15 Haziran 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BENİM FAVORİ ŞARKICIM: AYLA ALGAN
Ossi Müzik namı diğer Hakan Eren kardeşimiz yine hayırlı bir iş yapmış. Türkiye popunun tarihini eşelemeye devam ederken, pek sevdiğimiz Ayla Algan kırkbeşliklerini de bir araya getirmiş. “En iyileriyle Ayla Algan” adlı albümde Koca Öküz’den Komşunun Oğlu’na tam 25 şarkı var.

Ayla Algan dedin mi iki düşünüp bir konuşacaksın. Tiyatrocu, sinemacı ve de şarkıcı. Hepsini de maşallah pek iyi kotarmış. Külliyen anlatmaya kalksak destan olur. İyisi mi müzik babında kalalım, fonda eski şarkıları çala dursun, anlatmaya koyulalım.

Ayla Algan aileden müzikal. Büyükbabası piyano çalar, canı sıkılır ritm atarmış. Dayısı, teyzesi şarkı söylermiş. Annesi koloratur soprano ve zaten tango bestekarı (Allah rahmet eylesin, geçen yıl kaybettik onu da). Üstüne dans da edermiş! Ayla küçücükken Ferdi Statzer’den piyano dersi almış. Hem de Garo Mafyan’la birlikte. Ferdi Statzer dediğin, Bedia Muvahhit’in kocası, Darülbedayi’nin orkestra şefi... Büyük hoca!

Ailecek yazları Büyükada’ya gidilirmiş. Ev sahipleri Madam Yoriyena Ayla’ya rembetiko şarkıları söyletirmiş. Utanıp; masa altında söylermiş ama... Kışları ise Saray Sineması’na gidilir resital dinlenirmiş. Sophia Vembo gelirmiş mesela, onun söylediği Fransızca şarkılar ezberlenir, gizli gizli mırıldanılırmış. Sonra birden büyüyüvermiş Ayla. Amerikalara gidip tiyatro okumuş. Müzikallerde oynamış. Tükiye’ye dönüp ilk işçi filmi Karanlıkta Uyananlar’ı çevirmiş. Ama ne demiştik, biz buralara girmeyeceğiz, müzik babında kalacağız... Öyle yapalım...

Yunus Emre’den öğrenilen tasavvuf

Şarkıcılığa Ankara’da “Yunus Emre”yle başlamış. O zamanlar Kültür Bakanlığı yok. sadece Turizm Bakanlığı var. Türkiye’yi tanıtmak için lokum yollamak yerine plak yapıp dağıtmak gelmiş birinin aklına. Erkan Özerman projeyi Ayla’ya getirmiş. Düzenlemeleri Cemil Demirsipahi yapmış. Hep Batı kültürü içinde büyümüş olan Ayla tasavvuf nedir diye incelemeye başlamış. Bir Dede elinden tutmuş. Ayla, meselenin ruhuna bir ölçüde vakıf olabilmiş ki, plak da pek başarılı olmuş.

Pop şarkıcılığı ise 1972’den sonra başlamış. Muhsin Ertuğrul Şehir Tiyatrosu’ndan istifa edince, karı koca da (yani her daim yakışıklı Beklan Algan) onunla beraber istifa etmişler. Özel okul, para kazanma çabaları filan. Şanar Yurdatapan’ın yaptığı bir kadın özgürlüğü programında okumuş “Koca Öküz”ü ilk kez. Sonra Aram Gülyüz “Koca Öküz” için “Salak Bacılar” diye bir film çekmiş. Bu şarkı öyle bir tutmuş ki, Ayla’nın sırtına yapışmış, artık kurtulayım diye başka bir şeyler yapmaya yeltenmiş. Bir Karadeniz gezisinde çay bahçelerinde duyduğu “Hamsi Balığı Gibi” ile çıkmış ortaya. O sırada Trabzonspor da yeni yeni palazlanıyor, taraftarlar söylemeye başlamamışlar mı! “Hamsi paluğu gibi hop hop oynatacağum,” diye...

Fransa’da Barclay’e doldurulan plaklar

Eh şarkıcı olundu ya... Egemen Bostancı’nın bir yeri varmış Sheraton Oteli’nin altında, Sultan Gece Kulübü; orada başlamış şarkı söylemeye. Beş lira veriyorlarmış günde, Gönül Yazar’ın aldığı para. Sonra Zeki Müren “gel bana alt program yap,” demiş. Bir ayak gazinoda, öbürü ise Fransa’da. Barclay’e plak yapılıyor. Alaturka-arabesk disko plaklar... Aranjmanlar Mort Schuman’a ait. Bir dönemin bu ünlü müzisyenini, tanıyanlar tanımayanlara anlatsın... “Tchaka Tchaka Zuhtu” bir numara olmuş her yerde, Fransa, İsveç, bilhassa Irak, İran... (Bu şarkı CD’de niye yok Hakan?)

Bir konuşmamızda şöyle demişti Ayla: “Ben halka şarkı sayesinde yöneldim. Caz söylediğim için halk türkülerinde çok iyi gidiyordu o ses. Yoksa klasik Türk musikisi söyleyemezdim. Bu şarkılarda sentezledim kendimi. Felsefe olarak da tasavvufla new age felsefesini karşılaştırdım... Aslında benim için pop şarkısıyla tiyatronun farkı yoktu, çünkü şarkıyı zaten dramatize ediyordum. O zaman klip yoktu, ama TRT’de kendi klibimi çeker gibi söylerdim, mesela erkeğin ceketi sandalyede kalmış... Tipe giriyordum şarkıları söylerken, tiyatroda olduğu gibi. Bu yüzden tek ses bulmak, plakta ses oturtmak benim için zor oldu. “Koca Öküz”de daha gırtlak sesi; kıskanan bir kadını söylerken kasıktan, dramatik Yunan tiyatrosu oynarkenki ses... Şarkıda böyle zorlu bir devre geçirdim. Plakta, mesela Ajda’da tek sestir, “onun sesi” dersin ya... Şimdi onu kazandım. Pazara gidiyorum, sırtım dönükken sesimden tanıyorlar ‘aa, Ayla Algan’ diye.”

Ayla Algan pop tarihimizin farklı sesi. Pırlantası. Hem popüler, hem de kaliteli olanı. Son sözü onun şarkıları üstünden söyleyelim (Naim Dilmener usulü): Laf Aramızda kıymeti pek bilinmemiş., Gönlümdeki Saraya seslenip durmuş oysa. Dünya Tersine Dönse de herkes onu dinlese. Sen De Katıl Bize, Ayla Algan’ı dinlemeye...

8 Haziran 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


MEYDANLARI RAHAT BIRAKALIM...
Meydan dediğimiz olguya en eski zamanlardan beri rastlamak mümkün... Nasıl bir köyün meydanı varsa, eski kentlerin de meydanları olurdu elbette. Ama çağdaş anlamda meydan kavramının, 19. yüzyılın modernleşme akımlarıyla birlikte geldiğini görüyoruz. Bu modern meydanlar bazen ulusal bir gösterinin yapılabileceği kadar büyük olur, bazen de eski yapıların izin verdiği küçüklükte... Ama her durumda, bir şehrin kalbine yerleştirilen, geniş, ferah ve insana nefes aldıran alanlardır bunlar...

İstanbul’un da hem tarihsel meydanları vardır, hem de özellikle Cumhuriyetle birlikte inşa edilen modern meydanları. Bunların çoğu yerli yerinde duruyor çok şükür... Sultanahmet Meydanı herhalde en eskisi. Bizans’ın hipodromu, Osmanlı’nın Atmeydanı... Bir ucunda Ayasofya, diğer ucunda Sultanahmet Camii olan görkemli bir meydan burası... Zaman içinde Adliye binası gibi sevimsiz yapılar bir köşesini gölgelese de, esas olarak büyüklüğünü koruyor. Geçtiğimiz günlerde çok konuşulan, Four Seasons ek inşaatı ise, meydanın üst köşesinde bir yara çıbanı olarak rahatsızlık vermeye devam ediyor. Bu otel inşaatının yapıldığı Eski Saray kalıntıları üzerinde eskiden Darülfünun olarak yapılan (ardından Meclisi Mebusan ve sonunda Adliye Sarayı olan) koca bir bina vardı. Yanıp gitti de, meydanın Marmara’ya bakan yüzü karanlıktan kurtuldu...

Yollar meydanlara karşı

Menderes döneminde geniş karayollarının eski kente sokulmak istenmesi bir çok meydanın yok olmasını, ya da güdükleşmesini de beraberinde getirdi. O dönemden başlayarak kentleşmenin yok ettiği meydanlar arasında Eminönü, Aksaray, Şişhane, Şişli, Beşiktaş ilk aklıma gelenler... Yakın dönemlerde ise metro çalışmaları ile bir yok olan, sonra yeniden kavuşulan meydanlarımız oldu! Taksim gitti geldi... Üsküdar hâlâ kayıp... Kadıköy İskele Meydanı da...

Beyazıt Meydanı ise, Bizans döneminde Tauri Forumu olan bölgede yer alıyor. Boyutu küçülse de ellili yıllara kadar, ortada havuzu olan koca bir meydandı. Osmanlı döneminde burada Ramazan ayında geniş bir sergi kurulurdu. Ercümend Ekrem Talu bir yazısında bu sergi nedeniyle meydanın ikindi namazından akşam ezanına kadar geçit vermediğinden yakınır. Anlaşıldığı kadarıyla meydan bir ay boyunca özel bir çarşı haline gelmektedir. Burada hurmacılardan tesbihçilere, Reji İdaresinden Hereke Fabrikası tezgahlarına kadar her şey bulunurmuş. Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında ise yine yollar devreye girdi. Simkeşhane’nin yarısı yıkılarak meydan çağımıza uyduruldu. Turgut Cansever’in Beyazıt Meydanı’nı “modernleştirilme” sürecinden kurtarmak için yaptığı mücadele ilginçtir. Ne kadar kurtarabildiği ise tartışmalı. Kentleşme ve yenileşme engel tanımadan görevini icra etmektedir!


Kitabı yazılan meydan: Taksim

Cumhuriyetin ilk ve en önemli meydanı ise Taksim Meydanı’dır. Atatürk Heykeli’nin buraya dikilmesinden itibaren meydan olarak anılmaya başlamıştır. Ama bugünkü genişliğine ulaşması için (günümüzde metro girişinin yer aldığı bölgede bulunan) başta Kristal Saray olmak üzere bir çok gecekonu tipi binanın yıkılmasını beklememiz gerekecektir. Bu da kırklı yılların başında gerçekleşir. Taksim Meydanı, çevresindeki binalar, yaşadıkları ve bir simge alan olarak, kendine özgü ilginç bir öykünün sahibi olagelmiştir. Bu meydanımızın kitabını da rahmetli Çelik Gülersoy yazmıştı.

Benim bu yazıyı yazma nedenim ise, son yıllarda giderek artan bir meydan ihlali... İki örnek geliyor hemen aklıma. Biri Taksim’de kurulan çadır fuarlar. Bilindiği gibi bunlar, metronun yapımı bitince kavuştuğumuz ve bir “oh” çektiğimiz açık alanda yapılıyor. Diğeri ise bu yıl Beyoğlu Belediyesi’nin uygulamaya koyduğu bir olay: Galata Kulesi’nin çevresindeki meydana kurulan fuar/festival dükkancıkları. Sahaflar, Moda ve Tasarım Fuarları açıldı burada sırasıyla...

Her iki uygulama da meydan fikri ile çelişiyor ve İstanbul’a yakışmıyor. Artık Beyazıt Meydanı’na sergi kurulduğu dönemde değiliz ki... Meydanların şehrin hava alan boşlukları olarak kabul edilmesi gerekiyor. Onların boş, ferah ve nefes alır biçimde kalması hepimizin yararına. Kentin kalabalığından ve sıkışıklığından bir nebze kurtulabilmemiz için gerekli buralar. Hele Galata Kulesi’nin etrafındaki sergi yapıları, buranın tüm karakterine aykırı. Kulemiz etrafını boş bırakırsak güzel ve görkemli. Onu boğarcasına kucaklayan yapılar yığını, turizm açısından da sakıncalı. Bence yapılması gereken, yeni (geçici de olsa) yapılar değil. Tam tersine hemen yanındaki o minel garaip süper marketi de yıkmalı!

Ayrıca her iki olayda da karşımıza çıkan panayır anlayışı da hiç çağdaş gelmiyor bana... Koca fuarların yanında ne anlamı var bu küçük çarşıcıkların? Ama illa da yapacaksınız, meydan olmayan boş alanlar bularak yapmalı. Örneğin Kadıköy Vapur İskelesi’nin üst katındaki kitap panayırı gibi...

Son sözümü söyleyip ayrılayım. Meydanlar içimizin “rahat” edeceği alanlar olmalı. Bu nedenle ne olur, meydanları rahat bırakalım...

1 Haziran 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BİR AŞK HİKAYESİ

Muammer Bey ile Şükran Hanımın 1930’ların başında İzmir’de başlayan aşk hikayesine, operet tarihimizle ilgili çalışmalar yaparken rastlamıştım. Şükran Hanım’ın babası Kazım Dirik Paşa. Tabii ki imkansız bir aşk bu... Bu aralar çıkan bir kitapta olayın ayrıntıları ile karşılaşınca sizlerle paylaşmayı düşündüm...

Olay geçtiğimiz günlerde çıkan bir kitapta ayrıntılarıyla anlatılıyor. Vali Paşa Kâzım Dirik adını taşıyan kitap, bizzat vali beyin torunu Doğan Dirik tarafından yazılmış. Kâzım Dirik Kurtuluş Savaşı’nın ünlü miralaylarından, Batum’un son Türk Valisi ve 1926 yılından itibaren de İzmir Valisi... Bizim gözümüzü diktiğimiz hikaye, bu yaşam öyküsünün pek kişisel sayfalarında yer alıyor.

Filme çekilesi bir kaçış öyküsü

Yeniden 1930 yılına dönelim. Muhlis Sabahattin’in emprezaryoluğunu üstlendiği Süreyya Opereti temsillerini Elhamra Sineması’nda vermektedir. Daha sonraki yıllarda Muammer Karaca olarak tanıyacağımız genç oyuncu Muammer ile Şükran arasında ilk göz teması burada başlıyor. Bir davet tanışmalarını sağlıyor ve ardından yıldırım aşkı. Gizli gizli buluşuyor iki sevgili. Bu aşkın meyvalarından kızları Tunca Turna, söz ettiğim kitapta yazara şöyle anlatıyor: “Fakat [sonunda] Muhlis Sabahattin’in turne süresi bitiyor ve babamın İstanbul’a dönmesi genekiyor. Muhlis Sabahattin Bey’den sonra İzmir’e Raşit Rıza Bey’in heyeti geliyor, babam da o gruba geçiyor. Bir müddet daha İzmir’de kalabildikten sonra, artık çaresiz İstanbul’a dönmesi gerekiyor. Ayrılıyorlar ve annem açmaya karar veriyor. İzmir’de rıhtım yokken yolcu gemilerine gidiş ve gelişler sandallarla yapılıyor. Annem de kaçış kararı verdikleri gün, bir taksiyle rıhtıma gelip sandalla Gülcemal vapuruna ulaşıyor; fakat heyecandan olacak, taksiye para vermeyi unutuyor. Şöför de annemin bir yolcu geçirmeye geldiğini zannedip, orada bekliyor. Fakat gemi hareket edince, Valikonağı’na gidip, ‘Küçük hanım İstanbul’a gitti, benim ücretimi unuttu,’ diyor.” Yani kaçma olayı böyle ortaya çıkmış. Koca Vali kızını tiyatrocuya verir mi hiç! Hemen İstanbul’a telgraf çekiliyor. Sevgililer zevkli bir yolculuktan sonra İstanbul’a geldiklerinde, bir bakıyorlar ki Karaköy Meydanı polis dolu. Muammer hemen geminin arkasına geçip bir sandal çağırıyor. Gemiden sarkan iplere tutunarak sandala atlıyorlar ve oradan da Üsküdar’a çıkıyorlar. Çamlıca tepesinde Muammer’in bir arkadaşının evinde saklanıyorlar. Ama gece yarısı kapı çalınıyor ve polis onları alıp Üsküdar Karakolu’na götürüyor. Şükran’ın annesi ve İzmir Polis Müdürü oradalar. Muammer’i bir güzel dövüp, Şükran’ı İzmir’e geri götürüyorlar.


İki cambaz Bursa turnesinde

Ama aşk yasak dinlememiş elbette. Aynı yıl içinde Şükran Hanım bu kez bir daha dönmemek üzere İstanbul’a Muammer’inin yanına kaçıyor. Muammer o sıralar Raşit Rıza Topluluğu’nda çalışmaya devam ediyor. Ama tiyatronun bir kuralı var, oyuncu değillerse turneye eşler katılamıyor. Şükran Hanımın kısa sanat hayatı da böyle başlıyor. Ben yine gazete taramalarım sırasında bu olayla ilgili bir habere şöyle rastlamışım: "Raşit Rıza Bey ve arkadaşları burada [Bursa] ilk temsillerini muvaffakiyetle verdi. Heyette çalışan Muammer Ruşen beyin refikası ve İzmir Valisi Kâzım Paşa'nın kızı Şükran Hanım, dün gece ilk defa [İki Cambaz piyesinde] rol alarak sahneye çıkmıştır.” (Cumhuriyet, 30 Kasım 1930) Ertesi yıl da iki sevgili aynı topluluğun Yunanistan turnesine katılıyorlar.

Aradan yıllar geçiyor, Muammer artık Darülbedayi’de kadroya girmiştir. Muhsin Ertuğrul’un operet fimlerinde de önemli roller almaktadır. Atatürk’ün de araya girmesiyle Kazım Dirik kızını ve damadını affediyor. Fakat artık Trakya Umum Müfettişi olan Vali Paşa, damadının tiyatrodan ayrılmasını şart koşuyor ve ona Turhal Şeker Fabrikası’nda idare amiri olarak bir iş ayarlıyor. Böylece aile Turhal’a yerleşiyor. Muammer Karaca yemeklerde devlet büyüklerinin taklitlerini yaparak oyunculuk kariyerine devam edemeyeceğini kısa sürede anlıyor. Bir süre sonra paşa ailesi ısrarlara dayanamayarak, tiyatroya dönüş için vize veriyor...

Bir aşk hikayesinin öyküsü çok özetle böyle... Ayrıntıları kitapta aile içi tanıkların anlatımlarıyla okuyabilirsiniz. Muammer Karaca’nın daha sonraki yılları ise bambaşka bir öykü. Zaten Şükran Hanım’la evlilikleri de ellili yılların başında sona eriyor.
Şükran Hanım Lütfullah Süruri ile evleniyor. Bandan sonrası için Gülriz Sururi’nin anılarına bakmanız gerekiyor. Biz isterseniz, bu ilk yıllarda kalalım... Gülcemal Vapuru, Bursa Turnesi, Turhal Şeker Fabrikası film hikayemizin bölümleri olsun... Muammer Karaca’nın büyük süksesi olan Alabanda Revüsü ile de filmi noktalayalım...

FOTOLAR

1. Beraberliklerinin ilk yılarından bir arkadaş topluluğu fotosunda: Soldan Arif Oruç, Nizamettin Nazif, Şükran ve Muammer...

2. Şükran’ın otuzlu yıllarda Feriha Tevfik'e imzaladığı fotoğrafı.

25 Mayıs 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


SAFRANBOLU SEYAHATNAMESİ
Safranbolu ile ilk tanışmam, Süha Arın’ın belgeseli ile olmuştu. Bu efsane beldeye nedense yllar boyu gimek kısmet olmadı. Çok şey kaçırdığımı düşünüyordum, yanılmamışım... Geçen hafta sonu üç günlük tatilde şeytanın bacağını kırdık. Belki siz de hala bu müze kenti tanımak fırsatını bulamamışınızdır diye düşünerek izlenimlerinimi paylaşmak istedim...


İstanbul’dan dört saatlik bir yolculukla ulaşılıyor Safranbolyu’ya. Bolu’dan sonra Gerede sapağından giriyorsunuz. Önce Karabük çıkıyor karşınıza. Kardemir tesislerinin karanlığı ürkütüyor. Ama hemen arkasında Safranbolu cenneti gizli. Evvelden yer ayırtmamışsanız iyi bir yerde kalma şansınız pek yok. Birbirinden keyifli konak-otellerden birinde haftalar öncesinden rezervasyon yaptırmanız gerekli. Ben Turing’in Asmazlar Konağı’nda kaldım. Bu mekan çok güzel olsa da, yanından geçen yol büyüsünü kaçırmış. Eğer aynı tesisin bahçe içindeki Cevizli Konağında bir oda bulamamışsanız, geceyi trafik gürültülerine lanet ederek geçirebilirseniz ne yazık ki...

Kanyonun üzerine kurulan şehir

Safranbolu’yu önce golf arabalarıyla yapılan turlara katılarak gezmenizi öneririm. Karabük’teki Rehberlik Yüksek Okulu öğrencilerinin eşliğinde yapılıyor bu turlar. Rehberimiz de adaşım çıktı. Sokak sokak dolaştık. Şehrin bence evlerinden öte en ilginç özelliği bir kanyon üzerine kurulmuş olması. Bu kanyon şehri ikiye bölüyor, ama ilk anda görmüyorsunuz. Çünkü şehrin merkezi, bu kanyonun üzerine kurulmuş kemerlerin üstüne inşa edilmiş. Camileri, evleri, dükkanlarıyla... Bunu ancak köprülerden geçerken farkediyorsunuz. Kanyonun bir ucunda ise eski Tabakhane’yi görüyorsunuz. Şehrin içinden geçen akarsuyun çıkış noktasına kurulmuş. Öteki ucunda da Tokatlı Kanyonu denilen bölge tüm haşmetiyle karşınıza çıkıyor. Adamın biri bunun tam dibine bir ev kondurmuş, üstüne de saç çatı döşemiş. Çirkin mi çirkin... Kim izin verir buna Allah aşkına!

İlk gün öğle yemeğini, “En iyi bölge yemekleri yapan lokantalar” listelerinde sık sık karşımıza çıkan Kazanocağı’nda yedik. Önce Perohi’yi tattık. Safranbolu’da eskiden Ermenilerin sık yaptığı bir yemek bu. Mantı hamuru, süzme yoğurt, nane... Güzeldi ama etli yaprak dolma daha da cazip geldi. “Tereyağlı uzun fasulye” ocakta pişiyordu, bize yetişemedi. Yemek üstüne sakızlı sütlaç da yedik. Gayet başarılıydı. İçecek olarak, hepsi Safranbolu’da tüketildiği için dış pazara açılamayan (limonlu) Bağlar Gazozu’nu tercih ettik. Pek bir özelliği yoktu.

Çarşı turistik, ama ilginç bir şeyler bulabilirsiniz. Köşe bucak lokumcu, şekerlemeci dolu. Tatmak serbest, ama gün sonunda şeker hastası olabilirsiniz! Kuruyemişçiler bir harika... Geleneksel özelliklerini koruyan, ama sayısı bir kaç dükkana inmiş Demirciler Çarşısı’nda eviniz için tarihten izler taşıyan aksesuarlar bulmanız da olası...


Bağlar bölgesinde bir akşam

Akşam Safranbolu’nun biraz dışında, ama bence kalmak için daha tercih edilebilir bir sessizliğe sahip Bağlar Bölgesi’ne gittik. Eskiden yazları buradaki bağ evlerine çekilirmiş bölge halkı. Raşitler Bağ Evi adında çok güzel bir mekan keşfettik. Tabii yer yoktu. Ama sahibi eski albay Erhan Hangün ve eşi Ümran hanımla tanışmış olduk. Dünya güzeli iki insan. Hepsi beş odaları var zaten. Müşterilerine misafirlerimiz diyorlar. Ertesi akşam yemeğe kendimizi davet ettirdik. Yemekten önce Erhan Albay bize şehre yaptığı Şehitliği ve yanındaki Zafranbolu Uçağı’nın hikayesini anlattı. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bir çok Anadolu kenti para toplayıp hava kuvvetlerine uçaklar almışlar. İşte bunlardan biri de o zamanki adıyla “Zafranbolu” uçağı. Bu uçak elbette yok artık. Ama daha yeni bir modelin üstüne Zafranbolu yazılarak Şehitlik’in yanına yerleştirilmiş. Ümran hanım ise bir gün önce Kazanocağı’nda keşfedip de yemek fırsatını bulamadığımız “Cevizli Keşli Yayım” yapmıştı. Yayım bildiğimiz erişte, keş de kurutulmuş yoğurt. Üstüne ceviz eklenerek harika bir aş oluvermiş. Et, fasulya, zerde ile tamamlanan bu mükellef ziyafeti daha sonraki ziyaretlerimizde de tekrar etmek arzusuyla onlara veda ettik.

Üçüncü gün yola çıkmadan çok yakındaki Yörük Köyü’ne gittik. Burası oldukça sağlam kalmış eski bir köy. Konakları, çamaşırhanesiyle de oldukça cazip. Bir sokağın adının Leyla Gencer olduğunu görünce şaşırdım. Meğer yeni kaybettiğimiz divamızın babası bu köydenmiş... İstanbul’a dönüşte kalabalığa kalmamak için erkenden yola çıktık. Bu yüzden bölgenin ünlü kuyu kebabını tadamadık. Yoldaki bir lokantada yediğimiz Akçaabat köftesi ile yetindik. Safranbolu’nun tadı zaten damağımızda kalmıştı. Bir daha gittiğimizde kanyonları ve mağaraları mutlaka dolaşacağız.


AMASRA DEDİKLERİ...

Safranbolu’ya gelenler genellikle Amasra’ya da uzanıyorlar. Biz de öyle yaptık. Bir saatlik yol, ama olağanüstü bir vadiden geçiyorsunuz. Ormanlar arasından kıvrıla kıvrıla... Amasra o kadar çekici gelmedi. Akşamüstü metroya binmiş duygusuna kapılıyorsunuz. Zaten açıkçası gerek Safranbolu’da, gerekse Amasra’da günlük turların kalabalığı insanı bunaltıyor... Amasra’nın pek ünlü olmuş Canlı Balık Lokantası’nda istavrit yedik. Millet kuyruğa girmiş, masaların boşalmasını bekliyordu. Ama şöhretini hak etmeyen bir yer burası. Yemeklerin bir özelliği yok. Üstüne kahve içmek istediğinzde, hafta sonları kahve yapmadıklarını söyleyecek kadar da pervasız bir işletmeciliğe sahip... Kahve içemediğim yere bir daha gitmem açıkçası! Amasra’da en ilgimi çeken şey, Atatürk Meydanı’nın kenarına kurulmuş köylü pazarı oldu. Taze peynirleri, kurutulmuş mürdüm erikleri ve körpe ıspanaklarıyla her tatil günü oradalar... Benden söylemesi.

Fotolar: Saime Akçura

19 Mayıs 2008 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


GÜLRİZ İLE ENGİN
16. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali başladı. Perşembe günü yapılan Açılış Töreni’nde çağdaş Türk tiyatrosuna yaptıkları katkılardan dolayı Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’a onur ödülü verildi. Biz de bu vesileyle bu güzel insanlardan bir kez daha söz etmek fırsatını yakaladık.


Gülriz ile Engin, tiyatro tarihimizin sağlam yapı taşlarından. Oynadıkları oyunların listesine bir bakın, bunu hemen anlayacaksınız. Ama ben müsaadenizle bu yazıda çok daha kişisel bir tarihten söz edeceğim...

Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’ı ne zaman tanıdım? Tabii ansiklopedik bir bilgiden söz etmiyorum. Arkadaşlığımızın başlangıcı sanırım Ses Tiyatrosu’nun yeniden İstanbul’a kazandırıldığı günlere kadar uzanıyor. Onlarla bu tiyatronun fuayesinde tanışmıştım. Yirmi yıl öncesinden söz ediyorum yani...

Keyifli yaşamın sırrı

Bir araya gelmemizi sağlayan yaptıkları bir öneri oldu. Gülriz Sururi annesinin yaşamını konu edinen bir TV dizisi yazdırmak istiyordu. Uzun uzun çalıştık, ama bu çapta bir diziyi finanse edecek bir kanal yoktu o zamanlar. Annesi herhalde bilirsiniz, bir dönemin en güzel operetlerinin primadonnası, çok genç yaşta kaybettiğimiz Suzan Lütfullah’tı... Proje yarım kaldı ama ben Gülriz ile Engin’in dünyasına bir daha ayrılmamak üzere dahil olmak şansını yakalamıştım bir kere!

Gülriz Sururi’yi anlatacak en önemli cümle “her zaman gençliğini koruyan kadın” oluşudur. Aynı tanıma uygun bir ikinci örneğe de açıkça daha rastlamadım. Bu yalnızca görünümü, duyguları, bakışları için geçerli bir sıfat değildir. Yaşamını da bu özel genç kategorisinde yaşar. Sinemalar, kitaplar, sanat etkinlikleri... Hiç birini kaçırmaz. Eh benim de bu tür bir şöhretim olduğundan pek kolay anlaşmıştık. Öte yandan, Gülriz Sururi’nin en büyük uzmanlığı bence keyifli yaşamanın sırrına ermiş olmasıdır. Tiyatrosunu da, yazarlığını da, yemeklerini de bu yüzden çok iyi yapar. Gülriz keyfi hem yaşar, hem de yaşatır. Bu konuda eşi benzeri olmayan bir insandır. O günden bugüne çok keyif anı paylaştık. Söylemesi ayıptır, yıllar önce bir Mavi Yolculuk yapmıştık ki, yediğimizi içtiğimizi anlatsak kendi alanında özel bir kitap olur...

Gülriz Sururi ile bir çok röportaj yaptım. Kedi Kitabı’m için kendi kedi tarihini bile yazdırmıştım, yani Zorba’yla ilgili anılarını. 2003 yılında “Müzik-Hallerim” albümü çıktığında Gülriz’i Açık Radyo’da konuk etmiştim, tanıtımını da şöyle yapmışız: “Gülriz Sururi tiyatro yaşamının müzikli ipuçlarını bir albüm haline getirdi. Arzın Merkezine Seyahat; Kabare’den Hair’e Keşanlı Ali’den Kaldırım Serçesi’ne şarkılarıyla birlikte Gülriz Sururi’yi konuk ediyor.” Yani birlikte olmak için her vesileyi kullanmayı başarmışım!

Engin ve biyografi yazarlığım

Engin Cezzar’la da sıkı bir dostluğumuz var, ama bir açıdan daha bilimsel bir tarihe sahip bir dostluk bu. Onun biyografi yazarıyım. Kırkıncı sanat yılında, yani 1996’da Engin Cezzar Kitabı’nı hazırlamıştım. Yine o yıllarda Dostoyevski’nin Budala’sını sahnelerken Engin’in dramaturgu olarak da çalışmıştım. Radyo programım için Poe’nun Annabel Lee’sini bile okumuştu bana... Bilim dışı anılarımız ise daha çoktur. Ama artık adlarını tek tek anmaktan vazgeçmeliyim.

Bu iki güzel insanla, Gülriz ile Engin’le paylaştığım çok şey olmuştur hayatımda. Kısa bir yazıda ne kadarını anlatabilirim ki bunun? Gülriz’i ve Engin’i olan bir dünyada yaşadığım için çok şanslı sayarım kendimi. Onları her ziyaretimde de yaşam enerjilerinden gizli gizli çalıp, zor günlerim için depoladığımı itiraf etmek zorundayım... Çok yaşayın!

KUTU

Şimdilerde ne yapıyorlar?

Gülriz ve Engin boş durmayı sevmezler. Şu aralar ne yaptıklarını anlatınca bana hak vereceksiniz. Gülriz, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerine tiyatro öğretmeye devam ediyor. Onlar için geçen yıl yazıp sahnelediği “Biz Sıfırdan Başladık” öyle beğenildi ki, festival festival gezmekte. Öğrenci çalışması olarak başladıkları gösteri, bir tiyatro topluluğuna dönüştü, adları Konçinalar! Gülriz’le göbekbağları sürüyor, bakalım önümüzdeki yıl neler yapacaklar?

Öte yandan Gülriz Sururi kırk yıl önce verdiği bir sözü yerine getirdi. Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye’sini oyunlaştırdı. Hem de dört dörtlük bir müzikal olarak... Oynamak kime kısmet olacak acaba?

Engin Cezzar ise yıllardır kafasına koyduğu kitabı tamamladı. Kadim dostu James Baldwin’le yaptığı yazışmaları bir araya getirdi. Dost Mektuplar adını verdiği bu kitap Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlandı. Ama daha güncel bir haber isterseniz, Tiyatro Festivali’nde Rebecca Gilman’ın yazıp Mehmet Ergen’in sahnelediği Kız Tavlama Sanatı adlı oyunda, aktör olarak yeniden karşımıza çıkacağı müjdesini verebilirim. Hem de bir porno film rejisörü rolünde. Engin’in marjinal karakterlere nasıl özel bir can verdiğini bilenler, bu oyunu görmeyi iple çekiyorlar... Oyun 1,2 ve 3 Haziran günleri oynanacak.

Foto:: Miraç Zeynep Özkartal

11 Mayıs 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BİR TESBİH NELER SÖYLEYEBİLİR?
Necip Sarıcı’yı tanır mısınız? Lale Film’in sahibi, Türk sinemasının duayenlerinden, koleksiyoncu ve hani şu sayısı çok az kalmış olan İstanbul efendilerinden... Geçen gün ona uğradım. Canlı bir sinema müzesi olan Lale Film Stüdyosu’na... İpekçi Kardeşler’den Ha-Ka filme yüzlerce objenin ve binlerce siyah beyaz filmin bulunduğu bir mekan burası. Burayı da bir gün anlatacağım. Bugün ise yazımızın konusu, Necip beyin önüme koyduğu bir çanta büyüklüğündeki kitabı...

Kitabın adı Duâ Taneleri: Tesbih. Önce bir obje olarak baktım kitaba ve tam not verdim. Muhafazası içinde enfes bir cilt. Şık bir baskı. Cilt ve baskı Numune Matbaası’na ait. Çok bol resim ve fotoğraf. Kitap meraklıları için bir mücevher parçası... Daha piyasaya bile çıkmadı. Matbaa kokusu üstünde.

Küçük bir obje büyük bir dünya

Necip Sarıcı imzalı bir bir tesbih kitabı.. Benim gibi inançlarla fazla ilgisi olmayan, madde dünyasında yaşayan biri için ne ifade edebilirdi ki... Tesbih dediğimiz dinsel bir obje değil miydi sadece? Ama hayır, bu kitap sayesinde o küçücük objenin arkasında nasıl bir kocaman dünya gizlendiğini anlama fırsatını buldum.

Kitap önce “İslamiyette tesbih”in anlamı üzerinde duruyor. Ama ardından tesbihin bir çok dinde karşımıza çıktığına işaret etmekten de geri durmuyor. Eski bir dergiden aktarılmış hoş bir hikayede bir papaz, bir haham, bir de hocanın vapur seyahatı anlatılıyor. Üçünün ortak noktası ellerinde birer tesbih olması. Birbirlerine soğuk ve uzak duran bu din adamları, papazın elindeki tesbihi düşürmesinden sonra yavaş yavaş sohbete başlıyorlar. Elbette üzerine konuştukları konu da tesbih!

Binbir maddeden üretilen tesbihler

Edebiyat ve kültürümüzde tesbihin nasıl yer aldığını okuduktan onra ağır ağır bu ilginç objenin özel dünyasında giriyorsunuz. Bu dünyanın iki çarpıcı konu başmlığı var: Tesbih ustaları ve tesbih yapılan maddeler. Sayısı artık iyice azalmış olan tesbih ustalarından geriye doğru giderek, bu işin ne kadar önemli bir sanat olduğunu da anlıyorsunuz. Ama benim en ilgimi çeken konu tesbih yapılan maddeler oldu. Necip Sarıcı kitabında bunları 7 başlıkta toplamış: Maden kökenli maddeler (zümrüt, yeşim, altın vb.), hayvansal maddeler (fildişi, boğa boynuzu, kaplan tırnağı vb.), denizlerin verdiği maddeler (inci, mercan, sedef vb.), fosil kökenli maddeler (kehribar, oltutaşı, lületaşı vb.), ağaçlar (abanoz, ödağacı, zeytin vb. gibi), bitkiler (kuka, narçılkorozo vb.), sentetik maddeler (almansakızı, , kristal, katalin vb.)... Bu maddelerin herbirinin hikayesi var ve birbirinden ilginç...

Bu maddeler arasında kehribar çok özel bir yer taşıyor. Necip Sarıcı da ona özel bir yakınlık duymuş olacak ki ayrı bir bölüm ayırmış: “Bir sihirli malzeme: Kehribar.” Türkiye dışında amber olarak bilinen kehribar, en az elli milyon önce var olan bir tür çam ağacının gövdesinden akan reçinenin fosilleşmesinden oluşuyor. Çok az miktarda bulunan bu özel maddeye özellikle kuzey ülkelerinde rastlanıyor. Osmanlı İmparatorluğunda ise kehribar Polonya’dan ithal ediliyorr ve tesbih, nargile, sigara ağızlığı yapımında kullanılıyor. Görüntüsü ve rengiyle hemen insanı kendine aşık eden bu maddenin bir özelliği de çam kokusu taşıması... Bir kehribar tesbih de ben mi edinsem acaba?

Kitap başta da belirttiğim gibi görsel malzeme açısından bir hazine. Tesbih konulu eski fotoğraf ve kartpostallar yanısıra, aklınıza gelebilecek her tür tesbihi görebiliyorsunuz. Topkapı Sarayı koleksiyonundaki nadide tesbihler de sanırım bir ikisi hariç ilk kez günışığına çıkıyor. Bu kısa yazıda kitabın bütününü tanıtmam imkansız. Bu kadarla yetineceksiniz. Ya da en iyisi piyasaya çıktıktan sonra bulup edineceksiniz... Tesbih sadece tesbih çekmek değilmiş, biraz geç de olsa anladım galiba...

KUTU:

TESBİHİN İŞLEVİ NEDİR

“Dünden bugüne, sosyolojik, psikolojik ve etnografik açılardan tesbihin işlevi nedir diye fikredecek olursak:
1. Çeşitli sergilemelerle, övünçle gösterilen bir koleksiyon malzemesidir.
2. Aksesuvardır.
3. Klüp renkleri taşıdığında ‘taraftarlık’ simgesidir.
4. Stres atmak için kullanılan kolay bir unsurdur.
5. Meditasyon aracıdır.
6. Parmaklar arasında çevrilince bir ‘külhanbeylik’ simgesidir!
7. Alışkanlıkların terkinde (sigara gibi) beyni kendisine odaklayan âletdir.
8. Eziyeti kendi üzerine alarak, şiddetin dışa vurumunu önleyendir!
9. Renk tutkunluğudur (kehribar ve sıkma’nın giderek koyulaşması gibi).
10. Madde tutkunluğudur ki, en ziyade kehribarda bu aşk yaşanır.(...)
11. Kişilik simgesidir (bu kültürde olgunluga erişenlerin çektiği tesbih).
12. Tarikat sembolüdür (Mevlevî, Bektaşî, Kadirî, Rufâî vd.’nin simgeleriyle süslü tesbihler).
13. Zikir aracıdır (binlik tesbihi üç kez çekip, ölenin ruhuna dua etmek gibi).
14. Evrâd (vird’in çoğulu); yani, bir duayı belli sayıda tekrarlamak içindir.
15. Esmâ çekmek (Allâh’ın 99 güzel ismini anmak) içindir.
16. Namaz tesbihi olarak, 33’er defa Sübhânallah, Allâhüekber, Elhamdülillâh demek içindir.
17. Tesbih ustasının çekimi’dir (Tesbih yapımına ‘tesbih çekmek’ denir).”

Necip Sarıcı, Duâ Taneleri: Tesbih, İstanbul 2008, s. 127-28

4 Mayıs 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI



DANA BAYRAMI
Dün ve bugün İzmir’de “Afrika Kökenliler, 1. Dana Bayramı Etkinleri” düzenleniyor. Çeşitli konuşmalar yanısıra, bugün Torbalı ilçesinde Ayvalik, Dalaman, Torbalı ve İzmir’de yaşayan yüzlerce Afrika kökenli ailenin katılacağı bir piknik de yapılacak. Nedir bu Dana Bayramı denilen şey, eski defterleri bir karıştıralım bakalım dedik...

Dana Bayramı adına ben ik kez Reşat Nuri Güntekin’in Miskinler Tekkesi adlı romanında rastladım. Güntekin bu romanında İzmir’de Kadifekale eteklerindeki zenci mahallelerinden Tamaşalık’ı anlatırken Dana Bayramı’ndan da söz eder. Yirminci yüzyılın başlarında İzmir’de yaşayan Reşat Nuri bu döneme ait gözlemlerini şöyle aktarır: “Tamaşalığın ahalisi Afrika zencileridir. Konaklardan çıkarılmış, yahut kaçmış sürüsürü Gülfidan bacılar ve onların erkekleri... Bunların gücü kuvvetleri [yerinde olanları] gündüzün şehirde incire, palamuta, yahut dilenciliğe giderler; ihtiyarlar ve sakatlar kulübelerinin önünde, kızgın güneşin altında iri kertenkeleler gibi yarı çıplak yatarlardı.” Güntekin, “cemiyet halinde fukaralığın bu derecesini başka hiçbir yerde görmedim,” diye de ekler.

Tamaşalık ve tören

Tamaşalığın tasvirini ve oradaki yaşama koşullarını bir kenara bırakıp Dana Bayramı ile ilgili bölüme geçelim: “Tamaşalığın her yıl meşhur Dana Bayramı vardı ki, her halde Afrika’dan getirilmiş bir putperest âyini olacaktı. Şehirde ve hatta civar kasaba ve köylerde ne kadar Arap varsa [ Osmanlı’da zenci sözcüğü kullanılmaz, Afrika kökenliler Arap olarak anılırdı] Tamaşalığa akın eder, bunlara hemen bir o kadar da beyaz seyirci katılırdı. “

Reşat Nuri bu âyin-bayrama katılanları tasvir ettikten sonra olayı anlatmaya başlar: “Bayramın asıl ağırlık merkezi olan mukaddes danaya gelince, onun bayramı çok evvelden başlamış bulunurdu. Bir kalabalık, boynunda ve boynuzlarında kırmızı gaz bombalariyle danayı haftalarca sokak sokak dolaştırırlar; zilsiz tefler çalarak, oyunlar oynayarak evlerden kendileri için para; yorgunluk ve açlıktan kaburgaları çıkmış hayvan için zerzevat kabuğu toplarlardı. Fakat oyunların asıl büyüğü o gün Tamaşalığın orta meydanında dananın etrafında oynananlardı.

Havadaki toz toprak bulutlarını bir kat ağırlaştıran sıcak günlük dumanları arasında zilsiz defler dövülür, hep bir ağızdan şimdiki dans havalarına benzeyen birtakım şarkılar okunur; dananın etrafında iç içe birkaç daire teşkil eden erkek Araplar, oldukları yerde maymunlar gibi zıplayıp dönerek ve ellerindeki sopaları birbirlerine vurarak acayip bir horan oynarlardı. Sonra, gene bu sesler arasında dana kesilir, akla sığmayacak bir süratle yazap parçalanır, kenardaki çalı çırpı ateşinde pişirilerek yenirdi.”

Kazanda dana eti

Bu bayramdan Halit Ziya Uşaklıgil de İzmir Hikâyeleri’nde kısaca söz eder. Ama konuya daha bilimsel bir katkıyı Pertev Naili Boratav yapar. Boratav, İzmir zencilerinin semtlerini Kadifekale yakınlarındaki Sabırtaşı, Dolaplı Kuyu, Tamaşalık ve Ballı Kuyu olarak sıraladıktan sonra sözü Dana Bayramına getirir. Bu törenin dört hafta boyunca sürdüğünü belirten Boratav bayramın doruk noktasını şöyle aktarır: ”Dördüncü Cuma, ortak aldıkları danayı süslerler; boynuzlarına teller, pullar, mendiller takarlar ve alay halinde, yine sazlarını ve çalparalarını çalaraktan Sabırtaşı’ndaki topluluk, dana ile birlikte Tamaşalık’a varırdı. Orada Godiya [zencilerin çoğunlukla kadın olan bir nevi kolbaşısı] danayı törenle keser, yüzerdi. Dana alanda kurulmuş olan kazanda pişirilirdi. O gün Tamaşalık bir bayram yeri halini alırdı. Bütün zenciler ve seynre gelmiş beyazlar bir arada eğlenirler, sazlar ve çalparalar çalınarak dans ederlerdi. Dana kazanda iyice piştikten sonra alanda kurulmuş olan sofralara dağıtılır, herkes ne kadar düşerse bu etten yerdi. Yemek faslı sona erince de bayram sona ermiş olur, herkes dağılırdı.”

Dana Bayramı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun başka yerlerinde de kutlandığını ressamlığı yanısıra iyi bir gözlemci olan Malik Aksel anlatır. İstanbul’da ise, aynı yıllarda dana unutulmuş, tavuk kesilmeye başlamıştır. Aksel, İstanbul’da zencilerin “çoğunlukla Çırpıcı, Veliefendi, Bayrampaşa, Kağıthane ve Üsküdar’da Çilehane” semtlerinde toplandıklarını yazar. Bir tür ayin olan bu toplantılara halk arasında Arap Bayramı denirmiş. Ama İstanbul zenci folkloru ayrı ve ilginç ayrıntılara sahip bir konu. Gelin biz İzmir’de kalalım ve Dana Bayramı’nın yeniden kutlayanlara katılarak “Arap Zeybeği” oynayalım...


KUTU:
KABAKÇI ARAP

Dana Bayramı ve diğer zenci göösterilerinin baş müzisyenleri Kabakçı Araplardı. Münir Süleyman Çapanoğlu, Kabakçı Arapların çaldıkları aletin adının Bodengo olduğunu söyler: “Bodengo, içi boş bir bal kabağına, uzun bir sap geçirilmiş, üzerine üç dört tel takılmış bir sazdı.” Malik Aksel de kabak çalanın yanında bir de tef çalan zencinin bulunduğunu belirtir. Ayrıca “kabak çalanın başında bir tilki kuyruğu vardır,” diye ekler.

Kapakçı Araplar yaz aylarında Boğaziçi köylerinde, özellikle de Haydarpaşa ve Kadıköy yakasında dolaşarak sanatlarını icra ederlermiş. Çapanoğlu bunların çarlistonvari bir havada, “kantomsu değil, manimsi değil, isimlendirmesi mümkün olmayan” bir şeyler okuduklarını söyler. Bunlar şarkı söyledikleri mekanın özelliklerini de sözlerine ekleyerek, bir nevi ozanlık da yaparlarmış. Örneğin bir yalının önünde şöyle sözler uydururmuşlar:

Vekilharç para çalmaz
Dingala kabak, dingala!
Kazevi açar, yarısını çalar,
Dingala kabak, dingala!

Küçük hanımın kalbi atar,
Dingala kabak, dingala!
Evlenmek için kısmet bekler,
Dingala kabak, dingala.