20 Nisan 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BAHAR PEMBE BEYAZ OLUR...
Bahar geldi gelmesine de, ne zaman geldi, nasıl geldi, geldi de gidiyor mu gibi bir çok soru var kafamızda... Aslında mevsimlerin yok olduğu, birbirine karıştığı bir alemde yaşadığımızdan aklımız karmakarışık. Bırakın bugünü, ben gelin sizi eskiler baharın geldiğini nasıl anlarlardı, onu nasıl karşılarlardı, bunları anlatayım...

Eskiden, baharın ilk habercileri neydi dersiniz? Renkler mi, sesler mi, kokular mı? Bu soruya tek bir cevap vermek zor. Baharın başlangıcını çok seven Ahmet Hamdi Tanpınar ipuçlarını bir renkte bulur: “Ben İstanbul baharının yarı hasta, havada, suda gizli ürpermeler, tereddütlerle dolu başlangıcını severim. Vapur dumanlarına kadar her şeyin hafif bir leylâk rengine büründüğü günler… İstanbul’da baharın müjdecisi bu renktir.”

Refik Halit Karay ise baharın geldiğini ot kokusundan anlar: “Ot deyip de geçmemeli; seçmeden bir tanesini koparalım: Derisindeki o şeffaflık ne güzeldir, ne körpe kırılır ve ne de kendine özgü bir rayihası, bir cazibesi vardır. Sade tazesinde değil kurusunda bile bir lâtafet bulurum. Taze çayır veya kuru ot kokusu bence bütün râyihalardan daha tesirli ve nefiistir. Onun üstünde yalnız bir koku vardır ki maalesef şişeye girmez ve lâvantası yapılmaz: Yazın yağmurdan sonraki toprak kokusu.”

Orhan Veli’nin de baharı düşünür düşünmez burnuna yosun kokuları dolar: “Bir yıl deniz görmesem bir hoş olurum. Hele bir de bahar gelmez mi, burak buram yosun kokuları tütmeğe başlar burnumda. Bu kokuyu ilk olarak bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duymuşumdur. Bana daha küçüklük zamanlarımı hatırlatan bu kokuda birtakım somut hayaller de vardır: Bir Boğaziçi köyü, kolumda gene mektep çantam, sisli yahut güneşli bir sabah, bütün bir kışı kıyıda geçirmiş dalyan direkleri… İşte bu koku, oradan, o dalyan direklerinin üstündeki yosunlardan gelen kokudur. Ama nasıl farketmemişim çocukluğumda o kokuyu? Farketmemişim de, neden sonra, bir kara şehrinde duymuşum. Nasıl olmuş bu iş? Bir kara şehrinde, bir bahar sabahı, okula giderken duyduğum o koku sonra sonra, ne çeşitli hayallerle zenginleşti! Denizden uzak kaldıkça neler hatırladım denize ait!”

Baharın objeleri

İstanbul’un bu eski günlerinde baharın objeleri olarak akla ne gelirdi? Kırlarda uçurulan uçurtmalar mı? Yoksa çayırlara salınan kuzular, taylar, oğlaklar mı? Kimine göre kuşlar baharın habercileriydi. Leylekler, kırlangıçlar, bülbüller. Münir Süleyman Çapanoğlu bu kanıdadır: “Frak giymiş diplomatlara benziyen kırlangıçlar, âşık bülbüller de bize baharın geldiğini hatırlatır. Kırlangıçların arkalarında ılık nefesli, taze yüzlü, hareket ve hayatiyet dolu bir yolcunun geldiğini sezeriz.”

Kimileri midesinin rehberliğinde izler baharın gelişini. Şimdi her mevsimde, tadı tuzu olmasa da her çeşit sebze ve meyveyi bulduğumuzdan bunu anlamak pek kolay değil. Ama sofralara gelen yemeklerin mevsimlere göre pişirildiği bir dönemde, bahar biraz da sakız baklası, enginar demekti. Ya da badem çağlası, çilek ve sonra sonra da dut… Bu dediğimiz nimetler de İstanbul’da yetişiyordu, yanlış anlaşılmasın yani… Çilek dedik mi Arnavutköy’ü, dut dedik mi Mecidiyeköy’ü, hıyar dedik mi Yedikule bostanlarını anlayacaksınız.

Ama herkesin birleştiği bir olgu, baharın ağaçlarda ve bahçelerde çiçekler olarak karşımıza çıkasıdır. Abdülhak Şinasi Hisar’ın işaret ettiği gibi, “ o zamanın insanları için çiçekler de mevcud olan, sevilen bir şeydi. Onların da hayatta ve günün saatlerinde yerleri vardı.” Ahmet Muhip Dranas da “Bugün çiçeklerini açmış ilk ağacı gördüm. Demek bahar gelmişti. (…) Belki bir şeftali ağacıydı, belki de bir badem. Belki bir kayısı… Kısaca on, on beş gün sonra yeşil yeşil yapraklanacak, pembe tomurcuklarından meyveler verip –yeşil, pembe, sarı, kırmızı- insanoğullarına yeni bir kâinat mucizesi gösterecek. (…) Bu ağacı uzun uzun seyretmek, koklamak, onunla konuşmak, kucaklaşmak, böylece yaşamanın ve baharın manasını daha iyi anlayabilmek için o asfalt üzerinde hayli zaman kalmak istiyordum,” diye anlatır bahar coşkusunu. Baharın pempe beyaz oluşunun öyküsü kısaca böyle...

Ya bugün

Bütün bu anlattıklarımdan sonra sizi ümitsiz bir halde bıraktığımın farkındayım. Baharı gerçekten karşılamak ve yaşamak bugün ne kadar mümkün? Bunca değişimden sonra artık bir “İstanbul baharı”ndan söz etmek olası mı? Biraz zor elbette. Ama yine de avunabileceğimiz noktalar var. Bu yıl erken açan erguvanları görmek için Boğaz’ın özellikle Anadolu kıyısında bir yolculuk yapmamız yeterli. Motora binip dolaşın, özellikle Çengelköy’de bir mola alın, kıyıya doğru bakın… Bahar günleri Beyazıt'taki İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nin arka tarafında bulunan Botanik Bahçesi’ni ziyaret etmek için de iyi bir vesile. Bu gizli cennetin içinde tam altı bin ayrı bitki bulunuyor. Baharın kokusu eminim burnunuza dolacaktır. Adalar da iyi bir seçenek olabilir baharda. Hazır kalabalıklar vapurları doldurmamışken… Belki eski bir köşkün duvarına yuva yapan kırlangıçları görebiliriz dolaşırken. Ya da bir gül bahçesinde mola almış bir bülbül ötüverir ansızın. Belli mi olur. İstanbul bu havası suyu ve huyu beli olmaz…

13 Nisan 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI



MARKARYAN İSTANBUL’DA!
Bu aralar tezgahlarda yeni bir CD hemen dikkatleri çekiyor. “Marc Aryan İstanbul’da” adını taşıyan bu albüm, altmışlı yıllarda ülkemizde pek meşhur olan Ermeni asıllı bir Fransız müzisyene ait. Orijinal şarkılarının yanısıra, Fecri Ebcioğlu imzalı dokuz Türkçe şarkıyı da albümde bulmak mümkün. Peki kimdir, neyin nesidir bu Marc Aryan?

Altmışlı yılların başları. Türkçe şarkıları Türkçesi iyice bozuk yabancılardan dinlediğimiz ilk yıllar. Galiba Adamo’nun “Her Yerde Kar Var” bu işin miladı. Altmışların ortalarına doğru ilerleyelim. Karşıyaka Çarşısı’nda yürüyorum, tıfıllık dönemim. Bir iki plak mağazası var. Mağaza dediğime bakmayın, minicik yerler bunlar. Sadece 45’lik çalıp satıyorlar. Romantik buğulu bir erkek sesi, Türkçesi de hiç fena değil. Moda Yolunda diye bir şarkı söylüyor. Soruyorum, plakçı adının Marc Aryan olduğunu söylüyor. Majestik diye bir kahvemiz var, briç, bilardo filan oynuyoruz. Burada bir de plak dolabı (juke-box) bulunmakta. Marc Aryan’ın “Nasıl Evlenirsin Bu Lisanla,” adlı başka bir şarkısını da bu sayede keşfediyorum. O zamanlar bir şarkıcı hakkında bilgi edinmek istediğimizde tek bir kaynağımız var: Ses dergisi. Dergide Marc Aryan “son günlerde plâk listelerini allak bullak eden bir isim” olarak tanıtılıyor. Haberde belirtildiğine göre, son günlerde Türkiye’de hafif müzik sevenlerin birbirlerine sordukları tek soru, “Marc Aryan’ı tanıyor musunuz” imiş! Aynen benim yaptığım gibi! “Katy”, “Giorgina”, Qu’un peu d’amour” adlı şarkılar dillerden düşmüyormuş... Benim dilimde de onlar, Fransızcam hiç olmasa da!

General olamayınca şarkıcı olmuş

Minicik, hiç de çekici olmayan bir vesikalık resminin altındaki bilgileri okuyalım: “Marc Aryan 14 Kasım 1935’de Valence’de doğdu. (Daha sonra aslında soyadının Markaryan ve eski kayıtlarda 1935 olarak görülen bu doğum tarihinin de 1926 olduğunu öğrenecektik).
 Çocukluk yıllarında ideali bir gün general olmaktı Ama çabuk geçen bu heves ile tahsil çağına geldi.” Uzun uzun okul yıllarını anlatmaya gerek yok ama, tahsili sırasında tam beş dili öğrenmiş, nasıl olmuşsa... “Yirmi dört yaşında Paris’e göçtü. Ve burada ilk plak doldurma tecrübesi başarısızlıkla neticelenince Aryan ortadan kayboldu. Fakat bir süre sonra Belçika’da bir plâğı satışa çıktı. Plâktaki şarkı ‘Ballade’ adını taşıyordu. Şarkı tahminlerin hilâfında ilgi toplayınca cesareti arttı.” Bunu diğer şarkılar takip etti” Bu arada Brüksel’e yerleşmiş ve kendi plak firmasını da kurmuş: adı Markal. Yazı Marc Aryan’ın ekim ya da kasım aylarında konserler vermek üzere İstanbul’a geleceğini yazarak bitiyor.
Ben İzmir’de olduğum için Markaryan kardeşimizin (aslında abimizi demem lazım) İstanbul’a gelişini gazete ve dergilerden takip ediyorum. Ziyaret bir iki ay gecikerek 1966 başında gerçekleşiyor. Artık Ses’deki haberin manşetinde “Marc Aryan İstanbul’da,” diye yazmaktadır. Hayat hikayesi yeni bilgilerle geliştirilmiş olarak yer alıyor. Örneğin “plaklarındaki şarkılarının sözlerini, müziğini, orkestra aranjmanlarını, artistik yönetimini kendi”sinin yaptığını öğreniyoruz. “Çalışmalarını stüdyo haline getirdiği yatak odasında yapan (Artin) Marc Aryan, şarkılarının sözleri üzerine ‘Malatya’ armasını koymaktadır. Pastırma ve sucuğu da (haliylen) pek sevmektedir.” Daha sonraki dergilerde anne ve babasının vakti zamanında Lübnan’dan çıkıp Malatya’ya geldiklerini, Marc’ın da 7 çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak doğduğunu öğreneceğiz.

Türk dostu bir Ermeni

Marc Aryan’ın, İstanbula bu ilk gelişinde yanında babası Kevork ve annesi Vartanuş da var. 6 Ocak günü verdiği ilk konseri “Nasıl evlenirsin bu lisanla?” adlı şarkıyla bitirmiş. Konserin sonunda ortalık alkıştan yıkılıyormuş. Bu ilgi altı gün boyunca konser salonunda ve çalıştığı lokalde de aynı şekilde devam etmiş. İstanbul’dan konser vermek için Ankara’ya geçen Marc Aryan, hiç de fena olmayan Türkçesiyle, “Türkiye’de gördüğüm ilgiyi hiç bir zaman unutmayacağım,” demiş ve şöyle devam etmiş: “Türkiye, anne ve babamın bana yıllardır anlattığı bir ülke. İstanbul’u manzaraları, yemekleri, insanları ile sevdim. Yalnız havası çok tehlikeli. Her an nezle olunabilir.”
Marc Aryan’ın Türkiye’ye ikinci kez gelmesi için üç yıl beklemememiz gerekecekti. “Dario Moreno’nun ölümünden sonra Türkiye’yi dışarda temsil görevi bana düştü,” diyen sanatçı, bu gelişinde İstanbul’da üç gün kalır. Türkçe sözlü şarkılar üzerine çalışır, televizyon programına çıkar ve bir baloya şeref konuğu olarak katılır. Ses dergisinde yer alan haberden “feci bir yangın geçirdikten sonra” artık başında bir perukla dolaştığını da öğreniriz.
Marc Aryan’ın Türkiye’yle ilişkisi bundan sonraki yıllarda pek dev am etmiyor. Bu yazımızın sebebi olan Marc Aryan CD’sini basan Artist şirketinin bülteninden öğrendiğimize göre, uluslararası düzeyde oldukça başarılı yıllar geçirmiş. 200’e yakın bestenin sahibi olan Marc Aryan, 30 Kasım 1985’te aniden hayata gözlerini yummuş.

Ben, bu türden hafızamıza cila yapan çalışmaları çok seviyorum. Ama sanırım telif problemleri, böyle projelerin önünde çok engel yaratıyor. Yoksa kim arzu etmez ki Adamo’nun, Patricia Carli’nin, Luigi’nin ve hele hele Dario Moreno’nun (tamam o yabancı sayılmaz ama olsun) Türkçe şarkılarını yeniden dinlemeyi... Lisanları bozuk olsa da, artık kimse onları tanımasa da... Ne gam...

6 Nisan 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


MARIE BELL BANA BAKIYOR
İstanbul Sinema Festivali’ne her yıl ünlü konuklar katılıyor. Bu yılın sürpriz konuğu bildiğiniz gibi Claudia Cardinale. Bundan 70-80 yıl önce, İstanbul’da gösterilen filminin galasına gelen bir başka aktrist, bana zorla hikayesini anlattırdı. Bakalım sizin de ilginizi çekecek mi?

Geçen hafta Aslıhan Pasajı’nda Barış Kitabevi’ni uğradım. Kırk yıllık sahaf arkadaşım Halil’in tam yanındaki rafta Marie Bell bana bakıyordu. Bakışlarımın kilitlendiğini gören Halil, fotoğrafı alıp önüme koyarken “imzalı” dedi. Resim Stephanie Coretti’ye 1930 yılında imzalanmıştı. Fotoğrafın altında “Stüdyo Jül Kanzler, İstanbul” adresi bulunmaktaydı.
Halil insaflı davrandı, makul bir fiyata Marie Bell fotoğrafını aldım.

Bir sesli film galası

Marie Bell’le ilk tanışmam, seksenli yılların sonunda Aile Boyu Sinema kitabını yazdığım günlere rastlar. İpekçiler’in görkemli döneminin son tanıklarından İnci İpekçi, anılarını anlatırken 1930 yılında henüz üç dört yaşında katıldığı bir sesli film galasını hatırlamıştı. Babası o yıllarda Elhamra Sineması’nın müdürüydü ve sinemada oynayan Aşk Geceleri filminin galasına katılan ünlü aktrist Marie Bell’e küçük İnci sahneye çıkarak çiçek vermişti. Bu olayın önünü arkasını araştırırken Marie Bell’le de tanışmış oldum. 1900 doğumlu olan aktrist, esas olarak tiyatro oyuncusuydu. Zaten özellikle galaya değil, tiyatrosunun yaptığı turne dolayisiyle İstanbul’daydı. İlk temsillerini Ankara’da vermişler, Mustafa Kemal’in huzurunda oynamışlardı. Topluluğun rejisörü o zamanlar genç bir yetenek olan Charles Boyer’di. İstanbul’da temsillerini verirken, Marie Bell de Elhamra’da oynayan filmin galasına katılmıştı. Bir dönemin ünlü Beyoğlu kuaförü Aristokli Angelidis’le konuşurken, gala öncesi saçını onun dükkanında yaptırdığını da öğrenmiştim.

Marie Bell bir dönemin ünlü emprezaryosu Hügo Arditi’nin yaşamını araştırken de karşıma çıktı. Botter Apartmanında oturan Rafel Püller, emprezaryonun damadı idi. Evinin duvarları, Arditi’nin çok uzun yıllar işlettiği Fransız Tiyatrosu’nun (bugün Ferhan Şensoy’un oynadığı Ses Tiyatrosu yani) sahnesine çıkan sanatçıların çerçeveli resimleriyle kaplıydı. 1930 yılında Marie Bell Topluluğu temsillerini elbette Fransız Tiyatrosu’sunda vermişlerdi.

Hacı Bekir’in çapkınlıkları

Bu dönemin gazetelerini karıştırırken, temsiller sırasında ilginç olayların yaşandığına da tanık oldum. Örneğin, 13 Mayıs 1930 tarihli bir gazetede, şair Hüseyin Suat Yalçın ile ünlü şekerci Ali Muhiddin Hacı Bekir'in Marie Bell yüzünden döğüşüp mahkemelik olduğu yazıyordu. Zaten aktristin Haydarpaşa’da Ankara Postası’ndan indiği an çekilmiş fotoğrafının arka planında da Hacı Bekir’i görebiliyordum. Hacı Bekir’in çapkınlık tarihini daha yazmayı düşünmediğim için işin ayrıntılarına girmedim.

Marie Bell’in İstanbul’a bu ilk gelişi sırasında tek röportajı Fikret Adil yapmıştı. Kendisi o sıralarda Vakit gazetesinin haftasonu ekinin editörüdür. Bell, tiyatroyu sinemaya niçin tercih ettiğini şöyle anlatmış: “Tiyatroda insan seyircilerle vasıtasız olarak, doğrudan doğruya temastadır. Halbuki perdede öyle mi? Muayyen iki üç cümleyi ancak söyleyebilirsiniz. Sahnede ise insan konuşur, seyircideki tesiri bizzat görerek ondan yeni bir kuvvet alır...Sonra, perdede insanın hayali görünür, sahnede ise kendisi...Sahnede kendinizden istediğiniz kadarını verebilirsiniz.”

Sonraki yıllarda Fikret Adil’in gazete yazılarını elden geçirince, üstadın Marie Bell’le daha sonraki gelişlerinde de ilgilendiğini anlayacaktım.
Fikret Adil’in yazılarından öğrendiğim kadariyle Marie Bell 1940’da memleketimize Comédie Française ile bir daha geliyor ve klasiklerden Ardromaque’ı oynuyor. Bu sefer sanatçı Londra’dan başlayarak, Moskova, Leningrad ve Sofya’da devam eden bir turne sonu İstanbul’a gelmiştir, buradan Ankara’ya gidecek, turneyi Budapeşte’ye, oradan Amerika’ya götürecektir.

Saray Sineması’nda verilen temsiller

Marie Bell’in adı geçen yıl Saray Sineması’nın tarihini araştırırken bir kez daha karşıma çıktı. Yine bir Fikret Adil yazısında. 1962 yılındaki bu son gelişinde Marie Bell Saray Sineması’nda temsiller vermişti. Fikret Adil şöyle yazıyor: “ Saray salonu hemen hemen dolmuştu ve Marie Bell heyeti hararetle alkışlandı. Henriette Barreau, Jacques Dacqmine, Marcel Tristani, Hubert Noll gibi gerçekten ehliyetli sanatçıları bir araya getiren heyet ölçülü oyunları, mükemmel sesleri ve diksiyonları ile dikkati çekiyor, bir bütünlük gösteriyor. Asgariye indirilmiş dekor, oynanan eserin âzamî manzarasını vermektedir ve kostümler renkleri, biçimleri ile oyunun kişilerini antik vazolardan ve heykellerden çıkmış gibi gösteriyor.”

Peki Halil’in dükkanında yeniden karşıma çıkan Marie Bell ne istiyordu? Yeniden kendisini yazmamı mı? Ama bunun icin hiç bir güncel neden yoktu ki? Tabii, bunları düşünürken Visconti’nin Leopar’ının İstanbul Film Festivali programına son anda alındığını bilmiyordum. Aslında film, konuk olarak gelen Claudia Cardinale’nin şerefine gösterilecekti. Ama ilginç bir ayrıntı daha vardı. Filmin kadrosuna bakınca, Marie Bell’in de adının karoda olduğunu gördüm heyecanla. Evet, aktristimizin son oynadığı film festivalde gösterilecekti. Marie Bell’in niçin ısrarla bana baktığını artık biliyordum...

NOT VE ÖZÜR

Bu yazıyı yazdıktan (yazı da baskıya girdikten) sonra, Claudia Cardinale’nin basın toplantısında ona, “Leopar’da yaşlı bir Fransız oyuncu, Marie Bell’de oynamış. Onu hatırlıyor musunuz?” diye sordum. “Şimdi ne alaka,” der gibi baktı ve “Hayır, Leopar’da değil Sandra filminde oynamıştık. Piyanonun başındaki bir kadın olarak hatırlıyorum,” diye karşılık verdi. Hatta Alin Taşcıyan’a dönüp, alçak sesle, “bu soru da nereden çıktı, niye Marie Bell’e ilişkin soruluyor ki bana,” diye mırıldandığını bile duydum. Ama Alin sözü geçiştirdi... İyi ki de geçiştirdi, yoksa yukardaki hikayeyi anlatmak zorunda kalacaktım.

Bu cevap karşısında, belki de hatırlamıyor, onca yıl geçmiş aradan, diye düşündüm. Cumartesi günü merakla (ilk kez izleyeceğim) Leopar filminin gösterisine katıldım. C.C. film öncesi çıkıp ilginç anılar aktardı filmden. Ama ben bir an evvel jeneriği görmeyi bekliyordum. Ya Marie Bell hakikaten yoksa? Ve yoktu! Marie Bell bu filmde oynamamıştı. Yani internetin azizliğine uğramıştım. Bir yanlış bilgi, tabii işime de geldiği için beni hemen tavlamıştı. Özür dilerim, Marie Bell Leopar’da oynamıyormuş! Sadece bana Halil’in dükkanında bakıyormuş...

5 Nisan 2008 Cumartesi

BİR CUMARTESİ YAZISI


CLAUDIA CARDINALE’NİN EVRAKI METRUKİYESİ
Benim tarihimde ne kadar Claudia Cardinale var doğrusu bilemiyorum. Çünkü erken gençlik günlerimde, sinemanın esmer güzellerini nedense pek beğenmezdim. Favorilerim masum sarışınlardı. Mesela şimdi kimsenin adını hatırlamadığı Mylene Demongeot, çok genç yaşında ölen Françoise Dorléac ve onun ablası (sonradan hiç de masum olmadığını öğrendiğim) Catharine Denevue... Onların da pek umurundaydı ya benim kimi beğendiğim!

İlk gençlik bilinçaltımı deşelemeyi bırakıp, evdeki eski Ses dergisi koleksiyonlarını karıştırmaya başlasam iyi olacak. İlk izlenimim, derginin C.C.’ye ( B.B.’den sonra alfabetik bir yeni yıldız bulduğumuza pek sevinmiştik) yeteri kadar ilgi göstermediği. Sophia Loren ve Raquel Welch, taradığım dönemde en çok öne çıkan isimler. Bu adaletsizliği bir yana bırakıp taramaya devam ediyorum. İşte 1963 yılının 13 Nisan tarihli sayısı. “Beyaz Perdede Üç İtalyan” başlıklı yazıda kastedilenler Gina Lollobrigida, Sophia Loren ve Claudia Cardinale elbette. Claudia için yazılanlar şu mealde: “İtalyan sinemasının üçüncü meşhur yıldızı Claudia Cardinale ise güzelliğinden ve cazibesinden başka sanat kaabiliyetiyle de kısa zamanda şöhrete ulaştı. İtalyan filmcilerinden başka Amerikan ve Fransız filmcileri de Claudia’ya film çevirtebiliyorlar. Yıldız son olarak Amerikan-İtalyan işbirliğiyle çevrilen Leopar filmindeki başarısıyla birden dikkatleri çekti. (...) Genç yıldızın özel hayatı, diğer iki meslektaşınınkiler gibi fırtınalı da geçmiyor. Mesleğini ön planda tutan Claudia, aşka ve izdivaca ayıracak vakti olmadığını geçenlerde söyledi.”

Leopar’ın unutulmaz etkisi

O yılın Cannes Film Festivali dedikodularını elbette canlı canlı Suavi Sonar bildiriyordu ( önce Tekel ressamı, ardından sosyete terzisi olup, ellili yıllarda yarı paparazzi konumunda üst düzeyde bir foto muhabiri olan Suavi Sonar’ı anlatmayı başka bir yazıya bırakalım). İtalya festivale üç filmle katılıyordu ve Leopar da bunlar arasındaydı. Filmin konusu, Sicilyalı bir Lord olan Lampedusa’nın hatıralarından aktarılmıştı. Lord rolünde Burt Lancester, “çoluk çocuğa karışmış, orta yaşlı bir anne Angelica rolünde ise” Claudia Cardinale oynuyordu. Haylaz yeğen ise Alain Delon’du. Küçük rollerden birini de artık yaşlanmış bir Fransız oyuncusu, Marie Bell üstlenmişti. Üç dört sayı sonra Suavi Sonar bu sefer festivalin sonuçlarını bildiriyor: Altın Palmiye ödülünü Leopar kazanmıştır. Sonar, “Claudia Cardinale, yalnız fiziği ile değil, sanatı ile de sinema dünyasında bir yeri olduğunu Angelica rolü ile kabul ettirmiş bulunuyor,” diye ekliyordu. Daha sonraki yıllarda Claudia Cardinale, Visconti’den çok şey öğrendiğini itiraf edecektir: “Kedi olup kaplan havası yaratmayı Visconti’den öğrendim. Bugüne kadar da filmlerimin hepsinde başarı sağlamamı Luchino Visconti’nin nasihatlerine borçluyum.”

Erken dönem hatıraları

1963 yılı Ses’lerini karışıtırmaya devam edelim. Ağustos ayında İtalya’da George Chakiris’le birlikte “La Ragazza di Bube” (Bube’li Genç Kız) adlı bir film çeviren Claudia Cardinale’in adı ilk defa dedikodulara karışıyor. Claudia, “yıllardan beri aradığı ideal erkeği nihayet bulduğunu gizlemiyor”muş. Ama aslında bu bir magazin aldatmacasından başka bir şey değildir. Aktristimizin uzatmalı sevgilisi prodüktör Franco Cristaldi’dir. Bir yıl kadar sonra, Claudia Cardinale’nin artık Hollywood’da film çevirmeye başaladığını görüyoruz. Sevgilisi evli olduğu için “ikinci bir Ponti-Loren vakasının patlak vereceği tahmin edilmektedir.” Dergi Claudia’nın Nina Ricci koleksiyonundan (her ne kadar modellerini çok açık bulsa da) tam 36 tane mayo satın aldığını yazmış ama oynadığı filmin ne olduğunu belirtmeye gerek görmemiş bile! Nina Ricci fanatizmi sık sık diğer yılların dergilerinde de karşımıza çıkıyor. Belli ki, Claudia Cardinale’nin gardrobu Ricci modelleriyle dolu olmuştur hep...

Yaşasın! 1965 yılında Ses dergisi iki hafta boyunca “Claudia Cardinale’nin Hâtıraları”nı yayınlamış. Dizinin başında “Ünlü röportaj muhabiri Henry Gris tarafından elde edilen 1 yıllık hatıraları yayınlıyoruz,” açıklaması var. Claudia, daha önce çevirdiğini öğrendiğimiz “La Ragazza di Bube” filminin galası için Berlin’e gidiyor. Ama filmi seyrederken iki gözü iki çeşme ağladığı için, film bitince sahneye çıkmaya utanıyor... Daha sonra notlar da oynayacağı yeni Visconti filminin hazırlıklarıyla ilgili.

19 Mart 1966 tarihli Ses’de ise yıldızımızın özel hayatının karmaşık olduğunu anlıyoruz. Başlık : “C.C. Hollywood’a yerleşti.” Her ne kadar Roma ile ilişkilerini kesmemiş, sevgilisinden ayrılmamış da olsa, Hollywood’da ev alması yaşamında bazı değişiklikler olduğunu gösteriyor. 1967 yılının Ses’lerinde ise Claudia Cardinale’in Franco Cristaldi ile ilişkisinin devam ettiğini görüyoruz. Franco’nun evliliği devam ettiği için yıldızımız Roma ile Hollywood; neşe ile keder arasında mekik dokumaktadır. Dergi Claudia’nın ruh haline paralel müzik beğenileri konusunda da merakımızı gideriyor: “Claudia en neşeli zamanlarında Bach, Haydn ve Wagner gibi klasik müzik ustalarının eserlerini dinler. Kederli zamanlarında ise Rolling Stone’lar, Beatle’lar, Animal’lar gibi genç müzikçilerin hareketli parçaları bile ona ağır gelir. 8 yılda 32 film çevirmiştir. Filmlerde öne çıkan “cinsi cazibesi” azalmasın diye sıkı bir rejim uygulamaktadır.

Suavi Sonar bildiriyor

1969 yılında, Claudia Cardinale’yi, yıllardan beri onunla tanışıklığının sürdüğünü belirten Suavi Sonar’ın kaleminden izlemeye devam edelim. Müjde! Claudia ile Franco Cristaldi artık evlenmişlerdir! Suavi bey, Claudia Cardinale’in annesinden, kızının nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Kolay değil tabii, Claudia’nın üç evi var. Roma’nın dışında bir çiftlik ve iki eski malikane arasında mekik dokuyor zavallı yıldızımız... Muhabirimiz mevsimin verdiği ipuçlarıyla önce Via Flaming’daki Tenuto Santona çiftlik evine gidiyor. Bingo! Yıldız oradadır. Claudia Cardinale, Suavi beye üç evinin özelliklerini ve böylesine bölünmüş halde yaşamanın zorluklarını aktarıyor önce. Ardından nasıl hanım hanımcık yaşadığını öğreniyoruz: “Claudia laf arasında gece hayatını pek sevmediğini, film çalışmaları kendisini sabahları erkenden kalkmaya zorladığı için ancak Cumartesi geceleri gezmeye gittiğini açıkladı. Genç yıldız hangi evinde olursa olsun, hafta içinde geceleri mutlaka sekiz saat uyku uyuyormuş. Pazar günleri öğle yemeklerini annesiyle babasının evinde yediğini belirten yıldız, başka günler baba evine uğramaya pek imkân bulamadığını da üzülerek söyledi.”

Rol arkadaşlarından Robert Hossein’in, 1969 yılında Claudia Cardinale’yi anlattığı şu satırlar bence çok anlamlı: “Claudia Cardinale’nin gülüşüne biterim. Sabahın erken saatlerinde açan çiçekler gibi insanın içine ferahlık veren bir gülüşü vardır. En sıkıntılı anlarında bile Claudia’nın tebessümüyle dertlerinizi unutabilirsiniz. Bir anda her şeyi unutup bambaşka bir insan olursunuz.”.Daha sonraki yıllara ilişkin pek bir şeyler aktaramayacağım. Çünkü 1969 yılından sonra Ses dergisi almamışım. Belli ki meraklarım değişmiş, bunlar arasında yıldızlara ayrılacak zaman da pek kalmamış. Ama Claudia ile ilişkimiz yıllar boyunca filmleri ile sürecek. Giderek onu daha çok beğeneceğim... Sanki o buna aldırırırmış gibi... Giderek o da ben de yaşlanacağız... Sanki buna gerek varmış gibi... Eskileri yazmak gitgide daha zor oluyor. Neden acaba?

NOT: Aşağıdaki yazıyı yazmadan önce, Claudia Cardinale acaba daha önce İstanbul'a gelmiş mi diye bir soru düştü aklıma. Haliylen tabii... Elbette ilk sorduğum kişi Agah Özgüç oldu. "Vallahi," dedi, "'Galiba gelmişti, hem bir yerlere de not mu almıştım ne," diye ekledi. Lakin bir türlü bulamadı. Sonra C.C. basın toplantısı yapınca ilk soruyu ben sordum. Bir tevatür var, İstanbul'a daha önce de gelmiş olduğunuz üzere, dedim. Daüşündü, "Galiba gelmiştim, ama hatırlamıyorum, gerçekten gelmiş miydim... Ço zaman oldu," dedi. Üstüne gitmedim yaş meselesi devreye girince!
(Bu notumuzu arkadaşımız Muhsin Akgün'ün basın toplantısında çektiği foto süslüyor. Yakın plan epeyi yaşlı, ama genel planda gayet hoş sempatik kadın bir C.C....

30 Mart 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


AÇIK HAVA AÇIK MI?
Geçen yıl altmış yaşını geride bıraktı Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu.Yıllarca ordada biribirinden güzel oyunlar, gösteriler, konserler izledik. Ama şimdilerde üstünde kara bulutlar dolaşıyor. Ne olacağı belli değil. Üstü mü kapanacak, altı mı oyulacak bilinmiyor. İstanbul Caz Festivali’nin ana mekanı; bu yaz açık mı, kapalı mı? Bu ülkede yarın ne olacağını bilmek hakkımız değil mi Allah aşkına?

Geçen hafta bıraktığımız yerden devam edelim. 2 numaralı park demiştik, Taksim’den Maçka’ya kadar uzanıyordu. Buradaki ilk inşaata 1946 yılında Açık Hava Tiyatrosu ile başlandı. Tiyatro 1947 yazında tamamlandı. O zamanlar Belediye tiyatroya gereken önemi veriyormuş ki, bu mekanı neden inşa ettiklerini resmi yayınlarında şöyle belirtiyorlardı: “Şehir Tiyatrosu’nun Komedi, Dram ve Çocuk Tiyatrosu kısımları yazın, sıcaklar bastırınca temsillerini tatil ediyorlardı. Şehir aylarca tiyatrosuz kalıyordu. Halkımız ise tiyatro istiyordu. Şehir Tiyatrosu binaları darlıkları yüzünden az seyirci alıyorlar ve kışın temin ettikleri hasılat ile masraflarını kapayamıyorlardı. Yazın temsillere devam edecek bir Açık Hava Tiyatrosu olursa, Belediye bütçesinden her yıl Şehir Tiyatrosu’na yaptığımız 200 bin liralık yardımın, şimdilik tamamını olmasa dahi, her halde büyük bir kısımını vermek mecbiriyetinden kurtulmuş olacaktık. İlerde ise bu yardımlardan büsbütün kurtulacaktık. Burada yalnız Şehir Tiyatrosu temsiller verecek değildir. Ankara Konservatuarının tiyatro ve opera heyetleri de (yani anlayacağınız üzere daha Devlet Tiyatrosu kurulmamıştır), yazın Açık Hava Tiyatrosu’nda temsiller vereceklerdir. Ayrıca yazın büyük konserler de verilecektir.” Yazı Açık Hava Tiyatrosu’nun bazı spor karşılaşmaları için de kullanılabileceğini, hatta bunun için ön anlaşmalar bile yapıldığını belirterek devam ediyor.

Açık Hava Tiyatrosu’nun mimarları Nihat Yücel ve Nihat Uysal’dı. Metin And’ın yazdığına göre pdoje aynen uygulanmadı, “Carl Ebert’in sahne tekniği bakımından gerekli gördüğü değişikliklerden sonra yeniden yapılarak uygulandı. O zamanın parasıyla bir milyon liraya çıkan tiyatro 4000 kişi alıyordu. 9 Ağustos 1947 tarihinde İstanbul Açık Hava Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu’nun sahnelediği Sophokles’in Kral Oidipus tragedyasıyla açıldı. O zamandan bu yana Şehir Tiyatroları’nın yazları kullandığı bir mekan oldu Açık Hava. Tabii Rumelihisarı Tiyatrosu ile birlikte (Hakikaten ne oldu Rumelihisarı’na? O da mı devre dışı kalmıştı ne? ) Bu iki sahnenin de tiyatro açısından bir dezavaantajı vardı; sahnenin üzerinden nefis Boğaziçi manzarası görülüyor ve haliylen rol çalıyordu!

Devlet Tiyatrosu’nun Opera bölümü kurulur kurulmaz, İstanbul’a gelip Açık Hava’da temsiller verdi. 1949 yazında Cumhurbaşkanlığı Fimarmonik Orkestrası eşliğinde Carmen,Sevil Berberi, La Bohème ve Madame Butterfly burada oynandı. İlk geceyi (elbette ki) orada olan Adalet Cimcoz, Fitne Fücur olarak imzaladığı dedikodu köşesinde ( o zaman dedikodu köşelerinde operalar bile yer alırdı) bakın nasıl anlatıyor: “Açık Hava Tiyatrosu adam akıllı dolu idi.Orkestrayı Ferit Alnar idare ediyordu. Meğer bizim Açık Hava Tiyatrosunun ne güzel bir akustiği varmış. Arka sıralardan bile sesler mükemmelen duyuluyor. Mikro[fon] kullanmıyorlar. Ayhan Alnar çok güzeldi. Hepsi mükemmeldi. Sahneye konuş da iyi idi. Ne ise ben sana opera kritiği yapacak değilim. Fakat İstanbul, hasretini çektiği Ankara Operası’nı tuttu, cânı gönülden sevdi...”

Aradan yıllar geçti, bu kez 1960 yılında kurulan İstanbul Şehir Operası Açık Hava Tiyatrosu’nda temsiller vermeye başladı. Burada oynanan ilk opera Madame Butterfly’dı. Aydın Gün’ün sahnelediği opera, döneminde büyük etki yaratmıştı. Fikret Adil köşesinde şöyle yazıyordu: “Bu güne gelene kadar, Acık Hava Tiyatrosu’nda bu derece zengin, göz alıcı, anlayışta tartışma yapılabilir olmasına rağmen dekorları böylesine başarılı bir oyun görülmemiştir.”

Açık Hava Tiyatrosu’nun bir başka özelliği de jübilelere ev sahipliği yapmasıydı. 4000 kişiyi toplayacak bir başka mekan olmadığından, jübile de toplu bir gelir elde etmek amacıyla yapıldığından, elbette en uygun mekan Açık Hava’ydı... Notlarıma bakıyorum. Örneğin 1951 yılı Ağustos’unda Münir Nurettin Selçuk’un “35. Sanat Hayatı Jübilesi” yapılmış. Aynı yıl Eylül’ünde ise İ. Galip Arcan jübilesi. 1954’de Şaziye Moral’ın, 1956’da Halide Pişkin’in, 1967’de Cemal Sahir’in jübileleri burada yapılmış.

Açık Hava Tiyatrosu’nun ev sahipliği yaptığı bir başka alan da “gösteri dünyası”ydı. En eski olay; sanırım 1950 yılı İstanbul Sergisi sırasında Montemar İspanyol Revüsü’nün gelmesiydi. Bir yıl sonra, yine İstanbul Sergisi nedeniyle gelen İskandinavya Buz Revüsü, Açık Hava’nın sahnesini artık nasıl yaptıysa buz sahası haline getirmişti. Bu konuda bir liste yapmaya başlarsak, sanırım dünyanın bir çok önemli topluluğunun burada sahne aldığını görürüz.

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı da 1973 yılında kuruluşunun hemen ardından düzenlemeye başladığı İstanbul Festivali’nin “büyük mekanı” olarak, elbette Açık Hava Tiyatrosu’nu kullanmaya başladı. Sadece müzik alanında getirdiklerini saysak bir kitap tutar. Ben bazı unutamadığım konserleri sıralayayım hiç olmazsa. Miles Davis, Bob Dylan, Joan Baez, (her daim) Jan Garbarek, Chick Corea, Keith Jarrett, Björk, Patti Smith, Marianne Faithfull, Nick Cave, Lou Reed, Bryan Ferry, P.J. Harvey, Ornette Coleman, Jane Birkin, Elvis Costello, Tori Amos, Paul Weller, Norah Jones... Hani bazen şöyle bir dönüp bakıyorum, kim kaldı gelmeyen acaba diye... Tom Waits ve Leonard Cohen elbette. Cohen bu yaz gelecekmiş ama Açık Hava kapalı... Nerede konser verecek?

Sonuç olarak yine soruyorum? Açık Hava Tiyatrosu ne oluyor? Açık mi kapalı mı? Kapalıysa niye bu kadar geç haber veriliyor (haber verldi mi ondan da emin değilim ya...) Bu şehirde kültür ve sanat olaylarının mekanlarına niçin bu denli acımasızca davranılıyor? AKM Mayıs’ta kapanacakmış hem de iki yıllağına... Orada gösteri yapan Devlet Tiyatrosu, Balesi, Operası, Korosu’nun temsellerini verecekleri yeni mekanlar hazırlandı mı? Hazırlanmadı elbette... Peki neden? Harbiye Şehir Tiyatrosu yıkılıyor. Yeni mekan hazır mı? Değil elbette.... Neden? Tiyatro ve sahne sanatlarına düşman bir zihniyet mi var yoksa?

23 Mart 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


2 NUMARALI PARK
Şimdilerde “Kongre Vadisi” kod ismiyle anılan bölgede yoğun yıkım çalışmaları başladı. İş makineleri ortalığı talan ediyor. Bu hafriyattan nasibini alacaklar arasında Şehir Tiyatrosu Harbiye Sahnesi’nin olacağı kesin. Bina Mayıs’da boşaltılıp yıkılacak. Açıkhava Tiyatrosu’nun başında da garip yeller esiyor. Ne olacağı halen meçhul... Bu bölgenin tarihi neymiş, araştıralım, bir bakalım dedik...

Aslında bölgenin esas adı “2 Numaralı Park”. Henri Prost 1937 yılında İstanbul nâzım planınını yaparken, Dolmabahçe Gazhanesi’nin (şimdi yerinde İnönü Stadı var) arkasındaki geniş vadiyi, şehrin büyük parkı haline getirmeyi amaçlamıştı. Bir ucu Taksim’e, diğer ucu da Maçka’ya uzanan bu bölgede bostanlar, bahçeler, ahırlar, küçük bir çiftlik, bir de Belvü Gazinosu vardı. Belediye, Prost’un planı çerçevesinde burada istimlaklar yapmaya başladı. Önce Taksim’deki Taşkışla yıkıldı. Bunun yerine İnönü Gezgisi (bugün Taksim Gezi Parkı dediğimiz yer) yapıldı.
Bunun ucunda yer alan derme çatma gazino yıkılarak yerine Taksim Belediye Gazinosu (şimdi yerinde Ceylan Intercontinental oteli var) inşa edildi. 2 numaralı parkın diğer ucunda yer alacak olan Harbiye Çocuk Bahçesi de aynı yıllarda hizmete açıldı. Arada kalan bölge öncelikle ağaçlandırıldı. 1946-47 yılları arasında 25.000 kadar ağaç dikildi. Bölge İzmir’deki Kültürpark benzeri bir “umumî gezinti ve istirahat sahası” olarak görülüyordu. Şehrin akciğerleri olacaktı...

Spor ve Sergi Sarayı burada inşa edildi

2 numaralı parkın bu planda öngürülen ilk yapısı Açıkhava Tiyatrosu oldu. 1946 yılında yapımına başlanan tilatro, bir yıl içinde bitirildi ve işletmeye açıldı. Buranın tarihini gelecek hafta anlatacağımız için burada ayrıntılı olarak ele almayacağız. Tiyatroya ve Harbiye’ye giden yolların yapımı için Elmadağ’da bulunan Surp Agop Ermeni Mezarlığı kamulaştırıldı. Ardından Spor ve Sergi Sarayı (bugün yerinde Lütfi Kırdar Sergi Salonu var) yapıldı. Yapı 1949 yılında Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası ile açıldı. Aynı yılın sonuna doğru Sergi Sarayı ve çevresinde, İstanbul’un bir anlamda ilk büyük fuarı olan “İstanbul Sergisi” açıldı. Dört yıl boyunca her yıl açılan İstanbul Sergileri bölge içinde bir çok pavyonun yapılmasına yol açtı. Bu pavyonlar geçici olarak inşa ediliyordu. Sadece biri daha sonraki yıllarda depo olarak kullanılmaya devam edildi. Sümerbank Pavyonunun nasıl depoya, oradan da Şehir Tiyatrosu Harbiye Sahnesi’ne dönüştüğünü sanırım daha önce anlatmıştım. İstanbul Sergisi sırasında “2 numaralı park” şehrin gezi ve eğlence bölgesine dönüşüyordu. Serginin bir ucu Taksim Gazinosu’na, diğer ucu ise Maçka’ya dayanıyordu. İçinde kafeler, lokantalar, Lunapark ve çeşitli eğlence mekanları yer alıyordu.

İlk yara: Hilton Oteli

2 numaralı parkın aldığı ilk büyük yara Hilton Oteli’nin inşası oldu. Otelin yer aldığı bölge park olarak gözüküyordu ve bu sorun özel bir kanun çıkarılarak 1951 yılında çözüldü. Böylece Taksim Gezisi ile İstanbul Sergisi’nin yapıldığı alan, tam ortasından ikiye ayrılmış oldu. Ortada elbette Hilton Oteli tüm genişliğiyle yer alıyordu. Prost’un planı artık tarihe gömülmüştü.

Öte yandan 2 numaralı parkın Harbiye’ye doğru uzanan üst bölgesi de yapılarla dolmaya başlamıştı. Önce Gezi Apartmanları yapıldı. Ardından 1948’de İstanbul Radyoevi inşaatı tamamlandı. Onun tam karşısında yer alan Sipahiocağı tesisleri de yıllar içinde yıkılarak yerine Orduevi yapıldı. Yakın yıllarda bölgenin yapılaşması büyük bir hızla devam etti. Spor Sergi Sarayı altı üstü sağı solu derken iyice büyüdü (bu da yetmedi ki, şimdi onu en büyük haline getirmek için yeniden çevresini kazıyorlar). Cemal Reşit Rey Salonu yapıldı. Yanına İtfaiye tesisleri eklendi. Hilton ufak ufak yayılmaya başladı. Convention Center filan derken, bölge yapı nüfusu katlanarak arttı. Tabii bütün bu yapıların birer de otoparkı olacaktı. Yerler yine kazıldı, kat kat dibe inildi.

Bir zamanlar İstanbul şehrinin nefes alma bölgesi olarak düşünülmüş olan 2 numaralı parktan geriye pek bir şey kalmadı anlayacağınız gibi... Şimdi merak ediyorum, bu katliam nereye kadar gidecek? Sürekli inşaatlar yapılarak, bırakın nefes almayı, buradan yürüyerek geçmemizi bile imkansız bir hale mi getirecekler? Şehir Tiyatrosu binasının yerine ne yapılacak? “Müze olacak” diye boşaltılması amaçlanan Radyoevi, Allah aşkına ne müzesi olacak, neden olacak? Açıkhava Tiyatrosu’na ne yapmayı amaçlıyorlar? Sırada Hilton’un bulunduğu arsa mı var? Sorular bitmiyor görüldüğü gibi. Çünkü ne yapılacağı tartışılarak, açıklanarak, ikna edilerek yapılmıyor. Sonuç: Şehir ağır ağır kendini yok ediyor... Biz de bu şehrin insanları olduğumuza göre, belli ki halimiz harap!

Foto: 1949 yılında Spor Sergi Sarayı önüne Kadıköy meydanından getirilen bir boğa heykeli konmuştu. Sonraki yıllarda boğa eski yerine avdet etti.

17 Mart 2008 Pazartesi

KİNG KONG İSTANBULDA 4


Evet yine bir King Kong partisi. Evet yine Misket'te. Evet yine işin başında Gökhan ve Can birlikte. Elbette yine bir acayip müzikler çalacaklar.
Ellerindeki albümlere bir bakalım? İlk gözümüze çarpanlar arasında Screaming Jay Hawkins, Brigitte Bardot, The Dresden Dolls, Mungo Jerry, Grace Jones, Sex Mob, Marilyn Monreo, Devo, Jimmy Castor Bunch, Jane Birkin, Pizzicato Five, Boney-M, Tiger Lillies, Eartha Kitt, Bonzo Dog Doo Dah Band, Yma Sumac, Tomita, April Stevens, Messer Chups, Clara Rockmore, Dario Moreno, Martin Denny, Klaus Nomi, , Sophia Loren, Chuck E. Weiss, Natacha Atlas, Big Bad Voodoo Daddy, Yello, Amanda Lear, Falco, Brian Setzer Orchestra, Kultur Shock ve daha adını bile bilmediğimiz nicesi...
Garip, saçma, komik, erotik... Bir garip şarkılar işte.
Dans için de göbek havaları, eski twistler, labaluba funklar, skalar filan emre amade...

Gelin, görün, ibret alın!

21 Mart Cuma saat 20.15'den itibaren
Misket Şarabevi ( Beşiktaş Balıkpazarı'ndaki kartalın kuyruğu istikametinde sağdan 2. sokak)
Tel. 212. 2275923