24 Şubat 2008 Pazar

DİNLETİ/ SÖYLEŞİ


Pazartesi Söyleşileri 1
KADIKÖY’DE BİR SÜREYYA

Kadıköy’de aslında bir çok Süreyya var. Ama hepsinin arkasında Süreyya Paşa saklı...
Bizim ele alacağımız, önce opera diye başlayıp sonra sinemaya dönüşen bir yapı: Süreyya Sineması. Orada oynasın diye kurulan bir topluluk Süreyya Opereti. Operetin emprezaryosu Muhlis Sabahattin. Onun operetleri Asaletmeap, Mon Bey, Ayşe, Çaresaz... Ve yapılan restorasyon çalışmasıyla yeniden eski görkemine kavuşan bir sahne: Süreyya Operası.

Eski plaklar, anılar, fotoğraflar eşliğinde.

Metin Deniz, Gökhan Akçura, Cemal Ünlü

3 Mart Pazartesi, Saat 19.00
Maya Sanat
Halep İşhanı, Beyoğlu (Beyoğlu Sineması’nın üstü)
Tel: 212.2527452

PAZAR YAZILARI


DÜNYANIN EN KÜÇÜK METROSU
Tünel’imiz bir süredir kapalıydı. Tadilat varmış. Bir kaç ay bekledik.Kıymetini hatırladık yeniden. Yüksek Kaldırım’ı yürüyerek çıkmayı denedik. Yorulduk. Neyse sonunda açıldı. Bir oh çektik... Baktık, duvarlar çinilere bürünmüş. Vagonlar elden geçmiş. Bir de üstüne kitabı çıkmış. Söz dünyanın en küçük metrosunda...

Tünel’in dünyanın ilk metrolarından biri olduğunu biliyoruz. Kimi ikinci, kimi üçüncü yapılan metro der... Hikayesi eski ve çok ilginç. İstanbul’un tramvay ve tünel imtiyazları 1869 yılında veriliyor. Saltanat makamında Sultan Abdülaziz bulunuyor. Abdülaziz yenilikçi ve yüzü Batıya dönük bir padişah. Tramvay imtiyazını Konstantin Karapano Efendi alıyor. Tünel’i ise Eugene-Henri Gavand adlı bir Fransız mühendis. Gavand ısrarlı bir müteşebbis. 1867 yılında turistik bir gezi nedeniyle geldiği İstanbul’da Karaköy ile Beyoğlu arasında yoğun bir trafik olduğunu görüyor. Ama bu insanlar Yüksek Kaldırımı tırmanmaktan muzdarip... Ölçüp biçiyor ve bu eğimli arazide “asansör tipinde bir yeraltı demiryolu” yapıp işletmenin çok kârlı bir iş olacağını düşünüyor. Yurtdışına çıkıp para yatıracak girişimci arıyor. Bunu sağladıktan sonra da İstanbul’da işin bürokratik binbir ayrıntısıyla uğraşmaya başlıyor. Sonunda sözleşme imzalanıyor. Bu işe ne para, ne emek koyan devlet, Tünel’i yapma ve işletme haklarını Gavand’a 99 yıllığına devrediyor. Küçük bir komisyonla yetiniyor...

Önde hayvanlar, arkada insanlar

Çeşitli sorunlardan ve özellikle de Avrupa’da çıkan savaşlardan etkilenen Henri Gavand’ın gerçek anlamda inşaata başlaması 1871 yılına denk geliyor. Tünel’in açılışı ise 1875’i buluyor. İnşaat süresinde bir çok ilginç öykü karşımıza çıkar. Örneğin yeraltını kazarken çıkan hafriyat ne yapılacaktır? Sonunda, o zaman mezarlık olan bugünün Tepebaşı’sının, Tünel’in kazılmasından çıkan taş ve toprakla doldurulmasına karar verilir (Bu konunun ayrıntıları Çelik Gülersoy’un Tepebaşı adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatılır).

Tünelin açılışı 17 Ocak 1875 günü yapılır. Açılışta Bahriye Bandosu çalar, nazırlar ve paşalardan oluşan bir kalabalık da hazır bulunur. Vagonların üstü açıktır. Ön vagon hayvan, eşya ve arabalara ayrılmıştır. O dönemde hayvansız ve arabasız bir İstanbul düşünülemiyordu haliylen... Arkada ise birinci ve ikinci mevkileri bulunan insanlara ait vagon yer alır. Yeraltından gitmenin korkusunu kısa sürede aşan İstanbullular Tünel’den memnuniyetlerini belirtirler. Açılıştan sonra geçen 14 gün içinde 75.000 yolcunun Tünel’i kullanması da bunun kanıtıdır.

Tünelin kitabı yazıldı

Tünel’in öyküsünü anlatan bir kitap çıktı. İETT yayınlarından yeni çıkan bu kitabın yazarı R. Sertaç Kayserilioğlu. Kitap Dersaadetten İstanbul’a 2: Tünel adını taşıyor ve iki ciltten oluşuyor. 2000 yılında yayınlanan Vahdettin Engin’in Tünel adlı kitabından sonra, bu konuda yayınlanan ikinci çalışma. Bu ilk kitapla karşılaştırdığımızda, çok da fazla yeni bilgi içermediğini görüyoruz. Ama haksızlık da yapmayalım; Tünel konulu sözleşme, talimatname gibi ana belgeler ilk defa tam metin olarak sunuluyor. Öte yandan görsel malzeme açısından da zengin bir kitap. Baskı kalitesi yüksek, ama grafik tasarım açısından profesyonel bir dokunuşa ihtiyacı var.

Sertaç Kayserilioğlu’nun kitabında İETT’nin zengin arşivinde bulunan belgeler nedense hemen hiç kullanılmamış. Ayrıca Tünel’in Cumhuriyet dönemi de oldukça yüzeysel geçilmiş. Bu dönemde Tünel’le ilgili olaylar edebiyat ve basına bol bol yansımıştı. Kitapta küçük bir bölüm bunlara ayrılmışsa da, edebiyatımıza yansımalarına pek değinilmemiş. Hiç olmazsa bu konudaki ilk öykü olduğunu sandığım Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Tünel’den İlk Çıkış”ının ve Sait Faik’in “Tünel’deki Çocuk”unun kitapta yer almasını dilerdim. İlerki baskılarında kitabın geliştirilip bu eksiklerin giderileceğini umalım... Kitabını okuyalım, Tünel’e binip keyfini çıkaralım.

EK: TÜNELİN REKLAM TARİHİ
Peşin söyleyelim, daha yazılmadı... Ama reklam tarihimizin en önemli odak noktalarından biri. Her gün onbinlerce insanın girdiği, oturup beklediği ve yolculuk ettiği bir mekanın reklamsız kalması düşünülemezdi elbette. 1930 yıllara ait listelerde yüze yakın firmanın Tünel’de ilan panosu hazırlattığını görürüz. İETT arşivindeki belgeleri karıştırdığımızda ise, özellikle işgal İstanbul’u günlerinde, Tünel duvarlarının reklam hakkını almak için kıran kırana bir mücadele yapıldığını anlıyoruz. Çeşitli reklam şirketleri yanısıra kişilerin de reklam taşaronluğuna soyunduklarını görüyoruz. Bunların arasında ilginç bir de mektup var. 2 Haziran 1920 tarihinde Madam Olga Taskin ( isim benzerliği değilse sonraki yıllarda piyanistliğiyle ünlenecek bir Beyaz Rus), % 7 komisyonla Tünel’e reklam toplama işine aday olduğunu bildirir. Tünel idaresi işgal kuvvetleri polis komiserliğine bu kişiyi tanıyıp tanımadıklarını sorar. Cevap olumsuz olunca başvuruyu reddeder. Aynı yılın Haziran’ında ise bu kez Beyaz Rusların kurduğu bir cemiyet (Des Commissionaires Russes Société) aynı başvuruyu yineler. Ama tüm bu çabalar boşunadır. Tünel reklamlarını almayı beceren 10 Eylül 1920 tarihli bir sözleşme ile kesinleştiren şirket Hoffer, Salamon ve Huli olacaktır. Yani bugünün İlancılık Reklam Şirketi’nin büyükbabası...

17 Şubat 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


İZMİR HATIRASI
İzmir’le ilgili hatıra bende pek bol... Ne de olsa yaşamımın yirmi küsur yılını orada geçirmişim. Halen de yazları Karaburun’a taşınırım. Bu nedenle hatıralara dalarsak içinden çıkamayız... Ama müzikle ilgili hatıralar derseniz, önce ilkgençlik yıllarımda Çiğli Radyosu’ndan dinlediğim dumanı üstünde pop şarkıları gelir aklıma. Beatles’dan Yardbirds’e; Manfred Mann’den Bob Dylan’a listelere ne girmişsse... Ardından Miserables yılları gelir ki, kendileri vakti zamanında Karşıyaka’nın en nadide rock topluluğudur. Arkadaşları olup garaj misali ev ortamında yaptıkları provalara sık sık katılmışlığımız vardır. Yazları ise Kuşadası Kale Diskosu’nda barmenlik yapıp, Ankaralı Oksijen grubu icrasıyla Led Zeppelin şarkıları eşliğinde dansetmişliğimiz de... Yakın dönemlere gelirsek Karaburun Şenliği medarı iftiharımızdır. Yazlarımızı şenledirir.

Lakin bu yazıya vesile olan İzmir Hatırası’nda niyet başka... Muammer Ketencoğlu’nun yeni albümünün adı bu. Kendisi ilk Karaburun Şenliği’mize konuk olup, bol bol bu türden parçalar çalmıştı bize. Ama şimdi türküler elimizde kanlı canlı duruyor. Diskçalarımızda göbek atıyor...

Gâvur İzmir

Ketencoğlu’nun peşine düştüğü hatıralar pek eski zamanlara ait, gâvur İzmir’e... Cumhuriyet öncesi İzmir bu adı hakkaniyetle taşır. 1894 yılının nüfus dağılımı bunun kanıtı: Müslüman 89.00, Grek-Ortodoks 52.000, Ermeni 5628, Yahudi 16.000, yabancılar 35.309. Böyle bir etnik yapının yarattığı kültür mozayiği de haliyle çok sesli olacaktı. Muammer kardeşimiz, her zamanki enternasyonal kimliğiyle eski türkülere doğru yelken açmış. Bereketli balıkçı misali, sepetlerini doldurup iskelemize yanaşmış...

Albüm “Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru” türküsüyle açılıyor. Hemen ardından şakacı bir Urla kadın türküsüne bağlanıyoruz: “Mendilimin ucuna sakız bağladım sakız.” Malum o dönemler İzmir çevresi (özellikle Çeşme) sakız ağacıyla dolu. Devamında aşk türküsü Esma geliyor: “Bu can da sana kurban olsun Esma”. Derken sesler, diller birbirine karışmaya başlıyor. İzmir Üçlemesi; Yahudi İspanyolcası, Türkçe ve Rumca, birbirine benzer üç ezgiden oluşuyor. Karataş’tan, Tire’den, Bayındır’dan derlenen türküler birbirini kucaklayarak tek bir şarkıya dönüşüyorlar. Sıradaki türkü yine Rumca. “To Salvari”, yani bildiğimiz şalvar’dan söz ediyor. İçinde bol bol Karşıkaya’dan söz ediliyor. Zaten ne hikmetse, vakti zamanınında en şakrak semt olduğundan mı nedir, Karşıyaka’ya name yapan şarkılar türküler pek fazladır. Şarkıda erkek soruyor: “Hanımım söyler misin, Türk müsün Rum musun/ Yoksa İngiliz mi Fransız mı? O kadar güzelsin ki!” Kız cevap veriyor: “Sana ne ben nereliysem nereliyim/ Menemenli, Karşıyakalı.../ Ve benim şalvarımdan sana ne/ İster kısa giyerim ister uzun ister kararında.” Tabii burada İzmir’in kızlarının, ta o zamanlardan beri güzelliğiyle ünlü oldukları konusuna da girebiliriz, ama lafı da çok uzatırız...

Bergama’nın nefesli takımları

Deniz Ketencoğlu’nun seslendirdiği Bayındır ilçesinden bir kadın zeybeğiyle devam ediyor albüm: “Alt’ay oldu ben bu dağı aşalı.” Sonra bir aşk türküsü daha “Hürmüz Hanım.” Ardından eski mi eski taş plaklardan alınma bir Rum aşk şarkısı. Türkçeye çevirirsek adı “Elmam, mandalinam benim.” Ege toprakları bereketli mâlum!

Birden karşımıza Hüsnü Şenlendirici kardeşimiz çıkıyor. Beklenmedik şekilde klarnetini yana koyup trompetiyle bir segâh taksim yapıyor. Bilen bilir, rahmetli babası Ergün Şenlendirici Okay Temiz’le de çok çalmış müthiş bir trompetçiydi. Onun anısına bir parça geliyor şimdi de. Bergama’dan “Üç kemerin direği.” Hüsnü klarnet, trompet ve davul çalmakta. Bu türkü, 1980’lere kadar Batı Anadolu’daki düğünlerde, “takım” adı verilen dört-beş kişilik nefesli sazların ağırlıklı yer aldığı toplulukların repertuarından.

Derken karşımıza güzel bir Yahudi halk şarkısı çıkıyor. Janet Esim’in vokaliyle dinliyoruz: “Alma Miya/ Canım Benim.” Hadi bakalım bir de Karaburun türküsü var albümde! “Şu İzmir’den çekirdeksiz nar gelir.” Şarkı sözlerinde İzmir’in gavurluğuna gönderme bile yapıyor: “Cavır İzmir aman Kordon boyun efem de şen olsun/ Seni benden aman ayıranlar efem de kör olsun.” Mikrofonu Rumca şarkıların solisti Stelyo Berber alıyor yine. Kökeni otuzlu yıllara uzanan bir şarkı geliyor: “To Dervisaki/ Derviş.”

İzmir hatırası denilince ister istemez efeleri de sıkça anıyoruz... Ödemiş’ten “Gökçen Efe”ye yakılmış bir türkü var sırada. Hemen ardından Alaçatı’ya geçip, İvi Dermancı’nın sesinden geleneksel bir Rum aşk şarkısına konuk oluyoruz: “Yalo yalo/ Kıyı kıyı.”

İzmir Hatırası sıkı bir araştırma, omuz omuza bir arkadaşlık ve usta bir müzisyenliğin ürünü. Yukarda adını andığımız konuklar dışında Muammer Ketencoğlu’na Cengiz Onural (gitar), Erdem Şentürk (ud), Baki Kemancı (keman), Murat Aydemir (tanbur), Derya Türkan (kemençe), Göksel Baktagir (kanun), Orhan Osman (buzuki, bağlama), Rahbi Göçmen (perküsyon) başta olmak üzere onlarca müzisyen eşlik etmiş. Bu çok başarılı çalışmayı elbette yine Kalan Müzik yayınlıyor. Yüz sayfaya yakın bir kitapçıkla birlikte. Türküler hatıralarımızı canlandırıyor... İzmir hatıralarımızı.... Hatıralarımıza sahip çıkalım!

10 Şubat 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


ÖPÜCÜK FASLI

Sevgililer gününde “ne hediye versem” derdi yine başladı. Halbuki sıkı bir öpücük, ya da eski deyişle “buse”, sevgililer gününün temel armağanı olmayı hakeden bir olgudur. Bunu kimse inkâr edemez. Yanında başka şeyler de verirseniz iyi olur tabii...

Öpücük meselesinin evrensel tahlilini yapmak bana düşmez. Biz her zaman olduğu gibi ulusal sınırlar içinde kalmaya çalışalım. Açılışı yapacak olan Evlilik ve Mahremiyetleri adlı ( ilk baskısı İst. 1944) tuğla boyutundaki kitabıyla ünlü Dr. Cemal Zeki Önal; “Buse Sır ve Muammaları?” başlıklı bölümde konuya ayrı bir gizem katmaktadır. “Buse, aşkın, şiirin dilidir. Aşk gözlerde doğar, dudaklarda beslenir,” diyerek konuya şairane bir giriş yapan evlilik doktorumuz, eski yazarlardan “buse” konulu vecizeler aktardıktan sonra devam eder: “Bütün bunlar, dudakların büyülü zevkini anlatıyor. Kuşlar bile ağız ağıza gelerek, vuslatın [ayrılığın] zevkini toplar. Ağız oyunları, öpüşmek, dil dile gelmek, can yakmadan ısırmak, aşk arzularını şiddetle uyandırır… Kadın, erkeği fazlasile ateşler.” Buse konusundaki teşvik edici alıntıları cömertçe okuyucularına sunmayı sürdüren doktorumuz Cemal, sonunda konuyu bilimsel platforma taşır: “Buse bir ilim, sevişme sanatının ilk hecesidir.”

Dem tutan dudaklar

Sözkonusu kitap pratik bir ( el kitabı diyemiyeceğim tam 824 sayfa ) başucu kitabı olduğundan, işin edebiyatı yanısıra pratiğine de girmeyi ihmal etmez. “Busenin tekniği…Nasıl öpüşmeli?” başlığı altında bilgilerimizi genişletecek inciler buluruz:
“Buse, bir zevk ekip biçmeli, dudakları tutuşturmalı. Bu dudakların dem tutmasile olur. Buse bu suretle his ve şiiriyetini bulur. Bu dem, busenin dudakları ateşlemesile başlar, bu ateşlemeyi öpüşmenin incelikleri işler. Öpüşmede, ilkin dudakların zayıf teması, bu ilk temas, dudakların birbirine dokunmasiyle bir kontakt vuku bulur. Bu ateşlenme ile bir şarj başlar. Buse ne kadar uzun sürerse şarj o kadar fazlalaşır. Bu zevk tekâsüf eder [yoğunlaşır], hisleri sarar, busenin büyüsü başlar. Bu büyü, öpücüğün dudakların bir yerinde kalmaması, dudakların bütün sathına yayılması, her yanını kaplamasiyle artar. Bu halde, buse her noktayı ayrı ayrı tenbih eder [uyandırır]. Bu zevki eker, yayar, daha çabuk ateşler, bitmeden diğerinin kıstırması, buselerin birbirini kovalaması bir tenbih bilmeden diğerinin başlamasiyle ateşleme fazlalaşır, bu yaylım ne kadar kuvvetle ve süratli olur ve içten eserse ateşleme o kadar şiddetlenir.”

Öpüşme denilip geçilemeyeceğini anladınız elbette. Aşağıda metni okuduktan sonra da artık ‘sadece öpüştük başka bir şey olmadı’ deme şansınız yok. Bakın öpücüğün bekâretle ilişkisi konusunda 1949 yılında Her Hafta dergisinin ‘Kadın-Erkek’ sayfası bizi nasıl aydınlatıyor: “Aşkta busenin yeri hakikaten mühimdir. Sevdiği, beğendiği, birçokları arasında tercih ettiği erkeğe dudaklarını veren genç kız kendini yarı yarıya vermiş bile sayılabilir. Öpüşme faslında kadınların aşırı derecede heyecanlanması, baygınlığa benzer bir takım hallere maruz kalması, ürpermesi, titremesi, kendinden geçmesi, gevşemesi, yarı yarıya mukavemetsiz kalması, öpüşmenin şehvet üzerindeki mutlak ve amansız tesirini izhara kâfidir. Kadından alınan buse onun bekâretine doğru atılan bir nevi ilk adım olduğu için, kadın bekâret mevzuunda ne kadar titiz ve muhafazakâr davranıyorsa, kendini öptürmek, dudaklarını vermek bakımından da haklı bir korku ve yerinde bir tereddütle ayni titizliği gösterecek, kaypak davranacak ve kaçamak yollar bulmak için kendine göre çarelere başvuracaktır.”

1950’lerin ortasında Ertem Eğilmez ve Refik Erduran’ın kurdukları Çağlayan Yayınevi’nin cinsiyet kitaplarında ise konumuz romantizmden uzaklaşarak ayaklarını sağlamca yere basmaya başlar. Dizinin ikinci kitabı olan On Derste Cinsiyet’in üçüncü dersi “öpüşme”ye özel bir bölüm ayırmıştır. Yazarın ( iç kapakta Dr. Laurent Chavernac yazmaktaysa da, kitabın büyük ihtimalle çeviri olmadığı Ertem Eğilmez’in anılarından anlaşılmaktadır) bilinçaltını ortaya döken şu satırlarla konuya girilir: “Bir erkeğin, kadının dudaklarını ağzına alarak dişlerini onun dudaklarına temas ettirmesi; veya dilini onun dudaklarında dolaştırması şeklinde buseler, âşıklardan başka herkese garip, hattâ iğrenç görünebilir. Fakat sevişen iki insanın bu gibi aşk oyunlarından sonsuz bir zevk duydukları muhakkaktır.” Ders kitabımız sözü giderek “kadının hassas noktaları”na yönelen buselere getirmekteyse de, isterseniz biz omuzların yukarısında kalalım.

Aşkın salçası nedir?

Çağlayan’ın açtığı yolda yürüyen çeşitli kitaplar arasında özellikle bir tanesi bizim açımızdan önem taşımaktadır. Bu M. Süleyman Çapanoğlu’nun kaleme aldığı Öpüşmek Hangi Ayda Tatlıdır adlı kitaptır. Kitabın girişinde Refik Halit Karay’ın şu sözleri yer almakta: “Buse, ağız kadehinin dudak şekeri karıştırılarak dil kaşığı ile içilen insan usaresinden yapılmış misilsiz bir içkidir.” Siz tam bu sözlerin özgül ağırlığı üzerine düşünmeye çabalarken, Çapanoğlu konuyu olağanüstü bir başarıyla özetleyip çabanızı anlamsız kılar: “Öpmek, aşkın salçasıdır.”

Süleyman Çapanoğlu kırk sayfalık kitapçığında, öpüşmek konulu çeşitli yazıları bir araya getirmiş; araya kişisel yorumlarını da katmayı unutmamış. Yararlandığı kaynaklar arasında yer alan 1328 (1912) tarihli Karagöz Salnamesi’nden aktarılan “buse” konulu makale şu satırlarla noktalanıyor: “Hıfzısıhha noktai nazarından busenin mazaratı kabili inkâr değildir. Hatta ahiren teşekkül eden Verem Kongresi, bazı buseye haris ve azgın kimselerin ağzını tel kafeslerle örterek busenin revacını [hedefine ulaşmasını] menetmek istemiştir. Bu mütalâa fena değil. Çünkü bu gibilerin içinde bazan öperken ısıranlar da bulunuyor.”

Bu ilginç kitabın, adında yer alan soruya cevap vermeden bittiğini düşünmenizi istemem. Süleyman Çapanoğlu, sonunda sözü bu önemli noktaya getirir: “İnsanlar, mayıs ayında tabiatın baharı, neş’e ve saadeti içine girerek; hayatın güzelliklerinden, hayatın neşvesinden istifade etmeli, çiçekler arasında gülmeli, şarkı söylemeli, çayırların yeşil şiltesine yatmalı ve bilhassa öpüşmelidir.”

Siz yine de baharı beklemeyin derim. Sevgililer gününün soğuk kış günlerine rastgelmesinin, sevgililerin daha samimi olması için bir vesile yaratacağını unutmayın. Sevginizi bir öpücüğün ellerine teslim edin. Daha fazla şairlik taslamamak için, sonsözü gerçek bir şaire terkedelim. Abdülhak Hamit bir beyitinde şöyle demekte:
“Ruhum iki dudağımın arasına gelmiş bekliyor
Lütfet de bir buse ile!.. Hayatım sana geçsin.”

3 Şubat 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


TELEVİZYON KIRK YAŞINDA
Geçtiğimiz perşembe, yani 31 Ocak TRT Televizyonunun ilk yayını yapmasının kırkıncı yıldönümüydü. Aslında dünya ölçeğinde düşününce, televizyonun bize kırk yıl kadar geç geldiğini görüyoruz. Aradan bir kırk yıl daha geçti, bu günlere geldik. Böyle giderse kırklara da karışacağız…

Şakası bir yana ilk televizyon yayınları başladığında ben lise talebesiydim. Hemen televizyonumuz olmadı. Bilirsiniz yenilikler öyle büyük bir hızla yayılmaz. Bir kere başlangıçta yeniliklerin fiyatları pek yüksektir, almak kolay olmaz. Caddede yürürken vitrinlerde karşımıza çıktıkça göz ucuyla ilgilenirdik. Öyle pek telemisafirliğe de gitmezdik. Hani çok önemli bir şey var ve bize özel bir davet gelmişse belki… Aya ilk ayak basılışını görmüştüm herhalde televizyonda. Ama yazlık sinemalar bana daima daha keyifli gelirdi …

Hatıraları bir kenara bırakıp tarihçiliğe soyunursak, TRT’den çok once İstanbul'da televizyon olduğunu söylemek gerekli. Tecrübe yayınları yapan İTÜ Televizyonunu,1964 Temmuz'unda Hayat dergisinde yeralan bir habere göre İstanbulda 10000 kişi seyredebilmekteydi. Yapılan tahminlere göre İstanbul'da 500'den fazla alıcı cihaz çalışıyordu. Her hafta bu makinelerin başına en az 15-20 kişi toplanıp "televizyon zevki"ni çıkarıyorlardı. Yayın haftada bir perşembe günleri, saat 16.00- 20.00 arasında yapılmaktaydı.

Tecrübe yayınları yapan İTÜ'den, TRT'ye geçebilmek için ise 1968 yılını beklememiz gerekiyor. 31 Ocak akşamı saat 19.30’da, Mete Akyol'un deyişiyle "Sessiz ve derinden, eğitim amaçlı masum bir çalışma olarak" yayın başlatılır. İlk günün programı gazetelerde şöyle yer almış:
18.30 Test diası/ 19.15 TRT yazısı ve sinyal müziği/ 19.20 Anons ve sinyal müziğ/ 19.25 Saat ayarı ve gong/ 19.30 Posta açılışı anons/ 19.35 Başlarken (TV Müdürünün konuşması)/ 19.55 Devrim tarihi (Belgesel kültür programı)/ 20.00 Haberler/ 20.10 Hava raporu/ 20.15 Çizgi film
20.21 Eski Antalya'nın suları (Belge film)/ 20.50 Kapanış anonsu/20.51 Türk bayrağı, İstiklâl Marşı ve kapanış. Yani iki saati bile bulmayan bir yayın!

Televizyon müdürlüğünü Daire Başkanı Mahmut Tal Öngören üstlenmişti. İlk gece ekranda görünen ilk kişi, ara spikeri Nuran Devres'ti. Devrim Tarihi programını ise Prof. Afet İnan sunuyordu. Haberleri de merhum Zafer Cilasun okumuştu. Bu ilk televizyon yayını belki çok az kişi tarafından izlendi. Ne de olsa daha gerçek "televizyon yılları henüz başlamamıştı. Ama şöyle ya da böyle, ve nihayet bir televizyonumuz vardı!

Yine kişisel tarihime dönersem, ne o zamanlar, ne de şimdi iyi bir televizyon seyircisi olmamama rağmen, bir çok diziyi şu ya da bu kadar izlediğimi hatırlıyorum. Heidi çizgi filmi, çocukken romanını okuduğum için olsa gerek, o koca yaşımda bile ilgimi çekerdi. Televizyonun erken yıllarında Tatlı Cadı (Samantha burnunu oynatarak büyü yapardı), Bonanza, Küçük Ev (pazar akşamları oynardı, mükemmel aileyi temsil ederdi), Kökler (Kunta Kinte), Dallas, Çarli’nin Melekleri, Komiser Kolombo, Kaçak (Doktor Kimble kaçar, müfettiş Gerard kovalar), Uzay Yolu, Görevimiz Tehlike, Kung Fu (başrolde David Carradine oynardı, hocası “söyle bakalım çekirge” derdi), Mavi Ay, Beyaz Gölge, Emret Bakanım hemen aklıma gelen diziler.

Yerli diziler arasında pek hoşuma getmese de Kaynanalar’ı (Nöri ve Nöriye Kantar, Tijen ve pısırık kocası Timur) hatırlıyorum. Ve elbette o zaman için çok başarılı bulduğum Üç İstanbul’u da... Kaptan Cousteau belgesellerini kaçırmamaya çalışırdım. Bir ara Shakespeare’in hayatını aktaran Will’i ve Leonardo da Vinci’yi anlatan drama belgesellerini de izlemiştim. Ama benim için, daha çok sokaklarda ve siyasetle geçen yıllardı bu dönemler...

Yıllar sonra televizyonla reklamcılık alanında çalışmaya başlamam nedeniyle yeniden buluşacaktım. TRT’nin tek başına bir imparatorluk olduğu bu ilk yıllarda, ekranda önce kocaman bir “R” harfi görünür ve sonra reklamlar başlardı. Tiyatro ve sinemanın ünlülüri bu reklamlar sayesinde ekran konukları oldular. Fatma Girik, Mücap Ofluoğlu, Müşfik Kenter, Pekcan Koşar, Gazanfer Özcan, Altan Erbulak, Adile Naşit, Yıldız Keter, Şükran Güngör ve Müjde Ar (eskiler Boğaziçi Kolonyası filmlerini hiç unutmaz) gibi isimler bu ilk yıllarda reklamlara “evet” diyen ünlüler arasındaydı. Televizyon reklamlarına çıkarak ün kazananlar da vardı. Semra Özdamar ve Itır Esen bunlar arasında ilk akla gelen isimler.

Televizyon reklamcılığında yetmişlerin sonuna doğru kurulan (benim de daha sonra çalışmaya başladığım) Ajans Ada gerçek bir devrim yarattı. Konsept olgusunu öne çıkaran, prodüksiyonuna çok emek harcanan bu reklam filmleri TV reklamcılığının gidişatını değiştirdi. Ada’nın yaptığı (ürün kötü olduğu için tersine çalışan) Jill çorapları (“Eskimiş çoraplarınızı atın!”) ve ardından Efes Pilsen biraları (“Bira bu kapağın altındadır!”) kampanyaları uzun süre belleklerden silinmedi.

Televizyonun başlangıç yılları özetle böyle. Sonrası? O daha uzun bir hikaye ve ne yazık ki hayatımızın büyük bir parçası...

KUTU:

TELEVİZYON ŞARKISI

Televizyon kısa sürede kendi şarkısını da yaratmayı başardı. Daha sonraki kuşakların Melike Demirağ’ın annesi olarak tanıdıkları Rüçhan Çamay’dan bir şarkı bu. Yetmişlerin ortasında yazılmış, sözleri Rüçhan Çamay’ın, müzik ise Şanar Yurdatapan’ın.

Kim bulmuşsa allah razı olsun
Sen gelmeden çok mutsuzmuşuz
Geldin, kuruldun en baş köşeye
O gün bu gündür sana tutkunuz
Televizyon televizyon…
Kırk yıldır görmediğimiz eşe dosta
Kavuşturduğun yetmez mi zahir?
Her akşam çoluk. çocuk, ihtiyar
En azından onbeş telesafir.
Televizyon televizyon…
Allah var ya ödeyemem hakkını
Erkekleri eve bağladın
Bir dileğim var TRT’den
Lüften hergün maç yayınlayın.
Televizyon televizyon…
Kurtulduk temizlik masrafından
Colombo başlayalı beri
Lakin her ay yüz lira tutuyor
Çocuğun gazoz ve cikletleri
Televizyon televizyon…
Kimseye yaranamaz zavallı
Hekes eleştirir kendince
Yılda ancak bir ay susarız
Vergisini vermeye gelince.
Televizyon televizyon…

27 Ocak 2008 Pazar


NEDİR JEEP’İN ASLI ASTARI?
İstanbul’da yaşıyorsanız, son on yıldır çevremizin jeeplerle kuşatıldığının da farkındasınız demektir. Bu dev anası araçların o daracık sokaklara zorla sokulmalarının sebebi hikmeti nedir diye düşünmüşümdür hep... Tamam arazide eyvallah da, Reina kapısında niye mesela... Açıkça görülüyor ki jeep, kentin (kibar bir deyim seçersek) “belirli” bir zümresinin güç ve statü simgesi haline gelmiştir. Bir başka iddia da, kadınların jeeplerde kendilerini güven altında hissettiklerinden 4x4 satışlarının (artık jeep de denmiyor biliyorsunuz) hızla arttığı... İşte bu konu epeydir kafamı kurcalıyordu. Geçen hafta en vahşi ve iddialı jeep modeli olan Hummer’ların gençlik modellerinin de yapılıp piyasa sürüldüğünü okuyunca, tamam artık sırası geldi dedim. Buyrun efendim, konumuz jeep tarihi!

Öncelikle bir savaş aracı

Bu bar kapılarında içeri girme savaşı değil. Bildiğimiz savaş, gerçek savaştan söz ediyoruz. Jeep ilk kez Amerikan ordusu için, İkinci Dünya Savaşı düşünülerek özel olarak tasarlanmış bir Amerikan aracı. Planları Karl K. Probst adlı bir makine mühendisi tarafından bir haftada hazırlandı ve Willys-Overland şirketi tarafından 1940 yılında ordu için seri halinde üretilmeye başlandı. Ama ilk olarak, Amerika daha savaşa girmediğinden İngiliz ordusunda kullanıldı.

Araca verilen Jeep adının nereden geldiği konusunda ise rivayet muhtelif. Resmi öyküye göre, Willys-Overland firması tarafından aracın planları Amerika Patent Dairesine sunulduğunda, adı da “General Purpose” (Her işe yarar) olarak belirlenmişti. Fakat daha sonra bu marka pek uzun olduğu için beğenilmedi ve General Purpose adının baş harfleri, yani G.P. kullanılmaya başlandı. İngilizce okunuşu Ci-Pi, zaman içinde biçim değiştirdi ve Jeep’e dönüştü. İkinci öykü ise aracın adını bir çizgi roman karakterinden aldığını ileri sürer. Bizde Temel Reis olarak tanınan Popeye çizgi romanına 1936 yılında sevimli bir hayvan tipi katılır: Eugene the Jeep. Kahramanın adı aslında Eugene’dir ve tek söylemeyi becerdiği söz de “jeep”dir. G.P’nin kısa sürede Jeep’leşmesi belki de kaçınılmaz bir şeydi...

Jeep; bir ağır iş makinası

Jeep’in askeri tarihi bu yazının konusu değil. Jeepler elbette savaşta bol bol kullanıldı, ama sonunda savaş bitti. Üretim duracak değildi ya... Daha savaş sona ermeden Jeep firması ürünün ”sivil” tanıtımına hız verdi. 1943 yılında İngiltere’nin Türkçe yayınladığı savaş dergisi Cephe, “ Cip Otomobilleri: Dünyanın en faideli küçük otomobili dünyayı dolaşıyor,” başlığı altında bu marifetli aracı dikkatimize sunuyordu. Yazının verdiği bilgilere göre Jeep’in ayağını basmadığı ülke kalmamıştı. İngiltere, Kuzey Afrika, Çin, Hindistan, Pasifik Adaları, Alaska, Avustralya ve İzlanda gibi dünyanın dört bir köşesinde onu görmek mümkündü. Dergi jipin marifetlerini şöyle anlatıyor: “Başarıları nihayetsizdir. Onu; yük, insan, savan topu, ışıldak, makineli tüfek taşırken, top çekerken görürsünüz. Bazen telsiz, sıhhiye, iaşe, kar temizleme, yangın arabası olur. En son kullanma şekillerinden biri de su üstü nakliyatındadır. Saatte 90-100 km. sürati vardır. Patlamaz cinsten lastikleri sayesinde en güç ve sarp arazide hareket edebilir. Yüksek manevra kabiliyeti sayesinde, değişik harp sahnelerinde büyük yararlığı görülmüştür.” Yazıda örnekler savaştan verilse de, asıl hedef sivil dünyaydı...

Jeep Türkiye pazarında

1947 yılında Türk basınında yer alan ilanlarda “Yeni sulh tipi üniversal Jeep” almanızın yararları “1 taşla 4 kuş” başlığıyla anlatılıyordu. Bu ilanlara göre Jeep: 1. Bir traktördür, 2. Bir muharrik [harekete geçiren] kuvvettir. (Su tulumbası, testere, harman, orak vb. makineleri işletebilir). 3. Bir arazi otosudur. 4. Bir kamyonet vazifesi de görür. Yani aracın yeri doğru olarak “dağda, taşta” olarak gösterilmiştir. Boğaziçi kıyısında değil...

Ellili yıllarda Jeep tipi araç üreten firmalar çoğaldı. Fiat “Campagnola” adıyla Jeep’e tıpatıp benzeyen bir modeli “Fiat Arazi Arabaları” adıyla piyasa sürdü. İngilizler de boş durmuyordu elbette. Jeep’e benzer bir model Landrover tarafından “arazi ve çiftlik kamyoneti” olarak tüketiciye sunuldu. Alman Daimler-Benz ise Unimog adlı daha kaba bir model üretmişti

Öte yandan Jeep’in mucidi sayabileceğimiz Willys-Overland firması da boş durmuyordu elbette. Jeeplerin değişik modellerini piyasa sürüp ilanlar vermeye başladılar. Willys, üstü ve arkası kapalı bir Jeep’i “Willys Servis Arabası” olarak lanse ediyordu. İlanlarda ürün “şehir dahili ve harici servis işlerinde kullanılacak en emin, süratli ve ekonomik vasıta,” olarak tanıtılıyordu. Bu modelin pencereli ve koltuklusu ise “Jeep Kaptı-Kaçtısı” olarak sunuluyor ve ilanlarda “ailenin arabası” sloganı kullanılıyordu. Ayrıca Jeep’in bir de kamyonet modeli vardı. Tümünün yanyana gözüktüğü ilanlarda başlık olarak “Jeep rakipsizdir” denilip rakiplere hava atılıyordu.

“Yanlış otomobil seçimi”

Jeep ve türevlerinin Türkiye tarihine devam edersek yerimiz yetmeyecek. Zaten bu son yıllarda yaşadığımız olguyla görüldüğü gibi bu tarihin de pek bir alakası yok. Sokaklarda fink atan jeeplerimiz ne savaş aracı, ne de arazi otosu! Ne işe yaradıkları da malumunuz.

İşin görmemişlik, maçoluk yanlarını hadi bir kenara koyalım. Ama bir mesele daha var, belki hepsinden önemli. Bir yıl kadar önce Rahşan Gülşan’in Sabah gazetesinde verdiği bir haber, İngiltere’de 4x4’lerin nasıl bir nefret objesine dönüştüğünü anlatıyordu.Bilineceği gibi küresel ısınmanın baş suçlusu olan karbondioksit salınımının beşte biri otomobillere ait. Otomobiller arasında bu suçu en yüksek düzeyde işleyenler de 4x4’ler. İngiltere’de arazi araçlarını günlük ulaşım amacıyla kullananlar, otomobillerini bir yere park ettiklerinde, dönüşte 4x4’leri üzerinde “yanlış otomobil seçimi” yazan çıkartmalar buluyorlarmış. Yanlış hesabın bir yerden dönmesi lazım değil mi? Ya da hatırlayalım, neydi bu işin aslı astarı?..

20 Ocak 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


GENÇ OYUNCULAR YAŞLANDI MI?
Bundan 50 yıl kadar önce. Ben bir ilkokul öğrencisiyim. Babam Şeker Fabrikaları’nda çalışıyor. Yazları da haliyle Erdek’teki Şeker Kampı’na gidiyoruz. O günün ilkel koşullarında Ankara’dan otobüse biniyor, Bursa’da bir gece kalıyor. sonra Bandırma’ya geçiyoruz. Çiğbörekler yendikten sonra dolmuşlara biniliyor Erdek’e gidiliyor...

Erdek’te kamp var, deniz var, arkadaşlar var... Ama bir başka şeyler de olmakta... Erdek Şenliği diye bir etkinlik var meselâ. Şenlikler tarihimizin temel taşlarından biri bu, ama o yaşımda bunun nasıl farkında varacağım ki? Kamp kasabanın biraz uzağında olduğundan neler yapıldığını önce pek anlamıyoruz. Ama birileri beni alıp tiyatro yapılan yere götürüyor. Sonradan ipuçlarını kovalayarak, seyrettiğim oyunun Genç Oyuncular’ın sahnelediği Ayyar Hamza olduğunu anlıyacağım. Yani adlarını bilmesem de Genç Oyuncular’la ta başlangıçtan beri bir tanışıklığım var...

Yıllar yıllar sonra tiyatro okumaya karar verince, kuzenim Levent Yılmaz içlerinde olduğu için Dostlar Tiyatrosu’yla tanışıyorum. Hatta lisans tezimi onların oynadığı bir oyuna (Alpagut Olayı) asistanlık ederek yapıyorum. Genco Erkal, Mehmet Akan, Arif Erkin ve çevrelerindeki birçok tiyatrocunun sohbetlerinde Genç Oyuncular’dan söz ediliyor. Hemen hemen hepsi bu amatör toplulukla tiyatroya başlamış. Belki de bütün zamanların en kaliteli amatör tiyatrosu bu... Bir arkadaşımın tezi için, (artık aramızda olmayan) Mehmet Akan’dan kaynaklar alıyorum. Eski defterler, broşürler, fotoğraflar... Müthiş bir olayla karşı karşıya olduğumu anlıyorum. Bu anlattıklarım da 30 yıl öncesinin bireysel anıları... Lafı şuraya getireceğim. O zamanlardan beri Genç Oyuncular’ın tarihini, topluluğun kurucu üyelerinden Atila Alpöge’nin yazdığı söylenirdi. Ha çıktı, ha çıkacak derken; Genç Oyuncular’ın kuruluşunun ellinci yılına (nihayet) yetişti ve geçen yıl yayınlandı...

Genç Oyuncular’ın önemi ne diye sorarsanız, doğru bir amatör gençlik tiyatrosunun nasıl olması gerektiği konusunda olağanüstü bir örnek olay diye açıklayabilirim. İşlerini çok ciddiye alan, yaptıkları her şeye emeklerini ve yüreklerini katan bir topluluktu Genç Oyuncular. Tabii bir de çok yetenekli insanların yanyana gelmesi gibi bir ekstra olgu da var işin içinde. Adlarını tiyatro tarihimize yazdırmış bu oyuncular arasında ilk göze çarpanlar Genco Erkal, Arif Erkin, Mehmet Akan, Çetin İpekkaya ve Ergun Köknar’dı (aslında Genç Oyuncular bazı isimlerin öne çıkmasını önlemek için hep toplu anılmaktan hoşlanırlar). Atila Alpöge’nin kitabında topluluğun simyasını oluşturan unsurlar şöyle sıralanıyor: Ailevi kökenler/ Arkadaşlık bağları/ Tiyatro deneyimleri/ Dış dünyaya açıklık/ Kültürel eğitim/ (çoğunun okuduğu) Teknik Üniversite eğitimi/ Genç oluşları. Bunlara çevre koşullarının etkilerini de ekliyor: Kültürel duyarlılık/ Toplumsal duyarlılık/ 6-7 Eylül olayları/ Girişimci eğilim ve Politik ortam...

Kitapta Genç Oyuncular fikirinin nasıl doğduğu, Erdek Şenlikleri’nin nasıl topluluk tarafından hazırlandığı, bu süreç içinde nasıl tanındıkları, Muhsin Ertuğrul, Ahmet Kutsi Tecer, Haldun Taner gibi isimlerin onlara nasıl omuz verdiği anlatılıyor... Genç Oyuncular’ın Ionesco, Büchner, Achard gibi tiyatronun yenilikçi isimlerinin oyunları yanısıra, kendi kaynaklarımıza da eğilmesi o dönemde neredeyse bir devrim yaratmıştı. Ahmet Kutsi Tecer’in oyunundan başlayıp, ulusal kaynaklardan beslenen kendi oyunlarını yazmaya kadar götürmüşlerdi iş. Atila Alpöge ve Meehmet Akan kalemi ellerine alıp özgün eserler ortaya çıkarmışlardı. Vatandaş Oyunu, Tavtati Kütüpati, Keloğlan, Büyücü Oyunu, Çürük Elma, Akçagüler ile Karagülmez hep kendi ürettikleri ve oynadıkları oyunlar

Atila Alpöge kitabının adını Hayat Ağacında Tavus Kuşları koymuş. Nedeni de topluluğun amblemi. Bir halı motifi bu; iki yanında birer kuşun durduğu bir ağaç... Bir dönemin ünlü karikatüristi Yalçın Çetin’in yorumuyla bu motif bir ambleme dönüşmüş. Ağacı “hayat ağacı”, kuşları da “tavus” olarak yorumlamışlar. Daha sonra bu motifin dünyanın dört bir köşesinde karşımıza çıktığını hayretle öğrenmişler. Genç Oyuncuların namına uygun bir öykü yani...

Genç Oyuncular’ın ellinci yılına adanmış bu kitap bıraktığı ilk izlenimin tersine (önce bir tez gibi geliyor ele) çok akıcı bir üslup taşıyor. Olayları ve insanları büyük bir keyifle anlatıyor. Bir roman gibi okudum, elli yılın öyküsünü Genç Oyuncularla birlikte yaşamış kadar oldum.. Kitabın özellikle tiyatro yapmak isteyen genç insanlara çok yararlı olacağını düşünüyorum... Tam elli yıl önce bugün bile geçerli olacak kadar genç bir tiyatro nasıl yapılmıştı diye düşünmeli...Tiyatronun eskimiş bir sanat olduğunu zannedenlerin ise, kitabı okuyunca alacakları epeyi ders olaacağını düşünüyorum...

Kutu:
ERDEK’TE TAVTATİ KÜTÜPATİ

1959 yılında yapılan İkinci Erdek Şenliği’nde Genç Oyuncular’ın oynadığı oyunların biri de Atila Alpöge’nin yazdığı Tavtati Kütüpati’ydi. O günlerin Dost dergisinde Adnan Ardağı şöyle yazıyordu:

“Geceler yağmuru unuttu. Maşatlıktaki tiyatro dolu. Yaşlı bir kadın, ‘Mâbede gelir gibi koşa koşa geliyoruz tiyatroya’ demez mi? Yıldızlı göğü sevdim. Bir ılıklık aktı içimden. Arkasında yığılı insanların mutlu yüzlerine tek tek baktım, hepsi aynı şeyi söyler gibiydiler... Almanya’yı hatırladım. Denizim yükseldi. Ama ne idi Tavtati Kütüpati? Elimdeki açıklamalı basılı kağıtlara ve oyuncular tarafından basılmış kitaba göz gezdirdim: ‘Kişilerin ve dolayısiyle oyunun adı Karagöz’den alınmıştır.Tavtati Kütüpati, Karagöz oyunlarında- her sorulana Tavtati Kütüpati diye cevap veren, başka bir söz bilmeyen bir Beberuhî suretidir; bir şey ifade etmekten çok tatlı ve şirin bir hava yaratır; özelliği bu hoş ve gülünç etkisindedir.”

Foto:

Erdek Şenliği’nde Genç Oyuncular’ın sahnelediği Ayyar Hamza