5 Ocak 2010 Salı

Müzik yazıları


BÜYÜLÜ ORMANLARIN PERİSİ DE UÇTU GİTTİ...
İnanılmaz ama gerçek,,, Güzel insanlar bir bir göçüyor bu dünyadan. Vic Chesnutt'un intiharından sonra, Lhasa da 1 Ocak'ta bir süredir mücadele ettiği göğüs kanserine yenik düşmüş. İkisi de arkalarında en güzel şarkıları bıraktılar. Lhasa'nın son albümünden sonra yazdığım yazıyla onu bir kere daha hatırlamak istedim...

........


Lhasa ile yıllar once, bir Babylon Juke Box partisinde tanıştım. Ahmet Uluğ bir İspanyolca şarkı çalmaya başlamıştı. Birden olduğum yerde kaldım. Dipten, derinden, insanı tam yüreğinden yakalayan bir sesle karşı karşıyaydım. Ahmet’e ne çaldığını sorunca, Lhasa’nın ilk albümü La Llorona’nın kapağını gösterdi. Hemen kendilerini duendeli sanatçılar listeme aldım. Duende, bilirsiniz herhalde, Lorca sayesinde tanıdığımız bir kavram. Flamenko sanatçılarını anlatırken kullanır bu deyimi Lorca. Onların bilinçten değil, karanlık bir dünyadan, toprağın altından gelen bir güçten beslendiklerini söyler. Yaşlı bir gitar ustasından alıntı yapar hatta: “Duende gırtlakta bulunmaz; ayak tabanlarından yukarıya doğru, içeriden yükselir”. Ama bu kadar duende dersi yeter... Fazlasını merak eden Yapı Kredi Yayınlarında bir kaç yıl önce yayınlanan Federico García Lorca: Profil adlı kitaba baksın...

1998 yılında çıkan bu ilk albümünde Lhasa sadece İspanyolca şarkılar söyler. Meksika efsanelerinde, bildiğimiz Latin ritmlerinde dolaştırır bizi, ama bambaşka bir seda ekler bunlara. Müziğinde ve sözlerinde ışık ve karanlık; aşk ve hınç, umut ve hüzün birarada yer alır. “Müziğimin hem dramatik hem de sıcakkanlı olmasını sağlayan da bu,” diyor Lhasa ve ekliyor bir röportajında: “Hatta bu çatışma, varoluşumun özünü oluşturuyor. Işığa varabilmek için her zaman karanlık bir dönemden geçmem gerekir.”

Lhasa ile yüzyüze tanışmamız ise 2005 yılı Temmuz’unda oldu. Yeni albümü The Living Road’u dinleyeli bir yıl kadar olmuştu. Olağanüstü bir yol albümüydü bu. Lhasa sirkte çalışan ablalarıyla o şehir senin bu şehir benim gezmiş, gösterilerde şarkı bile söylemişti. Yani albüm yollarda gezerken hazırlanmıştı ve yollarda dolaşırken dinlemenin tadı da bir başkaydı. İstanbul Caz Festivali kapsamında Sepetçiler Kasrı’nda büyülü bir konser Verdi Lhasa. Kuliste tanıştık ve insan olarak da sihirli bir enerjisi olduğunun ayırdına vardık. The Living Road’dan parçalar çalmıştı çoğunlukla. İngilizce, İspanyolca ve Frasızca şarkılar söylemişti. Konser sonunda kendisine on dokuzuncu yüzyıl sirk gravürleri içeren bir album hediye etmiştim kuliste, birlikte fotoğraf çektirmiştik, hiç böyle bir adetim olmadığı halde…

Yeni bir album için beş altı yıl beklememiz gerekti. Önce iki yıl süren turneler yaptı Lhasa. Ardından yeni şarkılar yazmak için evine kapandı. Ama sonunda oldu işte. Lhasa’nın bugünlerde Türkiye’de de piyasaya verilen albümü kendi adını taşıyor. Aslında tam adı Lhasa De Sela olduğuna gore, ilk ismini demek daha doğru galiba… Bu kez sadece İngilizce söylemeyi seçmiş Lhasa. Yine çok güzel şarkılarla çıktı karşımıza. Biraz daha kapalı, içe dönük bir album bu. İçine daha zor giriliyor, ama girdikçe daha çok etkiliyor insanı.

Lhasa bu son albümünün kayıtlarını geçen yıl yaşadığı kentte, Montreal’de bulunan Hotel2Tango stüdyosunda yapmış. Bu stüdyo analog kayıtlarla ünlü. Carla Bozulich ve Vic Chesnutt da son albümlerini burada kaydetmişlerdi. Stüdyonun başında Thierry Amar (Godspeed You! Black Emperor ve The Silver Mt. Zion Memorial Orchestra’nın kurucu üyesi) ve Howard Bilerman (Arcade Fire) var. Çoğunluğu canlı olan kayıtları da onlar yapmış. Prodüksiyon ve şarkı sözleri Lhasa’ya ait. Bestelerde ise birlikte çalıştığı topluluk üyelerinin katkıları var. Bu albüm için ilk ilişki kurduğu müzisyen arpist Sarah Page olmuş. Sarah, Lhasa’yı, kendi deyimiyle “hemen burnunun ucunda olan ama göremediği” diğerleriyle tanıştırmış.Böylece gitarlarda Joe Grass, basta Miles Perkin, keman ve gitarda Freddy Koella ve davulda Andrew Barr katılmış topluluğa. Son yılların çok söz edilen şarkıcısı (yeni bir Jeff Buckley adeta) Patrick Watson da iki şarkısında Lhasa’ya yardımcı olmuş (albümde yok ama, internette Lhasa ve Patrick Watson’un bir kulüpte birlikte söyledikleri Elliot Smith coverı Between the Bars’ı bulup dinlemenizi tavsiye ederim).

Lhasa bu albümde her zaman olduğu gibi kendini tüm etkilere açık tutmuş. Country, caz, New Orleans, Klezmer, pop, gospel, folk, blues, Latin… Hem herbiri, hem de hiçbiri… Şarkılarını bildiğimiz müzikal kalıplar içinde değerlendirmek kolay değil. Çünkü Lhasa onlara özel bir ruh katıyor ve kendi malı haline getiriyor. Bildiklerimizi unutup farklı bir dünyaya konuk olmak zorundayız. Lhasa’nın her zaman başardığı bir şey bu… Albümde benim favorum “Fool’s Gold”. Kırıka üyelerinin kulağına da bir parçanın “Yalnız Örümcek” adını taşıdığını fısıldayalım. Malum onlar da “Dokumacı Örümcek” şarkısıyla tanınmışlardı…

Lhasa’nın İspanyolca ve Fransızca’yı bir kenara sadece İngilizce söylemesine üzülecek olanlar, bir ölçüde haklı olabilirler. Ama bana sorarsanız onun hangi dili kullandığının hiç bir önemi yok. Lhasa ruhunu seslendiriyor aslında şarkılarında. Yeni açmış bir gonca gül gibi bekliyor boşlukta. Onu önce görmek, sonra sessizce dokunmak gerekli. O zaman yaprakları ağır ağır açılmaya başlıyor. Her yaprağın içinde başka bir giz saklı. İçine girildikçe bu yapraklar yavaş yavaş üstünüze kapanıyor. Çiçeğin ruhuna ulaşıp kokladığınızda artık başka bir dünyaya ayak bastığınızı anlıyorsunuz…. Lhasa’nın eski Tibet belgelerinde tanrıların mekanı anlamına geldiğini söylemeyi yoksa unutmuş muydum?

Hiç yorum yok: