20 Nisan 2010 Salı

Türk edebiyatında matbaa 4


VEZİR HANI’NDA BİR MATBAA
Babıâli tarihinde simge olmuş isimler vardır. Bunlardan biri olan Mahmut Yesari, Babıali yokuşunun en çile çekmiş yazarlarından biridir. 1895 yılında İstanbul’da doğmuş, 1945 yılında ise yine İstanbul’da ölmüştür. Soyadını sol eliyle yazdığı için Yesari olarak anılan hattat dedesinden aldı. Yaşadığı sürece, İstanbul Liman Şirketinde 111 gün süren bir memurluğu dışında sadece kalemi ile geçindi. Bir bölümü kitap olarak yayınlanan pek çok oyun, roman ve hikaye yazdı. Gazete ve dergi sayfalarında kalan eserlerinin sayısı belki de basılanlardan çok dana fazladır.

Mahmut Yesari gazete ve dergi patronlarının gözde bir yazarıydı. Çünkü onun yazılarını çok ucuza kapatırlardı. Günübirlik yaşadığından, alkolle yakın bir ilişki içinde olduğundan sürekli yazmak ve para kazanmak zorundaydı. Bu nedenle romanları, öyküleri ve makaleleri döneminin belli başlı gazete ve dergilerinde sık sık karşımıza çıkar. Zekeriya Sertel’in, genç yaşta Babıali’ye adım atan şair İlhami Bekir’e şöyle bir öğüt verdiğini de hatırlayalım: “Caddeye yeni giriyorsun. Kendini ucuz satma. Sonra Mahmut Yesari gibi bir şişe şarap parasına bir koca roman satan adam olursun.”

Sık sık gözüktüğü Yedigün dergisindeki çalışma arkadaşlarından Ömer Rıza Doğrul, birlikte sabahladıkları günleri şöyle anlatır: "Nice nice geceler karşı karşıya sabahladık, fakat iş masası etrafında! Yesari çalışmaya başladı mı, mutlaka sabahlar! Sabahtan akşama kadar çalışmamasının sebebi, günün gürültüsüdür. Fakat gecenin sessizliği ve huzuru kafasını ve kalemini işletir ve Yesari bütün gece yorulmadan, yorulursa dinlenmeden yazı yazar!"

Ömer Rıza Doğrul, Mahmut Yesarî’nin hikayelerini, romanlarını bir deftere yazdığını da sözlerine ekler. Ama bu defterlerde hangi sayfayı açarsanız açan tek bir karalama görülmezmiş! Yani tek bir nefeste dökülürmüş kağıda yazılar… Mahmut Yesari bir yazısında bu kalem ve defter ilişkisinin arkasındaki ruh halini aktarır: “Beyaz, boş kağıt… Ne istersen yazabileceksin! Ne istersem yazabilecek miyim? Hayır! Bu, öyle tartılı, ölçülü biçimli bir şey ki… Önceleri, bir yazı yazmak hevesi vardı. Yazı yazmak, her ne olursa olsun, yazı yazmak! Ve mevzusuzluk, beni bunaltırdı. Yazı yazmak hevesinden, telaşından, gözümün önündeki mevzuları kaçırdığım da olurdu. Hayatı, insanları ve hâdiseleri görüşüm değişti; mevzusuzluktan artık bunalmıyorum. Yalnız gözümün önündeki mevzuları ince eleyip sık dokuyorum.(…)
Beyaz, boş kağıt önümde duruyor. Ne yazacağım? diye düşünmek yetişmiyor; nereye yazacağım? Bunu da düşünmeye mecburum. Gündelik gazeteye mi? Haftalık, aylık mecmuaya mı? Ne kadar yazacağım? Hemen her yazıcının, yazı yazmaya alıştığı kağıtlar vardır. O kağıtlara göre, ne kadar yazılmak lâzım? Kısa mı yoksa uzun mu? Fakat öyle mevzular vardır ki uzatılamaz. Gel gelelim, gazete ve mecmuaların mesleklerini ve patronları göz önünde tutmak mecburiyetindesiniz. Kısa yazı isteyen mecmuaya kısa yazılabilecek mevzu gitmeyiverir. Sonra uzatılacak bir yazının mevzuu da, gazete ve mecmuaların mesleği ile, mantığı ile aykırı düşüverir. Gazetede, mecmuada yazınız için ne kadar yer ayrılmıştır, bunu da hesap etmelisiniz…” (Yedigün, 1 Temmuz 1936)

Bu satırlarda, ısmarlama yazmak zorunda olmanın; ne pahasına olursa olsun yazmak zorunda kalmanın acıları da gizli. Ama tüm bu zor koşullara karşın, Mahmut Yesari başarılı eserler de vermiştir. Tiyatro tarihçileri, çoğu adaptasyon olan oyunlarının, bir dönemin tiyatro gereksinimlerine cevap verdiğini belirtirler. Edebiyat tarihçilerimiz ise Çulluk, Su Sinekleri gibi ilk dönem romanlarının oldukça başarılı olduklarını yazarlar. Ama bana sorarsanız, onun en değerli yazıları, çoğu dergi sayfalarında kalmış otobiyografik öyküleridir. Bunların büyük bölümü İstanbul’un tiyatro dünyasından sahneler aktarır. Biraraya geldiklerinde Babıâli ile Tepebaşı arasında mekik dokuyan bir yazarın dünyasını keşfetmemiz için bize kapılar açarlar.

Babıâli Caddesindeki değişim

Gelelim Mahmut Yesari ile matbaalar arasındaki ilişkiye. Yazarımız elbette bir çok öyküsünde gazete ve dergi çevrelerinden izlenimler aktarır. Örneğin,1938 yılında Babıali hakkında şöyle bir saptama yaptığını görürüz: “Eskiden Babıâli Caddesi dediğimiz, şimdi Ankara Caddesi, her yerde, her şeyde olduğu gibi, gün geçtikçe değişiyor. Bir sistem, bir metod dahilinde neşriyatı beceremeyen kitapçılar bile; tozlu, köhne camekânlarını temizlemeye, şeklen olsun, asrileşmeye özeniyorlar. Fakat asıl değişiklik bunda değildir. Ankara Caddesi, birçok eski hususiyetlerini kaybetti, ediyor ve edecek de...
Caddenin Sirkeci tarafındaki gazinolar, artık gazetecilerin toplanma yeri olmaktan çıktı. Kapanan Manto yerine lokanta açıldı. Çakır’ın kahvesi, işkembeci dükkanı oldu. Gazetelerin istihbaratında çalışan arkadaşların buluştukları İhsan Kıraathanesi de kapılarını kapadı. Muharrirler, Meserret’e artık eskisi kadar sık ve devamlı uğramıyorlar. Kahveci çırakları artık eskisi gibi matbaalara nargile taşımıyorlar. Ahmet Mithat Efendi zamanında matbaa kapısından içeriye bakamayan kadınlar, şimdi, matbaalarda oturup çalışıyorlar. Bütün bu değişikliklerin birbirleriyle sıkı alâkaları vardır.” (Modern Türkiye,25 Haziran 1938)

Yazarın bir matbaadan izlenimler aktardığı romanı ise Çulluk . Aslında bu roman Cibali’deki Reji Tütün Fabrikası çevresinde geçer. Ama biz elbette romanının bizi ilgilendiren bölümleriyle ilgileneceğiz. Çulluk romanının ilerleyen sayfalarında, Huriye hanım Murat Efendi’ye dönüp bir ricada bulunur:
“- Bizim küçük Tevfik’i bu sabah yine kitap kırmacısı İshak Efendi alıp götürmüştü. İshak Efendi’nin iş aldığı matbaada mürettip İhsan Efendi vardır; geceleri çalışır, gündüzleri evinde istirahat eder. Onunla haber göndermiş, bugünkü işleri biraz fazlaymış, Tevfik geç gelecekmiş, “Merak etmesinler!” demiş… Ablası hasta, çocuğu geç vakitlere kadar matbaalarda nasıl bırakırım? Sen fabrikadan çıkınca gider, onu alıverir misin, oğlum?
- Alırım, hangi matbaaya gitti?
Huriye Hanım düşünüyordu:
- Nuruosmaniye ile Cağaloğlu’ndaki matbaalardan birinde… Vezir Han’nda Yahudi kitap kırmacıları vardır, onlara sorarsan söylerler…
Murat:
- Peki, dedi. Süratle dönüp merdivenden çıktı.”

Tevfik Bey bir arkadaşıyla birlikte, akşam saatlerinde iş çıkışında sora sora güçlükle matbaayı bulur, ilk rastladığı kişi olan kahveci çırağına sorar:
“- Kitap kırmacısı İshak Efendi burada mı?
Çırak başını sallayıp geçti:
- Aşağı makine dairesinde… Ama bu kapıdan değil, yan sokaktaki küçük kapıdan girin…
Açılmamış kâğıt bobinlerinin arasından geçip kahveci çırağının tarif ettiği kapıdan başlarını eğerek girdiler. Burası karanlık, rutubetli, eczalı mürekkep kokan bir bodrumdu. Ortada üstü örtülü büyük bir rotatif tab makinesi, ileride kurşun eritilen ocak, karşısında da istrotipi kalıbı duruyordu. Bu odadan sonra sağda bir ikinci kapıdan geçtiler. Eczalı mürekkep kokusu bu odada daha keskin duyuluyordu. Köşede kollu bir makine, tecrübe için ağır ağır işliyordu.
Murat, elinde tarak gibi bir çelik bıçakla mürekkep ezen, gömleği, pantolunu yağdan, mürekkepten muşamba halini almış posbıyıklı makiniste sordu:
- Kırmacı İshak Efendi burada mı?
Makinist, eliyle odanın nihayetini gösterdi:
- İşte…
Tek elektrik ampulünün fazla aydınlatamadığı nihayetteki masanın üzerinde paket paket formalar yığılı duruyordu. Hayri, yerdeki boş mürekkep kutularına, demir çubuklara, dökük hurufata basıp takılmamak için ihtiyatla yürüyordu. Görünürde kimseler yoktu. Yalnız muttarit [tekdüze] bir kâğıt hışırtısı aksediyordu.
Murat, ayaklarının ucuna basarak baktı. Kırmacı İshak Efendi, forma yığınlarının arkasında çalışıyordu, küçük Tevfik onun gölgesinde kaybolmuştu.
Murat, neşeli bir tavırla ilerledi:
- Kolay gele…
İshak Efendi, başıyla selâmladı:
- Eyvallah…
Tevfik, matbu yaprakları, uçlarını bir getirdikten sonra elindeki cilâlı tahta ile kırıp düzeltiyor, forma haline getirince yığınların üzerine atıyordu. Murat’ı görür görmez, sevinçle durdu:
- Hoş geldin Murat Ağabeyciğim…
- Haydi bakalım toplan, eve gideceğiz.
Göğsü bağrı açık, kollarını dirseklerine kadar sıvayıp, sağına soluna bakmadan canlı bir makine ıttıradıyla [düzeniyle] çalışan İshak Efendi, stop kolu indirilmiş bir çark gibi birden duruvermişti:
- Nasıl, çocuğu götürüyor musunuz?
- Ablası hasta, annesi çağırıyor.
İshak Efendi, tüylü parmaklı, kalın, nasırlı eliyle ensesini ovuyordu:
- Bu olmadı şimdi… İş çok… Vaktinde yetiştiremezsek ne yaparım?” (Çulluk, roman, Oğlak Yayınları, İstanbul 1995, Çevrimyazı: Sabri Koz, (ilk baskı 1927)

Romanın bundan sonraki satırlarında İshak Efendi’nin çıraklığa yeni başlamış Tevfik’ın erkenden işini bırakmasını kızışı, ardından bu nedenle yevmiyesini vermek istememesini izleriz. Ama sonunda Murat’ın ısrarlarıyla bir liralık bu hakedilmiş para da alınır.

9 Şubat 2010 Salı

Türk edebiyatında matbaa 3


FREZE, PEDAL VE BUYRUKÇU
Muzaffer Buyrukçu zamanın acımasız yokediciliğine yenik düşen yazarlarımızdan biri. Onu şimdilerde pek hatırlayan, eserlerini yeniden basan yok gibi... Oysa onu yitireli daha 3-4 yıl ancak oldu. 1930 yılında Niğde’nin Fertek köyünde doğan Buyrukçu’nın ailesi, daha o bir yaşındayken İstanbul’a göçer. Muzaffer Buyrukçu “ikmali veremediği için ortaokulun ikisinden belge ile ayrılır”. Küçük yaştan itibaren geçim derdi yakasını bırakmaz. Aşçılık, sütçü yamaklığı, simitçilik, kunduracı çıraklığı, gazetecilik, inşaat işçiliği, kapıcılık, frezecilik, pedalcılık, kalorifercilik, katiplik ve İstanbul Toprak Mahsulleri Ofisi'nde memurluk yapar (1954-1970). Bulanık Resimler adlı kitabıyla 1962 yılında Türk Dili Kurumu Öykü Ödülünü, 1968’de ise Kavga ile Sait Faik Öykü Ödülünü aldı. Yüzün Yarısı Gece ile de 1994 yılında Yunus Nadi Öykü Armağanı’nı ve Haldun Taner Öykü Ödülü’nü alır

Matbaacılıkla ilgili izlenimlerini aktarmaya çalışacağımız Muzaffer Buyrukçu, çok genç yaşta gazetelerde yayınladığı öyküleriyle belirli bir çevre içinde tanınmaya başlamıştı. Ama geçim sıkıntısı onu sürekli olarak iş aramaya sevkediyordu. Kardeşleri büyüyor, hem evin hem de kendisinin ihtiyaçları artıyordu. Babasının kapıcı olarak çalıştığı Son Telgraf gazetesinde, “Şinasi ustanın teşvikiyle makine dairesinde frezeciliğe başladım. Kısa sürede sadece frezeyi değil rotatifi de yönetecek duruma geldim, ustalaştım,” diye anlatır. Ama daha çok para kazanması gerektiği için başka bir iş aramaya başlar. “Süleymaniye’deki Askeri Basımevi’nde pedalcılık boştu. Başvurdum, alındım. Gece gazetede, gündüz basımevinde çalışmak yorucuydu, ağırdı, iki saat ya uyuyor ya uyumuyordum ama bu iki işi de yürütmek zorundaydım.” Bu arada hikayeleri de yayınlanmaya devam etmektedir.

Matbaada yaralanan sol el

Muzaffer Buyrukçu gazete ve yayınevi basımevlerinde geçen bu günlerinde bir çok yazarla tanışır. Derken Son Telgraf gazetesiyle bozuşur, Tasviri Efkâr gazetesine geçer. Gerisini şöyle anlatıyor: “Ateş gibi bir işçiydim. Sol elimi yaraladım. Zihni ustanın ukalalığı yüzünden; işaret parmağımın dibinde frezenin çelik matkabı derin bir delik açtı. 28 Ekim’i 29’a bağlayan gece, sabaha karşı Zihni ustayla kavga ettim ve ceketimi kaptığım gibi yallah!

Askeri Basımevi’nde rahattım. Pedalcılığı bırakmış, baskı makinelerinde çalışmaya başlamıştım. Sayfaları düzenliyor kağıt vericiliği yapıyor, makinenin arkasındaki tahtada hikaye müsvetteleri karalıyordum.” (1)

Muzaffer Buyrukçu’nun matbaalarda geçen yılları İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günlerde noktalanır. Bu tarihten sonra bir çok işe girer çıkar, 1954 yılında da Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak çalışmaya başlar.

Buyrukçu’nun hikayelerinde, romanlarında ve günlüklerinde özellikle edebiyat çevresinden gözlemler yer alır. Matbaalarla ilgili bölümler de, çok sık olmamakla birlikte karşımıza çıkar. Bunlardan bazılarını aktarmak istiyorum.

Muzaffer Buyrukçu’nun 1957 yılında yayınlanan Acı adlı kitabındaki Topal Türküler adlı öyküsünde, frezeci(2) olarak çalıştığı dönemden yansımalar vardır. Aşağıya aldığım bölüm, yaşam öyküsünü anlattığı satırlardan da anlaşılabileceği gibi sol elini yaralayan kaza ile ilgilidir:
“Ellerim! Doğduğum gündenberi birlikteydik. Bana yardım ediyorlardı. Onlarla giyiniyor, yemek yiyor, birisini tutuyor, çorabımı çekiyor, gözlerimi ovuyordum. Takıldım ellerime. Boğumlardaki çizgiler, küçük kara kıllar, tırnaklar, birkaç nasır. Kapanmış ama hâlâ izi belli yaralara bakıyorum. Canım sıkılıyor. Bir bayram gecesi geliyor gözlerimin önüne. Matbaadayım. Ocaklar yanıyor. Matrisler vuruluyor. Kurşun kalıplar dökülüyor. Kalıpları frezeliyorum. Buram buram sıcak. Don gömleğim. Göğsümdeki çukurdan şırıl şırıl ter akıyor. Ağzım kupkuru. Sigara tatsız. Musluktan su içiyorum, yüzümü yıkıyorum. Zihni Usta:
‘Çabuk olun be. Çabuk olun ulan. Sen ne duruyorsun? İlle dürtelim mi? Şu kalemi alıp frezeye girsen ellerin mi kırılır?’ diye bağırıyor. Yüzüne gözüne mürekkep bulaşmış. Ahmet ellerine gaz döküyor ustanın. İki kalemle frezeye yaklaşıyoruz, dökümden yeni çıkmış sıcak yumuşak kurşunlu sayfaya, matkabın işlemediği yerlerdeki şişlikleri, baloncukları, kirleri alıyoruz. Ellerimiz yanıyor, Ellerimizi sıyırtıyoruz, kanlanıyor. Bekir, ocağın altına işe yaramıyan mürekkepleri kömür tozlarına karıştırıp atıyor. Mürekkepler çatır çatır yanıyor, bir bet koku, acı bir duman kurşun kazanından dağılan antimuan kokusuna karışıyor, gözlerimiz yanıyor, burunlarımızı sıkıyoruz. Mustafa merdaneleri değiştiriyor. Osman haznelere yeni mürekkep koyuyor. İbrahim’le Hüsnü bobinleri takıyorlar. Zihni Usta makinenin üstüne çıkmış gazeteyi ağıza getiren şeritleri değiştiriyor, kopuk bir şeridi yeniden dikiyor, topumuza birden sövüyor.(...)

Gazete geç kaldı diye kızıyor usta, biliyoruz. Başka zaman o kadar bağırmaz. Şimdi de yazı işleri müdürünü kalaylıyor. Hastalanacak zamanmıymış, tam bayram üzeri böyle şey olur muymuş, olsa bile yerine adam gibi bir adam bırakmalıymış. Sayfa almıya koşuyorlar. Karikatür beş renkli olacakmış. İlân sayasındaki ilânlardan birinin çerçevesi mavi olacakmış. Beşinci sayfadaki bir nutkun devamı üçüncü sayfaya alınacakmış. Haydiii… Sayfalar yeniden vuruluyor, kalıplar tekrardan dökülüyor, freze yapılıyor, dünkü kalıplar kurşun kazanına atılıyor, klişeler yapıştırılıyor, makineler dönüyor, prova yapılıyor… Ayar da nerden bozuldu?(...)

Son kalıbın frezesini bitiriyorum. Şalteri çektim, matkabı ileriye sürdüm. Matkabın ucundaki iğne fırıl fırıl dönüyor, duruyor. Kalıp sıkışmış. Soğumasına meydan yok ki, şişer tabi. Kolu çeviriyorum, açılmıyor. İngiliz anahtarını alıyorum, gene öyle. Çıldıracam. Usta şimdi patlatacak enseme tokadı. Asılıyorum. Vargücümle asılıyorum. Kalıp oynuyor ama sol elimi hızla geriye çekerken matkabın ucundaki kalem saplanıyor, işaret parmağımın dibinde dört köşe bir beyazlık açılıyor. Kemikleri görüyorum. Beyazlık yavaş yavaş kan doluyor, kan taşıyor.

Koşuyor usta: ‘Ne oldu ulan?’ diye bağırıyor. Elimi saklamak istiyorum. Göğsüme bir yumruk vuruyor. ‘İt oğlu it!’ diyor. ‘Serseri!’ diyor. ‘Kör!’ diyor.
Bekir’in, Hüsnü’nün, ötekilerin bozulmuş gözlerini görüyorum. Mustafa bakamıyor elimden akan kanlara, başını çeviriyor, tükürüyor. Makine çalışıyor. Makine durmadan, homurtularla çalışıyor, gazeteler basılıyor. On parmağının on tırnağı da birer ikişer kere değişti. Kimini taşla vurdum. Kimini kapı aralığına kıstırdım. Karardılar, döküldüler, yenileri çıktı. Orta parmağımın birinci boğumunda üç santim büyüklüğünde bir çizgi. Eh, senin de bir geçmişin var…” (3)

Tipo döneminde bir gazete matbaası

Aynı öykü kitabında bulunan “Serseri” adlı öyküsünde ise, yaralandıktan sonra başladığı gazete dağıtımı işi sırasında tanık olduğu matbaa içi ilişkilere eğilir. Tipo döneminde ağır iş koşulları altında üretilen gazeteler, işçilerin yoğun emekleriyle çıkarılmaktadır:
“Matbaaya geldim. Antimuan kokusu burnumu tıkadı girer girmez. İki sayfa alınmış. Kemal, Veli, Tahsin bobinlerden çıkardıkları ambalâj kâğıtlarının üzerine sırt üstü uzanmışlardı. Ocakçı Hüsnü dün basılan gazetenin kalıplarını kurşun ocağına atıyor, kalıp kül rengi ve acı bir duman bulutu içinde ağır ağır eriyordu. Mürekkep, antimuan, yağ, gaz kokulu bir sıcaklığın içinde yarım yırtık iş elbiseleriyle uyuklıyan eski iş arkadaşlarımı seyrettim. Kendilerinden geçmişlerdi. Göğüsleri şişiyor, horluyordu. Bir cigara yaktım. Bu ambalâjların üstünde, ocağın ağzından horul horul akan dumanların arasında, hep ustaya, hep mürettiplere, hep linotiplere, hep makine gürültülerine ait düşlerle uyuklamaların ne bulunmaz bir nimet olduğunu biliyordum. Gece çalışan insanların hiçbiri uykularına doymuyorlardı. Gözleri kanlı, yüzleri şiş, sersem, aksi, küflü bir sarı ve çizgiler… Sarı yüzlerle, kirlerle yitiriyorlardı hayatlarını. Yarın uyanacak insanlara dünyada olanları bildireceklerdi… Ama kimse onları tanımayacaktı. Üç yıl bunlarla birlikte çalışmış, artık freze kolunu çeviremez, kurşun kalıplarını kaldıramaz olunca kaçmıştım. (..)

Pres kolunun çevrilişini duyuyorum. Matrisler kurutuluyor, pudralanıyor, kalıba konuluyor, kurşun dökülüyor. Bir sayfayı tam dört kere döktüler olmadı, kurşunlarda çukurlar, kabarcıklar görülüyordu. Matris biraz ovalandı, kalıpta çukur yapan yerlere kâğıtlar yapıştırıldı, kurşunun soğuk olup olmadığına bakıldı, yeniden döküldü. Bu sefer tamam! Frezeci hızla kapıyor kalıbı, alnında boncuk boncuk terler, tam makineye konacak, mürettiphaneden biri koşuyor. ‘Altıncı sayfa tamam mı? Şu resmin altındaki yazı ters çıkmış, kalemle alın ama belli etmeyin.’ Makine çalışmıya başladı. Bir sürü prova yapıldı önce, kâğıt gevrekmiş koptu, Hayrullah ıslak bir bezi bobinin üzerinden geçirdi, kâğıt yapıştırıldı.” (4)

Kurşun kokulu matbaalar

Muzaffer Buyrukçu’nun gazete matbaalarındaki gözlemleri Bir olayın Başlangıcı adlı romanında da sürer. Yine matbaacılıktan anlayan bir gazete dağıtıcısının gözünden aktarılır matbaa:
“Merdiven ağzından bir sis bulutu gibi saldıran ve mürettiphaneye İdare Müdürü’nün odasına giren dumandan tedirginleşen Doğan, öfkeyle ‘Şabaaan, kazanın kapağını kapat!’ diye bağırdı.

‘Kurşun eriyor kurşun,’ sözcükleriyle uzayan ince bir ses geldi makine dairesinden. ‘Kapağını kapat diyorum sana, biliyorum kurşunun eridiğini,’ dedi Doğan ve matbaada çalışanlara, dışarıdan kurumlar adına gelenlere bedava verilmek üzere kapıcı masasında duran gazetelere vurduğu – İdare – damgasını elinden bırakmadan mahzen merdivenlerine benziyen daracık, bastıkça gıcırdayan ve bir gün ağır bir şeyi aşağıya indirenin başına mutlaka bir iş açacak olan ve siyah mürekkeple lekelenmiş tahta basamaklardan, basamakları sarsa sarsa indi, burnunu eliyle kapıyarak dumanların arasına daldı. Rotatiften çıkarılıp klişeleri söküldükten sonra içine atılmış ve ağır ağır eriyen kurşun kalıbının yan durduğu kazanın adamakıllı kızmış olan kolunu ıslak, yağlı bir bezle tutup kapattı, duman kesildi, Ama ağzına dolan dumanlar Doğan’ı uzun süre öksürttü. İçi dışına çıkacakmışçasına öksürürken rotatifin durduğu yerdeki dumanların arasında, kurşun kalıbını tesviye ederken frezenin altına düşen çapakları bir türkü söyleyerek süpüren Şaban’a dumanın acıttığı gözlerle baktı, ‘Ne ineksin be! Yukarda boğuluyorum, umurumda değil, üstelik bir de türkü söylüyorsun,’ dedi.
Şaban doğruldu, çenesini süpürge sapına dayadı, uykusuzluğun gevşettiği mürekkep bulaşığı yüzünü yer yer parlatan teri sol elinin tersiyle sildi ve Doğan’ın öfkelenmesinden tad alıyormuşçasına gülümsedi.

‘Şuna bak, bir de gülüyor. Zehirleneceksin ulan!’ dedi Doğan.
‘Bize bir şey olmaz, Allah korur,’ dedi Şaban.” (5)

Romanın daha sonrakı satırlarında, Doğan kâğıtlar gevrek olduğunu ve makine biraz daha hızlansa kopacağını anlar ve uyarır: “Usta, kâatlar gevrek.” Devamını Buyrukçu’nun aktarımıyla verelim:
“Yakup usta bobinlere şöyle bir göz atmış, ‘Bir şey olmaz, sen yol ver bakalım’ demişti. ‘Peki, sen bilirsin ama kâat kopacak.’
Daha iki bin tane ya basılmış ya basılmamıştı ki kâğıt, (çat) diye bir ses çıkararak kopmuş, o hızla birkaç kez kazanlara sarılmış, mürekkep haznelerine girmiş; kâğıdın bobinden çıkarak, kazanların ve kazanlara bağlı kalıpların arasına düzenli bir biçimde inişini sağlayan şeritler atmıştı. Korkmuştu ve hemen yüzü allak-bullak olan, herkese bağırıp duran Yakup ustanın kendisine bir söz söylememesi için dua etmeye başlamıştı. Ama bir yandan da suçlu olmadığını, daha kâğıt kopar kopmaz makineyi stop ettirdiğini, kâğıdın gevrek olduğunu ve kopacağını söylediğini düşünerek kendini avutuyordu. Kâğıdın kopmasına fena halde sinirlenen ve bu olay yüzünden (oysa bu beklenmedik bir şey değildi, olağandı. Kâğıt her zaman kopabilirdi) baskı işinin en az bir saat kadar aksayacağını düşünen Yakup usta, karşısına dikilmiş, gözlerini gererek, ellerini, kollarını sallayarak bağırmaya başlamıştı. Dalgın olmasaydı, o eşek kafasında kızlarla ilgili bir sürü boktan düşünce bulunmasaydı bu iş olmaz, daha kâğıt (çat) eder etmez makineyi durdururdu.” (6)

DİPNOTLAR
(1) “Muzaffer Buyrukçu,” Kendileri (Hazırlayan: Selim Esen), Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2007, s.305
(2)“Freze etmek: klişelerin kenarlarına çivi kenarı (çerçeve) açmak, boş yerlerini temizlemek, stereotipi kalıplarına kenar açmak, çapaklarını temizlemek için kullanılan, süratle dönen bir torna kalemi makinesi ile çalışma.” ( [Willi Blümel- Sait Yada], Matbaacılık Bilgileri. C.1: Matbaacılık Lugatı, İstanbul 1965, s. 91
(3)Muzaffer Buyrukçu, “Topal Türküler,” Acı, Yeditepe Yayınları, İstanbul 1957, s.14-18)
(4)Muzaffer Buyrukçu, “Serseri,” agy, s.60-64
(5)Muzaffer Buyrukçu, Bir Olayın Başlangıcı, e Yayınları, Şenoğlu Matbaası, İstanbul, t.y. [1970], s.7-8
(6)agy, s.90-92

5 Ocak 2010 Salı

Müzik yazıları


BÜYÜLÜ ORMANLARIN PERİSİ DE UÇTU GİTTİ...
İnanılmaz ama gerçek,,, Güzel insanlar bir bir göçüyor bu dünyadan. Vic Chesnutt'un intiharından sonra, Lhasa da 1 Ocak'ta bir süredir mücadele ettiği göğüs kanserine yenik düşmüş. İkisi de arkalarında en güzel şarkıları bıraktılar. Lhasa'nın son albümünden sonra yazdığım yazıyla onu bir kere daha hatırlamak istedim...

........


Lhasa ile yıllar once, bir Babylon Juke Box partisinde tanıştım. Ahmet Uluğ bir İspanyolca şarkı çalmaya başlamıştı. Birden olduğum yerde kaldım. Dipten, derinden, insanı tam yüreğinden yakalayan bir sesle karşı karşıyaydım. Ahmet’e ne çaldığını sorunca, Lhasa’nın ilk albümü La Llorona’nın kapağını gösterdi. Hemen kendilerini duendeli sanatçılar listeme aldım. Duende, bilirsiniz herhalde, Lorca sayesinde tanıdığımız bir kavram. Flamenko sanatçılarını anlatırken kullanır bu deyimi Lorca. Onların bilinçten değil, karanlık bir dünyadan, toprağın altından gelen bir güçten beslendiklerini söyler. Yaşlı bir gitar ustasından alıntı yapar hatta: “Duende gırtlakta bulunmaz; ayak tabanlarından yukarıya doğru, içeriden yükselir”. Ama bu kadar duende dersi yeter... Fazlasını merak eden Yapı Kredi Yayınlarında bir kaç yıl önce yayınlanan Federico García Lorca: Profil adlı kitaba baksın...

1998 yılında çıkan bu ilk albümünde Lhasa sadece İspanyolca şarkılar söyler. Meksika efsanelerinde, bildiğimiz Latin ritmlerinde dolaştırır bizi, ama bambaşka bir seda ekler bunlara. Müziğinde ve sözlerinde ışık ve karanlık; aşk ve hınç, umut ve hüzün birarada yer alır. “Müziğimin hem dramatik hem de sıcakkanlı olmasını sağlayan da bu,” diyor Lhasa ve ekliyor bir röportajında: “Hatta bu çatışma, varoluşumun özünü oluşturuyor. Işığa varabilmek için her zaman karanlık bir dönemden geçmem gerekir.”

Lhasa ile yüzyüze tanışmamız ise 2005 yılı Temmuz’unda oldu. Yeni albümü The Living Road’u dinleyeli bir yıl kadar olmuştu. Olağanüstü bir yol albümüydü bu. Lhasa sirkte çalışan ablalarıyla o şehir senin bu şehir benim gezmiş, gösterilerde şarkı bile söylemişti. Yani albüm yollarda gezerken hazırlanmıştı ve yollarda dolaşırken dinlemenin tadı da bir başkaydı. İstanbul Caz Festivali kapsamında Sepetçiler Kasrı’nda büyülü bir konser Verdi Lhasa. Kuliste tanıştık ve insan olarak da sihirli bir enerjisi olduğunun ayırdına vardık. The Living Road’dan parçalar çalmıştı çoğunlukla. İngilizce, İspanyolca ve Frasızca şarkılar söylemişti. Konser sonunda kendisine on dokuzuncu yüzyıl sirk gravürleri içeren bir album hediye etmiştim kuliste, birlikte fotoğraf çektirmiştik, hiç böyle bir adetim olmadığı halde…

Yeni bir album için beş altı yıl beklememiz gerekti. Önce iki yıl süren turneler yaptı Lhasa. Ardından yeni şarkılar yazmak için evine kapandı. Ama sonunda oldu işte. Lhasa’nın bugünlerde Türkiye’de de piyasaya verilen albümü kendi adını taşıyor. Aslında tam adı Lhasa De Sela olduğuna gore, ilk ismini demek daha doğru galiba… Bu kez sadece İngilizce söylemeyi seçmiş Lhasa. Yine çok güzel şarkılarla çıktı karşımıza. Biraz daha kapalı, içe dönük bir album bu. İçine daha zor giriliyor, ama girdikçe daha çok etkiliyor insanı.

Lhasa bu son albümünün kayıtlarını geçen yıl yaşadığı kentte, Montreal’de bulunan Hotel2Tango stüdyosunda yapmış. Bu stüdyo analog kayıtlarla ünlü. Carla Bozulich ve Vic Chesnutt da son albümlerini burada kaydetmişlerdi. Stüdyonun başında Thierry Amar (Godspeed You! Black Emperor ve The Silver Mt. Zion Memorial Orchestra’nın kurucu üyesi) ve Howard Bilerman (Arcade Fire) var. Çoğunluğu canlı olan kayıtları da onlar yapmış. Prodüksiyon ve şarkı sözleri Lhasa’ya ait. Bestelerde ise birlikte çalıştığı topluluk üyelerinin katkıları var. Bu albüm için ilk ilişki kurduğu müzisyen arpist Sarah Page olmuş. Sarah, Lhasa’yı, kendi deyimiyle “hemen burnunun ucunda olan ama göremediği” diğerleriyle tanıştırmış.Böylece gitarlarda Joe Grass, basta Miles Perkin, keman ve gitarda Freddy Koella ve davulda Andrew Barr katılmış topluluğa. Son yılların çok söz edilen şarkıcısı (yeni bir Jeff Buckley adeta) Patrick Watson da iki şarkısında Lhasa’ya yardımcı olmuş (albümde yok ama, internette Lhasa ve Patrick Watson’un bir kulüpte birlikte söyledikleri Elliot Smith coverı Between the Bars’ı bulup dinlemenizi tavsiye ederim).

Lhasa bu albümde her zaman olduğu gibi kendini tüm etkilere açık tutmuş. Country, caz, New Orleans, Klezmer, pop, gospel, folk, blues, Latin… Hem herbiri, hem de hiçbiri… Şarkılarını bildiğimiz müzikal kalıplar içinde değerlendirmek kolay değil. Çünkü Lhasa onlara özel bir ruh katıyor ve kendi malı haline getiriyor. Bildiklerimizi unutup farklı bir dünyaya konuk olmak zorundayız. Lhasa’nın her zaman başardığı bir şey bu… Albümde benim favorum “Fool’s Gold”. Kırıka üyelerinin kulağına da bir parçanın “Yalnız Örümcek” adını taşıdığını fısıldayalım. Malum onlar da “Dokumacı Örümcek” şarkısıyla tanınmışlardı…

Lhasa’nın İspanyolca ve Fransızca’yı bir kenara sadece İngilizce söylemesine üzülecek olanlar, bir ölçüde haklı olabilirler. Ama bana sorarsanız onun hangi dili kullandığının hiç bir önemi yok. Lhasa ruhunu seslendiriyor aslında şarkılarında. Yeni açmış bir gonca gül gibi bekliyor boşlukta. Onu önce görmek, sonra sessizce dokunmak gerekli. O zaman yaprakları ağır ağır açılmaya başlıyor. Her yaprağın içinde başka bir giz saklı. İçine girildikçe bu yapraklar yavaş yavaş üstünüze kapanıyor. Çiçeğin ruhuna ulaşıp kokladığınızda artık başka bir dünyaya ayak bastığınızı anlıyorsunuz…. Lhasa’nın eski Tibet belgelerinde tanrıların mekanı anlamına geldiğini söylemeyi yoksa unutmuş muydum?

30 Aralık 2009 Çarşamba

ARŞİVDEN


YILBAŞIDIR BUNUN ADI...
Yılbaşı bir Cumhuriyet çocuğu. Yani tarihimize sonradan giren hoşluklardan. Osmanlıda yok. Eski takvimle bugünkü arasında bir ilgi de yok zaten. Hicri takvim, miladi takvim olaylarına hiç girmeden, sözün kısasını seçelim. Osmanlıda yılbaşı, memleketin hıristiyan tebalarını ilgilendiriyordu sadece. Yılbaşı "Noel" dönemi demekti. Aralığın 15'inden itibaren hareketlenen bu cemaat, 24 Aralık tarihinde İsa'nın doğuşunu kutlardı.

Osmanlının Hıristiyan yılbaşıya gösterdiği ilgi, 1829 yılına kadar gerilere uzanır. O yılbaşı İstanbul'daki İngiliz elçisi, Haliç'te bulunan bir gemide büyük bir balo verir. Baloya davetli olan Osmanlı devlet adamları, yatsı namazını Tersane Divanhanesi'nde kıldıktan sonra, sandallarla gemiye giderler ve sabaha kadar eğlenirler. Serasker Hüsrev Paşa, "Kâfir işi, fakat ne çare? Devletçe bir şey oldu, katılmak lüzum etti," dese de, bu işten zevk almaya başlamıştı. Bu gavur icadına, tövbe tövbe diyerek katılım Cumhuriyet'e kadar sürecektir. Özellikle Galata- Beyoğlu hattında Nnoel ve yılbaşı, en azından şöyle göz atmadan geçilemeyen bir temaşa imkanı sunuyordu.

Aslında dinsel açıdan pek anlam taşımayan 31 Aralık tarihi de kimi kesimlerde (özellikle Ortodoks Rumlarda) İsa'nın sünnet günü olarak anılırdı. Bu gece de Noel gününe benzer kutlamalar yapılırdı. Rumlar arasında geleneksel olarak yılbaşı gecesi hindi yenir, dans edilir ve eğlenilirdi. Ayrıca Sakız Adası'ndan getirilen sakızla (mastika) yapılan ve üzerinde yeni yıl yazan yuvarlak Yılbaşı Pidesi pişirmek de geleneksel bir olaydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ermeniler ise 1 Ocakta kutladıkları yılbaşına "Gağant" adını verirlerdi. Bu sözcük, zengin bir ziyafet sofrasıyla eşanlamlıydı. Bütün aile 31 Aralık gecesi biraraya gelir ve gece yarısına kadar sofrada birlikte olunurdu. İstanbullu Ermeniler yılbaşı için günler öncesinden alışverişe başlarlardı. Zeytinyağlı yaprak ve midye dolması, hindi ve anuşabur (aşure) yılbaşı sofrasının vazgeçilmez yiyecekleriydi.

Çocukluğu 1915'li yıllara rastlayan, Türkiye'nin eski milletvekillerinden Hasene Ilgaz, o yıllarda gayrımüslimlerden oluşan komşularının yılbaşı kutlamalarının kendi evlerine nasıl yansıdığı şöyle anlatıyor: "Bizim neşelendiğimiz, sevindiğimiz günler, dinî bayramlardı. Bizim için yılbaşı diye bir olay yoktu. Yalnız, yılbaşının yaklaştığını, bizden olmayan dostlarımızın, ekalliyetlerin, yılbaşı için yaptığı hazırlıklardan ve evimize gönderilen hediyelerden anlardık. Kabukları renk renk boyanmış yumurtalar, yılbaşı çörekleri, kokular, lavanta çiçekleri, bu gönderilen hediyeler arasındaydı. Bu hediyeleri, "bizim bayramımız" diyerek getirirlerdi. Biz de onlara lokum, yılbaşı tatlısı, gelincik şerbeti gibi ikramlarda bulunurduk."

TAYYARE PİYANGOSU VE YILBAŞI

Gelelim yılbaşının nasıl milli bir mesele haline geldiği konusuna. Konunun kapağı, 1926 yılında miladi takvimi resmen kabul edilişimizle açılır. O dönemde daha yılbaşını izleyen gün, yani 1 Ocak tatil değildi. Ama 1926 yılını 1927'ye bağlayan gün bir tesadüf eseri olarak, haftasonu tatiline, yani Cuma'ya denk gelmişti. Yapılan yılbaşı eğlenceleri büyük ilgi gördü ve sabaha kadar eğlenildi. Elektrik İdaresi de ilk kez o gece, saat tam 12'de kentin bütün ışıklarını bir dakika söndürme geleneğini başlattı.

Ertesi yıl, İstanbul'un yılbaşı gecesi, özellikleri şanslarını kumarda denemek isteyenler için özel bir önem taşıyordu. Eğlence yerlerini tıklım tıklımdı. Ama o yılın en büyük süksesi bir kumarhane olarak işletilmeye başlanan Yıldız Sarayı'na gitmek oldu. İşletmeci Senyör Maryosera bu özel gün için rulet masaları kurmuştu. İstanbul tarihinde bir gecede, hem de hiç bir yasal kısıtlama olmadan bu denli kumar oynandığı herhalde olmamıştı.

Yıllardır hasetle seyredilen Beyoğlu eğlenceleri. adeta bu geride kalışın acısını çıkarırcasına hızla yurt sathına yayıldı. Dergiler, özel yılbaşı sayıları çıkarmaya, gazinolar balolar düzenlemeye, "Tayyare Piyangosu" özel çekilişler yapmaya başladı. İnsanlar daha sinei vatanda yeni yeni varlığını hissettikleri bu olaya, nasıl böylesine kırk yıllık dost gibi alışıverdiklerine şaşıra şaşıra yeni yılı kutlamaya başladılar.

1935 yılında, Başvekil İnönü imzasıyla Millet Meclisi'ne sunulan "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun Tasarısı"nda, "Bütün medeni milletlerce tatil günü olarak kabul edilen 31 Aralık öğleden sonrasıyla 1 Ocak günlerinin uygulanmakta olan tatil günlerine eklenmesi" teklif edildi. Kanunun kabulüyle, hem ulusal bir eksiğimiz giderildi, hem de yılbaşı geceleri sabahlayanların resmen uyuyabilmeleri sağlandı! Bu ilk tatil gününün ertesinde "Son Posta" gazetesi muhabiri, gözlemlerini şöle aktarıyordu: "Bu yıl yılbaşı gecesi, ay sonuna ve bayram ertesine gelişine rağmen, gayet neşeli geçti. Beyoğlu Gazinoları bir gecede, bir sene içinde görmedikleri kadar bol müşteri buldular ve bütün bir yılın ziyanını örtecek kadar satış yaptılar. Dün sabah, saat ondan akşama kadar, sokaklarda sayım gününü hatırlatan bir tenhalık seziliyordu. Tatili fırsat sayarak sabahın onuna kadar güle oynaya içenler, ayılıp da sokağa çıkamamışlardı."

YILBAŞININ MANA VE EHEMMİYETİ

1938 yılı yılbaşında, Atatürk ilk kez Anadolu Ajansı yoluyla yeni yıl tebriklerine karşı bir "cevap" yayınladı. Bu cevabın metni şöyleydi: Yeni yıl münasebetiyle yurdun her tarafından vatandaşların yüksek duygularını ve samimi temennilerini bildiren bir çok telgraflar gelmektedir. Bundan son derece mütehassis olan Ataatürk, teşekkürlerinin ve saadet dileklerinin Anadolu Ajansı vasıtasiyle iletilmesini emir buyurmuşlardır." Bir yıl sonra, Atatürk'ün ölümün ardından gelen yılbaşı ise oldukça hüzünlü geçiyordu.

Yılbaşının bu denli hızla ülkenin "yerli malı" bir alışkanlığı haline gelmesine en başta yazarlarımız şaşırmıştı. Örneğin Peyami Safa: "Şu Yılbaşı gecelerinin manasını bir türlü anlayamıyorum. Sevinecek ne var? Evvela her şey tersine; dünya ve insan bir yaş daha ihtiyarlıyor, kainat bur yıl daha eskiyor, buna "yeni sene" diyorlar. Herkes ölüme bir yıl daha yaklaşıyor, buna seviniyorlar, hayatın bir parçasını kaybetmek hoş bir şeymiş gibi hep birbirlerini tebrik ediyorlar," demekteydi.

Refik Halid Karay ise bu kadar gerçekçi olmaya gerek görmeyerek, şöyle yazıyordu: "Hiçbir seneden ne fazla iyilik, ne fazla fenalık beklememeliyiz.Dünya sefil ise, bize yüz çeviriyorsa ondan alınacak intikam yolumuz şudur: O dünya ile iktifa ederek - yani yetinerek- mümükün olan zevkinden hissemizi koparmak! Yani sözün filozofçası oportünist olmak. Oportünist ve neşeli olalım, böyle olmak için antreman yapalım."

Oportünistliği seçmediği için huysuzluğu ile tanınan Nurullah Ataç ise, yılbaşından söz ederken -hayatında çok az raslandığı ölçüde- iyimserdir. 1949 yılbaşında şöyle yazıyor: "Aralığın son günü akşamı, gönlümüzde sir ümittir başlıyor. Radyodan gelen ses, koynumuzda sımsıkı sakladığımız, bize bin türlü vaadlerde bulunan Tayyare Piyangosu biletinin numarasını söylemese bile, yine ertesi gün bizim için bir saadet devresi başlayacağına inanıyoruz. Bu tatlı hülya bir kaç gün devam ediyor ve sonra yeni seneye alışıp, onun yeni olduğunu unutup on iki ay sonrası için, gönlümüze hoş gelen tasavvurlar kurmaya başlıyoruz. Bir kaç günlük hülya... Az mı? Zaten saadet denilen şey bir hülyadan, bizim içimizde kendimiz için icat ettiğimiz bir masaldan başka nedir ki?"

Aradan geçen elli yıl içinde, bir zamanlar nasıl "yılbaşı"sız yaşadığımızı anlayamayacak ölçüde bu geceyi sevme tutkumuz giderek arttı. Biz yine işin tadını çıkarmaya çalışalım ve sonsözü hiciv üstadımız Aziz Nesin'e bırakalım:
Bu yıl da ağzımızıın gelmez mi tadı tuzu
Biz de gülüp eğlensek bu gece ederek dans
Yeni yıl şerefine dönsün diye kahpe şans!

4 Aralık 2009 Cuma

Türk edebiyatında matbaa 2


BİR MATBAACI YAZAR: BEKİR YILDIZ
Bekir Yıldız’ı yazar olarak tanımayan pek yoktur. 1933 Urfa doğumlu olan yazar, kitaplarında özellikle Güneydoğu Anadolu insanlarını ve onların İstanbul’daki yaşamlarını başarıyla aktarır. Ama matbaacılık sektörü açısından Bekir Yıldız’ın özel bir anlamı daha vardır. Öncelikle Matbaa Meslek Lisesi mezunudur. Okul sıralarında akşamları Remzi Kitabevi’nde dizgi operatörü olarak çalışmıştır. 1962 yılında Makina ile Yazı Dizme Sanatı adlı bir de kitap yayınlamıştır. Mezuniyetinin ardından Almanya’ya gitmiş, burada Willi Blümel’in de yardımıyla Heidelberg Druckmaschinen firmasının çeşitli bölümlerinde çalışmıştır. Daha sonra da İstanbul’a dönüp kendi matbaasını kurmuştur.

Bekir Yıldız kendisiyle yapılmış bir konuşmada( 1) , matbaacılığın yazarlığına nasıl katkıda bulunduğunu şöyle anlatır: “Bakın ben yüksek okula gitmedim. Ama Türkçe’yi en iyi kullanan yazarlardan biriyim. Dizgi operatörüyken aynı sayfayı üç defa dizdiğim olurdu. Operatörün nitelikleri çok önemlidir. Sanat enstitüsünden sonra matbaacılık okulunu bitirdim. Büyük matbaalarda çalıştım. Binlerce kitap dizdim. Bir yandan çalışıp para kazanırken, bir yandan da yazarlığı öğrendim. Basım sektörü diğerlerine benzemez. Bizim dükkana gelenler hep entellektüel kişilerdi. Bizde operatörün mesleğine saygısı çok önemlidir. Ben Remzi Kitabevi’nde, Akis Dergisi’nde çalıştım. Çok kitap dizdim, çok kişiyle tanıştım. Birgün Türk Dil Kurumu üyelerinden birinin kitabını diziyordum. Yanlışlar vardı. Çok tashih geldi. İyi bir operatör tashih dizmez; yanlış müelliften geliyor. Bana dediler ki, ‘Ne görüyorsan onu diz, sana bunun için para veriliyor.’ Ben de ‘Parayla dizgi satmıyorum,’ diye cevap vermiştim.”

Blümel’in yaşamını değiştirdiği yazar

Bekir Yıldız, Almanya’daki matbaacılık yaşamını ise şöyle aktarıyor: “Ben Almanya’ya gitmek üzere İşçi Bulma Kurumu’na başvurdum. Sene 1962. (...) Beni Almanya’da maden ocağına göndermişlerdi. Fakat Willi Blümel’in desteğiyle Heidelberg fabrıkalarına geçtim. Blümel ile tanışmam da ilginçtir. Ben o günlerde dizgi öğretmenilği yapıyordum. Fakat bu iş sadece anlatmakla olmuyor. Oturdum bir de kitap yazdım: Makina ile Yazı Dizme Sanatı. Almanya’ya gittikten sonra Blümel kitabı bastı ve benim Heidelberg’e girmemi sağladı. Blümel hayatımın gidişini olumlu yönde değiştiren adamdır. Heidelberg’de mesleğimi sürdürdüm. İki yıl boyunca Heidelberg Havadisleri’nin İtalyanca, İngilizce ve Fransızca dillerinde dizgisini yaptım. 1964 Drupa fuarında bulundum. Willi Blümel ile orada yine görüştük ve ben kendisine bir makine almak istediğimi söyledim. O konuda da yardımcı oldu. Beni fabrikada montaj kısmına aldılar. Orada 1,5 yıl montajı tamamlanan makinelerin deneme çalışmalarını yaptım. Uzun bir süre demostrasyon amacıyla kullandığım makineyi fabrika tarafından iyi bir revizyon yapıldıktan sonra bana verdiler.”

Baskı makinesini aldıktan sonra İstanbul’a dönen Bekir Yıldız Heidelberg Matbaası adıyla ilk matbaasını kurar. Fakat esas işinin dizgicilik olduğunu düşünerek bir süre sonra matbaa makinesini satar ve Menta marka bir dizgi makinesi satın alır. Kendisine yıllar önce dizgiyi öğreten Şefik Atalay ile bu defa ortaktırlar. Baskı makinesini sattığı için sonradan çok pişman olur. “Çok sonraları Konya’ya sattığım makinenin parçalandığındığını öğrendiğimde ağlamıştım,” diyor bir röportajında.

Bu arada Türkler Almanyada adlı ilk kitabını yazar. Düşüncelerini almak için Orhan Kemal’e okutur. Onun beğendiğini görünce bastırır. Dana sonra kitapları ardarda yayınlanmaya başlar ve Bekir Yıldız ünlü bir yazar haline gelir. Biz yine matbaacılık alanındaki çalışmalarına dönelim. Dizgicilik yaptığı yılları şöyle anlatıyor: “Dizgi makinemizi çok iyi çalıştırdık ve piyasanın en iyi satır döken matbaası olduk. Kendi makinemde, kendi kitabımın dizgisini yaptım. Çok satacağını sandığım için formaları dağıtmadık, fakat kitap satmadı. Dizgi makinesinin borcunu 1.5 yılda ödedik, bir tane daha aldık. Sonra ben ortaklıktan ayrıldım, [1967 yılında] Asya Matbaası olarak kendi matbaamı kurdum. (...) Asya Matbaası iyi iş yaptı, para kazandık. Fakat o sıralarda ünlü bir yazar olmuştum. Kitaplarım artık çok satıyordu. Matbaayı bırakmak istedim. Bir süre arkadaşlar yürüttüler. Fakat seçim yapmak durumundaydım ve 1980’de makineleri, kurşunları, kasaları yok pahasına sattım. Ondan sonra da tamamen yazarlığa eğildim.”

Bekir Yıldız 1998 yılında bu dünyaya veda edene kadar başta Reşo Ağa, Kara Vagon, Kaçakçı Şahan, Sahipsizler, Evlilik Şirketi, Beyaz Türkü, İnsan Posası, Demir Bebek olmak üzere onlarca kitap yazdı. Bunlar arasından Kaçakçı Şahan 1971 Sait Faik Armağanını kazandı. “Bedrana”, “Kara Çarşaflı Gelin” öyküleri ve Halkalı Köle romanı filme çekildi.

Öykülere yansıyan matbaa insanları

Bekir Yıldız’ın bazı öykülerine matbaacılık yaşamından yansıyan tipler olmuştur. Beyaz Türkü kitabındaki “Tahir Usta” öyküsü bunlardan biri. Bir matbaa ustası şöyle anlatılır bu öyküde:
“ Çocuk, karton kutuların kenarına, cicili-bicili kâğıtları yapıştırmaya koyuldu, dışarıyı yüreğinde güzelleştirerek. Kardeşinin, yazdan kalma gıslaved lâstikleri geldi sonra güzelliğin üstüne. Siyahlandı kar.
At arabasıyla taşımışlardı atölyeyi. Rapid en gözde makinaydı taşınanlar arasında. Hem baskı, hem de keski yapabiliyordu. Montörler, özellikle, Rapidin kazanı açıp kapayan kollarını gösterip, “Bu kollar, sana çok ekmek yedirir arkadaş,” demişlerdi.
Patron, Rapidin yanına geldi.
“Kaç bin?”
Tahir Usta, başını kaldırmadan – kaldıramazdı- yeni bir kartonu solundan alıp kazana yerleştirirdi. Sonra, öteki eliyle, kesilmiş kartonu sağındaki sehpaya koydu. Üç-beş saniyenin içinde tamamlanmıştı bu iş çizgisi. Yeni bir kartona kol uzattı Tahir Usta.
“Üç bin.”
“Dört binin üzerinde oluyordu her gün, bu saatte. Yengem nasıl?”
“İyi sayılır. Karton bekledik de.” (2)

Ama Bekir Yıldız’ın öyküleri içinde, matbaacılık tarihi açısından en ilginç tipleme sanırım Kara Vagon kitabındaki Elazığlı Hamal öyküsünde karşımıza çıkar. Öykü bu matbaa hamalını betimleyerek başlar:
“Hasan Dayı hamalların en ufağıdır. Onun yüzü pek görünmez. Matbaalara iki büklüm gelir, iki büklüm gider… Çok tutarlar Hasan Dayıyı. Boyu ufaktır. Eğildi mi, aşağılara iner yüksekliği. Yerden kaldırırlar kurşun kalıplarını, hop sırtına. O, önce hafifçe sallanır, sonra bir eliyle bir bacağını tutar. Destek alır bu bacağından kendine. Bir eliyle de, arkalığının ucuna takılı olan ipini uzatır. İpi, sırtındaki yükün üzerinden aşırıp Hasan Dayıya verirler. Bu defa o, ipi çeker ve titreye, titreye gider. Onun titrediğini görmek için keskin göze gerek yoktur. Yeter ki, adam yerine konulup, bakılsın bir kez…
Hasan Dayı, matbaadan caddelere çıkar. Başını yukarı verdikçe, boyun kasları gerilir, ağrır. Fazlaca öne yıksa, bu kez medeniyetin süratine çarpar. Caddelerde insanlar, arabalar dolu… Hamal kısmının işi ne!.. Aklı hep, sırtındaki yükü boşaltacağı matbaadadır. Adımları ağır, sayılıdır. Karnı şiş kadının, doğum gününü sayması gibi…”

Hasan Dayı’nın işi çok ağırdır. Kurşun kalıplarını taşımaktadır. İnsanüstü bir çaba gerektirir bu. Bekir Yıldız onnun bir iş gününden çizgiler sunar bizlere:
“Hasan Dayı yükünü boşaltacağı hana girer. Sekiz, on adım koridorda ilerler, sonra bir merdivenin başına gelir. Bodruma inecektir. İlk basamağa bir ayağını atar. Bu defa sırtındaki yük bedenine daha çok yayılır. Ve Hasan Dayının vücudundaki bütün kan, başına sıkışır, gözleri yuvasında ağırlaşır. Sonra matbaanın kapısına gelip, durur. Matbaanın içindeki bacaklar kıpırdamazlar hemen. Ve Hasan Dayı bağırır:
- Haydi!..
İnsanlar başlarını sesten yana çevirirler. Hasan Dayı göremez bunu. Ve o, ağırlığından fazla yükün altında tekrar bağırır. Bu defa daha hızlı, daha öfkeli:
Haydin yahu...
Bir çırak gelir. Kapının ikinci kanadını açmadan sorar:
- Hangi matbaadan emmi?
- Züratişden herhal.
Çırak, ustasına bağırır.
- …….matbaaasındanmış…
- Al içeri… Tamam…
Çırak, Hasan Dayıyla alay eder:
- Biraz geri bas… Geri bas da kapı açılsın.
Hasan Dayı alışık olduğu bu sözlere pek kızmaz. Ve birkaç adım geri gider. Kapı açılır. İçeriye girer. Sırtındaki kurşun sayfalarını, indirmeğe başlar çırak. Bir, iki, üç… On, on bir, on iki… Hasan Dayının vücudu hassasını kaybetmiştir. O, bilemez daha sırtında kaç sayfa kaldığını. Hattâ bazen sırtında bütün yük boşaldığı halde, o bekler durur. Çırak sütsüzse eğer, sayfa alıp indiriyormuş gibi yapar bir müddet. Ve bunu görenler gülüşür. Sonra çırak arkalığına dokunur. O bunu da hissetmez. Bu defa seslenir:
- Tamam.
Hasan Dayı sırtında yük varmış gibi korka, korka belini doğrultur ve yükün altına girelidenberi, göremediği insanların yüzünü ilk kez görür. Fakat o, bu yüzlerden hiç hoşlanmaz. Çünkü bu yüzlerde, Hasan Dayıyı aşağılayan çizgiler vardır. Ve onun iki büklüm olan bedeninde, bir insan kalbi taşıdığını çoğu düşünmemiştir bile…”

Matbaa hamalları, makinelerin Babıali’ye ilk kuruldukları günden bu yana basım sektöründeki çarkın bir parçasıdırlar. En zahmetli noktasında dururlar bu çarkın. Bekir Yıldız öyküsünü şöyle noktalar:
“Hasan Dayı matbaadan, önce hanın koridoruna, sonra caddeye çıktı. Sırtında Emile Zola’nın Germinal’i vardı. Dün de Kerbelâ Vakası’nı taşımıştı. Belki de yarın, Lenin’in bir kitabını taşıyacaktı. Ya öbürgün… Bir aşk romanı… Hasan Dayının sırtında, dünya edebiyatı gidiyor, geliyor… Vitrinler kitaplarla doludur. Vitrinlerde pırıl pırıl kapakların içinde yazarın emeği, matbaacının, dağıtımcının komisyonu… Her kitapta Hasan Dayıdan duyulmayan bin inilti. O taşır, o geri basar, o beli iki büklüm kitapların formasını sırtlar. Bazen zekâ testlerini taşır o. Bazen şirketlerin milyonluk yıl sonu bilânçosunu. Onu kandırır herkes: “Çök,” derler, o çöker. Sonra insanlıktan bahseden binlerce kelime vurulur sırtına. Yazarın biri, hapishanede geçen yıllarını anlatır, ballandıra ballandıra. Ve bazen bir gazetenin sayfalarını taşır o. İlk sayfada kocaman bir eşek resmi vardır. Sahibi dayak atmıştır eşeğe. Hayvanları Koruma Cemiyeti ateş püskürür. Hasan Dayı sırtında, bu eşek resimli sayfayı taşırken, belki de cebinde ekmek parasının zeytine, peynire ulaşıp ulaşamayacağını hesap etmektedir. Hasan Dayı, köy yerinde beynine akıtılan kurşunun farkında değildir. Ve o, Babıâli’deki kurşunları tüketmeğe çabalamaktadır.” (3)
(1) Basmen Matbaacılık Dergisi, Yıl 10, Sayı 34, Mayıs-Ağustos 1994
(2) Bekir Yıldız, “Tahir Usta,” Beyaz Türkü içinde, Cem Yayınevi, Basaş Ofset, İstanbul 1985, s.27- 28.
(3) Bekir Yıldız, Kara Vagon içinde, Cem Yayınevi, Yelken Matbaası, İstanbul, 1974 (4.B.)

7 Ekim 2009 Çarşamba

Türk edebiyatında matbaa 1


MATBAA İŞÇİLİĞİNDEN YAZARLIĞA: ORHAN KEMAL
Orhan Kemal’in matbaa ile tanışması, belki de tüm yazarlardan farklı olarak çok erken yaşlarda başladı. Babası bilineceği gibi birinci Büyük Millet Meclisi milletvekili ve daha sonrasının sıkı muhalifi Abdülkadir Kemali’dir. 1930 yılında Serbest Fırka’nın kurulmasına paralel olarak Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Kemali, aynı günlerde bir de matbaa satın alarak Ahali gazetesini çıkarmaya başladı.

Asıl adı Mehmet Raşit [Öğütçü] olan Orhan Kemal, işte bu matbaa ile 15-16 yaşlarında tanışır: “(...) Babamın ilân sayfalarına kadar uzanan makaleler yazdığını biliyordum... Matbaaya yazılar verir, provalar alır, tashihler götürürdüm...”(1) Bu dönem daha sonra yazacağı Baba Evi adlı romanına da şöyle yansımıştır: “Matbaaya makaleler götürür, provalar getirir, düzeltmeler götürürdüm. Babam, birtakım kalın kitapları okuyarak sabahladığı günler, kaşlarını çatarak ve kan çanağına dönmüş gözleriyle, elime tutuşturduğu yazılardan sonra, “Matbaaya çok acele götür, ver ve bir gazete al gel!” tembihine rağmen, sokakta gecikmeyi icap ettirecek mevzular bulurdum mutlaka. Ben bunları aramazdım şüphesiz, lakin sokakta o kadar çok, bir çocuğu alıkoyup geç bırakacak o kadar çeşitli konular vardır ki… Mesela, futbol, kamuş vuruşmak, çikolata çekişmek… Gecikince dayak yiyeceğimi bilirdim…”(2)

1930 yılı Orhan Kemal’in ailesi için pek hareketli geçer. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasına rağmen, Abdülkadir Kemali muhalefetini sürdürür. Baskılar artıp durum tehlikeli bir hale gelince 1931 baharında Suriye’ye kaçar. Ardından Beyrut’a göçülür. Aile maddi açıdan zor durumda kalınca Orhan Kemal de çalışmak zorunda kalır. İbrahim Efendi adlı bir tanıdığın yardımıyla Matbaat-ül Haceriye’ye yerleştirilir.

Gerisini yine Baba Evi romanından aktaralım:
“Hiçbir zaman minnet etmeyen babamın, “Âlâ… Babası matbaa sahibi olmuştu, varsın oğlu matbaa işçisi olsun…” diye, müthiş bir kahrı içinde saklayarak, adeta yüzüne tükürürcesine konuştuğu İbrahim Efendi, güler yüzlü, kabarık saçlı bir adamdı ki, ayakta durduğu zaman koca bir horozu hatırlatır, Türkçeyi Arapçada olduğu gibi, ayınları çatlatarak [sesi gırtlaktaboğumlamaya çalışmak], gürültüyle konuşurdu.
O gün İbrahim Efendi önde, ben arkada, Beyrut’un güneş dolu caddelerinden Burç Meydanı’na indik. Dar bir sokağa saptık. Karşılıklı yüksek apartmanların arasında sıkışmış kalmış, koyu gölgeli bir aralıktı… Bu aralıkta da bir hayli yürüdükten sonra, küçük küçük aktarların, meyhanelerin, balık işportalarıyla muz hevenklerinin yanı başında, rakı ve turşu kokan bir çıkmazda, dar kapısının üstündeki mermer levhada Arapça “MATBAATÜL-HACERİYYE” yazılı tahta bir binanın taş merdivenlerini, gene o önde ben arkada, çıktık; birdenbire bir mürettiphaneye girdik. Sağda, giyotine benzeyen büyük bir makine, kâğıt kesme makinesi, solda sonradan yaldız makinesi olduğunu öğrendiğim tekerlekli, volanlı, pırıl pırıl bir sandığa benzeyen bir başka makine, karşıda sıra sıra mürettip kasaları…
İbrahim Efendi, mürettiphanedekilere eliyle selam verip, solda, yarı örtük bir kapıya yürürken, bana, “Bekle!” dedi.
Eli yüzü karalı, elleri dirseklerine kadar sıvalı mürettipler harıl harıl çalışırlarken arada bana bakıyorlardı. Ürküyordum… Bir kenarda ehemmiyetsiz, ufacık kalakalmıştım. İbrahim Efendi’nin gürültülü sesi geliyordu. Eli yüzü karalı insanlar bana baktıkça sanıyordum ki, orada niçin dikildiğimi biliyorlar, içlerinden bana gülüyorlar… “Dil bilmez, mürettiplikten anlamaz, hatır için kayırılmak istiyor,” diye düşüneceklerinden korkuyordum.”

Volanlar ve iniltili dev makineler

İbrahim Efendi, matbaa sahibiyle uzun uzun konuşur ve sonunda Orhan Kemal’i işe aldırır. Haftalığı iki yüz elli kuruştur.
“Vazifem, kâğıt kesme makinesinde kol çevirmekti. Vişne çürüğü fesini daima sol kaşına doğru yıkan ustamsa, zayıf, uzun boylu, dehşetli şakacıydı. Herkese takılır, sık sık kahkahalar atardı. Makinenin demirine takılı ceketinin iç cebinde daima rakı şişesi bulunurdu. Kesilecek kâğıt yığınlarını makinenin demir tablasında düzeltir, bıçağın altına sürer, sıkıştırır, bana, “Yallaaah!” dedikten sonra rakısını cebinden alır, dikerdi. Bense olanca kuvvetimi zayıf kollarıma toplar, bütün gayretimle kolu çevirip kâğıdı kesene kadar, o, şişeyi aldığı yere koyar ve seslenirdi:
“Kâfiii!”
Gene bütün nefesimi keserek kola atılırdım. Müthiş bir hızla dönen demir tekerleğin sert daireler çizen kolu ellerime fena hâlde çarpardı. Duyduğum acıyı, sıkılan dişlerimin arasında zapta çalışarak, yeni bir hamleyle kola atılır, yakalamaya çalışırdım. Hâlâ hızını alamamış kolsa, beni çoğu kez yanımdaki duvara çarpardı.
Bu iş, irikıyım insanların harcıydı şüphesiz. Fakat böyle bir şey hissettirirsem, “Mademki bu işi yapamıyorsun, o hâlde başka işimiz yok!” derler de yol verirler diye ödüm kopardı.”

Sabahın köründen akşamın yedisine kadar makinenin kolunu çeviren Orhan Kemal, kötü çalışma koşullarına karşın işini sever:
“Sabahları, herkesten evvel geldiğim sıralar, Elham Kulhüvallahi okur, üflerdim. Fakat kolun demir ve tahta sessizliği fevkalade bir ciddilik içinde, tahtasını demirine bağlayan uçtaki tek somunuyla bana ters ters bakar, dualarıma filan boş verirdi.
Zaten şuna dikkat ediyordum ki, makinelerin bulunduğu yerde dualar pek zavallı kalıyordu. Muazzam volanların ve iniltili dev makinelerin santral dairesinde Allah, çiviye takılmış bir tülbent kadar aciz ve zavallı geliyordu bana. Makinede Allah’a isyan ediş, mazeret tanımayan, affetmeyen, miskinliği parçalayan sistemli bir hırs görüyordum. Onda hiçbir duanın stop ettiremeyeceği bir kudret vardı. Bu kudret beni ürkek bir hayranlığa götürüyordu. Makineyi seviyordum. Makine, insan kolunun gelişmesi, insanın en namuslu dostu, yardımcısı, kölesiydi ama makineden gene de korkuyordum.(...)
Akşam paydosunda, yani sabahın altısında akşamın yedisine kadar on iki saatlik işten sonra ötekiler gibi, ceketim omzumda, elim yüzüm kir pas içinde onlar gibi olabilmek için ceketimi omzuma atar, onlara benzemek için elimi yüzümü bilhassa karartırdım- kaldırımları çiğnerken, aşırı bir gururun hazzını duyar, sızlayan kollarımın ağrısını unuturdum.
Bir karaca kadar çevik, amirsiz bir insan kadar rahat, eve, geçimini sağladığım insanların yanına döner, sonra da yatağıma kavuşurdum.”

Orhan Kemal’in bundan sonraki yaşamı, önce mensucat fabrikalarında, ardından da hapishanelerde geçecektir. 1943 güzünde tahliye olduktan sonra önce Adana’da yaşamaya başlar. Hikayeleri ve romanlarıyla tanınması da bu tarihten sonra olacaktır. 1950 yılında ise eşi ve çocuklarıyla İstanbul’a gelirler.

Babıali Günleri

Orhan Kemal’in hayatını sadece yazar olarak kazandığı parayla sürdürmeye çalışması, o günün koşulları içinde pek kolay olmaz. Gazeteler, film şirketleri, yayınevleri arasında koşuşturarak geçer günleri. Kahve köşelerinde yazar bir çok yazısını. Akşamları ise meyhanelerde arkadaşlarıyla buluşur.

Orhan Kemal’in bu dönemde yazdığı hikaye ve romanlarda özel olarak matbaalarla ilgili bir bölüme rastlanmaz. Halbuki arkadaşlarının anılarından (Nurer Uğurlu, Fikret Otyam, Muzaffer Buyrukçu, Y.Kenan Kayacanlar) öğrendiğimize göre, matbaa çalışanlarının, Niğdeli matbaa hamallarının boş vakitlerini geçirdikleri kahvelerde geçer günleri. İkbal Kahvesi, Kömürcünün Kahvesi bunlardan adını bildiklerimiz.

Öykü ve romanlarında yer almayan matbaa işçilerinden biri, 12 Ağustos 1960 tarihli bir düz yazısında karşımıza çıkar.
“Kısa, kalın, yumuk gözlü bir adam. Otuzla otuz beş arası. Mesleği basımevi makinistliği. Evini, yaşayış şartlarını, düşkünlüklerini gayet iyi biliyorum. Çok düzenli yaşayan, yurdu ve dünyası üzerine belirgin fikirleri var. Büyük baskı makinesinin başında öylesine büyük bir dikkatle dikilir ki, makineden en küçük bir hatanın geçmesi mümkün değil. Boş zamanı yoktur. Çalışmasının öylesine hakkını veren belki daha başkaları vardır, ben böylesine henüz rastlamadım, çalışmak, iş çıkarmak onun için gerçekten bir “namus meselesi”. Sabahın beşinde uyanır. Yaz, kış böyledir bu. Ev halkını uyandırmamak için bir kedi sessizliğiyle musluğa geçer, elini yüzünü yıkar, kurulanır, gazocağına çaydanlığı oturtur, sonra da odasına döner. Basımevinden kazanıp evine harcadığından ayırdığı paralarla alınmış kitaplarından birini çeker, başlar okumaya.”

Orhan Kemal, adı verilmemiş olan bu matbaa işçisiyle bir konuşmaya oturur yazısında. “Onu basımevinin loş alacakaranlığında, yerleri, duvarları hırslı hırslı sarsarak çalışan kocaman baskı makinesinin başında buldum. Tozlu ampullerin sarı sarı aydınlattığı bodrum katı serindi. Ta yanına kadar sokulduğum hâlde beni görmedi. Kendini işine öylesine vermiş. omzuna dostça vurunca, sanki rüyadan uyanarak yumuk gözlerini çevirdi:
“Ooo, merhaba. Buyurun!”
Gözleri makinesinde. Makine kocaman ve obur bir dev iştahasıyla boyuna kâğıtlar yiyerek yutuyor, yiyerek yuttuğu kâğıtları kusuyor. Bir kıyıdaki basit tahta iskemlelere ilişip sigaraları yakıyoruz.”

Gazeteleri pek sıkı takip eden bu işçi, Amerika’nın ünlü politika yazarlarından Walter Lippman’ın yazılarını bile takip etmektedir. Aslında başına ne geldiyse, hep bu okuma sevdası yüzünden gelmiştir. CHP döneminde DP’li olmakla, DP döneminde de komünist olmakla suçlanmıştır. Şimdilerde 27 Mayıs darbesinin ardından umutlarını yeni bir Anayasa’ya bağlamıştır. Bir gün üniversiteye gidip eğitimini tamamlamak istemektedir. Orhan Kemal’in “işinden bıktın mı yoksa,” diye sorgulamasına hemen cevap verir:
“Hayır hayır, rahata kavuşmak endişesi değil. Üniversiteyi bir şeyler öğrenmek için istiyorum. Yoksa işimden memnunum.”
Kalktı makineyi stop etti. Ufak bir falso başlamıştı baskıda, düzeltti, tekrardan yanıma geldi, oturdu.”(3)

Orhan Kemal, hayatı boyu geçim derdiyle yaşamış, o dönem bütün matbaa ve gazetelerin bulunduğu Babıali’nin tozlu sokaklarını durmaksızın adımlamıştı. Edebiyatımızdaki yeri hiç bir zaman unutulmayacak denli güçlüdür. Bugünlerde eserelerinin yeniden toplu basımıyla ve televizyona uyarlanan romanlarıyla yeniden gündemde. Onu hatırlamanın

NOTLAR:
(1) Akt. Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Cem Yayınevi, İstanbul, t.y., s. 38
(2) Orhan Kemal, Baba Evi (Küçük Adamın Romanı 1), Everest Yayınları, İstanbul 2008 (23. Baskı), s.21. Bundan sonraki alıntılarda romanın aynı baskısından yapılacaktır.
(3)Orhan Kemal, “Walter Lippman ve İşçi,”, Önemli Not! (Tamamlanmamış Yapıtlar ve Seçilmiş Düzyazılar), Everest Yayınları, İstanbul 2007, s.194-198

29 Eylül 2009 Salı

BABYLON 10 YAŞINDA!


Babylon 10 yaşını kutlarken, beraberinde bir de "Babylon 10" adını taşıyan enfes bir kitap yayınladı. 10 yılın hemen her şeyi sığmış bu 430 sayfalık kitaba. Fotoğrafları, tasarımı, cildi kusursuz. Bendenizin de naçizane bir yazısı yer alıyor içinde. Bunu sizlerle paylaşmak istedim.

HER DAİM BABYLON

Evvel zaman içinde... Yirmi yıllık bir tarihten sözedeceğiz demektir! Ama Babylon’a gelmeden bu tarihin ilk yazıldığı günlere dönmemiz gerekiyor. Pozitif diye bir kuruluş olduğunu işitmem Sun Ra’dan önce midir, sonra mı? Şimdi sorsanız hatırlamam. İtiraf etmek gerekirse ne Sun Ra’yı tanıyordum, ne de ardından getirdikleri David Murray’i... Zaten eskiden ne vardı caz adına? Hadi haklarını yemeyelim, Şan Tiyatrosu’nda yapılagelen Bilsak Caz Festivali ile Arnavutköy’deki Naima adlı klüp bir neslin merakî caz tutkularının tohumlarını atmıştır. Ama öte yana geçmemizi sağlayan sağlam köprüler de Pozitif tarafından inşa edilmiştir. Sezar’ın hakkı Sezar’a...

Ben tanışmamızın ilk Efes Pilsen Blues Festivali’nde yani 1990’da olduıunu sanıyordum. Ama Ahmet Uluğ tam olarak hatırlıyor. Maçka G-Amfisinde verilen Hal Singer konserinde tanışmışız. Ortak arkadaşımız Figen İsbir sayesinde gerçekleşmiş bu randevu. “Ben yaptığınız işleri pek beğeniyorum,” demiş miydim acaba? Pozitif ekibi de garip garip bakmış, bu adam da nereden çıktı şimdi, diye düşünmüşller miydi? İlk diyalogların nasıl geliştiği meçhul. Öyle ya da şöyle, o günden bu güne peşlerini bırakmadım hiç...

O zamanlarda sponsorluk müessesesi pek gelişmediğinden Pozitif dergiler çıkarır, bunlara ilan alır, caz konserlerini de böyle finanse etmeye çalışırdı. Kirli çıkı olduğumdan bu dergilerin epeysi hala elimde. Hoş yazılar ve daha da hoş fotoğraflarla süslü. Bu fotoğrafları Cem Akkan çekerdi (şimdi nerede ne yapıyor acaba?). O dergilerden birine benden yazı istemek gafletinde bulundular. Biraz daha yanaşıverdim, teknelerine sıkı ilmiklerle bağladım kayığımı.

İrtifa yüksek, mesafe pozitif

Pozitif benim için ne demek? Bunun cevabını epeydir biliyorum. Bir kere Pozitif yakın tarihimizin en önemli yaratım modellerinden biridir. Sıfırdan başlayıp, sadece kendi zevklerini temel alarak, bir kentin (ve hatta ötesinin) müzik zevkini yeniden belirlemek başarısını gösterdiler. Müzik ve özellikle de caz seyircileri, Pozitif olmasaydı acaba hangi irtifalarda takılıp kalacaklarının farkındalar mıdır diye düşünürüm zaman zaman. Pozitif benim için bir ufuk çizgisidir.

Pozitif aynı zamanda, Türkiye emprezaryo tarihinin vardığı en çağdaş noktadır. Biraz ilgilendiğim bir konu olduğundan, yirminci yüzyılın başından bu yana kimlerin, hangi çabalarla yurtdışından sanatçı getirdiklerini iyi bilirim. Bu ilginç tarihte yolculuk ettiğimizde Fransız Tiyatrosu’nu yöneten Arditi ile Saray Sineması’nın müdürü Franko’nun attığı ilk adımlardan Egemen Bostancı’ya ulaşır, oradan Pozitif’e geliriz. Ve nokta!

Plaklar ve öyküdeki yeri

Babylon’dan birazdan uzun uzun bahsedeceğiz. Doublemoon plak şirketini de anmadan geçmeyelim. Bu girişim, Pozitif’in kendi topraklarından evrensel bir müzik çıkarmak yolundaki ilk çabalarıdır. Meyveler de lezzetli ve kalıcı olmuştur. Dünyaya pozitif bir seda da bu sayede eklenmiştir. Öte yandan Pozitif, Açık Radyo kurulduğunda müzik işlerinin sorumluluğunu üstlenmiş, diğer arkadaşları yanısıra beni de program yapmaya çağırmıştı. Aman yaman dememe aldırmamış, sıradan bir plak toplayıcısından on yıl program üretecek bir yapımcı ortaya çıkmasını sağlamışlardır (şimdi yapmıyoruz ama bu ayrı bir hikaye).

Gelelim Babylon’a. Daha ortada Babylon filan yok. Ahmet Uluğ bir gün beni alıp Asmalımescit’in arka sokaklarına götürdü. Eski bir marangozhanenin önünde durduk. İşte burası, dedi, ne dersin, gelirler mi buraya? Yıllardır bir caz kulübü açmayı düşleyen Pozitif, o zamanların bu pek kuş uçmaz kimse uğramaz bölgesinde metruk bir yapı almıştı. Şöyle bir baktım Ahmet’e ve “Siz olmasanız gelirler diyemezdim ama durum farklı, korkmayın bir kaç yıl sonra herkes alışır,” dedim. Tabii ben dedim diye yapmadılar Babylon’u. Ama iyi ki de yaptılar. Asmalımescit bir yüzyıl ileri sıçradı böylece.

Cennet mekan Babylon

Ben Babylon’u pek severim. Açıldığı günden bu yana da her önemli konsere giderim. Anılarım muhtelif. Müthiş performanslar seyretmişimdir sayelerinde. Patricia Barber, Bonnie ‘Prince’ Billy’, The Fall, Chicago Underground Trio, Blues Explosion, Mike Stern Band, Jimmy Scott, Fun-De-Mental, Embryo, John Lurie, Ray Anderson, David Murray, Sarah Jane Morris, ICP Orchestra, Arto Lindsay en unutulmaz konserlerim.

Mekan önemlidir. Örneğin Babylon’da seyredip rüyalarıma giren Patricia Barber, bir daha hiç aynı zevki vermedi bana. Bazı sanatçılar bazı mekanlara daha yakışır. Semiha Berksoy’lu ve de Killing kıyafetli Baba Zula konseri Babylon dışında nerede aynı tadı verebilirdi ki...

Ben Babylon’u sıkış tıkış olunca sevmem. Kalabalıktan hoşlanmam. Bu nedenle çok istememe rağmen meselâ bir Nil İbrahimgil konseri izleyemedim daha! Hani çok boş da olmasın ama şöyle orta karar bir kalabalık en güzeli. Bu havada seyrettiğim Hayko Cepkin veya Replikas konserleri daha bir yer etmiştir hafızamda.

Haftasonlarından hoşlanmam. Hatta önemli konserler haftasonuna denk gelirse canım sıkılır. Çünkü cuma cumartesi sırf mavra yapmak için gelenler huzur bozar. Konserin ne olduğu umurlarında bile değildir. Maksat eğlencedir, dinlence değil. Babylon’un havası bulanır. Başka zamanlarda da bulandığı olmuştur. Akustik konserlerde sıkılıp konuşanlar atmosferi tarumar eder. Bu nedenle kavga etmişliğim bile vardır. Bant dergisinin Damon & Naomi ve Cat Power konserlerinde çileden çıkıp ekşi sözlüklere bilem düşmüşümdür.

Güzel mekanda güzel insanlar

Pozitif partilerini severim. Yani Babylon Juke Box’ları. Bu partilerde Pozitif’in ortakları Mehmet, Ahmet ve Cem pikap başına geçerler. Güzel şeyler çalarlar. Mehmet yıllar önce ilk Lhasa plağını burada çalmış, ben de hemen yanaşıp kapağına bakmışımdır mesela. Eş dost biraraya gelir. Yüz aşinalığı tavana vurur.

Bir çok sanatçıyı ilk kez burada dinlemişimldir. Hiç tanımadıklarımı bile... Merakımı gideririm. Mehmet birgün beni Chicks on Speed konserinde görmüş, buna da mı geliyorsun, pes yani bile demiştir... Tamam yaşlandık ama bu kadar da yüze vurulmaz ki!

Personeli eşsizdir. Gece mekanlarında rastlamaya hiç alışmadığımız bir kibarlıkla davranır, sizi tehditkâr bakışlarla süzmezler. Kapısından vestiyerine, barından ses düzencisine güzel insanlardır.

Babylon’da begenmediğim şeyler olmamış mıdır? Olmuştur, ama azdır. Cem Adrian konserlerinden, Orhan Osman’ın buzukisinin balkondan iple inmesinden, havalandırmanın zaman zaman Sibirya soğukları estirmesinden elbette hoşlanmamışımdır. Ama bu tür konserlere bir daha gelmemek, soğutma fırtınalarına karşı arka cebinde bir şapka taşımak gibi çareler ner zaman mevcuttur.

Zaman içinde Babylon doğurmuş, arkasına koca bir bina çıkılmıştır. Altına da yeni bir keyif mekanı eklenmiş, Babylon Lounge dönemi başlamıştır. Burada ne güzel tatlılar yiyip ne müthiş Nina Simone plakları çalmışlığımız vardır.

Babylon, fanatizmden hiç hoşlanmayan benim gibi birinin yaşamındaki bir iki fanatiklikten biridir. Gerçi dinlemediler ama, Babylon temalı şarkılardan oluşan bir radyo programı bile yapmışımdır onlara ithaf ederek... Babylon forever...

Şimdi bu yazıyı bitirmek lazım. Daha ne desem, ne desem... Ey er aş Pozitif kan taşıyan kardeşlerim! Sizi model alanlar artar, sponsorlarınız çoğalır, keyfiniz köpürür, mekanlarınız daha da büyür inşallah... Tahtaya vuralım, Pozitif’e koca bir maşallah üfürelim. Titrete titrete...

Dinlemedikleri “Babylon” temalı radyo programının playlisti:

1. Blue Cheer, Babylon
2. Dr. John. Babylon
3. Don McLean, Babylon
4. Ajda Pekkan, Babylone
5. Boney-M, Rivers of Babylon
6. The Ruts, Babylon’s Burning
7. Steely Dan, Babylon Sisters
8. Nico, Hanging Gardens
9. Bob Marley, Chant Down Babylon
10. Jane Birkin, Baby Alone In Babylone
11. Sinead O’Connor, Fire on Babylon
12. Einstürzende Neubauten , Der Schacht von Babel