20 Nisan 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BAHAR PEMBE BEYAZ OLUR...
Bahar geldi gelmesine de, ne zaman geldi, nasıl geldi, geldi de gidiyor mu gibi bir çok soru var kafamızda... Aslında mevsimlerin yok olduğu, birbirine karıştığı bir alemde yaşadığımızdan aklımız karmakarışık. Bırakın bugünü, ben gelin sizi eskiler baharın geldiğini nasıl anlarlardı, onu nasıl karşılarlardı, bunları anlatayım...

Eskiden, baharın ilk habercileri neydi dersiniz? Renkler mi, sesler mi, kokular mı? Bu soruya tek bir cevap vermek zor. Baharın başlangıcını çok seven Ahmet Hamdi Tanpınar ipuçlarını bir renkte bulur: “Ben İstanbul baharının yarı hasta, havada, suda gizli ürpermeler, tereddütlerle dolu başlangıcını severim. Vapur dumanlarına kadar her şeyin hafif bir leylâk rengine büründüğü günler… İstanbul’da baharın müjdecisi bu renktir.”

Refik Halit Karay ise baharın geldiğini ot kokusundan anlar: “Ot deyip de geçmemeli; seçmeden bir tanesini koparalım: Derisindeki o şeffaflık ne güzeldir, ne körpe kırılır ve ne de kendine özgü bir rayihası, bir cazibesi vardır. Sade tazesinde değil kurusunda bile bir lâtafet bulurum. Taze çayır veya kuru ot kokusu bence bütün râyihalardan daha tesirli ve nefiistir. Onun üstünde yalnız bir koku vardır ki maalesef şişeye girmez ve lâvantası yapılmaz: Yazın yağmurdan sonraki toprak kokusu.”

Orhan Veli’nin de baharı düşünür düşünmez burnuna yosun kokuları dolar: “Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, burak buram yosun kokuları tütmeğe başlar burnumda. Bu kokuyu ilk olarak bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duymuşumdur. Bana daha küçüklük zamanlarımı hatırlatan bu kokuda birtakım somut hayaller de vardır: Bir Boğaziçi köyü, kolumda gene mektep çantam, sisli yahut güneşli bir sabah, bütün bir kışı kıyıda geçirmiş dalyan direkleri… İşte bu koku, oradan, o dalyan direklerinin üstündeki yosunlardan gelen kokudur. Ama nasıl farketmemişim çocukluğumda o kokuyu? Farketmemişim de, neden sonra, bir kara şehrinde duymuşum. Nasıl olmuş bu iş? Bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duyduğum o koku sonra sonra, ne çeşitli hayallerle zenginleşti! Denizden uzak kaldıkça neler hatırladım denize ait!”

Baharın objeleri

İstanbul’un bu eski günlerinde baharın objeleri olarak akla ne gelirdi? Kırlarda uçurulan uçurtmalar mı? Yoksa çayırlara salınan kuzular, taylar, oğlaklar mı? Kimine göre kuşlar baharın habercileriydi. Leylekler, kırlangıçlar, bülbüller. Münir Süleyman Çapanoğlu bu kanıdadır: “Frak giymiş diplomatlara benziyen kırlangıçlar, âşık bülbüller de bize baharın geldiğini hatırlatır. Kırlangıçların arkalarında ılık nefesli, taze yüzlü, hareket ve hayatiyet dolu bir yolcunun geldiğini sezeriz.”

Kimileri midesinin rehberliğinde izler baharın gelişini. Şimdi her mevsimde, tadı tuzu olmasa da her çeşit sebze ve meyveyi bulduğumuzdan bunu anlamak pek kolay değil. Ama sofralara gelen yemeklerin mevsimlere göre pişirildiği bir dönemde, bahar biraz da sakız baklası, enginar demekti. Ya da badem çağlası, çilek ve sonra sonra da dut… Bu dediğimiz nimetler de İstanbul’da yetişiyordu, yanlış anlaşılmasın yani… Çilek dedik mi Arnavutköy’ü, dut dedik mi Mecidiyeköy’ü, hıyar dedik mi Yedikule bostanlarını anlayacaksınız.

Ama herkesin birleştiği bir olgu, baharın ağaçlarda ve bahçelerde çiçekler olarak karşımıza çıkasıdır. Abdülhak Şinasi Hisar’ın işaret ettiği gibi, “ o zamanın insanları için çiçekler de mevcud olan, sevilen bir şeydi. Onların da hayatta ve günün saatlerinde yerleri vardı.” Ahmet Muhip Dranas da “Bugün çiçeklerini açmış ilk ağacı gördüm. Demek bahar gelmişti. (…) Belki bir şeftali ağacıydı, belki de bir badem. Belki bir kayısı… Kısaca on, on beş gün sonra yeşil yeşil yapraklanacak, pembe tomurcuklarından meyveler verip –yeşil, pembe, sarı, kırmızı- insanoğullarına yeni bir kâinat mucizesi gösterecek. (…) Bu ağacı uzun uzun seyretmek, koklamak, onunla konuşmak, kucaklaşmak, böylece yaşamanın ve baharın manasını daha iyi anlayabilmek için o asfalt üzerinde hayli zaman kalmak istiyordum,” diye anlatır bahar coşkusunu. Baharın pempe beyaz oluşunun öyküsü kısaca böyle...

Ya bugün

Bütün bu anlattıklarımdan sonra sizi ümitsiz bir halde bıraktığımın farkındayım. Baharı gerçekten karşılamak ve yaşamak bugün ne kadar mümkün? Bunca değişimden sonra artık bir “İstanbul baharı”ndan söz etmek olası mı? Biraz zor elbette. Ama yine de avunabileceğimiz noktalar var. Bu yıl erken açan erguvanları görmek için Boğaz’ın özellikle Anadolu kıyısında bir yolculuk yapmamız yeterli. Motora binip dolaşın, özellikle Çengelköy’de bir mola alın, kıyıya doğru bakın… Bahar günleri Beyazıt'taki İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nin arka tarafında bulunan Botanik Bahçesi’ni ziyaret etmek için de iyi bir vesile. Bu gizli cennetin içinde tam altı bin ayrı bitki bulunuyor. Baharın kokusu eminim burnunuza dolacaktır. Adalar da iyi bir seçenek olabilir baharda. Hazır kalabalıklar vapurları doldurmamışken… Belki eski bir köşkün duvarına yuva yapan kırlangıçları görebiliriz dolaşırken. Ya da bir gül bahçesinde mola almış bir bülbül ötüverir ansızın. Belli mi olur. İstanbul bu havası suyu ve huyu beli olmaz…

Hiç yorum yok: