11 Mayıs 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BİR TESBİH NELER SÖYLEYEBİLİR?
Necip Sarıcı’yı tanır mısınız? Lale Film’in sahibi, Türk sinemasının duayenlerinden, koleksiyoncu ve hani şu sayısı çok az kalmış olan İstanbul efendilerinden... Geçen gün ona uğradım. Canlı bir sinema müzesi olan Lale Film Stüdyosu’na... İpekçi Kardeşler’den Ha-Ka filme yüzlerce objenin ve binlerce siyah beyaz filmin bulunduğu bir mekan burası. Burayı da bir gün anlatacağım. Bugün ise yazımızın konusu, Necip beyin önüme koyduğu bir çanta büyüklüğündeki kitabı...

Kitabın adı Duâ Taneleri: Tesbih. Önce bir obje olarak baktım kitaba ve tam not verdim. Muhafazası içinde enfes bir cilt. Şık bir baskı. Cilt ve baskı Numune Matbaası’na ait. Çok bol resim ve fotoğraf. Kitap meraklıları için bir mücevher parçası... Daha piyasaya bile çıkmadı. Matbaa kokusu üstünde.

Küçük bir obje büyük bir dünya

Necip Sarıcı imzalı bir bir tesbih kitabı.. Benim gibi inançlarla fazla ilgisi olmayan, madde dünyasında yaşayan biri için ne ifade edebilirdi ki... Tesbih dediğimiz dinsel bir obje değil miydi sadece? Ama hayır, bu kitap sayesinde o küçücük objenin arkasında nasıl bir kocaman dünya gizlendiğini anlama fırsatını buldum.

Kitap önce “İslamiyette tesbih”in anlamı üzerinde duruyor. Ama ardından tesbihin bir çok dinde karşımıza çıktığına işaret etmekten de geri durmuyor. Eski bir dergiden aktarılmış hoş bir hikayede bir papaz, bir haham, bir de hocanın vapur seyahatı anlatılıyor. Üçünün ortak noktası ellerinde birer tesbih olması. Birbirlerine soğuk ve uzak duran bu din adamları, papazın elindeki tesbihi düşürmesinden sonra yavaş yavaş sohbete başlıyorlar. Elbette üzerine konuştukları konu da tesbih!

Binbir maddeden üretilen tesbihler

Edebiyat ve kültürümüzde tesbihin nasıl yer aldığını okuduktan onra ağır ağır bu ilginç objenin özel dünyasında giriyorsunuz. Bu dünyanın iki çarpıcı konu başmlığı var: Tesbih ustaları ve tesbih yapılan maddeler. Sayısı artık iyice azalmış olan tesbih ustalarından geriye doğru giderek, bu işin ne kadar önemli bir sanat olduğunu da anlıyorsunuz. Ama benim en ilgimi çeken konu tesbih yapılan maddeler oldu. Necip Sarıcı kitabında bunları 7 başlıkta toplamış: Maden kökenli maddeler (zümrüt, yeşim, altın vb.), hayvansal maddeler (fildişi, boğa boynuzu, kaplan tırnağı vb.), denizlerin verdiği maddeler (inci, mercan, sedef vb.), fosil kökenli maddeler (kehribar, oltutaşı, lületaşı vb.), ağaçlar (abanoz, ödağacı, zeytin vb. gibi), bitkiler (kuka, narçılkorozo vb.), sentetik maddeler (almansakızı, , kristal, katalin vb.)... Bu maddelerin herbirinin hikayesi var ve birbirinden ilginç...

Bu maddeler arasında kehribar çok özel bir yer taşıyor. Necip Sarıcı da ona özel bir yakınlık duymuş olacak ki ayrı bir bölüm ayırmış: “Bir sihirli malzeme: Kehribar.” Türkiye dışında amber olarak bilinen kehribar, en az elli milyon önce var olan bir tür çam ağacının gövdesinden akan reçinenin fosilleşmesinden oluşuyor. Çok az miktarda bulunan bu özel maddeye özellikle kuzey ülkelerinde rastlanıyor. Osmanlı İmparatorluğunda ise kehribar Polonya’dan ithal ediliyorr ve tesbih, nargile, sigara ağızlığı yapımında kullanılıyor. Görüntüsü ve rengiyle hemen insanı kendine aşık eden bu maddenin bir özelliği de çam kokusu taşıması... Bir kehribar tesbih de ben mi edinsem acaba?

Kitap başta da belirttiğim gibi görsel malzeme açısından bir hazine. Tesbih konulu eski fotoğraf ve kartpostallar yanısıra, aklınıza gelebilecek her tür tesbihi görebiliyorsunuz. Topkapı Sarayı koleksiyonundaki nadide tesbihler de sanırım bir ikisi hariç ilk kez günışığına çıkıyor. Bu kısa yazıda kitabın bütününü tanıtmam imkansız. Bu kadarla yetineceksiniz. Ya da en iyisi piyasaya çıktıktan sonra bulup edineceksiniz... Tesbih sadece tesbih çekmek değilmiş, biraz geç de olsa anladım galiba...

KUTU:

TESBİHİN İŞLEVİ NEDİR

“Dünden bugüne, sosyolojik, psikolojik ve etnografik açılardan tesbihin işlevi nedir diye fikredecek olursak:
1. Çeşitli sergilemelerle, övünçle gösterilen bir koleksiyon malzemesidir.
2. Aksesuvardır.
3. Klüp renkleri taşıdığında ‘taraftarlık’ simgesidir.
4. Stres atmak için kullanılan kolay bir unsurdur.
5. Meditasyon aracıdır.
6. Parmaklar arasında çevrilince bir ‘külhanbeylik’ simgesidir!
7. Alışkanlıkların terkinde (sigara gibi) beyni kendisine odaklayan âletdir.
8. Eziyeti kendi üzerine alarak, şiddetin dışa vurumunu önleyendir!
9. Renk tutkunluğudur (kehribar ve sıkma’nın giderek koyulaşması gibi).
10. Madde tutkunluğudur ki, en ziyade kehribarda bu aşk yaşanır.(...)
11. Kişilik simgesidir (bu kültürde olgunluga erişenlerin çektiği tesbih).
12. Tarikat sembolüdür (Mevlevî, Bektaşî, Kadirî, Rufâî vd.’nin simgeleriyle süslü tesbihler).
13. Zikir aracıdır (binlik tesbihi üç kez çekip, ölenin ruhuna dua etmek gibi).
14. Evrâd (vird’in çoğulu); yani, bir duayı belli sayıda tekrarlamak içindir.
15. Esmâ çekmek (Allâh’ın 99 güzel ismini anmak) içindir.
16. Namaz tesbihi olarak, 33’er defa Sübhânallah, Allâhüekber, Elhamdülillâh demek içindir.
17. Tesbih ustasının çekimi’dir (Tesbih yapımına ‘tesbih çekmek’ denir).”

Necip Sarıcı, Duâ Taneleri: Tesbih, İstanbul 2008, s. 127-28

4 Mayıs 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI



DANA BAYRAMI
Dün ve bugün İzmir’de “Afrika Kökenliler, 1. Dana Bayramı Etkinleri” düzenleniyor. Çeşitli konuşmalar yanısıra, bugün Torbalı ilçesinde Ayvalik, Dalaman, Torbalı ve İzmir’de yaşayan yüzlerce Afrika kökenli ailenin katılacağı bir piknik de yapılacak. Nedir bu Dana Bayramı denilen şey, eski defterleri bir karıştıralım bakalım dedik...

Dana Bayramı adına ben ik kez Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi adlı romanında rastladım. Güntekin bu romanında İzmir’de Kadifekale eteklerindeki zenci mahallelerinden Tamaşalık’ı anlatırken Dana Bayramı’ndan da söz eder. Yirminci yüzyılın başlarında İzmir’de yaşayan Reşat Nuri bu döneme ait gözlemlerini şöyle aktarır: “Tamaşalığın ahalisi Afrika zencileridir. Konaklardan çıkarılmış, yahut kaçmış sürüsürü Gülfidan bacılar ve onların erkekleri... Bunların gücü kuvvetleri [yerinde olanları] gündüzün şehirde incire, palamuta, yahut dilenciliğe giderler; ihtiyarlar ve sakatlar kulübelerinin önünde, kızgın güneşin altında iri kertenkeleler gibi yarı çıplak yatarlardı.” Güntekin, “cemiyet halinde fukaralığın bu derecesini başka hiçbir yerde görmedim,” diye de ekler.

Tamaşalık ve tören

Tamaşalığın tasvirini ve oradaki yaşama koşullarını bir kenara bırakıp Dana Bayramı ile ilgili bölüme geçelim: “Tamaşalığın her yıl meşhur Dana Bayramı vardı ki, her halde Afrika’dan getirilmiş bir putperest âyini olacaktı. Şehirde ve hatta civar kasaba ve köylerde ne kadar Arap varsa [ Osmanlı’da zenci sözcüğü kullanılmaz, Afrika kökenliler Arap olarak anılırdı] Tamaşalığa akın eder, bunlara hemen bir o kadar da beyaz seyirci katılırdı. “

Reşat Nuri bu âyin-bayrama katılanları tasvir ettikten sonra olayı anlatmaya başlar: “Bayramın asıl ağırlık merkezi olan mukaddes danaya gelince, onun bayramı çok evvelden başlamış bulunurdu. Bir kalabalık, boynunda ve boynuzlarında kırmızı gaz bombalariyle danayı haftalarca sokak sokak dolaştırırlar; zilsiz tefler çalarak, oyunlar oynayarak evlerden kendileri için para; yorgunluk ve açlıktan kaburgaları çıkmış hayvan için zerzevat kabuğu toplarlardı. Fakat oyunların asıl büyüğü o gün Tamaşalığın orta meydanında dananın etrafında oynananlardı.

Havadaki toz toprak bulutlarını bir kat ağırlaştıran sıcak günlük dumanları arasında zilsiz defler dövülür, hep bir ağızdan şimdiki dans havalarına benzeyen birtakım şarkılar okunur; dananın etrafında iç içe birkaç daire teşkil eden erkek Araplar, oldukları yerde maymunlar gibi zıplayıp dönerek ve ellerindeki sopaları birbirlerine vurarak acayip bir horan oynarlardı. Sonra, gene bu sesler arasında dana kesilir, akla sığmayacak bir süratle yazap parçalanır, kenardaki çalı çırpı ateşinde pişirilerek yenirdi.”

Kazanda dana eti

Bu bayramdan Halit Ziya Uşaklıgil de İzmir Hikâyeleri’nde kısaca söz eder. Ama konuya daha bilimsel bir katkıyı Pertev Naili Boratav yapar. Boratav, İzmir zencilerinin semtlerini Kadifekale yakınlarındaki Sabırtaşı, Dolaplı Kuyu, Tamaşalık ve Ballı Kuyu olarak sıraladıktan sonra sözü Dana Bayramına getirir. Bu törenin dört hafta boyunca sürdüğünü belirten Boratav bayramın doruk noktasını şöyle aktarır: ”Dördüncü Cuma, ortak aldıkları danayı süslerler; boynuzlarına teller, pullar, mendiller takarlar ve alay halinde, yine sazlarını ve çalparalarını çalaraktan Sabırtaşı’ndaki topluluk, dana ile birlikte Tamaşalık’a varırdı. Orada Godiya [zencilerin çoğunlukla kadın olan bir nevi kolbaşısı] danayı törenle keser, yüzerdi. Dana alanda kurulmuş olan kazanda pişirilirdi. O gün Tamaşalık bir bayram yeri halini alırdı. Bütün zenciler ve seynre gelmiş beyazlar bir arada eğlenirler, sazlar ve çalparalar çalınarak dans ederlerdi. Dana kazanda iyice piştikten sonra alanda kurulmuş olan sofralara dağıtılır, herkes ne kadar düşerse bu etten yerdi. Yemek faslı sona erince de bayram sona ermiş olur, herkes dağılırdı.”

Dana Bayramı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun başka yerlerinde de kutlandığını ressamlığı yanısıra iyi bir gözlemci olan Malik Aksel anlatır. İstanbul’da ise, aynı yıllarda dana unutulmuş, tavuk kesilmeye başlamıştır. Aksel, İstanbul’da zencilerin “çoğunlukla Çırpıcı, Veliefendi, Bayrampaşa, Kağıthane ve Üsküdar’da Çilehane” semtlerinde toplandıklarını yazar. Bir tür ayin olan bu toplantılara halk arasında Arap Bayramı denirmiş. Ama İstanbul zenci folkloru ayrı ve ilginç ayrıntılara sahip bir konu. Gelin biz İzmir’de kalalım ve Dana Bayramı’nın yeniden kutlayanlara katılarak “Arap Zeybeği” oynayalım...


KUTU:
KABAKÇI ARAP

Dana Bayramı ve diğer zenci göösterilerinin baş müzisyenleri Kabakçı Araplardı. Münir Süleyman Çapanoğlu, Kabakçı Arapların çaldıkları aletin adının Bodengo olduğunu söyler: “Bodengo, içi boş bir bal kabağına, uzun bir sap geçirilmiş, üzerine üç dört tel takılmış bir sazdı.” Malik Aksel de kabak çalanın yanında bir de tef çalan zencinin bulunduğunu belirtir. Ayrıca “kabak çalanın başında bir tilki kuyruğu vardır,” diye ekler.

Kapakçı Araplar yaz aylarında Boğaziçi köylerinde, özellikle de Haydarpaşa ve Kadıköy yakasında dolaşarak sanatlarını icra ederlermiş. Çapanoğlu bunların çarlistonvari bir havada, “kantomsu değil, manimsi değil, isimlendirmesi mümkün olmayan” bir şeyler okuduklarını söyler. Bunlar şarkı söyledikleri mekanın özelliklerini de sözlerine ekleyerek, bir nevi ozanlık da yaparlarmış. Örneğin bir yalının önünde şöyle sözler uydururmuşlar:

Vekilharç para çalmaz
Dingala kabak, dingala!
Kazevi açar, yarısını çalar,
Dingala kabak, dingala!

Küçük hanımın kalbi atar,
Dingala kabak, dingala!
Evlenmek için kısmet bekler,
Dingala kabak, dingala.

1 Mayıs 2008 Perşembe

YAŞASIN 1 MAYIS


KARTPOSTALLARDA OSMANLI İŞÇİLERİ

Samsun Reji Fabrikası 1887 yılında inşa edilmiş. Refik Baskın’ın Samsun Yerel Tarih Grubu tarafından hazırlanmış Reji adlı kitapta yer alan “Tarladan Reji işçisine tütün emeği,” yazısından aktarıyorum. “Samsun’da ilk işçi sınıfı bilinci ve buna bağlı olarak ilk işçi eylemleri elbette Reji işçileri arasında ortaya çıkmıştır.” Samsun Reji işçileri tarihinde bilinen ilk grev, diğer bir çok iş kolunda olduğu gibi 1908 yılında yapılıyor. Bu grev sırasında Samsun Tütün İşçileri Sendikası da kuruluyor. Samsun tütün ticarethanelerinde çalışan işçiler, greve başladıktan sonra bir bildiri yayınlayarak; 12 kişilik bir yönetim kuruluna sahip bir sendika kurduklarını bildiriyorlar. Reji İdaresi ve American Tobacco Company’nin yanı sıra, diğer ticarethanelerin de artık işçi taleplerini sendikaya bildirmek zorunda olduklarını, sendikasız işçilerin atölyelerde çalıştırılmasına izin verilmeyeceğini açıklıyorlar. Daha sonraki dönemler, bu kartpostalın zamanından çok uzak....

Samsun Reji işçilerini kanlı canlı tanımamısı sağlayan yukarıdaki kartpostal Hakan Akçaoğlu koleksiyonundan ödünç alındı. Üzerine düşülen not 1906, bir ihtimal yayınlandığı tarih. Osmanlı İmparatorluğu’nda kartpostal yayıncılığı, işçi sınıfı tarihimize de önemli bir miras bıraktı. Çeşitli yayınlarda karşımıza tek tek de olsa çıkıyorlar. Ama bunları daha biraraya getirip, dönemin üretim ve sanayi yaşamına da ışık tutacak bir kitap haline getiren olmadı. İlgilenen olur mu dersiniz? İşçi konuları bu ara nedense pek az kişinin ilgisini çekiyor da...

(Mayıs 2008 tarihli Toplumsal Tarih dergisinde yayınlanan "Resimli Roman: Konumuz İşçiler," çalışmasından bir bölüm)

MÜZİK YAZILARI


BİSİKLET ŞARKILARI
Bisiklet bir 19. Yüzyıl icadı. Bu nedenle eskiden beri söylene gelmiştir bisiklet konulu şarkılar... Ama onlara ulaşmak pek kolay değil. Eski taş plaklarda kalmış çoğu. Blueslar, valslar, boogieler, hatta Fats Domino’dan bir de rock’n’roll parçası: “Rockin’ Bicycle”. Benim dinlediğim en eski tarihli bisiklet şarkısı ise Nat King Cole’un söylediği “Bicycle Built For Two”.

Bisiklet konulu şarkılar arasında Pink Floyd’un “Bike”ı en sevdiklerimin başlarında yer alır. Topluluğun ilk albümünde yer alan Syd Barrett imzalı bu şarkı, bisikletin tüm çocuksu özelliklerini içinde taşır. Rock tarihinde buna benzer bisiklet temalı parçaların çok fazla olmadığını hemen hatırlatalım. Doğal olarak motorsikletlere ve otomobillere ilgi çok daha fazladır. Ne de olsa erkeksi bir müziktir rock. Tom Waits’in bir film için yazdığı “Broken Bicycles” ise eski ve kırık dökük bisikletlerle eskimiş aşklar arasında ilişki kurar. Fransız şanson geleneğinde Yves Montand’ın söylediği “La Bicyclette” de konumuz açısından önem taşıyan bir şarkı... Öte yandan, eski bir İngiliz şarkıcısı olan Engelbert Humberdink’in aynı adı taşıyan bir filme gönderme yapan “Le Bysclettes de Belsize” da bisiklet şarkıları arasında anılması gereken bir yer taşıyor.

Rock tarihinin ele avuca sığmaz topluluğu Queen’in “Bicycle Ride” adlı parçası ise özgürlük kavramını bisiklet üzerinden anlatan bir parça: “Bisikletimi sürmek istiyorum/ Bisikletimi sürmek istiyorum/ İstediğim her yere sürmek istiyorum.” Bisikletin Freddie Mercury’nin biseksüel söyleminin bir simgesi olduğuna inanlar oldukça fazla. Albümün 55 çıplak kadını yarışa çıkmak üzere bisikletleri üzerinde gösteren bir katlanabilir posterle birlikte yayınlandığını da hatırlatalım. Daha yakın yıllara gelirsek John Cale’in “Bicycle” şarkısını hatırlayabiliriz. Her ne kadar sözsüz bir parça olsa da, Brian Eno ve küçük kızlarının sesleri ile bezenmiş “Bicycle”, bisiklet konusunda gizli öykülerle süslü. Cale’in uzun yıllar birlikte çalıştığı Nico, eroinden temizlendikten sonra bisikletten düşerek öldü. Bu trajedinin şarkının bir yerlerinde gizli olduğunu düşünüyorum. Alman topluluğu Kraftwerk’in ise Fransa’nın bisiklet yarışı geleneğine adanmış bir dizi parçası var. “Tour de France” adını taşıyan bu parçalara “Etap 1, 2, 3” gibi adlar vermişler. Masters of Reality’nin “Bicycle”, The Wallflowers’ın “Angel on my Bike”, Orbit’in “Bicycle Song”, The Jazz Butcher’ın “Biycle Kid” ve Madness’ın “Riding on my Bike” bu kapsamda hemen aklımıza gelebilecek şarkılar. Yeni topluluklardan Hal’ın da geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış bir single’ında “Bicycle” isimli bir parçaları olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Her ne kadar bütününde birer “bisiklet şarkısı” olmadıklarını bilsek de, Donovan’ın “Ferris Wheel”, Jimi Hendrix’in “My Friend” ve Bob Dylan’ın “Buckets of Rain” adlı şarkılarını “içinden bisiklet geçen şarkılar” listesine alabiliriz.

Bütün bu şarkılar arasında farklı bir yere koyacağımız bir diğer şarkı ise (biliyorum bu yazıda çok fazla şarkı sözcüğü var, ama başka türlü nasıl yapabilirdim ki) ise Tomorrow adlı eski İngiliz saykodelik topluluğunun 1968 tarihli “My White Bicycle”ı. Hikayesini özetle anlatınca sizde bana katılacaksınız. Tomorrow bu şarkıyı bir Amsterdam gezisi sonrası yazdı. O yıllarda bu kentte, anarşist kökenli Provos hareketi, şehir trafiğine bir çözüm olarak “Beyaz Bisiklet” projesini yaşama geçirmeye çalışıyordu. Proje şöyleydi: Kentin dört bir köşesinde sahipsiz beyaz bisikletler bırakılacaktı. İsteyen bunlara binecek, istediği yere gidecek, sonra o da bisikleti sokakta bir köşeye bırakacaktı. İlk parti olarak yüz bisiklet Amsterdam sokaklarına bırakıldı. Ama bir süre sonra başka kentlerden gelen hırsızlar, bu bisikletleri kamyonlara yüklediler ve ortadan kayboldular. Polis de güvenliğini sağlayamayacağı gerekçesiyle projenin durdurulmasına istedi. Beyaz bisikletler yıllarca bir efsane olarak dilden dile dolaştı. Ama sadece bir fantezi olmadığı, geçtiğimiz yılın başlarında Paris’te de bir “beyaz bisiklet planı” uygulanmaya başlanmasıyla kanıtlanmıştır sanıyorum.

Şarkılardan yola çıktık ama, asıl sözümüzü de söylemeden noktayı koymayalım. Kentlerin bisikletlere ihtiyaçları var. Ama bisiklet yollarına da...

28 Nisan 2008 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


BİR KUMBARA ÖYKÜSÜ
Geçtiğimiz hafta Eminönü’ndeki Türkiye İş Bankası Müzesi’nde yeni bir sergi açıldı. “Bir Kumbara Öyküsü” adlı bu sergiye paralel olarak, aynı adla bir de kitap yayınlandı. Söylemesi ayıptır, serginin metinleri ve kitap benim imzamı taşıyor. Bu serginin ve kitabın hazırlanış öyküsünü sizlerle paylaşmak istedim.

Yıllar yıllar önce, reklam tarihi konusunda çalışırken, tarihimizdeki ilginç kampanyaların neler olduğunu bulmaya çalışıyordum. 1930’lu yıllarda gazete ve dergilerde “İş Bankası ve kumbara” konseptli ilanların özel bir ağıırlık taşıdığını gördüm. Ayrıca hemen hemen tüm mecralarda bu bankanın kumbaralı reklamlarının da inanılmaz bir yaratıcılıkla kullanıldığı hemen farkediliyordu. Banklarda, stadlardaki panolarda, vapur iskelelerinde, tramvay üstlerinde sık sık kumbaralı ilanlarla karşılaşıyordum. Kumbaralı saatler büyük kentlerin meydanlarında buluşma noktası olarak kullanılıyordu. Hatta ilk uçaklı reklamı da yapmışlardı. O zamanlar kısa bir inceleme yaparak “Çünkü kumbaramız var,” başlıklı bir yazı kaleme almıştım.

Kumbara temalı özel bir dergi

Aradan yıllar geçti. Geçtiğimiz ekim ayında Türkiye İş Bankası Müzesi açıldı. Bir salonu “geçici sergilere” ayrılmıştı bu müzenin. İlk sergi olarak da İş Bankası kumbarasının öyküsünü anlatmayı düşünmüşler. İlk kumbara 1928 yılında dağıtılmıştı, yani tam 80 yıl önce. Sanırım benim daha önce yazdığım bu yazıyı okumuşlar. Beni arayıp sergiyi hazırlayıp hazırlayamayacağımı sordular. Heyecan verici bir projeydi, hemen kabul ettim.

Türkiye İş Bankası’nın elinde zengin bir koleksiyon vardı. Benim elimdekiler de pek fena bir toplam değildi ve birbirini tamamlıyorlardı. Bilmediğim bir çok şey öğrendim. Örneğin bende tek bir sayısı olan İş Kumbarası adını taşıyon derginin koleksiyonunu incelemek fırsatını buldum. İş Bankası bu dergiyi 1932 yılında üç ayda bir yayınlamaya başlamıştı. Yaklaşık sekiz yıl kadar da düzenli olarak çıkarmışlardı. Derginin önemi, yayıncılık tarihimizde rastlanmayacak kadar özel bir konsept dergisi niteliğini taşımasıydı. Bu dergide başyazı, hikaye, röportaj, şiir, oyun ne varsa hepsi kumbara ile ilgiliydi. Örneğin röportajları yapan Hikmet Feridun Es; Abdülhak Hamit’den dünya güzelimiz Keriman Halis’e, yaşayan en yaşlı adam Zaro Ağa’dan piyango satıcısı cücemiz Simon’a kadar herkesle konusu kumbara olan bir röportaj yapmıştı. Hazırladığımız kitabın ekler bölümüne bu tür çalışmalardan zengin bir seçki eklemeyi unuutmadık elbette...

Vahşi biriktirmez!

Peki kumbara neden bu denli önem kazanmıştı, neden bankanın reklam kampanyalarında ana figür olarak öne çıkarılmıştı? Sergi ve kitap bu soruya da cevap bulmaya çalıştı. Esas neden kumbaraların dağıtılmasıyla Türkiye ekonomik tarihi arasındaki ilişkide saklıydı. 1929 Dünya Krizi’nden etkilenen Türkiye ulusal ekonomiye geçmeye karar vermişti. Bu ise ulusal servetin korunması ve yerli sanayiin desteklenmesi demekti. 1929 yılında hükümet destekli yarı resmi bir dernek olan “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti”, bu anlayışın propagandasını yapmak için kurulmuştu. Genel sekreterliğini Vedat Nedim Tör’ün yaptığı Cemiyet yayınlarında, tanıtım faaliyetlerinde “tasarruf” düşüncesini yaymayı amaçlıyordu. Örneğin Cemiyetin yayınladığı “Tasarruf Nedir?” başlıklı broşür şu sözlerle başlıyordu: “Tasarruf medeniyet alametidir. Vahşi biriktirmez!” İşte bu nedenle kumbara ile tasarruf kampanyaları üstüste gelmiş, adeta çakışmıştı. Birlikte çalışılıyor, Cemiyet’in girdiği her yere İş Bankası kumbarası da giriyordu. Bu giderek öyle bir hale geldi ki, kumbara tüm bu dönemin simgesi olarak kabul edilmeye başlandı. Yine bankanın arşivinde rastladığım bir fotoğraf inanılmaz bir çarpıcılıkla bunu kanıtlıyordu. Bir caminin mahyasında yer alan İş Bankası kumbarası! Tamam Cumhuriyet’in ilk yıllarında “İçki içmeyiniz” ya da “Verginizi ödeyiniz” yazılı mahyalar görmüştüm ama, böylesine özel bir bankanın reklamını taşıyan bir mahya ilk kez karşıma çıkıyordu. Ama dönemi iyice inceleyince İş Bankası çalışmalarının Cumhuriyet yönetimi ve ideolojisiyle nasıl atbaşı gitiğini görmek mümkündü. Bu nedenle de o zamanlar hiç kimse, bu tür reklamları bir “özel sorun” olarak görmüyordu...

İş Bankası kumbara ile öylesine özdeşleşti ki, onu yetmişli yıllara kadar bankanın en önemli simgelerinden biri olarak kullanmayı sürdürdü. O yılların reklam filmleri bile kumbara üzerine yapılıyordu. Ama enflasyon canavarı bu güzel tasarruf oyuncağının da sonunu getirdi. Paramızın hızla değer kaybedişi, demir paraların da anlamsız hale gelmesine neden oldu. İnsanlar değersiz paraları niçin kumbaraya atsınlardı ki... Cumhuriyetin 75. yılı nedeniyle hazırlanan bir kitapta kumbaranın öyküsünü anlatan Enis Batur, bu nedenle şu vurguyu yapmak gereğini duymuştu: “Bozuk paraya [artık] para gözüyle bakılmıyor ki saklansın, biriktirilsin. Zaman hızla kemiriyor durduğu yerde duran akçeyi: Kumbarayı dolaşımdan kaldıran, onu Mumyalar Müzesi’ne götüren aslında enflasyon.”

Ama bizim bu sergi ve kitabı hazırladığımız bu dönem daha şanslı... Artık enflasyon belli ölçüde kontrol altına alındı. Türk lirasının sıfırları atılınca demir paralar da yeniden değer kazandı. Bu nedenle İş Bankası’nın birkaç yıldır yeniden kumbara yaptırıp dağıttığını da ben yeni öğrendim. Yani kumbara artık sadece bir nostalji, anılarda kalmış bir obje değil. Günümüzde de yaşayan bir olgu. Bu nedenle “Bir Kumbara Öyküsü” hala özel bir anlam taşımaya devam ediyor... Etsin de!

20 Nisan 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BAHAR PEMBE BEYAZ OLUR...
Bahar geldi gelmesine de, ne zaman geldi, nasıl geldi, geldi de gidiyor mu gibi bir çok soru var kafamızda... Aslında mevsimlerin yok olduğu, birbirine karıştığı bir alemde yaşadığımızdan aklımız karmakarışık. Bırakın bugünü, ben gelin sizi eskiler baharın geldiğini nasıl anlarlardı, onu nasıl karşılarlardı, bunları anlatayım...

Eskiden, baharın ilk habercileri neydi dersiniz? Renkler mi, sesler mi, kokular mı? Bu soruya tek bir cevap vermek zor. Baharın başlangıcını çok seven Ahmet Hamdi Tanpınar ipuçlarını bir renkte bulur: “Ben İstanbul baharının yarı hasta, havada, suda gizli ürpermeler, tereddütlerle dolu başlangıcını severim. Vapur dumanlarına kadar her şeyin hafif bir leylâk rengine büründüğü günler… İstanbul’da baharın müjdecisi bu renktir.”

Refik Halit Karay ise baharın geldiğini ot kokusundan anlar: “Ot deyip de geçmemeli; seçmeden bir tanesini koparalım: Derisindeki o şeffaflık ne güzeldir, ne körpe kırılır ve ne de kendine özgü bir rayihası, bir cazibesi vardır. Sade tazesinde değil kurusunda bile bir lâtafet bulurum. Taze çayır veya kuru ot kokusu bence bütün râyihalardan daha tesirli ve nefiistir. Onun üstünde yalnız bir koku vardır ki maalesef şişeye girmez ve lâvantası yapılmaz: Yazın yağmurdan sonraki toprak kokusu.”

Orhan Veli’nin de baharı düşünür düşünmez burnuna yosun kokuları dolar: “Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, burak buram yosun kokuları tütmeğe başlar burnumda. Bu kokuyu ilk olarak bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duymuşumdur. Bana daha küçüklük zamanlarımı hatırlatan bu kokuda birtakım somut hayaller de vardır: Bir Boğaziçi köyü, kolumda gene mektep çantam, sisli yahut güneşli bir sabah, bütün bir kışı kıyıda geçirmiş dalyan direkleri… İşte bu koku, oradan, o dalyan direklerinin üstündeki yosunlardan gelen kokudur. Ama nasıl farketmemişim çocukluğumda o kokuyu? Farketmemişim de, neden sonra, bir kara şehrinde duymuşum. Nasıl olmuş bu iş? Bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duyduğum o koku sonra sonra, ne çeşitli hayallerle zenginleşti! Denizden uzak kaldıkça neler hatırladım denize ait!”

Baharın objeleri

İstanbul’un bu eski günlerinde baharın objeleri olarak akla ne gelirdi? Kırlarda uçurulan uçurtmalar mı? Yoksa çayırlara salınan kuzular, taylar, oğlaklar mı? Kimine göre kuşlar baharın habercileriydi. Leylekler, kırlangıçlar, bülbüller. Münir Süleyman Çapanoğlu bu kanıdadır: “Frak giymiş diplomatlara benziyen kırlangıçlar, âşık bülbüller de bize baharın geldiğini hatırlatır. Kırlangıçların arkalarında ılık nefesli, taze yüzlü, hareket ve hayatiyet dolu bir yolcunun geldiğini sezeriz.”

Kimileri midesinin rehberliğinde izler baharın gelişini. Şimdi her mevsimde, tadı tuzu olmasa da her çeşit sebze ve meyveyi bulduğumuzdan bunu anlamak pek kolay değil. Ama sofralara gelen yemeklerin mevsimlere göre pişirildiği bir dönemde, bahar biraz da sakız baklası, enginar demekti. Ya da badem çağlası, çilek ve sonra sonra da dut… Bu dediğimiz nimetler de İstanbul’da yetişiyordu, yanlış anlaşılmasın yani… Çilek dedik mi Arnavutköy’ü, dut dedik mi Mecidiyeköy’ü, hıyar dedik mi Yedikule bostanlarını anlayacaksınız.

Ama herkesin birleştiği bir olgu, baharın ağaçlarda ve bahçelerde çiçekler olarak karşımıza çıkasıdır. Abdülhak Şinasi Hisar’ın işaret ettiği gibi, “ o zamanın insanları için çiçekler de mevcud olan, sevilen bir şeydi. Onların da hayatta ve günün saatlerinde yerleri vardı.” Ahmet Muhip Dranas da “Bugün çiçeklerini açmış ilk ağacı gördüm. Demek bahar gelmişti. (…) Belki bir şeftali ağacıydı, belki de bir badem. Belki bir kayısı… Kısaca on, on beş gün sonra yeşil yeşil yapraklanacak, pembe tomurcuklarından meyveler verip –yeşil, pembe, sarı, kırmızı- insanoğullarına yeni bir kâinat mucizesi gösterecek. (…) Bu ağacı uzun uzun seyretmek, koklamak, onunla konuşmak, kucaklaşmak, böylece yaşamanın ve baharın manasını daha iyi anlayabilmek için o asfalt üzerinde hayli zaman kalmak istiyordum,” diye anlatır bahar coşkusunu. Baharın pempe beyaz oluşunun öyküsü kısaca böyle...

Ya bugün

Bütün bu anlattıklarımdan sonra sizi ümitsiz bir halde bıraktığımın farkındayım. Baharı gerçekten karşılamak ve yaşamak bugün ne kadar mümkün? Bunca değişimden sonra artık bir “İstanbul baharı”ndan söz etmek olası mı? Biraz zor elbette. Ama yine de avunabileceğimiz noktalar var. Bu yıl erken açan erguvanları görmek için Boğaz’ın özellikle Anadolu kıyısında bir yolculuk yapmamız yeterli. Motora binip dolaşın, özellikle Çengelköy’de bir mola alın, kıyıya doğru bakın… Bahar günleri Beyazıt'taki İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nin arka tarafında bulunan Botanik Bahçesi’ni ziyaret etmek için de iyi bir vesile. Bu gizli cennetin içinde tam altı bin ayrı bitki bulunuyor. Baharın kokusu eminim burnunuza dolacaktır. Adalar da iyi bir seçenek olabilir baharda. Hazır kalabalıklar vapurları doldurmamışken… Belki eski bir köşkün duvarına yuva yapan kırlangıçları görebiliriz dolaşırken. Ya da bir gül bahçesinde mola almış bir bülbül ötüverir ansızın. Belli mi olur. İstanbul bu havası suyu ve huyu beli olmaz…

13 Nisan 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI



MARKARYAN İSTANBUL’DA!
Bu aralar tezgahlarda yeni bir CD hemen dikkatleri çekiyor. “Marc Aryan İstanbul’da” adını taşıyan bu albüm, altmışlı yıllarda ülkemizde pek meşhur olan Ermeni asıllı bir Fransız müzisyene ait. Orijinal şarkılarının yanısıra, Fecri Ebcioğlu imzalı dokuz Türkçe şarkıyı da albümde bulmak mümkün. Peki kimdir, neyin nesidir bu Marc Aryan?

Altmışlı yılların başları. Türkçe şarkıları Türkçesi iyice bozuk yabancılardan dinlediğimiz ilk yıllar. Galiba Adamo’nun “Her Yerde Kar Var” bu işin miladı. Altmışların ortalarına doğru ilerleyelim. Karşıyaka Çarşısı’nda yürüyorum, tıfıllık dönemim. Bir iki plak mağazası var. Mağaza dediğime bakmayın, minicik yerler bunlar. Sadece 45’lik çalıp satıyorlar. Romantik buğulu bir erkek sesi, Türkçesi de hiç fena değil. Moda Yolunda diye bir şarkı söylüyor. Soruyorum, plakçı adının Marc Aryan olduğunu söylüyor. Majestik diye bir kahvemiz var, briç, bilardo filan oynuyoruz. Burada bir de plak dolabı (juke-box) bulunmakta. Marc Aryan’ın “Nasıl Evlenirsin Bu Lisanla,” adlı başka bir şarkısını da bu sayede keşfediyorum. O zamanlar bir şarkıcı hakkında bilgi edinmek istediğimizde tek bir kaynağımız var: Ses dergisi. Dergide Marc Aryan “son günlerde plâk listelerini allak bullak eden bir isim” olarak tanıtılıyor. Haberde belirtildiğine göre, son günlerde Türkiye’de hafif müzik sevenlerin birbirlerine sordukları tek soru, “Marc Aryan’ı tanıyor musunuz” imiş! Aynen benim yaptığım gibi! “Katy”, “Giorgina”, Qu’un peu d’amour” adlı şarkılar dillerden düşmüyormuş... Benim dilimde de onlar, Fransızcam hiç olmasa da!

General olamayınca şarkıcı olmuş

Minicik, hiç de çekici olmayan bir vesikalık resminin altındaki bilgileri okuyalım: “Marc Aryan 14 Kasım 1935’de Valence’de doğdu. (Daha sonra aslında soyadının Markaryan ve eski kayıtlarda 1935 olarak görülen bu doğum tarihinin de 1926 olduğunu öğrenecektik).
 Çocukluk yıllarında ideali bir gün general olmaktı Ama çabuk geçen bu heves ile tahsil çağına geldi.” Uzun uzun okul yıllarını anlatmaya gerek yok ama, tahsili sırasında tam beş dili öğrenmiş, nasıl olmuşsa... “Yirmi dört yaşında Paris’e göçtü. Ve burada ilk plak doldurma tecrübesi başarısızlıkla neticelenince Aryan ortadan kayboldu. Fakat bir süre sonra Belçika’da bir plâğı satışa çıktı. Plâktaki şarkı ‘Ballade’ adını taşıyordu. Şarkı tahminlerin hilâfında ilgi toplayınca cesareti arttı.” Bunu diğer şarkılar takip etti” Bu arada Brüksel’e yerleşmiş ve kendi plak firmasını da kurmuş: adı Markal. Yazı Marc Aryan’ın ekim ya da kasım aylarında konserler vermek üzere İstanbul’a geleceğini yazarak bitiyor.
Ben İzmir’de olduğum için Markaryan kardeşimizin (aslında abimizi demem lazım) İstanbul’a gelişini gazete ve dergilerden takip ediyorum. Ziyaret bir iki ay gecikerek 1966 başında gerçekleşiyor. Artık Ses’deki haberin manşetinde “Marc Aryan İstanbul’da,” diye yazmaktadır. Hayat hikayesi yeni bilgilerle geliştirilmiş olarak yer alıyor. Örneğin “plaklarındaki şarkılarının sözlerini, müziğini, orkestra aranjmanlarını, artistik yönetimini kendi”sinin yaptığını öğreniyoruz. “Çalışmalarını stüdyo haline getirdiği yatak odasında yapan (Artin) Marc Aryan, şarkılarının sözleri üzerine ‘Malatya’ armasını koymaktadır. Pastırma ve sucuğu da (haliylen) pek sevmektedir.” Daha sonraki dergilerde anne ve babasının vakti zamanında Lübnan’dan çıkıp Malatya’ya geldiklerini, Marc’ın da 7 çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak doğduğunu öğreneceğiz.

Türk dostu bir Ermeni

Marc Aryan’ın, İstanbula bu ilk gelişinde yanında babası Kevork ve annesi Vartanuş da var. 6 Ocak günü verdiği ilk konseri “Nasıl evlenirsin bu lisanla?” adlı şarkıyla bitirmiş. Konserin sonunda ortalık alkıştan yıkılıyormuş. Bu ilgi altı gün boyunca konser salonunda ve çalıştığı lokalde de aynı şekilde devam etmiş. İstanbul’dan konser vermek için Ankara’ya geçen Marc Aryan, hiç de fena olmayan Türkçesiyle, “Türkiye’de gördüğüm ilgiyi hiç bir zaman unutmayacağım,” demiş ve şöyle devam etmiş: “Türkiye, anne ve babamın bana yıllardır anlattığı bir ülke. İstanbul’u manzaraları, yemekleri, insanları ile sevdim. Yalnız havası çok tehlikeli. Her an nezle olunabilir.”
Marc Aryan’ın Türkiye’ye ikinci kez gelmesi için üç yıl beklemememiz gerekecekti. “Dario Moreno’nun ölümünden sonra Türkiye’yi dışarda temsil görevi bana düştü,” diyen sanatçı, bu gelişinde İstanbul’da üç gün kalır. Türkçe sözlü şarkılar üzerine çalışır, televizyon programına çıkar ve bir baloya şeref konuğu olarak katılır. Ses dergisinde yer alan haberden “feci bir yangın geçirdikten sonra” artık başında bir perukla dolaştığını da öğreniriz.
Marc Aryan’ın Türkiye’yle ilişkisi bundan sonraki yıllarda pek dev am etmiyor. Bu yazımızın sebebi olan Marc Aryan CD’sini basan Artist şirketinin bülteninden öğrendiğimize göre, uluslararası düzeyde oldukça başarılı yıllar geçirmiş. 200’e yakın bestenin sahibi olan Marc Aryan, 30 Kasım 1985’te aniden hayata gözlerini yummuş.

Ben, bu türden hafızamıza cila yapan çalışmaları çok seviyorum. Ama sanırım telif problemleri, böyle projelerin önünde çok engel yaratıyor. Yoksa kim arzu etmez ki Adamo’nun, Patricia Carli’nin, Luigi’nin ve hele hele Dario Moreno’nun (tamam o yabancı sayılmaz ama olsun) Türkçe şarkılarını yeniden dinlemeyi... Lisanları bozuk olsa da, artık kimse onları tanımasa da... Ne gam...