın mı ortalığı...Daha vizyona girmemiş olan Gani Müjde’nin yönettiği Osmanlı Cumhuriyeti fgilminin başında da aynı sahne varmış. Yalnız burada Mustafa kargaları kovalarken ölüyor ve tarihin akışı da birden değişiyormuş! Atatürkçüler elbette buna çok kızdı. Gani Müjde de Atatürkçülüğüme söz ettirmem diye karşılarına çıktı. Atatürk bile anlardı buradaki espriyi, diye ekledi! Yani bu aralar kargalar acayip gündemde! Bu nedenle bilgilerimizi tazeleyelim dedik.

Karga dediğin bir geniş aile

Efendim, bizim “kargagiller” dediğimiz geniş ailenin Latince adı corvus. Kuş gözlemcilerine göre bu familyadan olup da Türkiye’de görebileceğimiz kargalar şunlarmış: Alakarga, saksağan, sarı gagalı dağ kargası, kırmızı gagalı dağ kargası, küçük karga, ekin (tarla) kargası, leş kargası, kuzgun.

Kitap Yaynevi’nden yayınlanmış olan Boria Sax’ın Toplumun Aynasında Karga adlı kitabı, bu ilginç kuş hakkında hazırlanmış en derli toplu kaynak. Kargaların tek eşliliği, zekası ve çeşitli kültürlerde nasıl tanındığı hakkında ayrıntılı bilgiler bulmak mümkün bu kitapta. Örneğin, bilimsel araştırmalar için gerçekleştirilen testlerin, kargaların alet yapımında şempanzelerden bile başarılı olduğunu ortaya çıkardığını buradan okudum. Oxford Üniversitesi’nin zooloji bölümünde incelenen Betty isimli bir Yeni Kaledonya kargas,ı sıradan telleri kullanarak kanca yapmayı başararak, şempanzelerin “en becerikli alet yapan hayvan” olma ününü tehlikeye sokmuş.
Kargaların alet kullanmanın yanısıra, alet yaratma konusunda da büyük bir yeteneğe sahip olduğunu gösteren deneyleri gerçekleştiren Jackie Chappell “bu kadar küçük bir beyne sahip bir yaratığın bu kadar becerikli olması inanılmaz derecede etkileyici” diyormuş.

Japonya’daki bazı kargalar ise cevizleri kırmak için çok zekice bir yol bulmuşlar. Cevizleri alıp havalanıyor, trafik lambasının ışığı kırmızı yanınca pike yapıp, cevizi ışıkta bekleyen bir arabanın tekerleği altına yerleştirip yeniden havalanıyorlarmış. Yeşil yandığında da kırılmış olan cevizleri bir güzel yiyorlar elbette. Benim bir gözlememi de aktarayım buraya. Kargalar, Cihangir ve Gümüşsuyu yöresinde kediler için sokağa bırakılan kuru mamaların kolay bir öğün olduğunu hemen keşfettiler. Kedileri kovmaya bile gerek duymadan sağa sola bakıp rahatça mideye indiriyorlar. Martılar ise daha yeni yeni keşfettiler aynı şeyi... Eh, o kadar fark olacak arada elbette.

Karga uğursuz mudur?

Karga hiç bir kültürde (Amerikan kızılderileri dışında) pek hayırla anılmaz. Efsanelerden edebiyata karga denildi mi, yanında ölüm ve günah da boy gösterir. En büyük suçları leş yemeleridir. Sanki insanlar biftekleri hayvanları öldürmeden yiyorlar! Çoğunlukla hırsızlık yapmakla suçlanırlar. Parlak nesnelere, mesela mücevherlere özel bir ilgi duyuyor ve bunları alıp yuvalarına götürüyorlarmış. Bence bunlar mutlaka dişi kargalardır. Bu nesnelere ilgi duymayan kadın var mıdır acaba? Sonra oyuncu, gürültücü, ağzı laf yapan ve hayırsız olarak anılırlar. Düşünürsek, bunların hepsi insanların da temel özellikleri arasındadır. Galiba insanlar kargayı kendilerine rakip olarak görüyor ve bundan korkuyorlar. Ne dersiniz?

Dilimize de yansımış karga düşmanlığı. “Besle kargayı oysun gözünü”den başlar deyimlerimizdeki karga lanetlemeleri, “karga ile gezen boka konar”a kadar uzanır. Kargaburun, kargacık burgacık, kargasekmez hep bu nefreti yansıtır sözcüklere.
Farsçadan gelen “zağzeban” sözcüğü de kara ağızlı, beddua edici anlamında kullanılır. Tabii “zağ”ın Farsça karga anlamına geldiğini de söylememiz gerekli.

En eski Türk destanlarından biri olan Er-Sogotoh Efsanesi’nde, öykünün kahramanı, cehennem zebanisinin başını kesip paramparça eder. Yalnız kalbinin bir ucu kalır ortada. O da bir karga olup uçar... Yani karga şeytanın kalbinden doğmadır demeye getiriyor! Dinler de sevmez kargayı. Eski Ahit’den beri sürer bu nefret. Habil kardeşi Kabil’i öldürdükten sonra, gömmeyi bilmediği için cesedini ortada bırakır. Ne de olsa yeryüzünün ilk ölüsüdür Habil. Allah Kabil’e rehber olması için iki karga yollar. Bu iki karga kavga ederler ve bu kavga birinin ölümüyle sonuçlanır. Hayatta kalan karga gagasıyla toprağı eşeleyerek bir çukur açar ve ölen kargayı buraya iterek üzerini toprakla örter. Bunu gören Kabil çok içerler ve bir karga kadar akıllı olup kardeşinin ölüsünü gömmeyi düşünemediği için kendini suçlar. İncil’de ise Nuhu’un tufandan sonra karayı bulması için ilk gönderdiği kuşun karga olduğu yazılıdır. Ama karga yiyecek bulunca geri dönmez. Bulduğum kime yeter ki, diye düşünmüştür zavallı. Bu nedenle Nuh ardından güverciin yollar. Sadık kuşumuz sahibine dönerek haber verir. Hazreti Muhammet’in hadislerinden birinde ise öldürülmesi günah olmayan beş hayvandan birinin karga olduğunu (diğerleri çaylak, fare, yılan ve kuduz köpektir) hatırlatmadan geçemeyelim.

Folklor alanında da yaklaşım farklı değil elbette. Ama Orhan Şaik Gökyay’ın aktardığı farklı bir uygulama dikkat çekici . Buna göre Kastamonu’da vakti zamanında karga beslemek yaygın bir gelenekmiş. Şöyle anlatıyor Gökyay: “Karga yavru iken yakalanır, ele alıştırılır, gençler kargalarını alarak kırlara çıkarlar, onları uçururlar ve sonra ‘gelive! goluma gonuve!’ diye çağırırlardı. Ya da ıslıkla onları geri getirirlerdi. Karga, tâ anaçlaşıp eş arayacak zamana gelinceye dek sahibinden ayrılmazdı. Bir de alakarga vardı ki, bunun dilinin altını keserler, ona birkaç kelime söylemesini öğretirlerdi.”

Karga edebiyatı

Edebiyat dedin mi bizim hafızamızda karga faslı Ezop’tan başlar. “Karga ile Tilki” öyküsünü bilirsiniz elbette. Aslında karga milletini aldatmak hiç de böylesine kolay değildir ama masal deyip geçelim. Edgar Allan Poe’nun “Kuzgun” şiiri ise yazarı ile özdeşleşmiştir. Toplu Eserler’inin kapağında Poe ile kuzgunu yanyana poz verirler. Dünyayı bırakıp bizim memlekete gelirsek öyle pek verimli bir manzara çıkmaz karşımıza. Divan edebiyatında kargalar pislik ve kötülük anlatmak için kullanılır. Bütün kötü benzetmeler karga üzerinden yapılır.

Yakın dönem edebiyatında gözümüze çarpan bir iki örnek oldu. Tahsin Yücel’in Düşlerin Ölümü kitabındaki “Erdemli Kargalar”ı konuşur ve insanlık hakkında öğütler verirler. Mahmut Özay’ın “Karga,” adlı öyküsü ise bir kasabadaki karga düşmanlığını konu edinir. İlçe Ziraat Komisyonu son zamanlarda çok çoğaldıkları için ekinlere zarar veren kargalara karşı mücadele başlatıldığını, her ailenin on beş gün içinde iki karga başı getirmezse beşer lira ceza ödeyeceğini açıklar. Nejat Gülen ise “Ben Deli miyim?” öyküsünde Heybeliada’nın kargalarını anlatır. Adanın artık azalmış olan kargaları hakkında önemli gözlemler aktarır bize:

“Akşam oldu mu, gün batarken, bir hüzünle beraber gökyüzünü kaplarlardı. Adanın kuzey yönündeki çamlara inerlerlerse gecelemek için, hava lodos olacaktır, güneye konarlarsa poyraz. Kargalar bilir. Kümeler halinde konarlar ağaçlara, sonra çevreye tek tek nöbetçiler yerleştirirler; biri geliyorsa ormanda, nöbetçi acı acı bağırır, hepsi dikkat kesilirler, tehlikeliyse gelen, nöbetçi anlar, çok daha acı gaklar; sürü horr!.. Kalkar ağaçlardan döner döner havada, uzaklara konar.” Ardından daha önemli bir saptama: “Karga nerede zarar veriyorsa, orada gecelemez. Adanın kargaları denizi aşar Maltepe, Bostancı, Yakacık, karşı sahilde beselenir, geceleyin yatmağa gelir.”

Ahmet Haşim ise bir yazısında kargalara olan nefretini kusar. Her sabah kendini uyandıran karga seslerinden bıkmıştır: “Sanki binlerce makas, semaların laciverdisini doğramak için mütemadiyen açılıp kapanarak, havada cehennemi bir gürültü ile şakırdıyor!” Kargaları insanlığın düşmanlarından ilan ediyor ama, “serçe gibi zayıf bir hasımla döğüşmediğimizi” de bilmeliyiz dedikten sonra devam ediyor:
“İzdivacı insanlardan daha iyi tatbik eden ve şammesi [koku yeteneği] köpeklerden bin kere daha kuvvetli olan bu et yiyici kuş, bir sopayı bir tüfekten ayırmak hususunda en seri bir anlayış kabiliyeti gösteren sayılı kanatlı hayvanlardan biridir.” Ardından ekliyor, “Çoğumuzdan akıllı olan bu çelikten dökülmüş zeki kuşla uğraaşmak için avcı tüfeği değil, mitralyöz lâzım!”

Tam bu yazıyı noktalayacakken Pandora’nın yeni kitaplar bölümünde Taylan Kara imzalı bir kitap görüverdim: Poe’nun Kuzgunu. İnceleme değil bir roman bu. Kuzgun ve Poe kiltürünü zemin olarak kullanan başarılı bir çalışma. Daha yeni başlamama karşın hemen sardı... Bir yerde kuzgunu şöyle anlatıyor: “Bedeninin her yerini kaplayan simsiyah tüyleri, gecenin karanlığıyla birbirine karışıyor, kuzgunun bedeninin hatları, gecenin her yeri kaplayan karanlık gövdesi ile bütünleşiyordu. Bu kuşun gövdesi, geceyle birlikte pencerenin bütün görüş alanını kaplamış, gözleri dışındaki her noktayı, gecenin ve kuzgunun tüylerinin ortaklaşa yarattıkları koyuluğa boğmuştu.” Roman ilerleyen sayfalarında dev bir kuzgun heykelinin simgelediği Corvus medeniyetini de öyküsüne katıyor. Ama şimdilik bu kadar söz edebiliyorum.

Karganın kılavuzluğu

Yazımızın bütününden anlaşılacağı üzere karga pek hayırla anılmayan bir kuş olmuş. Bizim memlekette de karga böyle kış kış kovalanırken, onun değerini anlayanlar da olmuş elbette. “Kılavuzu karga olanın,” deyişine aldırmamışlar belli ki. Adını kargayla bütünleştirmiş bir rock bar var örneğin Kadıköy’de. Karga Bar, çıkardığı dergiyle de karga imgelerini yaymaya devam ediyor. Öte yandan Bozcaada’da üslenmiş bir şarap markası da adını Latincesi olsa kargadan almış: Corvus. Kendilerini tanıtan metin şöyle başlıyor: “Bu büyük düş, bir karganın kanadında geldi ve bu karga bize kılavuzluk etti.” Malum, Bozcaada’nın tarlaları karga dolu binlerce yıldır. Kargalara övgü düzüyor Corvus: “O her geçen gün daha yükseklere kanat çırparken, adanın 3000 yıllık tarihini tekrar okutacak ve Corvus şaraplarını dünyaya duyuracak. Ve işte o zaman kanatlarının arasında getirdiği düş gerçekleşmiş olacak.” Corvus logo olarak kargayı seçmekle kalmamış bir şarabının adını da “Karga” koymuş. Ahde vefa dediğin böyle olur!

Kargadan feyz alan bir de yayınevimiz var. Metis adının mitolojik öyküsünün pek ilgisi yok bizim kuşla. Belki Metis sözcüğünün anlamları arasında yer alan kurnazlık ve bilgelik sıfatları biraz uyar kargaya. Hatta “”hiç kimsenin tapınmadığı tanrısal varlık” benzetmesi de yakışır. Şu veya bu nedenle karganın akıllı ve sıradışı varlığı logolarına ışık tutmuş. Yıllar önce Metis kurulurken ortaklardan biri gözlüklü bir karga çizivermiş. Bugüne kadar güzel kitaplar yayınlanmasına ışık tutan bu sevimli yaratığın çizeri kim biliyor musunuz? Yazımızın başında söz ettiğimiz Anadolu Hayat reklam filmini çeken yönetmen. Yani Reha Erdem. Karga labirentinin öteki ucuna da böylece ulaşmış oluyoruz işte. Ötesine geçmek sizin becerinize kalmış...

KAYNAKÇA

Boria Sax, Toplumun Aynasında Karga, Kitap Yayınevi, İstanbul 2006
Deniz Gezgin, Hayvan Mitosları, Sel Yayıncılık, İstanbul 2007
Dr. Bahaettin Ögel, Türk Mitolojisi, Ankara 1971
Prof. Dr. L. Sami Akalın, Türk Folklorunda Kuşlar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1993
Ahmet Haşim, Bütün Eserleri II: Bize Göre/ İkdam’daki Diğer Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul 1991
Tahsin Yücel, Düşlerin Ölümü, Ataç Kitabevi yayını, İstanbul 1958
Mahmut Özay, Yorgo, Yeditepe Yayınları, İstanbul 1966
Nejat Gülen, Heybelide Yaz Sonu, Engül Yayın, İstanbul 1984
Taylan Kara, Poe’nun Kuzgunu, Hayal Yayıncılık, Ankara 2008


EKLER

PRAG KÖYÜNDEN GELEN KARGALAR

“Anadolu Hayat Emeklilik” reklam filminin yapımcısı Ömer Atay anlatıyor:

“Bu senaryoyu ilk gördüğümüzde kargaların büyük bir problem olacağını düşündük. Düşündüğümüz her şey oldu. Daha önceden tecrübeli olduğumuz hayvanlarla (köpek, at, kedi, martı ve bilumum kuş) ilgilenen arkadaşımız şurdan iki karga buluveririz dedi. İçimizden güldük tabi. Karga bu, kolay mı? Karga bir kabadayı, karga bir efe...

Başladık dünyayı araştırmaya, Fransa, İngiltere, Amerika. İngiltere’den gelen cevap bizim için ok’di. İngiltereye ok dedik ve üç ay dediler. Böyle bir zamanımız yoktu. Tekrardan başladık araştırmaya. Prag’ın dışında yaşayan, kendini hayvanlara adamış, kışın kızını okula geyiklerle yollayan bir adamla tanıştık. Kargaları getirmek kolaydı ama çıkartmak çok zordu. Bunun için altı hafta beklemek zorunda kaldık.

Kargalar gelmeden ön bilgileri geldi. Kargaların yanında sessiz olunacak ve yemek yenmeyecekti. Beş karga beş kocaman kafeste geldi. Adamlar kargalara ne isterlerse yaptırıyorlardı. Tekrar, tekrar, tekrar, tekrar… İki gün boyunca defalarca çektik. Post prodüksiyona filmin sonu için girdik.


KARGALI ŞARKILAR

Müzikte kargalarla en çok ilgilenen elbette rock müziği olmuş. Ne de olsa siyah renkli bir akrabalık ilişkileri var. Adını kargalardan alan bir çok topluluk var. Ama bunları bir kenara bırakalım şimdilik. Şarkılara baktığımızda blueslardan başlayarak bugüne uzanan, Poe şiirlerinden ilham alan onlarca şarkı sıralayabiliriz bir solukta. İşte küçük bir liste:
Washboard Sam, Flying Crow Blues
Dan Fogelberg, As The Raven Flies
Joni Mitchell, Black Crow
Bob Dylan, Black Crow Blues
Nick Cave, Black Crow King
Devendra Banhart, Cripple Crow
Shellac, Crow
Ry Cooder, Crow Black Chicken
Incubus, A Crow Left of the Murder
Tom Paxton, The Crow That Wanted to Sing
Lou Reed, The Raven
Captain Beefheart,Ice Cream for Crow

9 Kasım 2008 Pazar

MÜZİK YAZILARI


SCREAMING JAY HAWKINS
"Rock'n Roll'un Palyaço Prensi"
Evet, I Put A Spell On You şarkısını yazan adam bu... Çılgın, yüz suratlı, vahşi adam. Rock'n'roll'un palyaço prensi, karanlıkların şövalyesi, Voodoo Guru'su (The Guru of Voodoo). İlginizi çekmeye başladı mı?

Hawkins eskiden boksörmüş. Sahne şovlarında sık başvurduğu ayak oyunlarını ringlerden taşımış belli ki. Albüm kapaklarında boynunda yapma bir yılan, burnunda kemikler, bir elinde asa, diğerinde ise kuru kafa ile görürüz onu. Üstünde Afrika desenli, kitch sahne giysileri. "Ben şarkı söylemem, onları bozarım. Sahnede mümkün olmayan şeyleri yapmaya çalışırım. Bundan da hep iyi sonuçlar alırım," diyor. Adamımızın sahne şovlarından etkilenen isimlerin başında Arthur Brown, Lord Sutch, heavy metalin baba isimleri Alice Copeer, Ozzy Osborne (Black Sabbath) olduğunu biliyoruz. Ayrıca funk müziğin gurusu George Clinton ve diğer flaş ismi Bootsy Collins, Hawkins'in sahne performansları ve giyiminden ciddi biçimde feyz almışlar. Bir yerlerde yazmıyor ama Sly Stone ve James Brown da şu ya da bu kadar Hawkins'den etkilenmişlerdir diye düşünmeden edemedim...

Bu çılgın adam garip şarkılar uzmanı. Hawkins parçalarına Alligator Wine, Mosquito Pay, yani timsah şarabı, sivrisinek pastası gibi garip isimler koyar zaman zaman. Bu konuda şöyle diyor: “Eczanelere giderim. Orada doğal ilaçlara bakarım, isimlerini incelerim. Etnik restoranlara gider, menüleri alırım. Sonra önüme koyar, ilginç isimler bulmak için bunları kullanırım.” “What That Is?” albümünde ise acıları anlatıyor. Yorgunluk, yalnızlık, aşk, aldatılmak, hayal kırıklığı, dinsel acılar, mide fesadı, deri yüzülmesi ve hatta kabızlık. " Constipation Blues/ Kabızlık Bluesu şarkısının öyküsü ise şöyle. Hawkins, hayatında hiç kabızlık çekmemiş aslında. En acı verici durumlardan biri olduğunu düşündüğü işbu kabızlık olayını daha iyi anlatabilmek için beş saat kadar, çok afedersiniz tuvalette oturmuş ve sonuçsuz bir şekilde ıkınmış, ıkınmış. Böylece kabızlığın yarattığı her acı anını da fiilen yaşamış. Bir yandan da tuvalet kağıdına notlar almış. Sonra bunları müziğe dökmüş.

Screaming Jay Hawkins 2000 yılında yetmiş yaşlarında iken öldüğünde arkasında inanılmaz bir efsane daha bıraktı. En az 75 çocuğu olduğu söyleniyordu. Bu muhtemel çocuklar birbirini bulmaya çalıştılar. 57’sine ulaşıldığı bir yerlerde yazıyor. Hatta bir de belgesel çekilmiş bu konuda: 57 Screaming Kids! Daha sonra ipin ucunu bıraktım. Belli ki adam hiç durmadan çalışmış da çalışmış! Onu görmek isterseniz Jim Jarmush’un "Mystery Train"ini seyredin. Evet otelin resepsiyonunda suratında bir tek hat oynamadan duran, az ve öz konuşan (ki bu durumun Hawkins’in oynak ve geveze üslubunun tam tersi olduğunu da ekleyelim) kaytan bıyıklı siyah adam bizzat kendisidir.

Bu yazı bu ay çıkan Bant dergisinin 50. sayısında yayınlanmıştır.

1 Kasım 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


KİTAP PEŞİNDE SEKSEN YIL
TÜrkiye'nin ilk kitap sergileri
Tam 27 yıldır okuyucular, yazarlar, çizerler olarak TÜYAP kitap fuarlarıyla içiçe yaşıyoruz. Bu yılın Kitap Fuarı’nın açılışıyla birlikte, çok daha eski yıllara dönüp, kitap fuarcılığının tarihine göz atsak nasıl olur diye düşündük...

Bu yılın büyük bir bölümü TÜYAP için hazırladığım “Türiye Sergiler ve Fuarlar Tarihi” adlı kitabın çalışmaları ile geçti. Kitap yıl sonuna doğru yayınlanacak. Çalışmalara başlarken Deniz Kavukçuoğlu, kitap fuarlarının da tarihini araştır, demesin mi... Benim bildiğim kadarıyla bu işin tarihi TÜYAP’la başlıyordu. Ama Deniz ısrar etti, 1930’larda da bir şeyler varmış, bir bak bakalım diye zorladı. Hadi bakalım, otuzlu yılları ara tara, önce hiç bir şey bulamadım. Ama sonra bir gazete haberi, bir fotoğraf, bir broşür derken, inanılmaz bir şey oldu. Evet, her şey gibi,kitap fuarlarının de bir tarihçesi vardı, hem de seksen yıl kadar öncesine uzanıyordu.

Bir öncü: Selim Nüzhet Gerçek

Yaptığımız araştırmalar gösterdi ki Türkiye’de düzenlenen ilk kitap sergisi, 1929 yılında Türk Ocağı tarafından açılan “Türk Matbaacılığının İkiyüzüncü Yıldönümü” adlı bir sergi. Serginin düzenleyicisi (ve kitap sergileri konusunda o dönemin en önemli uzmanı) Selim Nüzhet Gerçek, bu sergi için Türkiye ilk basılan 23 kitabı ve ilk matbaamıza dair bazı belgeleri bir araya getirmişti. Yeni Türk harflerile basılan ilk kitaplar için de özel bir köşe düzenlenmişti.

Bu elbette küçük bir sergi, belki de “sergicik”ti. Bu nedenle Selim Nüzhet Gerçek’in 1932 yılında İstanbul Halkevi adına açtığı “Kitap Panayırı”nı milat olarak almamız galiba daha doğru olacak. İstanbul Darülfünunu [Üniversitesi] meydanında açılan sergi yirmi pavyondan oluşuyordu. Dört gün süren kitap sergisinde yayınlar yüzde on indirimle satılıyordu. Selim Nüzhet bu sergi için şu değerlendirmeyi yapar: “Yurdumuzda ilk defa olarak böyle bir şeye teşebbüs ediliyordu. Orasının [Üniversite Meydanı’nın] bugünkü gibi ağaçlı olmaması yüzünden gözü kamaştıran güneşe mukabil, bereket versin, teşhir edilen kitaplar da gözü kamaştıracak mahiyette idi. İstanbul halkı ilk defa olarak kitabı bir vitrin arkasında değil, karşısında elinin altında gördü. Halk bu suretle kitabı benimsedi, bol bol satın aldı.”

Bir yıl sonra, 1933 yılında kitap sergisi düzenleme nöbeti Ankara’ya geçti. İsmet Paşa Kız Enstitüsü ile Ticaret Lisesi mekanlarında Maarif Vekaleti tarafından bir “Maarif Sergisi” açıldı. Bu sergi kapsamında Ticaret Lisesi Bahçesi’nde bir de Kitap Panayırı düzenlendi. Maarif Sergisi Rehberi’nde bu panayıra şöyle değiniliyor: “Türk Milletini yeni bir nur alemine götüren Türk harfleri ile beş sene içinde memleketimizde çıkan eserleri görmek için Ticaret Lisesi bahçesinde açılan bu panayırı da geziniz. Kitap Panayırında yüzde on eksik fiatla satış yapılmaktadır.”

Beyoğlu Halkevi kitap sergileri

İstanbul’daki Halkevleri yeni bir kitap sergisinin açılması gayretini nedense 1938 yılını ertelemişti. 15 Ocak 1938 tarihinde Beyoğlu Halkevi tarafından açılan Kitap Sergisi 1936 ve 1937 yıllarına ait kitapları bir araya getirir. İstanbul’daki 12 yayınevinin ve kitaplarını kendi çabalarıyla bastıran bazı yazarların katıldığı sergide yaklaşık olarak 500 kitap sergilenir. Bu kitaplar sergi süresince yüzde yirmi indirimle satılır. 1 Ocak 1939 tarihinde Beyoğlu Halkevi’nde açılan ‘İkinci Kitap Sergisi’nde ise 1938 yılında yayımlanan kitaplar toplu halde sunulur. Cumhuriyet’in haberine göre sergide teşhir edilen kitap sayısı gene 500 dolayındadır. Gazete bu kitapların niteliği hakkında da istatistiki bilgiler veriyor: 17 kitap Atatürk konulu, 90’ı sosyal, iktisadi ve hukuki, 120’si hikaye ve roman, 40’ı da çeşitli konulardadır. Kitapların 75’i çeviridir. Sergideki kitaplar Halkevleri, Vilayetler ve CHP Genel Sekreterliği’nden sağlanmıştır. Ayrıca yayınevleri ve kuruluşlar da kitaplar yollamıştır. Bir hafta açık kalacak olan sergide kitaplar yüzde 20 indirimle satılmaktadır. Beyoğlu Halkevi’nin hazırladığı kitap sergilerinin, daha sonraki yıllarda da açıldığını biliyoruz. 1939 yılında açılmayan sergi 1940 ve 1941 yıllarında Ocak ayında tekrarlanır.

Yurt dışına taşınan kitap sergiciliği alanında ise bir ilk olarak, 1937 yılında Atina’da açılan Türk Kitap Sergisi’ni gösterebiliriz. Bu çalışmanın da sahibi olan Selim Nüzhet Gerçek anlatıyor: “Tuttuğum yol dünü ve bugünü mukayese ettirebilmek için teşhir edilen basmaların ilkini ve sonuncusunu birlikte göstermekti. İlk kitapları bugünün kitapları ile, ilk gazeteleri bugünün gazeteleri ile mukayese, aradaki devir farkını hesaba katmak şartile de, meraklılar için çok cazip oluyordu. Serginin ehemmiyeti ve gördüğü rağbet hakkında kısaca bir fikir verebilmek üzere küşat [açılış] merasimini bizzat kıralın yaptığını, müteveffa Metaksas’ın bir saate yakın bir zamanını sergiyi ziyarete hasrettiğini söylemek kifayet eder.” Aynı sergi daha sonra Belgrad’a da götürülür ve İsmet İnönü’nün ve Romanya Kralının katılımıyla açılır.

On Yıllık Neşriyat Sergisi

1939 yılında ise, Hasan Âli Yücel’in Maarif Vekilliği döneminde açılan Birinci Türk Neşriyat Kongresi, beraberinde bir de “On Yıllık Neşriyat Sergisi” düzenleyerek konumuz açısından önemli bir olayın gerçekleşmesini sağlar. “Neşriyat Sergisi” 1 Mayıs 1939’da, Kongre başlamadan bir gün önce Ankara Sergievi’nde açılır. Kongre’nin 2 Mayıs günü yapılan resmi açılışında ise Başvekil Dr. Refik Saydam’ın açış konuşmasından sonra söz alan Hasan Âli Yücel şunları söyler: “Neşriyat işlerinde de tam demokrat bir ruh ve tam realist bir düşünce ile çalışmak ancak cumhuriyet rejiminde kabil olabilmiştir. Cumhuriyet tarihindedir ki, bir taraftan bütün devlet organlarıyla kuvvetli bir neşriyat hareketine girişilmiş, diğer taraftan hususi basım ve yayın kurumlarının emeklerine imkân nispetinde iştirak edilmiş ve çalışmaları böylece takviye olunmuştur. Dün ziyaret ettiğimiz On Yıllık Türk Neşriyat Sergisi bunun canlı bir delilidir. Bu yolda atılmış en müsbet ve inkılapçı adımın Latin esasından alınmış Türk harflerini kabul etmemiz olduğunda bir an bile tereddüt edilemez."

“On Yıllık Neşriyat Sergisi” Cumhuriyet tarihinin o güne kadar açılan en kapsamlı kitap sergisi kimliğini de taşımaktadır. Sergiye katılan yayımcılar ve kitapçılar şunlardır: Maarif Vekaleti, İstanbul Üniversitesi, Ahmet Halid Kütüphanesi, Akşam Matbaası, Âsarı İslâmiye Kütüphanesi, Cihan Kitabevi, Cumhuriyet Kitaphanesi, Cumhuriyet Matbaası, Çığır Kitabevi, Etiman Kitabevi, Hilmi Kitabevi, İkbal Kitabevi, İnkilâp Kitabevi, Kanaat Kitabevi, Remzi Kitabevi, Resimli Ay Matbaası, Semih Lûtfi Kitabevi, Tanevi, Tefeyyüz Kütüphanesi, Türkiye Matbaası, Ülkü Basımevi, Üniversite Kitabevi, Vakit Kitabevi, Yedi Gün Neşriyatı.

Sergiye paralel olarak Maarif Vekaleti tarafından sergilenen kitapları yayınevleri esasına göre bir araya getiren bir de katalog yayımlandı. Neşriyat Sergisi, Mayıs ayında Sergievi’nde kamuoyuna sunulduktan sonra, 22 Temmuz-9 Ağustos 1939 tarihleri arasında On Birinci Yerli Mallar Sergisi kapsamında İstanbul’a taşındı. Ardından 20 Ağustos-20 Eylül tarihlerinde de İzmir Enternasyonal Fuarı’na götürüldü. Hazırlanan katalog, bu iki mekân için ve özel kapaklarla yeniden basıldı.

Kitap Sergileri’nin tek parti yönetimine denk düşen ilk dönem tarihi kısaca böyle. Gerçek kitap sergilerinin yapılabilmesi için uzun yılların geçmesini beklemek zorundayız. Belki de TÜYAP’ın kurulup bu alana el atmasını...

31 Ekim 2008 Cuma

King Kong'un yeni maceraları: ORYANTALİZM


Önümüzdeki hafta cuma günü (7 Kasım) Beşiktaş'ta Misket Şarapevi'nde ORYANTALİZM başlığı altında yeni bir müzik dinletisi yapacağız.

Pekii neler çalacağız? Doğu ritmleri olan her şey. Mesela Natacha Atlas, Hüsnü Şenlendirici, Koçani Orkestar, Nedim Nalbantoğlu, Kultur Shock, Dario Moreno, Asian Dub Foundation, Baba Zula, Transglobal Underground, Ofra Haza, Oojami, Taraf dde Haidouks, Brooklyn Funk Essentials, Replikas, Eartha Kitt, Smadj, Shantel, Kırıka, Dengue Fever, Yasmin Levy, Miss Platnum, Talvin Singh....

Daha pop bir şeyler isteyenler için Murat Meriç’in de takviyesini aldık. Türk popunda oryantal ritmlerden örnekler getirecek. Gecenin bir vakti Türk-İş Funk, King Kong'un yaşama alanında icrayı sanat eyleyecek., Başına geleceklerden sorumli değilim...

Bu gecenin bir diğer özelliği de İsveç’te yaşayan kardeşim Hakan’ın ve eşi Leyla’nın burada olduğu günlere rastgelmesi. Bak şu tesadüfe... Hani onları da görmek isteyen ortak arkadaşlarmız olur diye hatırlatayım dedim...

Gecenin özeti: Kıvır kıvır kıvrılasın, bürüm bürüm bürülesin.... Göbek ata ata ölesin...
Tüm şoparlar buyrun misket oynamaya!

29 Ekim 2008 Çarşamba

PAZAR YAZILARI


MAVİ GÖZLÜ DEV VE TOSCA
Bu son pazar yazısı. Çünkü pazar günleri bu yazıları Star gazetesinde yayınlıyor, sonra buraya alıyordum. Ama kriz dediler, gazeteyle ilişkimi kestiler. Lakin elbette yazacağımız başka yerler de vardır evvelallah! Başlık niye değişti diye merak eden olursa diye bu not, yanlış anlamayın...

Yapı Kredi Yayınları, Nazım Hikmet ve “Tosca”sı Semiha Berksoy adlı bir kitap yayınladı. Bu iki ünlü isim arasındaki mektuplaşmaları bir araya getiren kitap dolayısıyla, Semiha Berksoy’la ilgili anılarımıza hızla göz atıyoruz....

Semiha Berksoy’u ilk kez ne zaman keyfetmiştim acaba? Belki televizyonda gösterilen eski bir Muhsin Ertuğrul filminde söylediği “Ben bir feministim,” adlı şarkısında. Onunla tanışmam da yine bir eski film sayesinde oldu. Türk sinema tarihinin fazla girilmemiş köşelerine burnumu sokarken... İlk sesli filmimiz “İstanbul Sokaklarında” üzerine bir yazı hazırlıyordum. Elimizde tek bir sahnesi kalmamış olan 1931 tarihli bu filmin “güzel ses”i Semiha Berksoy’du. Aradan elli yılı aşkın bir süre geçmiş, acaba ne hatırlıyordur ki, diye ümitsizce düşündüm. İzini bulup bir randevu kopardım. Elinde bir tomar belge ile geldi. Film sırasında tuttuğu günlükler, mektuplar ve eski fotoğraflarla! Yazım ete kemiği büründü. Filmin sesli sahneleri Paris’te çekilmişti. Marsilya’ya kadar vapurla gitmişti ekip. Yolculuğun ayrıntıları vardı ailesine yolladığı eski bir mektupta. Kısa bir alıntı yapalım:

“Dün akşam Messina Boğazı’ ndan geçerken, vapurumuzda birinci mevkide bir balo vardı. Bizleri davet ettiler. Sesimi şarkı söylerken, egzersiz yaparken herkes işitiyormuş. Bana baloda ısrar ettiler, mükemmel cazband vardı. Dans durdu. Balo halkı zengin milyoner Amerikalılar, Holivud’a giden seyyahlar. Türklerden Mazhar Osman ve karısı, bir de Amerikan sefiri vardı. La Bohem operasını söyledim. Hayret ettiler, bir alkış koptu. Sonra Amerikan sefiri bilhassa geldi, rica etti. Madam Butterfly’ı söyledim. Alkış, kıyamet koptu. Türkler tabii çok iftihar ettiler.”

İnanılmaz bir bellekle karşı karşıyayım

Bu yazıdan sonra, o zamanlar hayatta olan ilk güzellik kraliçemiz ve sinema tarihimizin erken dönem yıldızlarından Feriha Tevfik’in peşine düşmüştüm. Semiha Berksoy ve Feriha Tevfik akraba çıkmasınlar mı! Feriha hanımın Bostancı’daki evine Semiha Berksoy’la birlikte gittik. Eski anılar, fotoğraflar, belgeler arasında kendimi kaybetmiş bir haldeydim... Hafızası pek güçlü olmayan Feriha Tevfik’in tersine Semiha hanım inanılmaz bir belleğe sahipti.

Semiha Berksoy’la arkadaşlığımız aralıksız devam etti. Beni Cihangir’deki evine davet edince onun ressam yönünü de tanıdım. Bu küçük daire tepeleme tablolarıyla doluydu. Tablolarının bir bölümünün temel konusu Nazım Hikmet’di. Yaşadıkları aşkı anlattı. Anlatmasına gerek yoktu, resimleri de bunu kanıtlıyordu zaten. Bu evdeki yatağın üzerindeki örtüler bile Nazım’a adanmıştı. Eski bir sandığı açınca, yaşamı boyunca tuttuğu notlar, mektuplar, fotoğraflar çıktı karşıma. Fikret Mualla’nın resimleyerek yolladığı mektuplar olağanüstü güzellikteydi. Eski ses bantlarından, seslendirdiği aryaları dinledik. Yetmedi, bizzat söylemeye başladı. Semiha Berksoy, kendisiyle ilgili her şeyi toplamış, onlarla birlikte yaşıyordu. Ruhu yirmili yaşlardan bu yana gün bile almamıştı. Dimdik ayakta duruyordu...

Mezardan gelen mektup

Sonraki yıllarda onun resimlerinin değeri iyice ortaya çıktı. Retrospektif sergiler açıldı, kitaplar yayınlandı. Genç nesiller de onu tanımaya başlamıştı. Kutluğ Ataman’ın çektiği “Semiha Berksoy Unplugged” bunun tanıklığıdır. Yaşamının son döneminde genç kuşaklarla onu bir araya getiren bir diğer olay ise Babylon’da Baba Zula ile verdiği konserdi. Semiha hanım bu konserde 1935 yılında Yedigün dergisinde yayınlanan ve Nazım Hikmet’e ithaf ettiği “Mezardan gelen mektup” adlı öyküsünü seslendirdi. Killing giysileri kuşanmış olan Baba Zula ile Semiha Berksoy’un bu “olağanüstü” konserinin bir kaydı yapılmışsa mutlaka DVD haline yayınlanmalı!

Elimizdeki Semiha Berksoy ile Nazım Hikmet arasındaki mektuplaşmaları bir araya getiren kitap ise, bu iki efsane kişiliğin arasındaki sevgi dolu öykünün bilinmeyen noklatalarını aydınlatıyor. Nazım Hikmet’in hapishanelerde geçen yıllarında, Semiha Berksoy’un resimleri, plakları ve mektuplarının ona nasıl güç verdiğine tanık oluyoruz. Mavi gözlü devin Tosca’sına yazdığı satırlarla bitirelim: “Çiçekleri ve üzümü aldım. Gözlerim ve dilim için bundan nefis ziyafet olamaz...”