20 Ocak 2009 Salı

KİNG KONG'UN YENİ MACERALARI: ORYANTALİZM


Gökhan Akçura sunar:
King Kong’un yeni maceraları
O R Y A N T A L İ Z M

24 Ocak Cumartesi 8.15 ve sonrası
Misket Şarapevi. Beşiktaş


Misket King Kong’u, King Kong da Misket’i özledi. Üç aylık bir moladan sonra King Kong yeniden Beşiktaş sokaklarında dolaşıyor!

Balıkpazarı’nın (yeni halini beğeniyor musunuz?) arka taraflarında görülen King Kong, katbekat keyif mekanı olarak nam salmış Misket’i tarümar etmeye hazırlanıyor.

Cumartesi gecesi gerçekleşecek olan bu süper randevu, doğuya özgü ritmler eşliğinde hayata geçecek. Söz konusu dinleti için özel hazırlıklar yapan King Kong önce hafif tertip kalbimizi hoplatacak, sonra parmaklarımızın ucu kaşınacak ve en nihayetinde kalkıp oynamaya başlayacağız. Oryantalizmin kaçınılmaz mucizesi!

Gecenin müzikal sponsorları arasında adlarına rastladığımız oryantalistlerden bir demet: Enrico Macias, Natacha Atlas, Lili Boniche, Oojami, Rachid Taha, Aisha Kandisha, Khaled, Jane Birkin, Transglobal Underground, Sussan Deyhim...

Üstüne üstlük zaman zaman vatan topraklarından da sesler bunlara katılacak: Baba Zula, Hafız Burhan, Kırıka, Kibariye, Fairuz Derin Bulut, Müslüm Gürses, Erkin Koray ve diğerleri...

MİSKET ŞARAPEVİ Beşiktaş Balık Pazarı. Kartalın kuyruğunu takip et, sağdan ikinci sok Tel.02122275923

10 Ocak 2009 Cumartesi

BENİM KİTAPLARIM


Sema Aslan'ın yeni bir kitabı çıktı: Benim Kitaplarım. Doğan Kitap'tan çıkan bu kitapta 30 isme ait 30 kütüphane tanıtılıyor. Benim kütüphanem bunlar arasında en darmadağınığı olduğu halde, itirazlarım işe yaramadı ve Sema Aslan bu röportajı yaptı. Başlığından derdim anlaşılacaktır sanırım...


Gökhan Akçura: “Kitap seviciler beni sevmezler!”

• Evin tüm duvarları raflarla çevrili, kitaplarla dolu.
• Küçücük bir duvarcık boş ama Gökhan Akçura söyleşimiz sırasında o duvara kötü kötü bakıyordu, raf hesabı yapıyordu!
• Çalışma masasının haricinde evde iki büyük masa daha var; birinin üzeri öbek öbek temalar halinde yükselen kitaplarla, kitap yığınlarıyla dolu. Diğeri şimdilik boş gibi görünse de onun da kaderinde kitap taşımak yazılı.
• Kitapları, üzerinde çalıştığı konuya bağlı olarak yer ve bağlam değiştiriyor. Aynı anda pek çok farklı konu üzerinde çalışan Akçura, mimlediği araştırma konusu için sadece kitaplardan değil, çeşit çeşit doküman ve materyalden faydalandığı için kitaplığında çok sayıda efemaraya da rastlanıyor.
• Esas olarak kitaba değil, içerdiği bilgiye tutkun. Kendi araştırmasını tamamladığı andan itibaren, o araştırmaya kaynak ve malzeme olmuş tüm kitap ve dokümanı kitaplığından çıkarabilecek özgürlük duygusuna sahip.
• Evin içinde ütü, merdiven, ayakkabı kutuları gibi ıvır zıvır eşyanın da bulunduğu bir odada binlerce dergi sayfası, kupür dosyalanmış bir şekilde üst üste duruyor.
• Geniş bir yelpazeye dağılan çalışma sahası nedeniyle Akçura’nın kütüphanesi oldukça renkli ve yaratıcı bir içeriğe sahip. Hemen her alanda kitaba ve dokümana rastlamak olası. Görsel malzemeler de cabası.


İlk kütüphanenizi ne zaman oluşturduğunuzu hatırlıyor musunuz?

Tabii. Annem oldukça meraklı bir kitap okuruydu. Ve çocuk yaşta kitaplarla haşır neşir olmaya başladım. Kitaplara dair hatırladığım ilk olay da, çocukluğuma, okuma yazma bilmeden önceki dönemime dayanır. Babam, haftada bir Pecos Bill okurdu bana. Sonra bir gün o Pecos Bill’lerin hepsinin aslında bir yerde saklı olduğunu öğrendim ve hepsini çıkarıp bir günde karıştırdım. Bütün büyüsü de gitti tabii. En eski hatıram bu. Okuma yazmayı öğrenmemden sonra bana sürekli Doğan Kardeş’in yayınları alınmaya başlandı. Hatta bir dönem o kadar fazla Doğan Kardeş kitabıyla doluydu ki ev… Biz İzmir’de otururduk; İstanbul’a bir seyahatimizde amcam Galatasaray’da otururdu; Galatasaray’da da Doğan Kardeş’in satış yeri vardı; oraya götürürdü beni. “Sen de olmayan ne varsa al,” dedi. Dolaştım dolaştım, bir tek “Yüz Ünlü Opera”yı buldum; Faruk Yener’in. O zaman da opera hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Çocukluğumda bir çocuğa ait olabilecek oldukça zengin bir kitaplığım vardı. Esas kendi kitaplığımı kurmaya ise üniversite yıllarında başladım. Üniversiteyi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde, Tiyatro Bölümü’nde okudum. 1972’de başladım. O yıllarda Ankara’da çok bol kitapçı ve ondan da fazla sahaf vardı. Koca Beyoğlu Pasajı mesela, baştan sona sahaftı. Sürekli oralara giderdim… O çok sınırlı harçlığımın büyük bir bölümünü kitaplara yatırırdım. Tek odadan oluşan küçük bir dairem vardı, onun duvarları da bütünüyle kitaplıktı. O zaman, benim çevremdeki insanlara –şimdi bana çok komik geliyor ama- o kitaplığım bile çok zengin gelirdi. Fakat bugünkü kitaplığımı sanırım İstanbul’a geldikten sonra oluşturmaya başladım.

Ne zaman geldiniz İstanbul’a?

1982’de. Ondan önce İzmir’de Güzel Sanatlar Fakültesi’nde asistandım. 12 Eylül’den sonra artık istediğimiz gibi ders yapma koşulları kalmayınca başka bir şeyler yapmak gerektiğini düşündüm ve reklamcılığa kaydım. Ajans Ada’ya geldim ‘82’de. Ama metin yazarlığı beni kesmedi; ilk yazarlık çalışmalarıma da o zaman başladım. “Ivır Zıvır Tarihi”nin ilk tohumları olan çeşitli yazıları bu dönemde yazdım. O zaman kendime şöyle bir hedef koymuştum: İnsanların pek ellemediği, deşmediği, bilmediği konuları yazayım. Fakat bu süreç bana toplayıcılığı da beraberinde getirdi. Çünkü yazmayı düşündüğüm konular etrafında başvuru kaynakları çok zayıftı. Kamu kütüphaneleri ise esas olarak kitaplar çerçevesinde kurulduğundan ve yeterli bibliyografyalar da olmadığından, ben kendim evimde bir kütüphane kurmak için çalışmalar yürüttüm. Ve sürekli olarak o dönemde –demek ki ‘80’li yılların ortaları- ben İstanbul’un sahaf ve eskicilerini sürekli dolaşarak malzeme biriktirmeye başladım. O zamanlar şyimdi ki gibi eskicilik, sahaflık çok muteber ya da pahalı durumda değildi. Hatırlıyorum, 1986’da Üsküdar bit pazarından bir kamyonet dolusu malzeme almıştım. Ne olduğunu bilmeden, şöyle bir bakıp, işime yaracak bir şeyler çıkar diye. Onları eve götürüp günlerce tasnif etmiştim. Eski dergileri toplamaya başladım. Merak ettiğim alanların çoğunun eski dergilerde yer aldığını gördüm çünkü. Yazdığım yazıların görsel malzemesini de toplamak durumunda kaldım, çünkü o konuda da bir çalışma Türkiye’de yoktu; şimdiki karda malzeme koleksiyoncular tarafından bile toplanmıyordu. O yüzden gittiğim her kitapçıda ne varsa bakıp, “Bu belki işime yarar” deyip, hep bu ‘belki’lerin üzerinden yüzlerce, belki binlerce uçuşan konu etrafında sürekli malzeme topladım.

İyi bir hafızanız vardır herhalde?

Tam bir balık hafızası benimki! Ne aldığımı anekdot düzeyinde sorduğunuz zaman dururum. Çünkü kafam bu tür ayrıntıları kaydetmiyor. Bu da doktor arkadaşlarıma göre –çok fazla geniş bir alanda çalıştığımdan, yani aynı gün içinde birbiriyle ilgisiz on ayrı konu üzerinde çalıştığımdan, yani bir anlamda uzmanlığı reddettiğimden, ya da uzmanlığa fırsat bulamadığımdan- bu çok geniş skala hafızayı derinleştirmiyor, hep yüzeyselleştiriyor bende. O yüzden ancak bir şeylere baktığımda hatırlayabiliyorum. İnsanlar alışılmış biçimde sınırlı belli alanlarda çalışıyorken, ben yüzlerce ayrı konuda çalışıyorum. Mesela Enis Batur bir televizyon programında beyninin nasıl işlediğini anlatıyordu: “Benim hafızam büyük bir dolap gibidir. Yüzlerce gözden oluşur. Bir bilgiye ihtiyacım olduğunda ben bilirim ki o üstten dördüncü raftadır…” Nerde? Ben neyin hangi rafın içinde olduğunu bilmem, rafların nerede olduğunu bilmem! Bu kadar dağınık malzeme arasında dolanırken o anda çalıştığım konular derli toplu olarak evin çeşitli yerlerinde üst üstedirler ama… Bazen bir rafta, bir masa üstünde ya da bir koltuk üzerinde… Ama tam ortasında pat aranıp o anda hiç gündemimde olmayan bir konu hakkında çalışmam isteniyor. Teklifi hazırlamam için bile benim o konuya yeniden girmem lazım. O zaman da bu evde gördüğünüz her şeyi tekrar tekrar elden geçirmem gerekiyor.

Her şeyi elden geçirebiliyor musunuz gerçekten?

Geçirebiliyorum ama bunun bedeli çok ağır oluyor. Benim bu evdeki her şeyi büyük bir hızla ön çalışma için gözden geçirmem bir hafta kadar süre alıyor. O yüzden de artık ön teklif vermiyorum pek. Diyelim bana telefonun tarihini yaz derlerse, ben neler yapabileceğimi kabaca biliyorum ve bir bu bildiklerim üzerinden bir teklif veriyorum. İş ciddileştiğinde başlıyorum çalışmaya. Eskiden böyle yapmıyordum ve çok zorlanıyordum. Çünkü ben senede 2 – 3 tane bu türden ticari iş yapıyorum ama en az 50 tane teklife cevap vermek zorunda kalıyordum.

Bulduğunuz dokümanlar mı sizi konulara yöneltiyor yoksa konular mı dokümanlara?

İkisi de oluyor. Ben elime geçen dergi, kitap, efemera ve her türlü malzeme içinde sürekli dönenip duruyorum. Bu dönenme sırasında ilgimi çeken konuları bir yere koyuyorum, not ediyorum. Yani, konudan hareket etmiş oluyorum. Ya da malzeme tarafından yönleniyorum. Mesela bir zamanlar, bundan 20 yıl kadar önce turizm dergi TÜRSAB dergisinin editörüydüm (Seyahat Acenteleri Birliği’nin); o zaman bir iki bir şey yazmaya kalktım ama yine kaynak yok. Çevik Bey beni Turing’in arşivine soktu, oradaki malzeme çok zengindi. Orada bir ay çalıştım ve arkasından devam ettim biriktirmeye. Sonuçta elimde turizm konulu dokümanlar birikmeye başladı. Ya da mesela bazen sizi yayıncı yönlendiriyor. Yıllar önce Medya diye bir dergi çıkardı reklamcılıkla ilgili; “Gel buraya reklam tarihiyle ilgili yazılar yaz,” dediler. O “yaz” dedikleri andan itibaren aradan yine bir 20 yıla yakın süre geçti ve ben hâlâ reklam tarihiyle ilgili bir şeyler topluyorum! Zaten bir kitabım da var reklam tarihiyle ilgili fakat şu anda o kitabın yeni baskısı yapılacak olsa, elimdeki yeni malzemeyle kitap iki misli genişler. Yani benim yazdığım her konu, peşimi bırakmayan bir serüvene dönüşüyor. Geçmişten kalanları taşıyorum; sürekli yeni konular da ekleniyor gündemime… Kafam, tabiri caizse, çöplüğe döndü! Birbiriyle alakasız o kadar fazla konu var ki bunun içinde, bazen beni afakanlar basıyor! Fiziki olarak da hareketsizleşmeme neden olan bir kitap, kupür yığını içinde yaşıyorum çünkü.

İlle de ilk baskılar, orijinal basımlar mı yoksa fotokopiyle de idare eder misiniz?

Ederim. Görsel malzemeyi kullanma tutkum yüzünden elbette orijinalini tercih ederim ama bir kitabın ille de birinci baskısını ya da özel baskısını almak, has kitap koleksiyoncularının işi. Ben aslında hiçbir konuda koleksiyoncu vasfına girmem. Ben çok pragmatistim. Kullanmak, benim için birincildir. Onun niteliği, tesadüfidir. Özel baskılar için özel bir çaba harcamam; zaten bu, yüksek bir bütçe demek. Yani, bu kadar geniş bir skalada çalışan birisi eğer multi milyoner değilse, bunu yapma şansı zaten yoktur. Ben, en ucuzunu almaya çalışırım. Mesela, beğendiğim bir kitabın imzalısı çıktı mı üzülürüm; çünkü fiyat ikiye, üçe katlanacaktır. Ben onun içindeki malzemeyle ilgiliyim. Tamam, imza olması güzel bir şey ama benim harcamamı arttırıyor. Türkiye’de bu işten zaten çok sınırlı para kazanılıyor. Benim yaptığım işi başka bir ülkede yapan kişi çok fazla para kazanıyor. Bu konuda oturmuş bir gelenek var, sınırlı araştırmacılar var… Türkiye’de her şeye rağmen bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Yılda bazen iki üç ticari iş yapıyorum; o da ancak 6 aylık bütçemi karşılıyor. Koleksiyonculuk işi bu nedenle Türkiye’de zengin işi. Ya da koleksiyonculuğun ticaretini yapacaksınız, o arada da kendinize çaktırmadan bir koleksiyon oluşturacaksınız ki onların da çoğu sonradan tekrar satılır. Ben de bilirim çok hoş kitapları almayı ama bu mali anlamda bir çap meselesi. Ben tam tersi, ucuzunu ve kolay ele geçirileni, mesela diyelim geçenlerde bir yerden Telsiz dergisi buldum. Türkiye’de ilk radyoevi 1927’de Galatasaray’da kuruluyor. O sırada bir dergi yayımlanmış: 15 sayılık Telsiz dergisi. O 15 sayının 13 sayısını bir sahafın katalogunda gördüm. (Katalog satışı diye bir şey var; katalogda görüp almayı istediğiniz ürünü hemen kapatabiliyorsunuz.) Cildi bozuk ve 15’in 13’ü olduğu için makul bir fiyata aldım. Ama o, ciltli ve 15 sayı olsaydı 3 – 4 kat fiyatına alacaktım. Bu yüzden seviniyorum eksikliklerine! Ben, elimdeki konuyla çalışmamı bitirdikten sonra zaten o malzemeyle işim bitiyor. Ben kitabımı yapmış, elimdeki malzemeyi basmış oluyorum sonuçta. Ondan sonra o malzemeler benim için geride kalıyor. İlle de o malzemeleri tutmayı istemem. Oysa koleksiyoncu tutmak ister.

Ben sanırım umutsuzca duygusal bir ilişkinin izini sürmeye çalışıyorum!

Umutsuzca, evet! Bu kadar geniş bir alanda çalışırken duygusal bir ilişki… Çok zor. Benim için hepsi duygusal ama hiçbiriyle de o kadar derin bir aşk ilişkimiz yok.

Kolayına ödünç kitap verir misiniz peki?

Biraz tanımam, güvenmem lazım kişiyi. Belli bir miktar veririm, sonra onun dönme hızına ve yıpranma payına bakarım. Sınaya sınaya yardım ederim. Hayal kırıklığına uğradığımda kredisi biter ama. Faka ben bu türlü ilişkilerden yana şikayetçi olacağım hiçbir şey yaşamadım; ben en çok, koleksiyonculardan çektim. Türkiye’de birçok araştırmacı – yazar var; bunlar sizden sürekli malzeme isterler, verirsiniz; o malzemeler kaybolur, –zaten para falan istediğimiz yok- adınızı bile zikretmezler. Türkiye’de bu anlamda araştırmacı – koleksiyoncu yazarlar arasında birkaç kişi hariç kötü bir rölasyon var. Bu nedenle de belli kişileri kara listeye almışlığım vardır. Oysa ben tam tersini yapmaya çalışıyorum; birinden bir malzeme aldığımda eğer bütçem uygunsa telif öneriyorum, değilse aramızda ikilem olmasın diye en başından belirtiyorum. Çalışmam yayımlandığında mutlaka krediyi veriyorum; ismi zikrediyorum.

Halk kütüphanelerine de gidiyorsunuzdur herhalde. Oralarda neler gözlemliyorsunuz?

Türkiye’de kütüphanelerin durumu o kadar korkunç ki, kitap yazabiliriz bu konuda. Kütüphanelerimizin envanterlerinin çok kötü yapıldığını düşünüyorum. İki örnek olay vereceğim bununla ilgili olarak: Ben asistanlığa 1975 yılında İzmir’de başladım. Hemen İzmir’deki Milli Kütüphane’ye gittim; ne var, ne yok diye bakmak istedim. Ve orada müthiş şeyler buldum: Eski İzmir haritaları mesela, dünyanın ünlü fotoğrafçılarından birinin Türkiye’de çekilmiş ilk renkli fotoğrafları, Türkiye’yle ilgili ünik eski gravür ve minyatür kitapları vs. vs. buldum. Bunların kimilerini not ettim, kimilerini İzmir hakkında çalışan kişilere bildirdim. Aradan 10 yıl geçti, döndüğümde o kitapların, dokümanların hiçbiri yoktu. Ben bulduğumda envantersizdi bunlar; envantersiz olan her şey kaybolmaya mahkûm bu ülkede. Kütüphanelerde bir yağma olayı var. Bu yağmanın hâlâ sürdüğünü düşünüyorum; Türkiye’de bir sürü kitaplığın, kütüphanenin bu türden yağmalanmış eserlerden oluştuğunu da biliyorum. Bir diğer mesele… Kütüphaneler, iktidarlar değiştikçe insani anlamda kan değişimine uğruyor. Ve hep bir öncekinden daha kötü oluyor. Örneğin İstanbul’da bana en yakın ve en iyi kütüphanelerden biri olan Atatürk Kütüphanesi yaklaşık bir yıldır kapalı. Neden kapalı? Tadilat varmış! Açık olduğu dönemde gittiğimde gazete taraması yapacağım; şunu şunu şunu istiyorum diyorum; ciltte diyorlar. 6 ay ciltte durur mu gazete? İnsanların yararlanması için çaba gösterilmiyor. Çok ağır. Kütüphaneler kendi iç sorunları nedeniyle insanlara hizmet veremiyor. Beyazıt Kütüphanesi’ne gittiğimde en fazla 3 cilt alabiliyorum; oysa ben dar bir konuyla ilgileniyorsam bir günde 10 cilt tarayabilirim. Beyazıt Kütüphanesi’nin süreli yayınlar bölümü depremden sonra bozuldu ve ona ulaşmak daha da zor oldu mesela. Ankara’da da benzer sıkıntılara rastladım. Sonuç olarak kütüphaneler yetersiz. Benim evde bu kadar çok belge toplama nedenim biraz da bu; kütüphanelere gidemiyorum!

Sahafların yakından tanıdığı birisiniz herhalde?

Eski anlamda sahaf bulmak çok zor; neredeyse sadece 2 – 3 tane sahaf kaldı İstanbul’da. Ama benim temelde gittiğim iki yer var; biri Beyoğlu’nda, diğeri Kadıköy’de. Pasajlarda ve sokak aralarında dolaşırım. Ama iş artık sahaflarda kitap bulmayı aştı. Bugün, eğer tanıdığınız bir sahaf değilse, onunla da çok iyi ilişkin yoksa kitap bulabilmek çok zor. Hem mal bulunamıyor hem de artık mallar sahaf dükkanlarında değil, müzayedelerde satılıyor. Çok fazla sayıda müzayede olmaya başladı İstanbul’da; büyük, göz önündeki müzayedelerden söz etmiyorum. Yeni yetme bir sürü insan bu alana girip bir şeyler toplamaya çalışıyor; raiçleri de bilmedikleri için saçma sapan paralar ödüyorlar. Bu da fiyatları çok artırıyor. O yüzden ben küçük müzayedelerden kitap almaya çalıyorum; kitapevlerinin bir kısmı her hafta müzayedeler düzenliyor. Bunları da çok yakın meraklıları ya da işin tüccarları izliyor. Bunlara da gitmiyorum; internetten takip ediyorum. İnternette artık çok kolay; resimleri görüyorsunuz. Pey veriyorsunuz… Alıyorsunuz… Benim bu konudaki aczim şu: Belki bir gün yazarım diye o kadar çok şey alıyorum ki, her durumda bütçem için önemli olabilecek bir para harcamış oluyorum!

“Hay Allah, bugün hiç kitap, dergi, CD vs. almadım,” dediğiniz oluyor mu?

Çok iyi bir noktaya değindiniz! Valla eve boş döndüğüm hemen hemen yok. Çünkü benim bir de başka meraklarım var; müzik gibi. O alanda da saçma bir genişlik içindeyim! Yeni olan her şeyi izliyorum ve onları almaya çalışıyorum. Artık mesela CD’leri Amazon’dan getirtiyorum; çok daha ucuza geliyor çünkü! Ama onun dışında Beyoğlu turuna çıktığımda mutlaka uğradığım birkaç kitapçı, sahaf, müzik market vardır. Yani ben hep çantam dolu gelirim eve. Bu neredeyse uyuşturucu tutkunluğu gibi bir şey... Kendi yarattığınız bir dünya ama sonunda ona mahkum da oluyorsunuz. Ufalamıyorsunuz. Ufalmam için bu işi bırakmam lazım. İstiyorum da aslında. Önüme 3 – 4 yıllık bir hedef koydum. Elimde birkaç konu var; onları sponsorlu bir şekilde yayımlatamazsam, orada toplanmış tüm malzememi müzayedelerde satacağım.

Daha önce sattığınız kitaplarınız oldu mu?

Bir kere, evet. 1990’ların başında ev değiştirdim. O sırada biraz temizlik yaptım ve bir müzayedenin yarısını oluşturacak malzemeyi sattım. Sonrasında çok pişman oldum çünkü orada sattığım her şeye ihtiyaç duydum. Arada sırada hiç ihtiyacım olmayacak diye bir kutuya ayırdığım malzemeler oluyor fakat bu evde yüzlerce kutu var, oysa satabileceğim yalnızca bir kutu var! Bir gün lazım olur düşüncesiyle bir şey de satamıyorum. Özellikle de Türkiye’yle ilgili hiçbir şeyden vazgeçemiyorum.

Kendinize ‘kütüphane katili’ diyorsunuz. Neden?

Kitaplara çok iyi davranmam çünkü. Bütün kitaplarımın içini çizerim, arkalarına notlar alırım. Ay kitabıma bir şey olacak demem, gerektiğinde görseli için cildi kırarım. Ama esas kitap katilliğim, dergilerde. Yıllarca dergi topladım. Bütün Yedi Günler, Yeni Günler, Türk İllüstrasyonu vs. vs. Aklınıza ne gelirse. Sonra onların hiçbirisi eve sığmayınca ben de işime yarayacak makaleleri kestim, zımbaladım, üzerlerine bilgilerini yazdım ve bu anlamda paramparça edip, gerisini attım. Katillik! Bütün bu raflar (ayakkabı, ütü, merdiven gibi alakasız ve ‘fazla’ malzemenin bir arada durduğu bir odadayız) kesilmiş dergi sayfalarıyla dolu. Parçalanmamış ciltler de var ama kötü kullanılmaktan cildi bozulmuş bir sürü kitap ve dergi görebilirsiniz. Özetle, kitap seviciler beni sevmezler.

Bunca kitap, dergi sayfasına rağmen görünürde hiç toz yok!

Vardır, vardır. Göze görünmüyordur çünkü bir kere çok karıştırıyorum; iki, temizlikçim iyi!

Sözüm ona, bir yemek masanız var ama o da kitaplık görevi görür gibi.

Bu masanın hali korkunç! Üzerinde neler var? Şuradaki iki grup, kedi tarihiyle ilgili ne bulursam attığım bir grup. Burada bir İzmir grubu vardı; şu sıra fuarlar tarihini çalıştığım için bu grubun içinden İzmir Fuarı ile ilgili dokümanları almışım, dağınıklık ondan. Alt tarafta hazırlığını yaptığım ama bir sponsor bulamazsam ellemeyeceğim iki konu var: Evlilik tarihi ve çamaşır yıkama tarihi. Bu masa “Yan Gündem” masası. “Ön Gündem”, içeride!

Yine de çok düzensiz değilsiniz; kendi içinde her raf ve ya da bölüm diyelim, bir düzene sahip.

Evet, öyle de denilebilir. Mesela şuradaki raf, çok ilginç: Yıllar önce, sahaf Halil’le şaka niyetinde bir sergi açmaktan söz etmiştik aramızda… Şuradaki 3 raf, o zamandan kalma: “Kıymeti Kendinden Menkul Kitaplar”. Bunlar en vulgar romanlar, kılavuz kitaplar –mesela “İlim Bakımından Şehvet”, Kemalettin Tuğcu’nun "Hayat Arkadaşı”, “Uslu Bir Kadının İtirafları”, “Edebi Aşk Mektupları“, “Aile ve Salon Eğlenceleri” vs.- her tür eski ‘magazin’ konularını bir araya getirmiş kitaplar, sıhhi öğütler, ev iş almanakları, tarih boyunca kadın ve erkek hakkında yapılmış dedikodular gibi birçok kitap var bu rafta. Ama bu düzene rağmen bende gerçekleşen 3 şey varsa bunun karşısında her zaman gerçekleşmeyen bin 3 şey vardır! Öte yandan kütüphanemde en sık başvurduğum bölüm, genel hatlarıyla İstanbul hakkında yazılmış kitapları içeren bölüm. Ne bileyim, Halit Ziya’nın anılarından Abdülhak Şinasi Hisar’ın denemelerine ve Ebuzziya Tevfik’in anılarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın düzyazılarına ve her tür monografik esere yayılan bir içerik zenginliğine rastlarım bu bölümde. Çift sıradır tüm bu raflar. Kabaca da bilirim neyin nerede olduğunu. Mesela yabancı edebiyatı sayfiyeye götürdüm ve epeyce azalttım sayılarını. Türk edebiyatından vazgeçmiyorum ama tiyatro kitaplarımı sığdıramadığım için onların bir bölümünü yeğenim Levent Yılmaz’a verdim; tiyatro ansiklopedisi hazırlıyor çünkü kendisi. Ama tiyatro araştırmalarını, anılarını ve biyografik nitelikli tiyatro metinlerini tuttum.

Görsel malzeme için de özel bir dosyalama sisteminiz yok sanırım?
Yok, hayır. Benim mesela 45’lik plak koleksiyonum var. Geçenlerde bir koleksiyoner geldi, manzarayı görünce “Yazık,” dedi ve her birini ayrı ayrı naylon poşetlere koydu, baktı, okşadı. Ben bakıp okşamaya başlarsam bütün hayatımı bakıp okşamaya adamam lazım.
Gördüğünüz gibi benim evimin her yerinde kitap – dergi yığınları olur. 1980’li yıllardan bir fotoğraf karesini hatırlatır bu bana hep. Demirel’le röportajlar yaparlar sabık başbakan olarak. Evinde, fotoğraf çekiminin yapıldığı yerde, masalarda, yerde grup grup kitaplar durur… Ben de derdim ki, “Gösteriş yapıyor adam”! Çalışıyorum, meşgulüm der gibi… Bunun göstermelik bir olgu olduğunu düşünürdüm ama herhalde o da o zamanlar benim şimdi düştüğüm duruma düşmüş ki, kitaplarını koyacak yer bulamayıp yerlere, masaların üzerlerine dizmiş olmalı!
Benim duvarlarımda hiçbir şey asılı değildir çünkü boş duvarım yok! Zaten duvarım olsa oraya yine bir kitaplık yaparım.

BİR ANEKTOD. Tek nüshalık iki kitap.

“Bundan yirmi yıl kadar önceydi. Beyazıt’da, o zaman son demlerini yaşayan Sahaflar Çarşısı’nı tahmin edileceği gibi sık ziyaret ederdim. İsmail Akçay’ın Nihal Kitabevi her zaman ilginç sürprizlerin karşınıza çıkabileceği bir adresti. Bir gün yeni gelen kitaplarla dolu bazı kutuları gösterdi. Karıştırmaya başlayınca bunların Fikret Adil’in kütüphanesi olduğunu anladım. Ailesi herhalde bir şekilde elden çıkarmaya karar vermişti. Bir kaç güzel baskılı yabancı kitapla, karikatürist Togo’nun Adil’e imzaladığı albümlerini aldım. İlgi gösterdiğimi görünce İsmail Bey, tezgâh altından iki büyük koli daha çıkardı. Bunlarda Fikret Adil’in ömür boyu yazdığı gazete yazıları toplu halde duruyordu. Hatta bazıları belirli başlıklarda dosyalar içinde bir araya getirilmişti. Heyecanımı belli ettim sanırım, İsmail Akçay da yüksekçe bir meblağ istedi. Şimdi yalan söylemeyeyim, elli lira gibi bir miktar. Bu da benim Ajans Ada’dan aldığım maaşa denk geliyordu. Üzgün süzgün alamadan ayrıldım.

Bir iki gün sonra Çelik Gülersoy’un mutad öğle yemeklerinden birinde olayı anlattım. Çelik Bey, İstanbul Kütüphanesi bütçesinden bu parayı hemen ödedi ve kutuları aldırdı. Bir ay kadar sonra da, sen bunları elden geçir bir kitap yap, diyerek bana yolladı. Hemen işe giriştim. Binlerce makale söz konusuydu. Fikret Adil, büyük çoğunluğunda “Hadiseler karşısında bir İstanbul” başlığını kullanmıştı, ben de kitabın adının bu olabileceğine karar verdim. Elden geçirince makaleleri iki kitapta toplayabileceğimi anladım. Birinci cilt “İstanbul yazıları”, ikincisi ise “Kültür ve sanat yazıları” olacaktı. Tabii bütün makaleleri alamazdım, zaten bazıları çok güncel konulara ayrılmıştı ve bugün açısından pek de anlamlı değildi. Ama seçtiklerdim bile 200’er sayfalık birer cilt olabilecekti. Çalışmalar biraz ilerleyince Fikret Adil’in kitaplarını basan İletişim Yayınevi’ni aradım. Çok ilgi gösterdiler, ama telif sorunu çözmem gerektiğini söylediler. Adil’in telif haklarını elinde tutan ajans ailesiyle görüştü. Kupürleri ve kitapları satan ailesiyle yani. Telif hakkını paylaşmaya yanaşmadılar. Ben de bir yıldır harcadığım emeği çöpe atmaya niyetli değildim. Kitaptan vazgeçtim. Kupürler hâlâ bende. Bol bol da kullanıyorum. Kitaplarımı bu gözle elden geçiren hemen fark edecektir. Söz konusu yayımlanmayan iki kitabın tek nüshası bende yani...

27 Aralık 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


NOEL BABANIN ASLI ASTARI
Noel Baba’nın süper kahraman olduğu günler bunlar. Tüm vitrinlerin, ilanların bir numaralı şahsiyeti olan bu sevimli ihtiyar hazır Antalya Demre’de yeni bir heykele de kavuşmuşken... Yaşadığımız Christmas haftası ve yaklaşan yılbaşı vesilesiyle bir Noel Baba portresi yazmanın tam sırası!

Yılbaşı’nın bir Cumhuriyet çocuğu olduğunu herhalde biliyorsunuzdur. 1926 yılında resmen rumî takvimi bırakıp miladî takvime geçene kadar, yılbaşı denilen nesne bir yavur icadıydı. Ama Cumhuriyet dediğimiz şey de aslında yavuristandan gelmemiş miydi? Artık yeni dünyaya ayak uydurmak gerek diyen İstanbul milleti 1926 yılını 27’ye bağlayan gece ilk defa doyasıya eğlendi. Aslında bu duruma alışmak ve uyum göstermek pek de kolay olmamıştı. Bir iki yıl debelenme yaşansa da, özellikle 1931 yılında Tayyare Piyangosu’nun 1 milyon liralık büyük yılbaşı çekilişiyle birlikte, yılbaşı gecesinin mana ve ehemmiyeti iyice arttı. Sonrasını biliyorsunuz işte, jingle bells jingle bells...

Yılbaşı adetleriyle birlikte evlerimizi ziyaret eden yeniliklerden biri de Noel Baba’ydı. Batılıların Santa Claus veya Father Christmas dedikleri bu şahsiyet, bizde Noel Baba olarak benimsendi. Vakit gazetesinin 1930 yılbaşı ekinde çeviri de olsa bir sayfa “Noel Babanın başına gelenler,” öyküsüne ayrılmıştı. Öykü şöyle başlıyor: “Çocuklar ve bütün ev halkı Noel ağacının etrafında halka olmuşlardı.(...) Salonda birdenbire bir gürültü koptu... ‘Geliyor’, ‘geliyor,’ diye sesler yükseldi. İçeriye sımsıkı ve garip elbiseler içinde iri yarı, şişman yüzlü, uzun favorili ve sakallı bir adam girdi... Bu Noel Baba idi...”

Mürebbiyelerin eve soktuğu misafir

Noel Baba’nın hanelere böyle destursuz girişi elbette çekincelerle karşılandı. Hüseyin Cahit Yalçın, 1937 başında Yedigün dergisindeki “Noel Baba” başlıklı makalesinde, bu misafirin aslında “çocukları ecnebi mürebbiyelere” teslim etmeye başladıktan sonra evlerimize konuk olduğunu hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor: “Önceleri buna züppelik deniyordu ve pek alafranga ve müstesna bir kaç aile muhitinde karşımıza çıkıyordu. Şimdi galiba, ilerlemenin, Avrupalılaşmanın gereğinden sayılıyor ki, Noel babanın saltanat hudutları iyice genişledi. Avrupalılaşmanın en kolay tarafı; aynı zamanda eğlence ve hediye ile karışık bir parçası...”

Hüseyin Cahit Yalçın, makalesinde bu yabancı konuğun aslında pek de Hıristiyanlıkla ilişkisi olmadığını kanıtlamaya soyunuyor. İsa’nın doğum gününün uydurma bir tarih olduğunu ve dört yüzyıl sonra belirlendiğini hatırlatıyor. Bu konuda çeşitli mezhepler arasında varolan görüş farklılıklarının altını çiziyor. Noel Baba’nın getirdiği haberin aslında “İsanın doğumu değil, insanlığın ilk dönemlerine hakim olan ‘tanrı güneş’in yeniden canlandığı müjdesi” olduğunu ileri sürüyor. Ardından pagan dönemlere, çok tanrılı dinlere göndermeler yaparak Noel’in çok eskilerden kalma geleneklerin devamı olduğunu söylüyor. O ne derse desin, özellikle büyük şehirlerde kökenlerine pek bakılmadan yılbaşı adetleri yayılmaya devam etti. Ellili yıllardan itibaren piyangosu, çamı, Noel Baba’sıyla yılbaşı, eğlence yaşamımızın değişmez bir unsuru oldu.

Bugün tüm dünyayı saran Noel gelenekleri ve Noel Baba inancına gelirsek... Hıristiyan dünyasında Amerikan kaynaklı katkılarla gelişmiş olan Noel Baba efsanesi, aslında ilk kez 13. Yüzyılda Alman topraklarında şekillenmiştir. Ama öykünün kaynakları daha da kuzeylere uzanır. Bu nedenle olsa gerek Noel Baba kuzey kutbunda yaşar. Yine kuzey kaynaklı bir efsaneden alınma ren geyiklerinin çektiği kızağı kullanır. Kocaman torbası çocuklara verilecek hediyelerle doludur. Bunun için bacalardan girip yılbaşı ağaçlarının altına hediye paketleri bırakır.

Coca Cola bu öykünün neresinde?

Noel Baba figürünün bugün tanıdığımız biçimde kullanılmasının kökenleri ise, 19. Yüzyıl Amerika’sına uzanır. O zamana kadar ne reklamlarda, ne de popüler basında pek yer almayan Noel Baba için yeni bir dönem başlar. Basında Noel Baba’yı popüler bir figür olarak ilk kullanan Harper’s Weekly dergisinin ressamı Thomas Nast’tır. Özellikle iç savaş yıllarının Amerika’sında, cephedeki askerlere Christmas hediyeleri dağıtan bu Noel Baba sevimli, ama bugün açısından biraz çizgi dışıdır. Bir kere ağzında sürekli bir uzun pipo taşır. Çirkin kaçacak denli şişmandır. Bakışları da sevimli değil açıkça hınzırcadır! Noel Baba figürü Christmas kartlarında ise ilk kez 1885 yılında Louis Prang’ın çizimiyle kullanılır. Ama ilanlar ufak ufak da olsa efsanenin gelişmesine katkıda bulunacak ayrıntıları öne çıkarmaya başlar. Geyikler, çam, çanlar ve sırtında torbasıyla sevimli bir Noel Baba...

Her ne kadar artık oldukça ünlü bir figür olsa da, Noel Baba’yı Christmas ve yılbaşının baş aktörü konumuna taşıyacak olan büyük atılım ise Coca Cola Company’den gelir. Şirket aslında Noel Baba figürünü reklamlarında 1920’lerden itibaren kullanmaya başlamıştır. Ama bu konudaki en önemli adım, 1931 yılında illüstratör Haddon Sundblom’un yaptığı yeni Noel Baba ilanlarıyla atılır. Coca Cola yazın satışlar iyi gitse de, soğuk kış günlerinde kola satmakta zorlanmaktadır. Christmas çevresinde özel bir kampanya yapmaya karar verilir. Görevi üstlenen Sundblom’un, ilk ilanlardaki modeli Lou Prentice adındaki bir arkadaşıdır. 1940’da Prentice’in ölümünden sonra ise kendini model olarak kullanır. 1931 ile 1964 arasında çizilen bu “Coca Cola Noel Baba’ları” giderek evrensel Noel Baba figürü haline gelir. Tüketim toplumunu yönlendirenler, bu “hediye ve sevimli aziz” beraberliğini doğal olarak pek beğenirler ve her fırsatta kullanırlar. Kitaplar, filmler ve ilanlarla iyice geliştirilen bu efsane günümüz yılbaşılarının artık olmazsa olmaz bir figürü haline gelmiştir.

Yılbaşı biraz da ümit demektir

Bu arada Noel Baba’nın (Coca Cola’nın renkleri olan) kırmızı-beyaz renkli elbiseler giymesinin, sanıldığı gibi 1930’larda Haddon Sundblom’un ilanlarıyla başlamadığını da söylemek gerekli. Bu olaydan çok önce yayınlanmış resimlerde, dergi kapaklarında ve Christmas kartpostallarında yer alan Noel Baba’ların da aynı renklerde giyinmiş oldukları açıkça görülüyor. Bu durum, Coca Cola tarafından ancak mutlu bir tesadüf olarak değerlendirilmiş olabilir...

Ülkemize dönersek... Cumhuriyet tarihi, 1990’lara kadar yılbaşıyı pek fazla tartışmadı. Köken olarak hıristiyanlık dünyasını simgeleyen çam ağacı, Noel Baba gibi simgeleri de biraz sivilleştirerek kullandı. Aslında tüm dünya ulusları da aynı yolu izliyorlardı. Noel’in simgeleri kullanılıyor, ama 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan gece olan yılbaşı yüceltiliyordu. Umutsuz bir dünyada ümit arayan insanlar için yeni bir döneme açılan kapıydı yılbaşı...

Türkiye’de doksanlı yıllarda bazı dinci gruplar açıklamalar ve eylemlerle yılbaşı törenleri protesto etmeye başladılar. İş İstanbul Belediyesi önünde Noel Baba maketinin yakılmasına kadar vardı. Ama Türkiye global kapitalizm yolunda sağlam adımlarla yürüyen bir ülkeydi ve tüketim toplumunun Noel Baba’lara ihtiyacı vardı. Hediyeler alınmalı, ümitler yaşatılmalı ve doyasıya eğlenilmeliydi. İlanlar, sokak süsleri, eğlence mekanları, piyangolar, turizm şirketleri, mağazalar yılbaşının mana ve ehemmiyetinin altını önemle çiziyorlardı. O zaman söylenecek tek bir şarkı kalıyordu. Ne demiştik: Jingle bells jingle bells...

20 Aralık 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


BİR SARAY TERZİSİNİN EVRAK-I METRUKESİ
Sadberk Hanım Müzesi’nde “Sarayın Terzisi” konulu bir sergi açıldığını, hele bu serginin sadece Parma adlı tek bir terzihaneyi kapsadığını duyunca şaşırdım. Nasıl şaşırmam ki? Geçenlerde eski terziler konusunda bir araştırma yapmaya kalkmış, Said Duhani’nin kitaplarında yer alan bir kaç satırdan başka bilgi bulamamıştım. Hem onun yazdığı terziler arasında Parma adı da geçmiyordu. Osmanlı sarayını son dönemlerinde Botter, Charvet ve Vödovinç adlı terzilerin giydirdiğini söylüyordu.

Merakımı yenemeyip Büyükdere’ye doğru yola çıktım. Müze epeyi uzak (Duyduğuma göre Beyoğlu’nda yeni bir bina arıyorlarmış). Kapanmadan bir saat önce içeri girdim ve gezmeye başladım. Evet inanılmaz ama gerçek. Abdülhamit döneminin saray terzisi Parma’nın diktiği elbiseler, aile fotoğrafları, alet edevatları ve kocaman sipariş defterleri üç salon boyunca sıralanmıştı. Kocaman demem boşuna değil. Biri 18,5, diğeri 40 kilo bu defterlerin. Taşımak için hamal gerekli!

Sergiye eşlik eden, Doç. Dr. Hülya Tezcan’ın yazdığı başarılı bir de kitap yayınlanmış. Gerek metin olarak, gerekse görselleri açısından çok zengin bir kitap bu. Serginin öyküsünü de bu kitapta okudum. Sergi kadar, hatta ondan daha fazla ilgi çekici…

Çukurcuma’dan çıkan bir defter ve sonrası

Hülya Tezcan 1991 yılında Topkapı Sarayı’nda padişah elbiseleri ve kumaş bölümünde görevli. Sevgi Gönül ,Çukurcuma’dan eski bir terzi defteri satın aldıktan sonra ortak bir arkadaşları aracılığıyla Hülya Tezcan’la ilişki kuruyor. İki kişinin güçlükle taşıdığı defter Topkapı Sarayı’na geliyor. Defter 1897-1902 yılları arasını kapsıyor ve Parma Atölyesinin aldığı tüm siparişleri içeriyor. Hülya Tezcan uzun sure bu defter üzerinde çalışıyor ve o yıllarda bu araştırmasının sonuçlarını bir kitapla yayınlıyor.

Aradan yıllar geçiyor. Sevgi Gönül’ü kaybettiğimiz 2003 yılında, Parma Terzi Atölyesiyle ilgili yeni bir gelişme oluyor. Hülya Tezcan once Ömer Koç’un Parma Atölyesine ait yeni bir defter satın aldığını duyuyor. Hemen Ömer Koç’u arayarak görüşmek isitediğini söylüyor. Bu kez defteri taşımak kolay değil. Hülya hanım gidip defteri görüyor. Bu tam 40 kiloluk defter, birinci defterin bittiği 1902 yılından başlayarak 1923 yılına kadar uzanıyor. Yani atölyenin 26 yıllık faaliyetini eksiksiz olarak izleme şansına kavuşulmuş oluyor!

Gümrükten çıkan aile ilişkisi

Bitmedi; tam bu ikinci defteri incelediği günlerde, Hülya Tezcan’ı bir gümrük sorunu nedeniyle arıyorlar. Mesele şu: Yurtdışına ailesiyle ilgili bazı eşyaları çıkarmak isteyen bir kişi gümrükte alıkonulmuş. Eşyalar arasında 150 yıllık bir Lâdik seccadesi de var. Sözü uzatmayalım Hülya hanımın bilirkişi olarak bulaştığı bu olayda, karşısına çıkan kişi Parma Atölyesinin üçüncü kuşaktan üyesi Mario Parma. Tabii seccade İstanbul’da kalıyor ama aile ile de bağlar böylece kurulmuş oluyor. Hâlâ İstanbul’la bağları olan bu aile buraya geldikerinde Tarlabaşı’ndaki Parma Apartmanı’nda oturuyorlar. Çatı arasında da atölyeden kalma makaslar, numune defterleri vesaire… Hemen bunların da fotoğrafları çekiliyor. Sonra Koç ailesinin çevresi de kullanılarak, dört koldan eski aileler araştırılıyor. Kimde Parma etiketli elbise var diye… Tabii Topkapı Müzesi’nin Padişah elbiseleri bölümü de ziyaret ediliyor. Burada yer alan 2. Abdülhamit’e ait elbiselerin hemen hepsi de Parma imzalı çıkmaz mı!

Kitap ve sergi için yapılabilecek ne varsa yapılmış. Bu Türkiye’de kolay kolay karşımıza çıkmayan bir durum. Karıştırılmadık gardrop, albüm kalmamış. Sonunda neredeyse kusursuz bir sonuç. Padişah’ın terzisi, tüm ayrıntılarıyla karşımızda!

Kitaptan öğrendiğimize gore, Parma ailesinin Cenova’dan İstanbul’a gelişi 1700 yıllarına kadar uzanıyor. Daha çok gıda ticaretiyle uğraşan aile 1820’de Bomonti’de tereyağı ve peynir satan bir dükkan açmışlar. Ailenin çeşitli üyeleri değişik alanlarda ticaret yapmaya devam ederken, Paul Parma 1885 yılında oldukça başarılı bir terzi atölyesine yönetici olarak girmiş. “M. Palma & D. Lena” adını taşıyan bir atölyenin önce ortağı, sonra da sahibi olmuş. 1902 yılından itibaren firmanın adı Parma olarak değiştirilmiş. Firmanın adresi, Beyoğlu’nda Avrupa Pasajı’nın karışısında bugün de ayakta (ve ailenin malı) olan Parma Hanı.

Abdülhamit’e yüzde onluk bir indirim

Parma Atölyesinin defterleri ilginç bilgiler ve onların taşıdığı öykülerle dolu. Buradan anlaşıldığına göre sarayın ve diğer zengin müşterilerin diktirdiği pantolon, ceket, yelek, pardesü gibi sivil giysiler son dönem Avrupa erkek modasına tamamen uygun. Sergide yer alan Sultan II. Abdülhamid ile çocukları şehzade Mehmed Abid Efendi ve şehzade Ahmed Nurettin Efendi’ye ait elbiseler de bunu açıkça gösteriyor. Abdülhamit’in oğulları ve kızları da Parma’dan alışveriş ediyorlar. Sadece elbiseler değil, aklınızsa ne gelirse. Çünkü Parma Atölyesi saray için diğer mağazalardan ve Avrupa’dan da alışveriş yapıyor. 2. Abdülhamit için yüzde onluk bir özel indirimleri bile var. Ama şehzadelerden biri borcunu geciktirmeye görsün, hemen acımasız bir faiz uygulaması devreye giriyor.

Sadberk Hanım Müzesi’ni ve Hülya Tezcan’ı bu başarılı sergi ve kitap için kutlamak gerekli. Tek bir atölyenin, yani koca yaşam içindeki küçücük bir ayrıntının bile kocaman bir sergi olacağını gösterdikleri için. Kocaman konuların bile kolay kolay bir aray getirilip, doğru dürüst sergilenemediği bir ülkede bunu başardıkları için. Sarayın terzisi Mösyö Parma’yı artık kapı komşumdan daha iyi tanıyorum!

KUTU

Hatice Sultan’ın çapkınlıkları

Kitapta ilginç ayrıntılar var demiştim. İşte biri. Atölyenin defterlerinde hanedan üyeleri arasında bir tek kadının adı geçiyor: Abdülhamit’in kızı Naime Sultan’ın. Naime Sultan siparişlerini defterde adlarının yanına “siyah” diye not düşülmüş Cafer, Hayreddin ve Selim Ağa isimli adamları, yani harem ağaları vasıtasıyla yapıyor. Ama satın alınan şeyler elbise, gömlek, pardesü gibi erkek giysileri. Hatta erkek parfümleri de... Naime Sultan’ın yaşamı incelendiğinde ilginç bir öykü karşımıza çıkıyor. 2. Abdülhamit, kızı Naime’yi 1898 yılında yılında Gazi Osman Paşa’nın yakışıklı ve kültürlü oğlu Kemaleddin Paşa’yla evlendiriyor. Hemen ardından yeğeni Hatice Sultan’ı da alaydan yetişme ve oldukça çirkin Vasıf Beyle başgöz ediyor. Ama Hatice Sultan kocasını hiç beğenmiyor ve amcası Abdülhamit’ten intikam almak için yemin ediyor. Düğünden sonra kendisine Ortaköy’de Naime Sultan’ınkine bitişik bir saray veriliyor. Hatice Sultan bunu fırsat biliyor, hemen Naime’nin yakışıklı kocasına mektuplar yazıyor ve onu baştan çıkarıyor. Bu skandal ortaya çıkınca 2. Abdülhamit çok kızıyor. Önce kızını kocasından boşatıyor, sonra iki Sultan arasında gidip gelen adamcağızı bütün rütbelerini sökerek Burya’ya sürgün yolluyor. Şeker hastası olan Hatice Sultan’ın babası 5. Murad da olayı duyunca şekeri yükseliyor ve kısa sürede ölüyor.

Parma defteriyle alaka şöyle. Naime Sultan’ın boşanma olayı 1904 yılında oluyor. Siparişler ise 1901-1902 yılında yapılmış. Kitabın yazarı Hülya Tezcan soruyor tabii: “Bu [alışverişler] acaba eşini seven ve yuvasını korumak isteyen bir kadının onu elinde tutmak için gösterdiği çabalar mıdır?” Bana sorarsanız Naime Sultan kendine yeni kokular ve çamaşırlar alsaydı daha başarılı olabilirdi!

6 Aralık 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


ALNIMIZA SÜRÜLEN KAN YA DA KURBAN
Ziya Osman Saba Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’nde bize bir kurban bayramı anısını anlatır. Anneannesi “Bu bayram Ziya’ya güzel kınalı bir kuzu alalım,” der evin kalfasına. Küçük Ziya’nın içi cız eder, kurban bayramı sabahlarını düşünür, bütün sene dolapta bir tülbent arasında saklanan kurban bıçağı aklına gelir. Ama çocuktur sonunda, kuzuyla tanışır, arkadaşlık eder, sever. Sonunda o meş’um gün gelir. Kuzusunu öldürmesinler diye erkenden kalkar Ziya. Anneanne onu teselli etmeye çalışır, “Kuzunun canı acımaz, Allah ona acı duyurmaz,” der ve ekler, “O cennete gideceğini anlar, boynunu kendiliğinden uzatır.” Bahçede hazırlıklar yapılmıştır. Kurbanın gözleri bağlıdır ve ölümünü beklemektedir. Ziya Osman Saba büyüdükten sonra ne kendisi, ne de sevdikleri için kurban kestirmeyecektir bir daha...

Kurban Bayramı’nı geleneksel olarak kutlayan tüm kesimlerde, çocuklar yüzyıllardan beri cinayete tanık olurlar. Kasaplık görevini üstlenen ceketi çıkarır, kolları sıvar, açılmış çukurun başına gelir. Bilenmiş bıçaklar, satırlar kenarda durmaktadır. Eskiden kurbanlık hayvanın gözüne gül suyu serpilip, ağzına tuz verildikten sonra gözleri tertemiz bir bezle örtülürdü. Şimdi bunlar yapılıyor mu bilmiyorum. Sonra kurbanın, “tepinerek kolay can versin diye” bir ayağı bırakılıp üçü bağlanır. Ardından tekbirle bıçak vurulur. Vahşet duvara çakılan demirde, ya da ağaca bağlanan halatta sürer. Şimdi de derisi yüzülecektir. Hayvanın bir bacağından delik açılır ve buradan üfleye üfleye şişirilerek derisi etinden ayrılır. Eti de parçalanarak taslara doldurulur... İnsanın bu kadar kolay can aldığını gören bir çocuğun bilinçaltında neler yeşereceğini ise kimse düşünmez... Alnına sürülen kan ömür boyu silinmeyecektir.

Kurbanın kısa tarihi

Yine bir Kurban Bayramı geldi. Yine sokaklar kan gölüne dönecek. Yine bir gün içinde milyonlarca koyun kesilecek. Peki bu kurban olayı nasıl ve ne zaman girdi insanlığın tarihine? Varlığını nasıl böylesine korudu, hatta bayramlaştı! Kurban (Kurbanın Kökenleri ve Anadolu’da Kanlı Kurban Ritüelleri) başlıklı bir kitap yazan Doç. Dr. Gürbüz Erginer, konunun ayrıntılarına girerek bizi aydınlatır. Kurbanın ilkel toplumlardan başlayarak tek tanrılı dinlere kadar tarihimizin bir parçası olduğunu gösterir. İnsan toplulukları kurban ritüeline, gerek doğa güçlerini yatıştırmak, gerekse tanrılarına armağa sunmak için başvururlar. Kurban edilenler insanlar ya da hayvanlardır. Antropolojik araştırmalar yanısıra yazılı kaynaklarda da bol bol karşımıza çıkar kurban olgusu. Hitit tabletlerinde, Mısır hiyerogliflerinde, İlyada ve Odysseia destanlarında ayrıntılı bilgiler buluruz bu konuda.

Peygamberler tarihi de insanın bir kurban nedeniyle öldürülmesiyle başlar. Kabil, kardeşi Habil’in sunduğu kurbanın tanrı katında daha makbul bulunmasını kaldıramaz ve kardeşini öldürür. Musevilerin kutsal kitabı Eski Ahit’in her köşesine kurban kokusu sinmiştir. Tanrı, Musa’ya “Bütün ilk doğanlar benimdir; ve inekten ve koyundan, bütün hayvanların ilk doğan erkeklerin hepsi benimdir. Ve eşeğin ilk doğanı için bir kuzu fidye vereceksin; ve eğer fidye vermeyeceksen, o zaman onun boynunu kıracaksın. Oğullarının bütün ilk doğanları için fidye vereceksin. Ve kimse önümde eli boş görünmeyecek,” der ( Tevrat, Çıkış 34/ 19-20). Öte yandan kurban olgusunun dinsel temelinde en güçlü dayanak olarak gösterilen İbrahim peygamberin oğlunu kurban etmeye kalkması ve tanrının ona bir koç yollaması öyküsü de Tevrat kökenlidir.

Gürbüz Erginer, Tevrat’ta kurban olgusunun “tüm ayrıntılarıyla betimlenmiş” olduğunu söyledikten sonra şöyle devam eder: “Neyin, ne zaman ve nasıl yapılması gerektiği; hangi hayvanların, hangi tür normların çiğnenmesi durumunda kurban edileceği; kurbanın yağından derisine, butundan kellesine tüm organlarının ve diğer kısımlarının ne tür işlemlere tabi tutulacağı en ince ayrıntılarına dek anlatılmıştır.”

Hıristiyanların kutsal kitabı İncil’de ise (Yeni Ahit), Tanrı, her nedense artık türleri ve nitelikleri belirlenmiş hayvanlardan, buğdaydan, undan, ekmek ve yufkadan, şaraptan kurban istemez. İsa’nın yaydığı din, her ne kadar kendinden önceki peygamberlere dayanıyorsa da, öncekilerden ona yansıyan biçimiyle kurbanlamalara pek ilgi göstermemiştir. İncil, kurbana ilişkin açıklamalarında, kendinden önce kurban kapsamı içinde Tanrı’ya akıtılan kanların insanları yetkinliğe erdiremediğini vurgular. Kitabında bu tesbiti yapan Gürbüz Erginer, İsa’nın son kurban olduğunu, bu nedenle hıristiyanlıkta kanlı kurban kesmenin dindarlık kapsamında yer almadığını söyler. İncil kurban kesmekle günahlardan arınılamayacağını şöyle vurgular: ‘Çünkü boğaların ve erkeçlerin kanı günahları ortadan kaldıramaz.” (İncil, İbraniler 10/4)

Kuranda kurbanın yeri

Geldik Müslümanlığa... Kuranda kurban sözcüğü üç ayrı yerde geçer. Bunlardan ikisi konunun efsanevi kaynaklarından söz eder. Yani Adem’in oğullarından ve İbrahim’in öyküsünden... Diğeri ise “Hac Suresi”nde yer alır. Burada bir kurban olgusu ve kurban etiyle yoksulların doyurulmasına atıf vardır. Aynı surenin sonuna doğru “İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah’ın size olan nişanelerinden kıldık. Onlara sizin için hayır vardır. Bağlı halde keserken üzerlerine Allah’ın adını anın. Yani üstü düşüp ölünce onlardan yiyin, isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları böylece sizin buyruğunuza verdik,” diye buyrulur. Ama sure şöyle devam eder: “Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allaha ulaşacak olan ancak sizin O’nun için yaptığınız gösteriişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah’ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir.’ (Kuran, Hacc 22/36-37)

Profesör Hüseyin Hatemi Kuran’da kurban kesiminin sadece Hac merasimi sırasında kesilerek eti yoksul hacılara dağıtılan hayvanlar için kullanıldığını belirtir. Hatemi bu konuyla ilgi surenin yanlış yorumlanarak, Hac’ın gerçekleştiği 10 Zilhicce gününün Kurban Bayramı olarak kutlandığını, bu bayramın en temel unsurunun da –Hacca gidilmese dahi- kurban kesmek olarak yorumlandığını söyler. Hatemi bu yüzden İslamın evrensel değerlerini simgeleyen Hac bayramının ne yazık ki bir “kavurma şöleni ve kan ayinine dönüştürüldüğünü” ileri sürer. Görüşü “Hacca gitmeyenler için hayvan kesmenin gereği yoktur” biçiminde özetlenebilir. Yaşar Nuri Öztürk de “kurban kesmenin bir farz olmadığının” altını çizer. “Kurban kesiminin hayvan katliamlarına” denen olduğunun ve vazgeçilmesi gerektiğini sözlerine ekler. Kurban konusunda yerleşik İslam düşüncesiyle çelişen bu isimler, sekiz yıl kadar önce bir televizyon programında görüşlerini açıklamışlar ve büyük tepki almışlardı.

İnsanlar ve hayvanlar üzerine

Hayvan hakları savunucuları ve vejetaryanlar içinse kurban işlemi doğal olarak temelden karşı çıkılması gereken bir olgu. İnsanların diğer hayvanlardan üstün bir ırk olmadığını vurgulayan Peter Singer, konunun temel kitabı olan Hayvan Özgürleşmesi’nde görüşlerini ayrıntılı olarak açıklar. İnsanlarla hayvanlar arasında süregelen her tür ayrımcılığa karşı çıkan Singer, hayvanlara uyguladığımız şiddeti yerden yere vurur. Hayvanlara uygulanan baskılar, işkenceler ve cinayetlere karşı gözlerimizi kapamamamızı ister. Elbette onları yemememizi de... Kurban bunlardan öte, göstere göstere cinayet olduğu için herkesin karşı çıkması gereken bir olgudur buna göre...

Türkiye’de ise kurban, bayramdan bayrama yaşadığımız bir olay olmanın çok ötesine gidiyor. Adak olarak kurban kesenlerin, her kutlamada, açılışta hayvanları yere yatırıp ortalığı kana bulayanların sayısı giderek artıyor. Kurbana olan bu tutkunun kökenleri dini aşıyor, içgüdülerimize kadar uzanıyor galiba. Kan görmekten mi hoşlanıyoruz, cinayete tanık olmaktan mı acaba?

Bu ülkede hayvanları kurban etme geleneğinden vazgeçilebileceği konusunda doğrusu hiç bir ümit taşımıyorum. Kuranın yeniden yorumlanması, yaşamın gereklerine göre bazı ilkelerinin gözden geçirilmesini beklemek de bir ütopya. Kurban Bayramı’nın manevi gücünü azaltacağı gerekçesiyle kimse bu konuda bir adım atmak istemez. Tek umudum Avrupa Birliği. Hani ona ayıp olmasın diye sokaklarda, bahçelerde kurban kesilmesi yasaklanabilir belki. Kurban kesimi gözlerden uzak tutulabilir böylece. Ama bunun ne kadar anlamı var diye de sorabilirsiniz. Milyonlarca hayvanın kanı yerde kalmayacak mı her durumda? Kurban insanlığın ilk döneminden bugünlere omuz başımızda taşıdığımız , bir türlü silkip kurtulamadığımız bir günah galiba...


KUTU:
ARKAİK DÖNEM VEJETARYANININ KURBAN KONUSUNDA DÜŞÜNCELERİ

Bugün artık güçlü bir doktrin haline gelmiş olan hayvan özgürlüğü hareketi ve gitgide yayılan vejetaryanlık, elli altmış yıl önce ancak bir garabet olarak magazin sayfalarında haber olabiliyordu. 1952 yılında gazetelerde üst üste röportajları yayınlanan “Et yemezlerin Türkiye mümessili Dr. Ferit Cansever” de, konuya temkinli yaklaşmaya dikkat ediyordu. Cansever, et yemenin sağlık açısından zararlarını öne çıkarıyor, nasıl olsa kimse dikkate almaz diye hayvanların hunharca öldürüldüğünden de hiç söz etmiyordu. Bir röportajın
sonunda yaklaşan Kurban Bayramı vesilesiyle sorulan “kurban hakkında ne düşünüyorsunuz” sorusuna da oldukça dikkatli ve biraz kaçak oynayarak cevap verir:
“Bu bahis başlı başına bir meseledir. Kurban, kulların işledikleri bir günahın affı için Allah’a karşı müminler tarafından yapılacak en büyük fedakârlığın azami haddidir. Çöllerde, kuru otun bile bulunmadığı çöllerde yaşamaya mahkum olan Bedevileri biz bugün bile vahşi gibi telakki ediyoruz. Binlerce sene evvel bunların ne kadar iptidai bir halde bulunduklarını tahmin etmek mümkündür.
Yamyamlık, insanları kurban etmek, çocukları diri diri gömmek gibi vahşi adetlerin cari olduğu o devirlerde kurban etini mubah kılmak kadar tabii ve mantıki ne olabilirdi? Şimdi bile insanlar aç kalsalar ben bile bu açlara insanları yiyecek yerde hayvanları yemeyi tavsiye ederim. Hayvan etlerinin yenilmesinin mubah kılınması ile insanları ferah ve saadette bulunduracak meyvaların tarifleri ve manaları arasındaki derin farkı sezmeyecek olursak, çok iptidai bir zihniyet içinde bulunduğumuzu göstermiş oluruz, değil mi?”

5 Aralık 2008 Cuma

MÜZİK YAZILARI


FIRTINADAN ÖTESİ KASIRGA: GRACE JONES
Geçen hafta eski plaklarının tozunu aldım, kapaklarına yine hayranlıkla baktım ve o etkileyici sesi bir kez daha dinledim....Grace Jones’u hatırlamam için bu aralar bir sürü vesile var aslında. Bu yıl 60’ını doldurdu mesela... Yirmi yıldan bu yana ilk stüdyo albümünü doldurdu üstüne üstlük... Daha ne olsun!

Şimdilerde yeni albümü çıktı ya, doğal olarak tüm dergiler onunla röportaj yapmak istiyorlar. Yapıyorlar yapmasına da, bu yazılar genellikle uzun bir girişle başlıyor. Randevunun ne denli zor alındığı, Jones’un onları kaç kez atlattığı, kaç saat geç kaldığı, nasıl sorulara cevap vermeyip kafasına göre takıldığı, önce yemek yiyip sonra kafayı iyice çektiği ve çılgınca kahkahalar atarak ortalığı birbirine kattığı gibi gözlemler bu röportajların ortak paydası. Kadın bir gazeteciyseniz ve Grace’in azgın bir anına denk gelmişseniz göğüslerinize yapışıp dudaklarınıza uzanması bile söz konusu olabilir. Ayarı olmayan bir özel yapımdır zaten Grace... Dikkatinizi çekerim, yetmişlerin sonunda yerleşik kadın imgesini yerle bir eden bir insandan söz ediyoruz. Siyah, erkeksi ve çekici. Cinsler arasında karmaşa yaratan ilk panzerlerden. Karşı kıyıdan gelip aynı görevi üstlenen Boy George misali kışkırtıcı...

Yirmi yıldır nerdeydi diye sorarsanız söyleyelim. Grace Jones biraz küsmüştü, biraz sıkılmıştı. Çok uzun bir süredir yerüstünde görülmüyordu. Özel partilerde, gizli klüplerde sahne aldığı söyleniyordu. Bu yıl Massive Attack’ın düzenlediği Meltdown Festivali’nde yeniden karşımıza çıktı. Ardından da yeni albümü Hurricane geldi. Grace Jones’la ilgili ayrıntılara yeni albümünün ipuçları üzerinden uzanalım.

Vitrindeki şarkıcı

Önce albümün kitapçığına bakalım. Grace Jones hazretleri bir yürüyen bant üzerinde Grace Jones modelleri üretiyor. Kafalar, eller, ayaklar. Önce plastik sandığımız bu replikaların bir çikolata fabrikasındaki kalıplardan çıktığını anlıyoruz. Grace her zaman bir vitrin mankeni olduğunu kabul etmiştir. Bu onu hem rahatsız eder, hem de varlık nedenidir. Onu sıradan bir disko şarkıcısı olmaktan çıkaran en önemli olgu üzerine giydirilen bu imgedir. İmgenin mimarı ise bir fotoğrafçı ve reklamcı: Jean Paul Goude.

Goude, ilk kez bir gay discoda şarkı söylerken görür Grace’i. Önce onun grotesk hatta karikatür bir figür olduğunu düşünür, ama klasik
bir Afrika güzelliği taşıdığını da hemen farkeder. Hikayesi uzun, ama sonunda Goude onun imaj mimarı ve sevgilisi olur. Beraberlikleri çok uzun sürmese de tanıdığımız Grace Jones görünüşü ve oğulları Paul bu dönemin ürünüdür.

Dönelim yaratılan imaja. Saçlar kübik biçimde üstten kesilir. Daha erkeksi bir imaja kavuşması için vatkalı giysiler, yapılı kaslarını öne çıkaran bir duruş ve vahşi bir bakışa kavuşturulur. O dönemin plaklarında “fotoğraf, giysi ve makyaj: John Paul Goude” imzası vardır. Artık bir çizgi roman kahramanıdır Grace... Kaplanlarla sahneye çıkan, kübik tabloları şarkıya dönüştüren bir efsane...

Jamaica kanı

Dönelim albüme. “This Is” açılış parçası. “Bu benim sesim, benim seçimimin silahıdır,” diye başlıyor şarkı. Sesinin gücünü ve güçsüzlüğünü hep bilir Grace. Bu nedenle konuşur gibi söyler bir çok şarkısını. Sesinin güzelliğini değil, derinliğini çıkarır öne. Josephine Baker, Marlene Dietrich gibi biraz erkeksi bir sestir bu. Damardan yakalar dinleyeni...

“William’s Blood” şarkısında bugüne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapıyor ve kendi öyküsünden yola çıkıyor. Grace Jones’un ailesi Jamaica’lı. Yaşamı boyunca nefret ettiği babası bir rahip, Jones soyadı elbette ondan gelme. Ama bir de Williams soyadını taşıyan anne var. Grace’in müzikal geçmişinde etkisi olan anne, yani Marjorie Jones güzel sesli, müziğe düşkün bir kadın (Eski bir Grace parçasında “My Jamaican Guy”da geri vokal yapmıştı, “William’s Blood”un sonunda da duyabilirsiniz bu sesi). Grace Jones bu dişil kanın peşine düşüyor şarkıda. Çocukluğunda yer aldığı kilise korosundan da esintiler var arka planda. Albümün bir başka şarkısında ise “Annemin gözyaşlarıyla ağlıyorum,” diyerek devam edecektir otobiyografik öyküsüne…

Albümden çok önce meşhur olan (Chris Cunningham imzalı) videosuyla “Coporate Cannibal” albümün en başarılı parçalarından. Video sadece iki kamerayla kısa sürede çekilmiş. Ama seyrederseniz ne kadar etkili olduğunu göreceksiniz. Parça günümüzün acımasız iş ve tüketim dünyasına batırıyor iğnelerini. Arada bizim et yiyiciliğimize de dokunduruyor, yamyamlığımızı gözümüze sokuyor.

Şeytanla yapılan anlaşma

Albümün konuk müzisyenleri arasında Brian Eno, Tony Allen ve Tricky de var. Tricky albüme adını veren “Hurricane” şarkısına imza atmış ve geri vokali üstlenmiş. “Beşikten mezara bir kadınım ben, bir oğulum,” diye başlıyor şarkı, “ağaçların üstünde esen kasırgayım,” diye devam ediyor. Kendi oğlu yani Paul Goude da Hurricane albümünde annesine geri vokal yapıyor. Bugün 29 yaşında olan Paul bir müzisyen. Grace onu çocukken kucağına alıp Afrika ormanlarında gezdirdiğini iftiharla anlatıyor.

Albümdeki diğer parçalar arasında öne çıkanlardan “Sunset Sunrise” dünyayı ne hale getirdiğimizi sorguluyor. Bir anlamda çevre sorunlarına dikkat çekiyor. “Love You To Life” ölümün kıyısından dönen eski bir sevgili için yazılmış. “Devil In My Life” ise Grace Jones’un her daim çizgi dışı oluşunu hatırlatıyor bize. Şeytan onu yücelttiği gibi rezil de etmiştir. Bunu çevirdiği filmleri düşünerek söylüyorum. Arnold Schwarzenegger’li Conan’da, James Bond dizisinden A View To Kill’de “çirkin vahşi” rollerinde seyretmiştik onu. Görmediğimiz ama sanırım hiç de hayırlı olmayan başka rolleri de var filmografisinde. Ama şeytanla yaptığı işbirliği kapsamında Andy Warhol’la, Keith Haring’le yaptığı çalışmalar da var. Grace, güzel ve kötü günleri birlikte yaşadığını hep anlatır. Şeytanla yaptığı anlaşmanın risk taşıdığının bilincindedir.

“Hurricane”in müzikal altyapısı tek sözcükle muhteşem. Artık ahde vefa mı, yoksa onlar olmazsa olmaz duygusu mu bilmem ama; bu yeni albümünde Grace’e otuz yıl önce eşlik eden ekip eksiksiz olarak yer alıyor. Başını Robbie Shakespeare ve Sly Dunbar’ın çektiği, reggea ile disko arasında kurulmuş en etkili beraberliğin mimarları olan bir ekip bu. Grace’in en güçlü albümleri Warm Leatherette ve Nightclubbing’e imza atan isimler bunlar. Yalnız ekip mi, müzik de aynı. Bu nedenle bazıları Hurricane’de çoğu parçanın eski şarkılarına benzediğini söylese de bence bu bir zaaf değil. Halis Grace Jones soundu… Evet aynı ses, aynı altyapı… Ne olmuş yani? Külliyata sıkı bir katkı! Müzikal hafızamızda kaç Grace var ki?

22 Kasım 2008 Cumartesi

CUMARTESİ YAZILARI


TELEFON REHBERLERİ TARİHİ
Geçen hafta bir akşamüstü eve geldiğimde, kapıya asılmış olan naylon torba içinde koca bir kitap buldum. Bu uzun süredir gündemimizde olmayan bir şey, yani bir telefon rehberiydi. Altın Rehber’den bu yana yirmi yılı aşkın bir süredir, telefon numaralarını biraraya getirmek görevini üstlenen bir yayın çıkmamıştı. Şimdilik İstanbul’u kapsayan Bravoo adlı bu rehberin gelecek yıl Ankara ve İzmir ciltlerinin de yayınlanacağını öğrendik. İşbu vesileyle telefon rehberleri tarihimize doğru bir zaman yolculuğu yapmayı düşündük.

Aslında İstanbul’un telefona kavuşması pek de kolay olmamıştı. İkinci Abdülhamit’in korkuları nedeniyle elektrik gibi telefonun da kent hudutlarına girişi oldukça gecikti. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra telefon konusundaki yasak kaldırılmış, fakat Posta ve Telgraf Nezareti, telefonu hükümet tekelinde kabul edip kimseye ruhsat vermemişti. Yapılan ilk çalışma, Meşrutiyet hükümetinin Fransa’dan ithal ettiği 50 hatlık bir santralın, yeni açılan Sirkeci’deki Büyük Postahane’ye monte edilmesidir. 1909 yılında kurulan bu santral, bakanlıklar ve diğer devlet daireleri arasında görüşme yapılmasını sağlıyordu. Herkesin kullanabileceği telefon santrallarının kurulması ise iki yıl sonra, yani 1911’de çıkarılan bir kanunla gerçekleşti. En uygun öneriyi getiren İngiliz işadamı Herbert Lows Webbe tarafından “Dersaadet Telefon Anonim Şirket-i Osmaniyesi” adlı şirket kuruldu. Daha sonra İstanbul Telefon Şirketi adını alacak olan bu kuruluşun ana sermayesi İngiliz, Fransız ve Amerikalı işadamlarına aitti. Kullanılan teknoloji Amerikan Western Electric markasını taşıyordu. Bu şirket Yeşilköy’den Rumeli Kavağı’na, Pendik’ten Anadolu Kavağı’na kadar telefon santral ve şebekelerini kurma ve işletme imtiyazına sahipti. Hemen çalışmalara baaşlayan şirket, 6400 hatlık Beyoğlu, 9600 hatlık Tahtakale ve 2000 hatlık Kadıköy santrallerini ancak üç yıl sonra, 28 Şubat 1914 tarihinde faaliyete geçirebildi.

Telefon rehberleri

Telefon tarihine dalarsak konuyu ekseninden iyice çıkarırız. Dönelim rehberlerin hikayesine. Telefon beraberinde önemli bir yayını (ve aynı zamanda bir reklam mecrasını) da getirdi: Telefon rehberi. PTT tarafından 1983 yılında yayınlanan son İstanbul Rehberi’nin kapağında “40. Baskı” olduğu yazar. Yani ilk çıkışından bu yana 40 kez genişletilmiş bir bilgi bankasından söz ediyoruz.

Görebildiğimiz en eski İstanbul Telefon Rehberi (daha doğrusu ‘kılavuzu’, çünkü ilk baskılarda ‘rehber’ yerine ‘kılavuz’ olarak adlandırılıyordu) 1916 tarihini taşıyor ve kapağında 5. baskı olduğu belirtiliyor. Şebekenin sadece bir yıl önce çalışmaya başladığını düşünürsek, bu kısa süre içinde beş baskı yapmasını, abone sayısının hızla artmasına ve rehberin aranan bir yayın haline gelmesine bağlayabiliriz. Sunuş yazısında, 1000’in üzerinde aboneye sahip olduğunu belirten İstanbul Telefon Şirketi, reklamlarla ilgili bilgi vermek için ayrı bir sayfa ayırmış. İki dilde yayınlanan 1916 rehberinde numara aralarında ‘verilecek’ küçük ilanlar dışında; tam, yarım ya da çeyrek sayfa ilanlar için ayrı bir tarife belirlenmiş. Buna göre iki dilde (yani iki ayrı bölümde birden) yayınlanacak tam sayfa bir ilan için 5 lira ödemek gerekiyor. Bu fiyat yarım sayfa için 3, çeyrek sayfa için ise 2 liraya düşüyor.

1932 yılında 19. baskısı yayınlanan İstanbul Telefon Rehberi artık iyice kalınlaşmıştır. Ne kadar güçlü bir olgu olduğunun farkında olan rehber, reklamlar açısından da önemli bir yayın olduğunu ispat etmek için büyük bir gayret içine girmiştir. Tam sayfa reklamlarla fikrini anlatmaya, bu konudaki gücünü kanıtlamaya çalışmaktadır. Örneğin bir sayfada “İşbu rehberde neşrettireceğiniz ilândan gayet iyi neticeler istihsal edeceksiniz,” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “İşbu satırları okunmakta bulunmaklığınız, ilânın neşrindeki kıymetin bir ispatı değil midir?”

Değineceğimiz son rehber ise dört yıl sonrasına, 1936 yılına ait. İstanbul Telefon Müdürlüğü tarafından yayınlanan bu kılavuz (adı nedense yeniden ‘kılavuz’a dönüştürülmüş) 22. baskı ibaresini taşıyor. Abone sayısının 11.000 civarında olduğu belirtildikten sonra, kılavuza verilecek ilanların önemi şöyle vurgulanıyor:
“Telefon Kılavuzu, reklam yaptırmak için en etkili vasıtalardan birini teşkil eder. Çünkü, bütün telefon abonelerine, şehirler ve milletler idarelerine dağıtılır. Her gün, her dakika abonelerin elinde bulunur. Her daim, yeni abonelere yollanmakta ve bu suretle yenisi basılıncaya kadar reklam itibariyle kıymeti her gün artmaktadır.”

Telefon rehberinin önemli bir bölümünü oluşturan sarı sayfaların ayrı bir mecra olarak değerlendirilmesine ise ancak 1960’lı yıllarda rastlıyoruz. Daha önceleri ‘Meslekler Fihristi’ olarak adlandırılan ve genellikle reklam içermeyen bu bölüm, 1960-61 yıllarında ‘sarı sayfalar’ olarak konumlanıyor. Sayfa başlarında, “Sarı sayfalarda reklamınız varsa sizi arayanlar çok olur’”, “Sarı sayfalarda reklamınız varsa müşterileriniz sizi unutmazlar,” türünden sloganlar bulunan bu sayfalar, bir reklam mecrası olarak değerlendirilmiştir. 1960 Rehberi, eski yıllara kıyasla, düzenlemesi ve baskı kalitesi gibi konularda da öncekilerden ayrılmaktadır.

1983 yılında yayınlanan son İstanbul Rehberi’nin 450.000 adet basıldığını düşünürsek, mecra olarak ne denli önem taşıdığını da vurgulamış oluruz. Telefonun insanlar arasında kurduğu ilişki, reklamverenin tüketiciyle kurmak istediği ilişki için de fırsat hazırlamaktaydı.
Telefon muaşereti
Telefon rehberleri sadece telefonları ve ilanları içermiyordu elbette. Telefonun yararları ve nasıl kullanılması gerektiğini öğretmek misyonunu da yüklenmişlerdi. Örneğin 1929 İstanbul Telefon Rehberi’nde yer alan bir ilan telefonun ne denli vazgeçilmez olduğunu kanıtlama görevini üstlenmişti. Polis, eczane, tiyatro, masa temini, bakkal, taksi, doktor ve yangın başlıklarıyla telefon etmenin neredeyse zorunlu olduğu alanlar ilanda resimlerle belirtiliyordu. İlanın metni de ilginç, dilini biraz güncelleştirerek aktarıyorum: “Telefon bugün uygarlığın en önemli aracıdır/ Daima emre amade bir yardımcıdır./ Evlerden yalnızlık veya uzaklık duygularını yok eder.”
Yine ilk dönemin rehberlerinde yer verilen önemli bir konu da telefonun nasıl kullanılacağı bilgileriydi. Bu bilgiler “çağıracağınız abonenin numarasını bulmak için daima rehbere başvurunuz” uyarısıyla başlıyor elbette. Sonra şöyle devam ediyor: “Mesela 24580 numarasını arayacağınızı farzedelim. Evvela ahizeyi yerinden kaldırarak kulağınıza götürünüz ve çevir sesini bekleyiniz. Bu sesi kulağınıza koyar koymaz hemen daima duyarsınız.” Duyunca ne yapacağız? “Ahize kulağınızda olduğu halde parmağınızı dairedeki 2 rakamının göründüğü deliğe sokarak, daireyi soldan sağa doğru döndürünüz. Dairenin dönmesi durunca siz de parmağınızı çıarırsınız. Yuvarlak kendiliğinden eski vaziyetine döner. “ Sonra tek tek numaraları nasıl döndüreceğinizi anlatan metin, “Çağrılan abone o sırada başkasıyla görüşmüyorsa ‘çıngırak çalıyor sesi’ni işiteceksiniz, bu ses abonenin çıngırağının çaalmakta olduğunu gösterir,” diyerek sürüyor.

Peki bunları anlatmak için eski telefon rehberleri nereden buluyorsun diye merak edeniniz olursa ona da cevap vereyim... Açıkçası eski telefon rehberlerini bulmak zor mesele. Milli kütüphanelerde pek bulunan bir nesne değil. Rahmetli Çelik Gülersoy vakti zamanında bunların önemini anlamış ve İstanbul Kütüphanesi’ne bulduğu bütün İstanbul rehberlerini aldırmıştı. Ama sonrası gelmedi tabii ki. Müzayedelerde arada sırada karşımıza çıkar, ama artık pahalı bir nesne haline gelmiş olarak... Hani bir hayırsever kuruluş çıksa da, bütün eski rehberleri bir araya getirse diyorum... Ama kim nasıl, nerede bulmuş ki böyle hayırseveri