6 Ocak 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


KIBRISTA GÜNLÜK YAŞAM
Hemen itiraf edeyim, yılbaşı tatilini Kıbrıs’ta geçirdim... Kıbrıs’a bir önceki gidişim ise yirmi yıl öncesine uzanır. O zamanlar TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği) dergisinin editörüydüm. Bizi KITSAB, yani Kıbrıs’ın seyahat acenteleri birliği ağırlamış, adayı gezerken de Nazif Bozatlı yardımıcı olmuştu. Yirmi yıl aradan sonra, artık iyi arkadaş olduğumuz Nazif kardeşime yine Kıbrıs’a geliyorum dedim. Müşfik kollarını hemen uzattı. KITSAB yine bizi ağırladı. Kıyı bucak dolaştık.

Hemen söylemeliyim. Geçen yirmi yıl Kuzey Kıbrıs’a yaramamış. Hızlı kentleşme, özellikle Girne bölgesinde önemli yaralar ortaya çıkarmış. Bölgenin kendine özgü özellikleri kaybolma noktasında. Tamam deniz aynı deniz, ama kara, beton yığınlarıyla dolmuş. Nüfusun Türkiye’den gelen bölümü, Kıbrıs halkının karakterini bozmuş. Yerli halk da bu değişime boyun eğmiş, onun getirdiği maddi katkılara teslim olmuş. Öte yandan Kıbrıs turizminin sırtını dayadığı kumarhane/casino olgusu ise, oldukça karanlık bir tablo çizmekte...

Ben size gezimizin güzel yanlarından söz edeyim. Girne Kalesi her zaman olduğu gibi yine çok etkileyici. Tanıtım odasında karşımıza çıkan, kalenin kuruluşundan bu yana geçirdiği evrimi aktaran resimlerin, broşürde neden yer almadığını anlamak ise zor. Girne’nin hemen arkasında yer alan Bella Pais Manastırı da beldenin çekim merkezleri arasında. Burada sık sık konserler de verildiğini duymak sevindirici oldu. Nazif kardeşimin beni yirmi yıl önce götürdüğü sahil meyhanelerinin hiçbiri kalmamış. O zaman tattığım otlara ve bitkilere dayanan mutfağı ancak evlerde konuk olduğumda bulabileceğimi anladım. Fast food’un esir aldığı Kıbrıs’ta özgün olandan vazgeçtim, iyi bir yemek yiyebilmek için bile epeyi uğraşmak gerekti. Girne’de Dome Otelin yanında bir yıl önce açılmış olan Lagoon balık lokantası yüzümüzü güldürdü. Çok taze balıklarının yanısıra bölgeye özgü macun tatlılarını ve katmeri de burada tadabildim.

Gazimağusa (Famagusta) ise bölgenin ana unsuru olan üniversite sayesinde büyük bir gelişme içinde. Neyse ki, eski kent içinde yapılan düzenlemeler büyük oranda olumlu. Yıllar önce bir mezbele durumunda olan Belediye Pazarı ( bölge insanları, “her zaman her şey bulunur“ anlamında bir Rumca sözcük olan Bandabulidya diye adlandırıyorlar burayı) çekici bir turistik çarşı haline gelmiş. Hemen yanıbaşımızdaki ölü kent Maraş’ın hüznünü, Gazimağusa’nın muhteşem kent surlarını gezerek dağıttık. Othello kule/kalesine çıkmak, tiyatrocu yanımı heyecanlandırdı. Burada 7-8 yıl evvel Devlet Tiyatrosu’nun Othello’yu oynadığını öğrenmek hoşuma gitti. Öğlen ise Nazif’in bütün konuklarını götürdüğü izbe bir lokantaya gittik. Bir fırın kebapçısı bu, 41 yıldır icrayı sanat eylemekte. Mustafa Fehmi, tarifi zor lezzette bir kuzu kebabı sundu bizlere... Yemek sonrası sporunu Salamis Harabelerini ve mükemmel anfi-tiyatrosunu gezerek yaptık. Hemen yakınındaki St. Barnabas müzesi ise Kıbrıs adasının olağanüstü arkeolojik tarihini başarıyla yansıtmakta...

Son durağımız Lefkoşa’ydı. Yola çıkmadan, kentin siyasi ve kültürel nabzının atığı Işık Kitabevi’ne uğrayıp Nahide hanımın kahvesini içtik. Orada olduğumuz yirmi dakika içinde ona yakın yazar/gazeteci ile tanıştım. Ardından Etnoğrafya Müzesi olarak kullanılan Derviş Paşa Konağı’na gitik. Konak olağanüstü, ama müzenin hali yürekler acısı... Arabahmet mahallesinde Notre Dame de Tyre Ermeni Kilisesi ve Kadınlar Manastırı’nın restorasyonuna başlanmış olduğunu görmek beni umutlandırdı. Belediyenin sanatçılara tahsis ettiği Büyük Han da oldukça iyi korunmuş. Burada Kıbrıs’a özgü Karagöz figürlerini ve sanatını yaşatmaya çalışan Mehmet Ertuğ’la tanıştık. Hiç görmediğimiz ve bilmediğimiz suretleri inceledik. Yemek zamanı Sedirhan adında güzel bir kebapçıda konakladık. Arkadaşımızın adını verdiği Nazif Kebabını yedik! Akşamlar için de iyi bir adres edindim: Yine Arabahmet mahallesindeki eski bir konak: Boghjalian...

Yemek sonrasında kent merkezindeki bir sergiyi gezdik. Sidestreets adlı bir dil okulunun altındaki güzel galeride yer alan “Kıbrıs’ta Günlük Yaşam 1927-1931” başlıklı bir fotoğraf sergisiydi bu. O yıllarda adaya gelen bir İsveçli arkeolojik kazı ekibinin çektiği ok ilginç fotoğraflardan oluşuyordu. Başarılı ve heyecan verici bir sergiydi. Otele gitmeden Belediye Pazarı’na (Lefkoşa’nın Bandabulidya’sı) uğrayıp Lefke mandalinleri, köy hellimi ve satıcısının para almadan koca bir dilimi ikram ettiği enfes bir lor (Kıbrıslılar buna Nor diyor ama) aldık. Zaten yine rehberimizden öğrendiğimize göre. burada “Nuh der peygamber demez” deyişi “Nor der peynir demez” biçiminde adapte edilmiş...

Güzel bir hava Kıbrıs gezimizi daha keyifli bir hale koydu. Adadan ayrılırken, korumacılığın hızla gelişmesini, Adanın siyasal ve ekonomik açıdan istikrarlı günlere kavuşmasını diledik. Bir bahar aralığında da (açıkça yazları gitmeyi hiç düşünmüyorum) denize girmek için yine kapıyı açık bıraktık...

23 Aralık 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


AŞKIN GÖZYAŞLARI
Bir kaç hafta önce Cemal Ünlü’yle birlikte Türk tangosunun ilk dönemi üzerine bir dinleti-söyleşi yapmıştık. Çalacağımız plakları seçerken, tangonun o dönemlerde ne denli etkili olduğu göstermek için değişik örnekler aradık. Operetlerde, filmlerde söylenmiş Türkçe tangolar vardı. Bunlar arasında biri öne çıkıyordu. Hafız Burhan’ın söylediği ve aslı aynı adlı bir Mısır filminde yer alan tangoydu bu: Aşkın Gözyaşları. Hafız Burhan, 1935 yapımı olan bu filmi Çemberlitaş sinemalarında defalarca izlemiş, notlar alarak plağı gerçekleştirmişti. Cemal Ünlü, Hafız Burhan’ın plaktaki icrasının filmde kullanılmadığını düşünüyor. Filmin ve bu parçanın güçlü etkisi görerek, onu Türkçe sözlerle (yani daha sonra aranjman dediğimiz bir uygulamanın ilk örneklerinden biri olarak) okuduğu düşüncesinde. Zaten plağın ikinci yüzünde de devam eden şarkı, giderek tango formatından uzaklaşarak bir gazel haline geliyor... Bir hafız usulü tango!

Söz ettiğim söyleşi için bu ön çalışmaları yaparken, Cemal bir de müjde verdi. Ne zamandır beklediğimiz Hafız Burhan CD’si de çıkmıştı. Verdiği (artık sadece CD demeye de dilim varmıyor, çünkü 72 sayfalık bir de kitapçığı var) albümü hemen müzik setine yerleştirip çalmaya başladım...

Bilen bilir, Cemal Ünlü arkadaşımız, taş plak tarihinin en ünlü silahşörüdür. On yıllardır hem plakları biriktirir, hem de onları kayıtlara alır, CD’ler vasıtasıyla bizlere uğraştırır. Bütün bu çabalarını çok değerli bir kitapla da gelecek kuşaklara aktarmıştır. Pan Yayıncılık’tan çıkan Git Zaman Gel Zaman adlı kitabından söz ediyorum elbette... Cemal’in Deniz Kızı Eftalya’dan Seyyan Hanım’a, eski kantolarımızdan gazeller külliyatına uzanan, eski taş plaklardan CD’lere aktardığı albümleri koca bir yekün tutar. Eski seslere meraklı olanlar, ona ve Kalan Müzik’e ne kadar şükran duysalar azdır.

Cemal Ünlü’nün Gazeller serisiyle başlayan hafız merakı, geçen yıl çok da önemli bir ürün vermişti. Hafız Kemal Bey’in icralarını aktaran “Vasfını Bu Resme Tertip Ettiler...” adlı CD’sini çok beğenmiş, ama hakkında iki satır olsun bir şey yazamamıştık. İhmalkarlık yüzünden elbette... Oysa gelmiş geçmiş en iyi Mevlid icrasını (zamanında 10 plak halinde yayınlanmıştı) ve Hafız Kemal’in diğer klasik eserlerini içeren müthiş bir çalışmaydı bu. Şimdi de en güçlü sese sahip ve en popüler hafız şarkıcımız olarak tanınan Burhan Sesyılmaz’ın icralarını içeren abüm elimizdeydi işte. Adı da bizim tangodan alınmıştı: Aşkın Gözyaşları!

Hafız Burhan zamanında bir efsaneydi. 1887 yılında doğdu, oldukça genç yaşta 1943’de öldü. Sesi öylesine güçlüydü ki, stüdyoda sesinin patlamaması için mikrofondan oldukça uzaklaşarak şarkılarını okuduğu rivayet edilir. Sanatçı, tüm yaşamı boyunca Colombia firması için çalıştı. Yüze yakın plağı, döneminde tam anlamıyla “bestseller” oldu... Hatta bu nedenle (aynı zamanda otomobil ithalatçısı olan Colombia firmasının sahipleri) Blumenthal biraderlerin ona şık bir otomobil verdiklerini de biliyoruz. Hafız Burhan ilk otomobilli sanatçılarımızdan (belki de birincisi) olmuştu böylece.

Bu kısa yazıda albümün bütününü tanıtmak zor. En ünlü icrası olan Makber elbette var. Bol bol gazel yer aldığını tahmin etmek pek zor değil... Ama çoğunlukla hüzzam, ayrıca mahur, neva-hicaz, kürdilihicazkar makamlarında şarkılar da yer alıyor. Zaman zaman Rumeli ve Anadolu türküleri de karşınıza çıkacak... Türkülerin arasına nasıl ustaca gazellerin sıkıştırıldığına hayret edeceksiniz. Saz heyeti de muhteşem. Artaki Candan, Aleko ve Yorgo Bacanos, Sadı Işılay başta olmak üzere dönemin en ünlü sanatçılarından kurulu.

Albümü dinledikten sonra, Cumhuriyetin ilk dönemlerini oldukça elden geçirmiş bir araştırmacı olarak, Hafız Burhan’a ilişkin hiç bir röportajla karşılaşmadığımı hatırladım. Cemal Ünlü de rastlamamış ve bilgilerin çoğunu Burhan Sesyılmaz’ın ailesinden edinmiş. Bunun nedeni üzerine düşündüm. Bu denli ünlü bir şarkıcıya ilişkin bilgi olmaması, hafız şarkıcıların Cumhuriyetle birlikte yok olan değerler içinde bulunmasıyla açıklanabilir ancak... Moda akımlarla ilişki kursalar bile ( Hafız Burhan Colombia plaklarına kantolar, operetler, hatta “Türk Cazbandı” başlıklı şarkılar da okumuştu), kendileri ve bağlı oldukları gelenek artık moda değildi. Dinlenebilirler ama üzerinlerine yazı yazılmazdı... Diğer hafız ses sanatçıları gibi, bugünün sözcükleriyle “trendy” olmayan bir şarkıcıydı Burhan Sesyılmaz... Ben bütün bu analizleri bir yana bırakıp, yeniden Hafız Burhan CD’me döneceğim müsaadenizle. Gelmiş geçmiş en etkili seslerden birini dinlemenin keyfi neyle değişilebilir ki...


FOTO
Herhalde bir turne sırasında çekilmiş olan bu fotoğrafta, üstte ayakta duran Safiye Ayla ve Yesari Asım Ersoy. En altta soldan Ruşen kam (?), Cevdet Çağla (?) ve Hafız Burhan.

16 Aralık 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


ERMENİLERİ UNUTMAK
Aras Yayınları’yla gerçek anlamda tanışmam oldukça geç oldu. Bir kaç yıl önce Takuhi Tovmasyan’ın Ermeni mutfağı (ve onun çevresindeki yaşam öykülerini) anlattığı muhteşem kitabı Sofranız Şen Olsun’u almıştım tesadüfen. Çamaşır günleri pişirilen fasulyenin öyküsünü okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Oturup oradaki tariflerden hareket ederek yemekler yapmadım, ama okuduklarım ve onları samimiyetle anlatan yazarı Takuhi hanım beni çok etkiledi. Onunla ve yayınevi ile böylece tanışmış oldum. O zamandan beri Aras Yayınları’nı dikkatle izliyorum. Karakin Deveciyan’ın 1915’de basılan ve yıllardır bir efsane haline gelmiş Türkiye’de Balık ve Balıkçılık adlı kitabını da onlar yayımladılar. Geçen yıl da Charles Aznavour’un anılarını (Geçmiş Zaman Olur Ki) bastılar.

Bu yıl bastıkları kitaplar arasında Agop Arslanyan’ın yazdığı Adım Agop Memleketim Tokat bence çok önemli. Bana ait bir öyküsü bile var. Seksenli yılların başında askerliğimi Tokat’ta yapmıştım. Hafta sonları izne çıktığımda, eskici dükkanlarının tıka basa ermeni damgalı gümüş ve bakır eşyalarla dolu olduğunu görürdüm. Ama Tokat tarihi adına yazılan kitaplarda, kentin Ermeni nüfusu hakkında doğru dürüst bir bilgi bulamamıştım. Arslanyan, bu kentin tarihinin Ermenilerden söz etmeden yazılamayacağını kanıtlıyor. Yine geçtiğimiz yıl içinde çıkan Ermeni Kültürü ve Modernleşme, Türkiye tarihinde Ermenilerin batılaşma sürecindeki çok önemli rollerini açıkça ortaya koyuyor. Aynı tezi destekleyen bir diğer yapıt da, Osmanlı dönemindeki feminist kadın yazarları bize tanıtan Bir Adalet Feryadı başlıklı kitap. Açıkça görülüyor ki, feministlerimiz tarihlerine genellikle Türk/İslam bir pencereden baktıklarından, bu öncü isimleri bugüne kadar es geçmişler sanırım.

Aras Yayınları’ndan yeni yayınlanan İzi Kalır Hatıraların ise bir röportajlar kitabı. Mayda Saris’in Agos gazetesinde yaptığı röportajların geniş halleri yer alıyor bu kitapta. Tahmin edileceği gibi, kitapta röportajları yer alanların büyük çoğunluğu Ermeni. Türkiyeli Ermeniler, genel geçer tarihçiliğimizin ve gazeteciliğimizin dışanda kalan bir alan olduğu için, kitapta başka yerde bulamayacağınız bir çok ilginç bilgi var. İzi Kalır Hatıraların’da otuz kişiyle yapılmış söyleşiler var. Bunlardan sanırım pek azının adını duydunuz. Nuri İyem, Sarkis, Raffi Portakal ve Ara Güler dışında, belki tiyatroyla ilişkiniz varsa Agop Ayvaz (adının doğru yazılışı da Hagop’muş aslında) adını duymuş olabirlisiniz. Ama Ermeni değilseniz diğer isimlere pek aşina olduğunuzu sanmam. Bu uzaklık önce bir zaaf gibi geliyorsa da, sayfaları çevirdikçe aslında bilmediğiniz ne kadar çok şey olduğunu anlıyor ve kitabı gitgide önemsemeye başlıyorsunuz. Zaaf sandığınız şey bir üstünlük haline geliyor. Yeni bilgiler edinmenin keyfini yaşıyorsunuz.

Herkes kendine göre ilginç bölümler bulacak bu kitapta. Kimi yıllar sonra Ermeni olduğunu öğrenip hatıralarının izine düşen insanların öykülerine merak duyacak. Kimi de Sakıp Sabancı ile Raffi Portakal’ın yollarının nerede, nasıl kesiştiğini öğrenmekten hoşlanacak. Ben ise, kitabı okurken küçük ayrıntıların peşindeydim her zaman olduğu gibi. Yüzlerce ayrıntıdan sadece ikisini aktarabileceğim burada...

Birincisi rakı tarihiyle ilgili. Geçen yıl Türkiye’deki rakıların tarihi üstüne uzunca bir makale yazmıştım. Tekelden önceki dönemde sayısı ellilere uzanan rakı markası çıkmıştı karşıma. Bunlar arasında öne çıkan birkaç isimden biri de Bilecik Rakısı’ydı. Mayda Saris’in kitabında Bercuhi Berberyan’la yaptığı röportajda bu rakıyla karşışıverdim birdenbire... Bercuhi Berburyan’ın kayınbederi Stepan Berberyan kurmuş bu rakıyı. 1928’de Fransa’da düzenlenen yarışmada dünyanın en iyi içkisi seçilmiş ve şeref diplomasıyla ödüllendirilmiş. Ne yazık ki bugün ellerinde bir tek şişesi bile yokmuş.

İkinci ayrıntı ise caz tarihiyle ilgili. Kısa bir süre önce, tam 102 yaşında aramızdan ayrılan Hermine Kalfayan Sayınar, eski günleri hatırlarken eşini de anlatıyor. 1968’de ölen Eduard Krikoryan Sayınar, 1930’lu yılların ünlü bir caz bateristi ve dans hocasıymış. Kitapta bu konuyla ilgili çok ilginç fotoğraflar var. Kızları Tanya hanımla tanıştık, bugünlerde buluşup bu eski fotğraflara daha yakından bakacak ve babasıyla ilgili anılarını anlatmasını isteyeceğim.

Kitabın bu türden ilginç bilgiler aktarması, milliyetçilik damarlarımız kabardıkça neler kaybettiğimizi daha açık gösterdi bana. Ermenilerin Türkiye tarihindeki yerleri ve toplumsal yaşama katkıları o denli güçlü ki, onları görmezden gelmek kendi tarihini de inkar etmek anlamına geliyor. Tarihi tüm genişliğiyle anlamak için, bu genişliği oluşturan tüm unsurları dikkate almamız gerekiyor. Sanırım, hatıraların izi ancak böyle kalıcı olabilecek...

10 Aralık 2007 Pazartesi

PAZAR YAZILARI






MAZİ KALBİMDE BİR YARADIR

Necip Celal Andel, ilk Türkçe tangoyu yazan kişi olarak tarihe geçmiştir. Ölümünün ellinci yıldönümünde, yazdığı şarkılaır hala dillerde dolaşan bu besteciyi tanıtmak istedik.


Necip Celal Andel, bundan tam elli yıl önce, 29 Kasım 1957’de dünyaya veda etmişti. İlk Türkçe tango olarak tarihe geçen Mazi ise, 75 yıl önce 1932’de Seyyan Hanım tarafından plağa okundu. Gerek Mazi’yi, gerekse yine bir Necip Celal bestesi olan Suna’yı bugünlerde Sema’nın ve İncesaz’ın yeni yorumlarıyla Beyoğlu’nda sık sık duymanız mümkün. Peki bu duyarlı müziklerin sahibi hakkında ne biliyoruz?

Necip Celal’in adını plaklar üzerinde görmüştüm elbette. Ama gözlerinin görmediği ve oldukça genç yaşta öldüğü dışında pek bir bilgim yoktu önceleri. Geçtiğimiz aylarda ölen, bir zamanların “kızıl saçlı soprano”su İclal Ar’la röportaj yaparken, Necip Celal’i otuzlu yıllarda nasıl tanıdığını şöyle anlatmıştı:
“Bir ahbabın evinde Necip Celal ile de tanışmıştık. Arkadaş olduk, zaman zaman akordeonunu alıp o da bizim toplantılarımıza gelmeye başladı. Bir gün yine yerlerde oturmuşuz. Romantik olsun diye herhalde, elektriği söndürüp mumları yaktık, birlikte şarkı söylüyoruz. Necip Celal’in gözleri kör ama ışığı görebiliyor. ‘Çocuklar, şu mum ışığını da söndürün de, bu akşam hepimiz eşit olalım,’ dedi. Ağlamaya başladık.” İclal Ar, anılarında Mesut Cemil’in ısrarıyla İstanbul Radyosu’nda Necip Celal’in bir tangosunu Kızıl Ay takma adıyla okuduğunu da anlatır. O dönemde yayın canlı yapılıp kayda geçirilmediği için bunu dinlemek gibi bir şansımız da yok...

Yaşamını özetlemeye çalışayım. 1909 yılında doğmuş. Babası hukuk profesörü Mehmet Celâlettin, elbette oğlunun da hukuk okumasını ister. Ama Necip Celal’in gözü kulağı müziktedir. Aldığı özel derslerle bilgilerini geliştirir. Eline geçen her müzik aletini kısa sürede çalmak gibi bir becerisi de vardır. O yıllarda gözleri görmekte, ama yavaş yavaş bir perde de inmektedir... Necip Celal önceleri buna pek aldırmaz, o dönemin modasına uygun olarak, çılgın gibi dans etmekte, çarliston yapmaktadır. İlk aşklarını da bu yıllarda tadar. 1928 yılında Taksim Gazinosu’nda çalışan bir Alman kızla umutsuz bir aşk yaşar. Bunun hatırası iki şarkı olarak ortaya çıkar: Sarı Yapıncak fokstrotu ve Mazi tangosu...

Necip Celal gözlerini 1932 yılıında tamamen kaybeder. Aynı yıl, Mazi tangosu Seyyan Hanım tarafından Sahibinin Sesi firması için plağa okunur. Plağın arka yüzünde ise yine bir Necip Celal tangosu vardır: Ayrılık. Bu plak birden çok meşhur olunca, Seyyan Hanım ardarda Necip Celal tangoları doldurmaya başlar. Necip Celal de ilk Türkçe sözlü tango bestecisi olarak kayıtlara geçer.

Taş plak kataloglarına baktığımızda bir çok sanatçının Necip Celal bestelerini plak yaptığını görürüz. Daha bulup dinleyemedim ama Münir Nurettin Selçuk bile Ayrılık tangosunu okumuş. Bedriye Tüzün, Seven Star Band Caz topluluğu ile Bir An İçin ve Günler’i Colombia için plağa doldurmuş. Mahmure Handan Hanım Odeon için Mazi’yi kaydetmiş. Birsen Hanım Yıllar’ı, Gönül Hanım ise Suna’yı okumuş. İclal Ar’ın anılarında söz ettiği Rum asıllı Gavin Kardeşler de, Necip Yakup idaresindeki Colombia Tango Orkestrası eşliğinde Suna, Özleyiş, Yıllar, Kimse Sevgimi Bilmez, Emine (Menekşeden taç öreyim) ve Sarı Zambak adlı tangoları plağa almışlar. Seyeyan Hanım’dan sonra en çok Necip Celal şarkısı okumuş olan bu Gavin Kardeşler’in de tek bir plağını göremedim daha...

Necip Celal bir röportajında eserlerinin 18 tanesinin nota olarak basıldığını söyler. Bunların bazılarını ben de gördüm, iki ila üç bin arasında basılıyor ki, sanırım bu bayağı önemli bir tiraj... Aynı röportajda ortaya çıkmayan iki eserinden söz eder.: “Birincisi halkımızın pek sevdiği viyolonist Caspar Cassado’nun [kırklı yıllarda üstüste İstanbul’a gelip konserler vermişti] arzusuyla ve tamamiyle Türk müziği makamlarıyla bestelenmiş üç kısımlık bir Viyolonsel Konçertosu’dur. Cassado’nun İstanbul’a son gelişinde kendisiyle bir çok çalışmalar yaptık ve sonunda eser tamamlandı. İkincisi ise halen Türk uyruğunda olan büyük keman üstadı Vasa Prihoda’ya ithaf ettiğim keman ve piyano için “Rüzgar Sanatı” adlı eserimdir. Üç kısımdan oluşuyor: 1. Rüzgar, 2. Akşam, 3. Fırtına. Çalması güç olan bu sonatın ana motifleri yine bizim müziğimizin renkleri taşımaktadır. Her iki eserin de uzunlukları 35’er dakikadır.” Necip Celal’in eserleri ile özel olarak ilgilenen keman sanatçımız Cihat Aşkın, bu ikinci eserin kayıp olduğunu söyledi. Ayrıca Necip Celal’in burada söz etmediği bir keman konçertosu daha varmış. Aşkın, bu eserin Dua adlı ikinci bölümünü 1996 yılında, piyano eşliğinde seslendirmiş.

Necip Celal’in yaşamıyla ilgili ayrıntılı bir çalışma yok. Nedim Erağan’ın baskısı kalmamış Tramvaylı Günler ve Eski Tangolar adlı kitabında Necip Celal’le ilgili anılar dışında... Bir de eski radyo dergilerinde kalmış röportajlar, yazılar... Bunları biraraya getirerek, Necip Celal Andel’in ağzından bir yaşamöyküsü aktarmaya çalıştım. Yeni çıkan Aralık ayının Roll dergisinde okuyabilirsiniz.

2 Aralık 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


ABİDİN DİNO NİÇİN FARKLIDIR?

Abidin Dino sergisinin açılacağını aylar öncesinden duymuş ve çok heyecanlanmıştım. Sabancı Müzesi’nin kocaman salonlarında Abidin Dino’nun olabildiğince çok eserini görebilecek olmak güzel bir şeydi elbette. Ama işin Türkiye’nin geldiği konum açısından farklı bir önemi de vardı. Türkiye’nin en büyük holdinglerinden biri, komünist olduğunu hiç saklamamış bir sanatçının sergisini açıyordu.

Abidin Dino kırklı yıllarda Türkiye Komünist Partisi’ne girmiş, 1962 kongresi kayıtlarına göre Nazım Hikmet’le birlikte Dış Büro üyeliği yapmıştı. TKP ile Fransız Komünist Partisi arasındaki ilişkiyi uzun yıllar onun kurduğu söylenirdi. Bizim Radyo’da programlar hazırlamış, eserlerine TKP üyelerinin gördüğü işkenceler bile yansımıştı.

Öte yandan Abidin Dino, komünist hareketin zaman zaman içine düştüğü sekterliklerden de uzak durmayı becermiş bir sanatçıydı. Yaşı gereği, ucundan da olsa Osmanlı estetiğini tanımıştı. İmzasına ve eserlerine yansıyan kaligrafik etkinin kökenini Osmanlı hat sanatında bulabiriz (nedense sergide bu yanını yansıtan çok az eser yer alıyor). Öte yandan çok genç yaşta girdiği İstanbul bohem çevreleri sayesinde geniş bir sanat beğenisi kazanmıştı. Ardından, Sovyetler Birliği’nin avangard sanat çevreleriyle ve ardından Paris’te yenilikçi akımlarla kurduğu yakınlıklar ufkunu genişletti. Böylece, Mimar Sinan’dan Goya’ya; Nazım Hikmet’den Picasso’ya uzanan birbirinden çok farklı etki kaynakları onu besledi. Bu güçlü donanım Abidin Dino’nun sanatında pek az Türk sanatçının sahip olduğu bir noktaya ulaşmasını sağladı. Gelenekle bağını koparmamış, sosyal sorumluluklarını sırtlanmış, en yenilikçi akımlara çekincesiz bakabilen bir noktadır bu. Abidin Dino’nun sanatı bu nedenle Türkiye için çok özel bir noktayı işaret eder.

Şimdi geriye dönüp yeniden soralım. Abidin Dino bu farklı özellikleri sayesinde mi Sabancı Müzesi’nde yer alıyor? Müzeyi yönetenler ve serginin küratörleri açısından belki... Ama kapitalizm ve komünizm kavramlarının da zaman içinde eski anlamlarını kaybetmelerinin payı var bunda. Bir kere komünist olmanın artık eskisi gibi güçlü bir anlamı yok. Kapitalizm, Sovyetler Birliği’nin yıkılışından bu yana giderek etkisizleşen komünizmden korkmaya gerek olmadığını anladı. Komünizm eskisi gibi güçlü olsa, bu korku sürerdi mutlaka. Ama artık ona geride kalmış, (hatıralarında olumlu bir yer taşımasa da) nostaljik bir unsur gibi bakabiliyor.

Bizim nesil, sanat eserlerinin tırnak içinde komünist mesajlar taşıdığı için taşlandığı, yakıldığı bir dönemde yaşadı. Bu nedenle; sanata bakarken eski ideolojik kriterlerle davranılmaması güzel bir gelişme. Ama tüm gençliğinizi adadığınız düşüncelerin de artık tedavül dışı kalmış olması da acı verici.

Sergiye gelirsek... Konsept ve kurgu Nazan Ölçer, Ferit Edgü ve ne yazık ki bu yaz aramızdan ayrılan Samih Rıfat’ın imzasını taşıyor. Onun ayrılmasının ardından ekibe katılan Zeynep Avcı’nın da katkıları büyük. Sergide, Abidin Dino’nun tüm dönemlerinden olmasa bile, önemli bir bölümünden eserler yer alıyor. Elbette resimleri, desenleri ön planda. Ama karikatürleri, heykelcikleri ve filmleri de sergileniyor. Serginin çok kapsamlı kataloğunda Dino’nun karikatüristliği, yazarlığı (Türkçeyi en en iyi kullanan kalemlerden biridir) , sineması, illüstratörlüğü ve elbette ressamlığı üzerine makaleler yer alıyor. Yani tam bir Abidin Dino donanıma sahip olma şansınız var...

Sergiyi dolaştığınızda Abidin Dino’nun iki yönünün insanı çok etkilediğini görüyorsunuz. Bunlardan birincisi elbette yukarda da söz ettiğimiz çok yönlülüğü. İkincisi ise olağanüstü desenciliği. Bir de bunlara kattığı özel bir ruh var ki, o da Dino’nun niçin Dino olduğunun cevabı herhalde... Beni en çok etkileyen, daha önce hiç bilmediğim dönemlerine ait çalışmaları oldu haliyle. 1955 yılında yaptığı UzunYürüyüş resimleri çok çarpıcıydı. Mao’nun Çin Devrimi’ne damgasını vuran ve tarihe “Uzun Yürüyüş” olarak geçen eylemi yirmi yıl sonra Abidin Dino tarafından yorumlanmış. Soyut ile somutun içiçe geçtiği çalışmalar bunlar. Anlatmak mümkün değil, görmeniz gerekiyor. Yine aynı yıllarda üretilmiş Antibes resimleri de, bambaşka bir dünyayı yansıtmasına rağmen benzer etkiler bıraktı bende. Dino’nun fırçası farklı dünyaları yansıtsa da resimlere aynı ruhu ekliyor. Başarısı da burada galiba.

Sergiye paralel olarak piyasaya yeni Abidin Dino kitapları da sürüldü. Abidin Dino’nun “Kısa Yaşam Öyküm”, “Sensiz Her Şey Renksiz (Abidin Dino- Güzin Dino Mektuplar”, “Sinan” ve “Yeditepe Öyküleri” Can Yayınları’ndan çıktı. Bunları Abidin Dino’nun diğer eserlerinin takip edeceğini umuyoruz. Öte yandan Yapı Kredi Yayınları da, Jean Pierre Deleage’nin “Abidin Dino ya da Kanatlanan El” adlı biyografisini yayınladı. Dino’yu tüm yönleriyle derli toplu tanımak için iyi bir başlangıç kitabı. Sadece iki ay açık kalacak olan Abidin Dino sergisini kaçırmamanızı öneririm. Dino’nun yazarlığını tanımıyorsanız da, hiç olmazsa öykülerini okuyarak bugüne kadar neler kaçırmış olduğunuzu anlamaya başlayabilirsiniz... Benden söylemesi.

25 Kasım 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI




ABBASAĞA PARKI
Baba Zula’nın son albümü Kökler’de Abbasağa Parkı diye bir parça var. Sözleri olmayan, ama kuş sesleriyle dolu, güzel bir parça. O güne kadar Abbasağa Parkı’nın yanından geçerken bu parkın tarihi üzerine bir kere bile düşünmemiş olduğumu anladım. Önce yeniden parkı gezdim ve ardından başladım araştırmaya...
Elbette ilk elimi attığım kaynak Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi oldu. Evet Abbasağa Parkı diye bir madde var. Ama parka varmadan önce; ona adını veren Abbasağa kimdi sorusunu sormamız gerekmez mi? Evet ansiklopedimiz bunu da cevaplıyor. Kızlarağası Abbasağa onyedinci yüzyıl ortasında Osmanlı sarayının zenci haremağalarının en meşhurlarındanmış. “Hatice Turhan Sultan dairesinden yetişmiş, Valide Sultan ağalığına yükselmiş; Turhan’ın oğlu Dördüncü Mehmed üzerindeki nüfuzu sayesinde 1668’de kızlarağası olmuş.” 1672 yılında emekli edilerek Mısır’a gitmiş ve orada ölmüş. Abbasağamız, İstanbul’u biçok hayır yapılarıyla süslemiş kişiler arasında anılıyor. Beşiktaş’taki Abbasağa mahallesine adını veren Abbasağa Camii’ni, Abbasağa Çeşmesi’ni ve Abbasağa Mahalle Mektebi’ni de ( 1909’da bir yangında yok olmuş) yaptıran işte bu Abbasağa.
Abbasağa’nın hamisi Turhan Sultan, Rus asıllı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en ünlü valide sultanlarından. Eminönü’ndeki Yeni Camii ve yanındaki Mısır Çarşısı’nı o yaptırmış. Ahmet Refik Altınay’ın Kadınlar Saltanatı adlı kitabında önemli bir yer tutuyor. Hatta yine aynı yazarın Turhan Valide adlı bir de tarihi romanı var. Hemen onu karıştırmaya başladım. Evet ağaların birbirine düştüğü, kellelerin uçuştuğu bir dönem bu. Ama ağalar arasında Abbasağa yok! Sonunda anlıyorum ki, bütün bu iktidar çatışmaları bittikten, ortalık süt limana dönüştüktenKızlarağası olduğu için, kimse bizim Abbasağa’yı yazmaya gerek duymamış. Sükunetin tarih açısından bu türden zararları oluyor demek ki...
Beşiktaş’ta Evliya Çelebi’den bu yana Müslüman, Rum ve Yahudi mahalleleri yanısıra Abbasağa sırtlarına uzanan bir Ermeni mahallesi olduğunu biliyoruz. Ama İnciciyan’ın ifadesine göre 1759’da Surp Asdvadzadzin Kilesi’nin yıkılmasından sonra “Ermeniler günden güne dağılıp azal”mışlar.
Gelelim Abbasağa Parkı’na. Burada eskiden mezarlıklar varmış. Çelik Gülersoy Beşiktaş üstüne yazdığı kitabında, park yapılmadan önceki durumu şöyle anlatır: “Mâşuklar Yokuşu (...) [yolunun] sonu, eskiden, yani 50’lere kadar, metruk bir Ermeni mezarlığı idi. Sağ yan ise, duvar içinde büyük bir Müslüman mezarlığı. (...) Müslüman mezarlığını, 1940’lar başında Vali Dr. Kırdar, baştan başa söktü ve bir semt parkı haline getirdi. Geleni-gideni kalmamış kabirlerin eski ve değerli taşları, maalesef çok hoyratça toplandı, bir yerlere nakledilip atıldı, kimileri de parkta basamak diye kullanıldı! Bu yağma, tahrip, hiç bir tepki çekmedi.” Çelik Gülersoy kitabının bir başka Abbasağa yokuşundaki bakkal Agop Ağa’yı ve dükkanının önündeki üzüm sepetini de anlatır, ama bu uzun ve başka bir konu olduğu için hiç girmeyelim...
Mezarlıklar bahsine dönersek, İstanbul Ansiklopedisi bu değişimin 1939-1941 yıllarında gerçekleştiğini yazarak şöyle devam eder: “Kabirlerin naklettirilmesi için yapılan tebliğ üzerine, ancak iki yüz kadar kabrin sahibi çıkmış; diğer kabirlere gelince, kemikler kabistanın aşağı köşesinde kazılan dört büyük kuyuya doldurulmuş, taşları da kireçhaneye gönderilmiştir.” Mezarlık parka dönüştükten sonra, “parka çeşit olmak üzere bırakılan birkaç ağaç müstesna, mezarlığın kasvetli hâtırasını silmek için selvilerin hemen hepsi kesilmiştir. Bunların yerine birkaç cins çam, mazı, taflan, atkestanesi, palmiye fidanları dikilmiştir.” En nihayet mutlu sona ulaşan Abbasağa Parkı’nı İstanbul Ansiklopedisi 1944 Eylül’ünde şöyle tasvir eder: “Parkın üst taraflarından Marmara ve Kızkulesi’nden Beylerbeyi’ne kadar uzanan karşı sahil ve sırtların görünüşü pek latiftir. Belediye tarafından semt halkının ihtiyacına kafi gelecek kadar kanapeler konulmuştur; aşağı köşesinde kapalı ve temiz bir ayakyolu vardır. “
Çelik Gülersoy da, bu ilk dönemlerinde parkı överek anlatır: “Üzerine mor ve beyaz salkımlar tutunmuş pergolalar, gül adaları, arkaları yaseminlerle örülmüş sohbet köşeleri ve romantik merdivenleri ile, tam bir cennet köşesi.” Lakin söz ettiğimiz Beşiktaş kitabını yazarken (doksanlı yılların başında), parkın ne durumda olduğunu görmek için yeniden gittiğinde pek öfkelenir: “Park olmuş bir harabe. Bu şehir nereden kalktı, nereye geldi, yarabbi! Aklımı muhafaza et.” Bu bakımsızlık uzun yıllar devam etti. Parkımız girilmekten korkulan bir mekan haline geldi. Daha sonra yerine otopark yapılması gündeme geldiyse de, semt halkının baskıları sonucu 2003 yılında Beşiktaş Belediyesi tarafından yeniden imar edildi, bugünkü haline getirilidi.
Şimdi bütün bu öğrendiklerimden sonra Baba Zula’nın Abbasağa Parkı adlı parçasını elbette daha farklı dinleyeceğim. Ah az kalsın unutuyordum...Evliya Çelebi, Beşiktaş’ın mesire yerlerinden bahsederken, kuş seslerine özel bir paragraf ayırır: “Sarıasma, karatavuk, ishakkuşu, ispinoz, filorina, baştankara, bülbül-i bednâm ve bülbül-i nîk nâmın (güzel bülbülün) feryat ve inleyişleri gezintiye çıkanların canlarına can bağışlayıp dostlar taraf taraf sohbet ederler...” Acaba Baba Zula’nın Abbasağa Parkı’nda seslerini duyduğumuz kuşlar, bunların yedi göbek sonrası torunları mı? Ne dersiniz, olamaz mı?

DESEN: Ceren Oykut

18 Kasım 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI



DOĞU İLE BATI ARASINDA

Geçtiğimiz hafta Osmanlı Bankası Müzesi’nde ilginç bir sergi açıldı: Doğuyu Tüketmek. Kuratörlüğünü Prof. Dr. Edhem Eldem’in yaptığı sergiye girdiğinizde önce küçük bir televizyon ekranıyla karşılaşıyorsunuz. Ellili yıllarda Fransız televizyonundaki bir programda Dario Moreno “Mustafa” adlı şarkıyı söylüyor. Gerek dekor, gerekse Dario’nun jestleri egzotik bir doğu atmosferinin kokusunu taşıyor. Hem gizemli, ama hem de (tamam bunda Dario’nun da rolü var) komik! Herkes adına konuşmayayım ama, tüm yaşamımız boyunca içinde yaşadığımız ikilemlerin özeti bu klip. Hem bir modern haberleşme ürünü (klip), hem de eskiye ve doğuya dair imgeler taşıyor. Biz de hem bunun içinde yaşıyoruz, demek ki onunla bütünleşiyoruz; hem de bunu komik buluyoruz, demek ki aykırı hissediyoruz....

Edhem Eldem de doğuyla batı arasında yaşayan bir Türkiyeli aydın olarak belli ki bu ikilemleri hissetmiş ve konusu “doğu” olan bu sergiyi açmayı düşünmüş. Sergi çok özetle “19. yüzyıldan itibaren, batının tüketim kültüründe, tüketicinin hayal gücüne ve arzularına cevap verecek şekilde gelişen doğu imajını ve bu imajın yayılmasına imkan veren obje ve belgeleri konu ediniyor.”

Sergi salonuna girince bir nevi “direklerarası”nda buluyorsunuz kendinizi. Direklerin üstünde afişler asılı, altlarında ise kitap, kartpostal ve çeşitli objeler yer almakta. Aslında salon bu sergi için küçük. ( Binanın yakında restorasyona alınıp, bütünüyle sanat ve kültür merkezi haline getirileceği müjdesini aldık, söylemeden geçmeyelim). Ama fikri anlatmak için yeterli. Edhem Eldem, doğunun nasıl tüketildiğini daha önce sık başvurulan edebi metinler ve sanatsal ürünlerden örnekler vererek aktarmayı seçmemiş. Bu tüketimin günlük yaşama yansımasını sağlayan ürünleri yeğlemiş. Genellikle “efemera” sözcüğüyle tanımlanan, tüketim için üretilen nesneler var bu sergide. Bence konuyla da tam bir örtüşüm sağlıyor...

Serginin adı birçok açıdan doğru. Edward Sait’in kitabının sunduğu biçimde oryantalizm, elbette bu serginin de temel konusu. Ama Edhem Eldem daha geniş bir açıdan bakmayı yeğliyor. Düşünsel yönünden çok olgunun yaşam içindeki varoluşuyla ilgileniyor. Sergideki objeleri bize sunarken şöyle demekte: “[Bu objeleri] Batı’nın ‘hain bir hakimiyet planının’ bir parçası olarak kınalamalı mıyız, yoksa onları bir şekilde kabullenip sadece o dönemin zihniyetine ait olan, Doğu ile zaten sımsıkı bir şekilde bağlı olan başat klişelere bir tür boyun eğme olarak görebilir miyiz?”

Koca bir sergi ve onun kitabında aktarılan bilgileri özetlemek mümkün değil. Sadece işaret edelim. Edhem Eldem sergiyi dört başlık altında sunuyor: 1. Egzotizm, 2. Erotizm, 3. Tarihsellik ve 4. Etnografya. Sergilenen ürünler doğal olarak batı ülkelerinin (birçoğu kendi sömürgeleri olan) Fas’tan Filistin’e uzanan bir coğrafyaya bakışlarını yansıtıyor. Serginin belkemiğini oluşturan afşler Fas’taki önemli bir koleksiyondan sağlanmış. Kazablanka’da bulunan Abderrahman Slaoui Vakfı’nın elindeki zengin afiş koleksiyonundan elli kadar örnek seçilmiş. Gerek bu koleksiyonun belirleyiciliği, gerekse Edhem Eldem’in duyduğu özel ilgi nedeniyle serginin havası oldukça “frankafon”. Ama bu sergi için bir zaaf oluşturmuyor, hatta belki de belirli bir hat içinde kalarak derinleşmesini bile sağlıyor...

Sergiden çıktığınızda düşünmeye başlıyorsunuz. Ben bu “Doğu/Batı” ikileminin neresinde duruyorum öyleyse diye... Batının doğuya bu oryantalist merakla bakmaya başladığı yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu’nda da batılı olmak sevdası başladı. Jöntürklerden Kemalizme uzanan bir çizgide batılı/avrupalı olma mücadelesi verildi. Cumhuriyetle birlikte bu bir devlet politikası oldu. Doğulu ve islam olan her şey bu politikaya ters düştüğü için yok edilmeye (ya da üstü örtülmeye) çalışıldı. Ama aslında biz doğuda yaşıyorduk ve yaşam biçimimiz de doğuya aitti. Doğuda yaşayan batılılar gibiydik... Bu ikilem hâlâ tüm gücüyle yaşamızın ortasında bir düğüm gibi durmakta. Bizi açıklayan, ama bizi zorlayan bir düğüm gibi... Bu ikilemin farkında olan insanlar için aşılması zor bir durum...

“Doğuyu Tüketmek” sergisinden çıkıp aynı gün İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde açılan Saltanatın Dervişleri/ Dervişlerin Saltanatı sergisine gittim. Burada oryantalizm yoktu, doğunun kendisi vardı. İstanbul’da mevleviliğin tarihi hatlar, resimler ve belgelerle sergileniyordu. Bu olağanüstü eserlere bakarken, aslında onlara artık hepimizin bir batılı gözlüğüyle baktığını farkettim. Doğunun içinden gelen bizler, artık doğulu gibi bakma özelliğimizi kaybetmiştik. Bu sadece kentli, aydın insanlara özgü bir durum değildi. Tüketim toplumunun gelişmesiyle birlikte, tüketen her insan yeni bir bakış açısı edinmişti. Kapitalizmin kalesi olan batının bakış açısı odak noktamızı ele geçirmişti. Artık istesek de, istemesek de tek bir noktadan bakabiliyorduk. Doğunun içindeki batılıydık. Ama gerçek anlamda ne doğuda, ne de batıda hissediyorduk kendimizi. Belki de havada asılı duruyorduk. Belki de “doğuyu tüketmek” aslında buydu...