25 Kasım 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI




ABBASAĞA PARKI
Baba Zula’nın son albümü Kökler’de Abbasağa Parkı diye bir parça var. Sözleri olmayan, ama kuş sesleriyle dolu, güzel bir parça. O güne kadar Abbasağa Parkı’nın yanından geçerken bu parkın tarihi üzerine bir kere bile düşünmemiş olduğumu anladım. Önce yeniden parkı gezdim ve ardından başladım araştırmaya...
Elbette ilk elimi attığım kaynak Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi oldu. Evet Abbasağa Parkı diye bir madde var. Ama parka varmadan önce; ona adını veren Abbasağa kimdi sorusunu sormamız gerekmez mi? Evet ansiklopedimiz bunu da cevaplıyor. Kızlarağası Abbasağa onyedinci yüzyıl ortasında Osmanlı sarayının zenci haremağalarının en meşhurlarındanmış. “Hatice Turhan Sultan dairesinden yetişmiş, Valide Sultan ağalığına yükselmiş; Turhan’ın oğlu Dördüncü Mehmed üzerindeki nüfuzu sayesinde 1668’de kızlarağası olmuş.” 1672 yılında emekli edilerek Mısır’a gitmiş ve orada ölmüş. Abbasağamız, İstanbul’u biçok hayır yapılarıyla süslemiş kişiler arasında anılıyor. Beşiktaş’taki Abbasağa mahallesine adını veren Abbasağa Camii’ni, Abbasağa Çeşmesi’ni ve Abbasağa Mahalle Mektebi’ni de ( 1909’da bir yangında yok olmuş) yaptıran işte bu Abbasağa.
Abbasağa’nın hamisi Turhan Sultan, Rus asıllı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en ünlü valide sultanlarından. Eminönü’ndeki Yeni Camii ve yanındaki Mısır Çarşısı’nı o yaptırmış. Ahmet Refik Altınay’ın Kadınlar Saltanatı adlı kitabında önemli bir yer tutuyor. Hatta yine aynı yazarın Turhan Valide adlı bir de tarihi romanı var. Hemen onu karıştırmaya başladım. Evet ağaların birbirine düştüğü, kellelerin uçuştuğu bir dönem bu. Ama ağalar arasında Abbasağa yok! Sonunda anlıyorum ki, bütün bu iktidar çatışmaları bittikten, ortalık süt limana dönüştüktenKızlarağası olduğu için, kimse bizim Abbasağa’yı yazmaya gerek duymamış. Sükunetin tarih açısından bu türden zararları oluyor demek ki...
Beşiktaş’ta Evliya Çelebi’den bu yana Müslüman, Rum ve Yahudi mahalleleri yanısıra Abbasağa sırtlarına uzanan bir Ermeni mahallesi olduğunu biliyoruz. Ama İnciciyan’ın ifadesine göre 1759’da Surp Asdvadzadzin Kilesi’nin yıkılmasından sonra “Ermeniler günden güne dağılıp azal”mışlar.
Gelelim Abbasağa Parkı’na. Burada eskiden mezarlıklar varmış. Çelik Gülersoy Beşiktaş üstüne yazdığı kitabında, park yapılmadan önceki durumu şöyle anlatır: “Mâşuklar Yokuşu (...) [yolunun] sonu, eskiden, yani 50’lere kadar, metruk bir Ermeni mezarlığı idi. Sağ yan ise, duvar içinde büyük bir Müslüman mezarlığı. (...) Müslüman mezarlığını, 1940’lar başında Vali Dr. Kırdar, baştan başa söktü ve bir semt parkı haline getirdi. Geleni-gideni kalmamış kabirlerin eski ve değerli taşları, maalesef çok hoyratça toplandı, bir yerlere nakledilip atıldı, kimileri de parkta basamak diye kullanıldı! Bu yağma, tahrip, hiç bir tepki çekmedi.” Çelik Gülersoy kitabının bir başka Abbasağa yokuşundaki bakkal Agop Ağa’yı ve dükkanının önündeki üzüm sepetini de anlatır, ama bu uzun ve başka bir konu olduğu için hiç girmeyelim...
Mezarlıklar bahsine dönersek, İstanbul Ansiklopedisi bu değişimin 1939-1941 yıllarında gerçekleştiğini yazarak şöyle devam eder: “Kabirlerin naklettirilmesi için yapılan tebliğ üzerine, ancak iki yüz kadar kabrin sahibi çıkmış; diğer kabirlere gelince, kemikler kabistanın aşağı köşesinde kazılan dört büyük kuyuya doldurulmuş, taşları da kireçhaneye gönderilmiştir.” Mezarlık parka dönüştükten sonra, “parka çeşit olmak üzere bırakılan birkaç ağaç müstesna, mezarlığın kasvetli hâtırasını silmek için selvilerin hemen hepsi kesilmiştir. Bunların yerine birkaç cins çam, mazı, taflan, atkestanesi, palmiye fidanları dikilmiştir.” En nihayet mutlu sona ulaşan Abbasağa Parkı’nı İstanbul Ansiklopedisi 1944 Eylül’ünde şöyle tasvir eder: “Parkın üst taraflarından Marmara ve Kızkulesi’nden Beylerbeyi’ne kadar uzanan karşı sahil ve sırtların görünüşü pek latiftir. Belediye tarafından semt halkının ihtiyacına kafi gelecek kadar kanapeler konulmuştur; aşağı köşesinde kapalı ve temiz bir ayakyolu vardır. “
Çelik Gülersoy da, bu ilk dönemlerinde parkı överek anlatır: “Üzerine mor ve beyaz salkımlar tutunmuş pergolalar, gül adaları, arkaları yaseminlerle örülmüş sohbet köşeleri ve romantik merdivenleri ile, tam bir cennet köşesi.” Lakin söz ettiğimiz Beşiktaş kitabını yazarken (doksanlı yılların başında), parkın ne durumda olduğunu görmek için yeniden gittiğinde pek öfkelenir: “Park olmuş bir harabe. Bu şehir nereden kalktı, nereye geldi, yarabbi! Aklımı muhafaza et.” Bu bakımsızlık uzun yıllar devam etti. Parkımız girilmekten korkulan bir mekan haline geldi. Daha sonra yerine otopark yapılması gündeme geldiyse de, semt halkının baskıları sonucu 2003 yılında Beşiktaş Belediyesi tarafından yeniden imar edildi, bugünkü haline getirilidi.
Şimdi bütün bu öğrendiklerimden sonra Baba Zula’nın Abbasağa Parkı adlı parçasını elbette daha farklı dinleyeceğim. Ah az kalsın unutuyordum...Evliya Çelebi, Beşiktaş’ın mesire yerlerinden bahsederken, kuş seslerine özel bir paragraf ayırır: “Sarıasma, karatavuk, ishakkuşu, ispinoz, filorina, baştankara, bülbül-i bednâm ve bülbül-i nîk nâmın (güzel bülbülün) feryat ve inleyişleri gezintiye çıkanların canlarına can bağışlayıp dostlar taraf taraf sohbet ederler...” Acaba Baba Zula’nın Abbasağa Parkı’nda seslerini duyduğumuz kuşlar, bunların yedi göbek sonrası torunları mı? Ne dersiniz, olamaz mı?

DESEN: Ceren Oykut

18 Kasım 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI



DOĞU İLE BATI ARASINDA

Geçtiğimiz hafta Osmanlı Bankası Müzesi’nde ilginç bir sergi açıldı: Doğuyu Tüketmek. Kuratörlüğünü Prof. Dr. Edhem Eldem’in yaptığı sergiye girdiğinizde önce küçük bir televizyon ekranıyla karşılaşıyorsunuz. Ellili yıllarda Fransız televizyonundaki bir programda Dario Moreno “Mustafa” adlı şarkıyı söylüyor. Gerek dekor, gerekse Dario’nun jestleri egzotik bir doğu atmosferinin kokusunu taşıyor. Hem gizemli, ama hem de (tamam bunda Dario’nun da rolü var) komik! Herkes adına konuşmayayım ama, tüm yaşamımız boyunca içinde yaşadığımız ikilemlerin özeti bu klip. Hem bir modern haberleşme ürünü (klip), hem de eskiye ve doğuya dair imgeler taşıyor. Biz de hem bunun içinde yaşıyoruz, demek ki onunla bütünleşiyoruz; hem de bunu komik buluyoruz, demek ki aykırı hissediyoruz....

Edhem Eldem de doğuyla batı arasında yaşayan bir Türkiyeli aydın olarak belli ki bu ikilemleri hissetmiş ve konusu “doğu” olan bu sergiyi açmayı düşünmüş. Sergi çok özetle “19. yüzyıldan itibaren, batının tüketim kültüründe, tüketicinin hayal gücüne ve arzularına cevap verecek şekilde gelişen doğu imajını ve bu imajın yayılmasına imkan veren obje ve belgeleri konu ediniyor.”

Sergi salonuna girince bir nevi “direklerarası”nda buluyorsunuz kendinizi. Direklerin üstünde afişler asılı, altlarında ise kitap, kartpostal ve çeşitli objeler yer almakta. Aslında salon bu sergi için küçük. ( Binanın yakında restorasyona alınıp, bütünüyle sanat ve kültür merkezi haline getirileceği müjdesini aldık, söylemeden geçmeyelim). Ama fikri anlatmak için yeterli. Edhem Eldem, doğunun nasıl tüketildiğini daha önce sık başvurulan edebi metinler ve sanatsal ürünlerden örnekler vererek aktarmayı seçmemiş. Bu tüketimin günlük yaşama yansımasını sağlayan ürünleri yeğlemiş. Genellikle “efemera” sözcüğüyle tanımlanan, tüketim için üretilen nesneler var bu sergide. Bence konuyla da tam bir örtüşüm sağlıyor...

Serginin adı birçok açıdan doğru. Edward Sait’in kitabının sunduğu biçimde oryantalizm, elbette bu serginin de temel konusu. Ama Edhem Eldem daha geniş bir açıdan bakmayı yeğliyor. Düşünsel yönünden çok olgunun yaşam içindeki varoluşuyla ilgileniyor. Sergideki objeleri bize sunarken şöyle demekte: “[Bu objeleri] Batı’nın ‘hain bir hakimiyet planının’ bir parçası olarak kınalamalı mıyız, yoksa onları bir şekilde kabullenip sadece o dönemin zihniyetine ait olan, Doğu ile zaten sımsıkı bir şekilde bağlı olan başat klişelere bir tür boyun eğme olarak görebilir miyiz?”

Koca bir sergi ve onun kitabında aktarılan bilgileri özetlemek mümkün değil. Sadece işaret edelim. Edhem Eldem sergiyi dört başlık altında sunuyor: 1. Egzotizm, 2. Erotizm, 3. Tarihsellik ve 4. Etnografya. Sergilenen ürünler doğal olarak batı ülkelerinin (birçoğu kendi sömürgeleri olan) Fas’tan Filistin’e uzanan bir coğrafyaya bakışlarını yansıtıyor. Serginin belkemiğini oluşturan afşler Fas’taki önemli bir koleksiyondan sağlanmış. Kazablanka’da bulunan Abderrahman Slaoui Vakfı’nın elindeki zengin afiş koleksiyonundan elli kadar örnek seçilmiş. Gerek bu koleksiyonun belirleyiciliği, gerekse Edhem Eldem’in duyduğu özel ilgi nedeniyle serginin havası oldukça “frankafon”. Ama bu sergi için bir zaaf oluşturmuyor, hatta belki de belirli bir hat içinde kalarak derinleşmesini bile sağlıyor...

Sergiden çıktığınızda düşünmeye başlıyorsunuz. Ben bu “Doğu/Batı” ikileminin neresinde duruyorum öyleyse diye... Batının doğuya bu oryantalist merakla bakmaya başladığı yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu’nda da batılı olmak sevdası başladı. Jöntürklerden Kemalizme uzanan bir çizgide batılı/avrupalı olma mücadelesi verildi. Cumhuriyetle birlikte bu bir devlet politikası oldu. Doğulu ve islam olan her şey bu politikaya ters düştüğü için yok edilmeye (ya da üstü örtülmeye) çalışıldı. Ama aslında biz doğuda yaşıyorduk ve yaşam biçimimiz de doğuya aitti. Doğuda yaşayan batılılar gibiydik... Bu ikilem hâlâ tüm gücüyle yaşamızın ortasında bir düğüm gibi durmakta. Bizi açıklayan, ama bizi zorlayan bir düğüm gibi... Bu ikilemin farkında olan insanlar için aşılması zor bir durum...

“Doğuyu Tüketmek” sergisinden çıkıp aynı gün İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde açılan Saltanatın Dervişleri/ Dervişlerin Saltanatı sergisine gittim. Burada oryantalizm yoktu, doğunun kendisi vardı. İstanbul’da mevleviliğin tarihi hatlar, resimler ve belgelerle sergileniyordu. Bu olağanüstü eserlere bakarken, aslında onlara artık hepimizin bir batılı gözlüğüyle baktığını farkettim. Doğunun içinden gelen bizler, artık doğulu gibi bakma özelliğimizi kaybetmiştik. Bu sadece kentli, aydın insanlara özgü bir durum değildi. Tüketim toplumunun gelişmesiyle birlikte, tüketen her insan yeni bir bakış açısı edinmişti. Kapitalizmin kalesi olan batının bakış açısı odak noktamızı ele geçirmişti. Artık istesek de, istemesek de tek bir noktadan bakabiliyorduk. Doğunun içindeki batılıydık. Ama gerçek anlamda ne doğuda, ne de batıda hissediyorduk kendimizi. Belki de havada asılı duruyorduk. Belki de “doğuyu tüketmek” aslında buydu...

10 Kasım 2007 Cumartesi

MÜZİK YAZILARI




10 HAS NINA SIMONE YORUMU

Giderek çok daha fazla Nina Simone parçası dinlemeye başladığımızın farkında mısınız? Sanırım son on yıldır onun gücünü film yapımcıları ve reklamcılar da farkettiler. Soundtrack’lerde ve reklam filmlerinde sık sık kullanılması bunun kanıtı. Elbette bunda Nina Simone’un çok farklı bir sanatçı olmasının rolü büyük. Müzik dünyasında ondan etkilenenlerin sayısının da oldukça fazla olduğunu biliyoruz. Hayat içindeki yer alışı, politik konulardaki kararlı tutumu ve bir kadın olarak ayakta kalma mücadelesi onu cazip kılan noktalar arasında. Ama sanırım yarattığı etkinin en önemli yanı adeta toprağın derinliklerinden gelen sesinde ve şarkılarına yüklediği olağanüstü güçte yatıyor. Nina Simone’dan etkilenen sanatçıların listesi oldukça uzun. İlk akla gelenleri sıralamaya çalışalım. Alicia Keys, Dionne Warwick, Bonnie Raitt, Shirley Bassey, Aretha Franklin, Lauryn Hill, Joan Armatrading
Dee Dee Bridgewater, Rickie Lee Jones, Sade, Marianne Faithfull, Norah Jones, Marla Glen, P.J.Harvey, Laura Nyro, Tanita Tikaram, Sarah Jane Morris, Patricia Barber (son abümünde Nina için Icarus adlı bir şarkı bile yazdı), Madeleine Peyroux, Lhassa, Walkabouts, Jeff Buckley, Antony, Will Oldham, Damien Rice, Devendra Banhart, Rufus Wainwright. Bu liste uzar gider.

En sevdiğimiz Nina Simone yorumlarını tanıtmaya çalışacağımız bu yazıya başlamadan önce, Simone’nun da çok farklı bir bir yorumcu (yorumu burada cover anlamında kullandığımı söylememe bilmem gerek var mı) olduğunu belirtmemiz gerekli. Onun yorumladığı şarkıcı ve topluluklar Beatles’dan Leonard Cohen’e, Bob Dylan’dan Bee Gees’e, Jacques Brel’den Screaming Jay Hawkins’e kadar uzanan bir çeşitlilik taşır. Ama Nina Simone hepsinden yeni bir şarkı çıkarır koyar önümüze. Sözü fazla uzatmadan en sevdiğim on Nina Simone şarkısı yorumunu sıralamak istiyorum.

Anne Sofie von Otter, The Other Woman, CD Anne Sofie von Otter meets Elvis Costello. For The Stars (2001)

Şarkı Elvis Presley için de çalışmış olan Jesse Mae Robinson tarafından yazılmış. Nina Simone gibi kocalarından pek çekmiş bir kadın için “öteki kadın”dan söz etmenin pek kolay olmadığını takdir edersiniz. Ama ilginçtir, bu şarkı öteki kadına hüzünle yaklaşıyor ve onu anlamaya çalışıyor. Simone şarkıyı 1959 yılında doldurdu. Altmışlı yıllarda ise Shirley Bassey plağa okudu. En bilinen yorumu ise Jeff Buckley tarafından yapılanı. Biz Elvis Costello’nun İsveçli soprano Anne Sofie von Otter için yaptığı albümden seçtik. Nina Simone’un yorum gücüne ulaşamasa da, Otter parçanın ruhunu aktarmayı başarıyor.

Feist, Sealion [Woman] CD The Reminder (2007)

Aslında şarkının adı See Line Woman, anlamı konusunda ise rivayet muhtelif. Ama okunuşun aynı olmasından destek alarak ve elbette daha yakışıklı olduğu düşünülerek Sealion (deniz aslanı) biçiminde söylemeyi tercih edenlerin sayısı oldukça fazla. Aslında eski bir halk şarkısı. Otuzlu yıllarda George Bass adına tescil edilmiş, Christine ve Katherine Shipp tarafından da plağa okunmuş. Nina Simone’un ilk yorumu ise 1964 yılı New York Carnegie Hall konser albümünde bulunmakta. Parçayı daha sonra yorumlayanlar arasında Randy Crawford da var. Şarkı Afrika beat ritmleri taşıyan çok güzel bir dans parçası olduğu için sık sık remiksi yapıldı. Kanadalı şarkıcı Feist bu yıl çıkan son albümünde oldukça farklı bir yorumla Sealion’ı yeniden gündeme getiriyor.

Run On, Sinnerman, CD No Way (1997)

Sinnerman aslında geleneksel ve gospel etkileri taşıyan bir şarkı. Nina Simone çocukluğunda kiliselerde okumaya başladığı parçayı daha ilk konserlerinden itibaren repetuarına aldı. İlk kez 1961 tarihli New York, Village Gate konserinin albümünde karşımıza çıktı. Daha sonra stüdyo albümlerinde on dakika süren farklı bir yorumuyla büyük etki yaptı. Şarkının diğer yorumcuları arasında The Weavers, The Seekers, Peter Tosh, Wailers, Three Dog Night ve Sixteen Horsepower var. Felix da Housecat‘in remiksi de epeyce ünlü oldu. Bizim seçimimiz New York’lu underground topluluk Run On’un farklı ve olağanüstü yorumundan yana.

Jeff Buckley. Lilac Wine, CD Grace (1994)

Çok hüzünlü bir şarkı olan Leylak Şarabı James Shelton taraffından yazıldı. Erken dönem yorumcuları arasında Eartha Kitt, Judy Henske, Elkie Brooks ve Helen Merrill de bulunmakta. Ama Nina Simone’nun şarkıyı seslendirmesinden sonra işler değişti ve Lilac Wine onunla birlikte anılmaya başlandı. Yeni kuşaklar ise doğal olarak Jeff Bucley’ın Grace’deki o müthiş yorumuyla hatırlamakta. Büyük bir Nina Simone hayranı olan Jeff, hemen her konserinde bir Simone parçası yorumlardı (ama biz sadece birini seçebileceğiz). Aramızdan çok genç yaşta ayrılan Buckley’in bize bıraktığı az sayıdaki mücevherden biri olarak her zaman yanıbaşımızda.

Cat Power, Wild is the Wind, CD The Covers Record (2000)

Keder yükü hayli ağır bir şarkı olan Wild Is the Wind, aslında aynı adlı bir film için 1956 yılında Dimitri Tiompkin ve Ned Washington tarafından yazıldı. Filmde parçayı Johnny Mathis yorumlamıştı. Ama Nina Simone’un şarkının adını bir albümüne de vermesinden sonra kökenlerini kimse hatırlamaz oldu. Daha sonra şarkıyı repertuarına alanlar arasında David Bowie, genç yaşta intihar eden Billy MacKenzie ve George Michael bulunuyor. Bizim seçimimiz ise Cat Power’dan yana oldu. Asıl adı Chan Marshall olan Cat Power’ı geçtiğimiz yıl Babylon’da dinleme şansını yakalamıştık. Şarkının ruhunu yansıtan bir yorum...

Robert Wyatt, Strange Fruit, CD Nothing Can Stop Us (1998, albümün ilk yayınlanışı 1982)

Tuhaf meyve, adını ağaçlarda sallandırılan siyah Amerikalıların tarihinden alır. Irk savaşlarının korkunç yıllarından kalma bir öyküdür bu. Yahudi bir öğretmen olan Lewis Allan’ın yazdığı şarkı ilk kez 1939 yılında Billie Holiday’in sesiyle yankı bulur. Nina Simone ise bunu altmışlı yılların politik arenasında yeniden yorumlar. Şarkıya kölelik yıllarından bugüne uzanan bir özel güç katar. Daha sonraki yıllarda sosyal konulara ilgi duyan bir çok sanatçının başarılı yorumlarını hatırlıyoruz. Bunlar arasında öne çıkan isimler Siouxsie and The Banshees, John Martyn, Jimmy Scott, Twilight Sisters ve elbette Jeff Buckley. Biz ise yorumu dünyanın en özel seslerinden birine sahip olan ve muhalifliği hiç elden bırakmayan Robert Wyatt’dan seçtik. Onun politik konulu şarkıları toplayan albümünden geliyor...

Muse, Feeling Good CD Origin of Symmetry (2001)

En nihayet iyimser bir parça! Feeling Good ( ya da Feelin' Good) aslında bir müzikal için yazılmıştı. 1965 tarihli Anthony Newley ile Leslie Bricusse imzalı parçayı, daha sonraki yıllarda herkes bir Nina Simone klasiği olarak tanıyacaktır. Parçayı daha sonra yorumlayanlar arasında Sammy Davis Jr., Eeels, Sophie B. HawkinsThe Pussycat Dolls da bulunmakta. İngiliz üçlüsü Muse ise şaşırtıcı bir yorumla şarkıyı ikinci albümüne aldı.


Nick Cave and the Bad Seeds. Plain Gold Ring, CD Live Seeds (1993)

Edward S. Burroughs imzalı bir şarkı olan Plain Gold Ring’i Nina Simone ellili yıların bir caz şarkısı olan Kitty White’dan öğrendi. (Kitty White aslında Alice Aynanın İçinden adlı kitabın kedilerinden birinin adı ama bunun konumuzla bir ilgisi yok herhalde). Simone’nun 1957 yılına uzanan ilk kayıtlarında şarkıya rastlıyoruz. Nick Cave’in yorumu her ne kadar bir Simone parçası gibi başlıyorsa da, ilerliyen dakikalarda şarkıya kendi enerjisini ve uslübunu kattığını da görebiliyoruz. Nick Cave’in Nina Simone’u 1999 yılında Meltdown festivalinde sahneye çıkardığını da notlarımızın arasına katalım.


Antony& The Johnsons. Be My Husband MP3 (2005)

Nina Simone için otobiyografik bir şarkı. Hikayesi şöyle: Nina Simone 1961 yılında bir Harlemli polis olan Andrew Stroud ile evlenir. Tabii adamcağız hemen işi bırakır ve şarkıcının menejerliğini üstlenir. Sonradan başına bela olacak bu ilişkiden bir kızları ve bir de bu şarkı doğar. İkisinin de imzasını taşıyan Be My Husband. Simone bu parçayı eşliksiz ( akapella) biçimde yorumlar ve plağa doldurur. Jeff Buckley (adını ne çok andık değil mi) ve Tracy Chapmann daha sonraki yıllarda şarkıyı repertuarlarına katacaklardır. Biz burada ne yazık ki daha albümlere girmeyen, ama gayret ederseniz MP3’ünü bulabileceğiniz Antony yorumunu aldık. Antony, Nina Simone’nun belki de en fanatik hayranlarından. Şöyle diyor bir röportajında: “Simone benim müzikal gelişmemde başrolü oynadı. Odamda günlerce Baltimore (Simone’nun yorumladığı bir Randy Newman şarkısının adını verdiği albüm) ve Nina Simone and Piano albümünü dinlerdim. Varolduğunu bilmediğim notalara basardı ve her notayı olağanüstü bir güç ve duyguyla seslendirirdi. Yapmak istediğim her şeyi o temsil ediyordu.”


Vic Chesnutt, Fodder on her Wings CD North Star Deserter (2007)

En nihayet tamamiyle Nina Simone imzalı bir şarkı: Fodder On Her Wings. Büyük olasılıkla kendi şanssızlıklarını dile getirdiği bir şarkı aynı zamanda. 1980’lerde plağa doldurduğu bu parçada Simone piyanosuyla başbaşa. Yorumu ise çocuk felcinden dolayı tekerlekli iskemleye bağımlı yaşayan, bu nedenle yaralı ruhunu sesinde çok hissettiğimiz bir şarkıcıdan geliyor. Vic Chesnutt yeni albümünde Simone gibi tek başına gitarıyla seslendiriyor şarkıyı. Neredeyse Nina Simone’la yarışacak kadar da başarılı...


NOT: NINA SIMONE’A ÖZEL İKİ HAFTA

Önümüzdeki iki hafta Nina Simone sevenler için çok özel bir dizi etkinliği içeriyor. Yarın İstanbul Modern’e saat 14.00’de Fransız yapımı “Nina Simone. The Legend” adlı belgesel gösterilecek. 12 Kasım Pazartesi Açık Radyo’dasaat 22.00’de Cem Sorguç’un hazırladığı Ahtapotun Bahçesi adlı programda Cem’le birlikte yukardaki coverları (vakit yettiği kadar) çalmaya çalışacağız. 13 Kasım salı günü ise Babylon Lounge’da saat 18.30- 21.30 arasında “Black is the Color” başlığı altında Nina Simone ve etkilediği şarkıcılardan seçmeler çalacağım. 21-22 Kasım günleri ise Babylon’da çok özel bir konser yer alıyor. Garanti Caz günleri kapsamında sahne alacak olan genç yetenek Jhelisa, bir “Nina Simone Tribute” konseri verecek.

5 Kasım 2007 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


BOĞAZİÇİ’NDE ESKİ EĞLENCELER

Geçtiğimiz Pazartesi, İstanbul Boğazı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle olağanüstü bir gösteriye tanık oldu. Biz de bu vesileyle Boğaziçi tarihinde benzer trden eğlenceler var mı bir bakalım dedik. Aslında Boğaziçi’nin kentin bünyesine katıldığı 17. yüzyıl başından itibaren eğlence ile de tanıştığını söyleyebiliriz. Bu tarihten önce kendi içine kapalı köy topluluklarını barındıran bölge, giderek İstanbul'un önemli bir sayfiyesi durumuna gelmiştir. 17. yüzyıl yazarlarından Eremya Çelebi Kömürcüyan, “Zenginler burada eğlenirler ve lâtif denizi temaşa ederler. Sahiller ise kâmilen türlü türlü ağaçlarla donanmış bahçe halinde olup bunlar çok müsaid seyran yerleridir. Çınar, defne, servi, şarap renkli lâl ırgavanlar (erguvan), daima yeşil kalan senavber ağaçları ve hiraman servilerle dolu olan bu çemenzarlar, vadiler ve kühistan sahra'lar, gerek insanlar ve gerek koyun sürüleri ve padişah mandraları için mebzul suya maliktir. Halk ilkbahardan Kasımın sonuna kadar, bu güzelliğine doyulmaz yerlere eğlenmeye gider."

Bu bol oksijenli sayfiye havasından bir adım daha ileri attığımızda,18. yüzyıldan itibaren Osmanlı şenliklerinin yavaş yavaş buralara kaydığını görürüz. Metin And, şenliklerin temel mekanları olarak Haliç, Kağıthane, Ok Meydanı ve Boğaziçi'ni sıralar. Bunlar arasında Boğaziçi en geç kullanılmasına rağmen, giderek önemi artan bir bölge olmuştu. Donanma alayları, fişek gösterileri burada yapılmaya başlanmıştır. Sultan 2.Mahmut'un kızı Saliha Sultan'ın düğünü için 1834 yılında yapılan şenliğe tanık olan bir yabancı, "Boğaziçi'nde gece donanmasında balina biçiminde gemilerin ağzından havai fişekler uçtuğunu, gemilerin üstünde yapma atların ve onların çektiği arabaların sanki su üstünde gittiklerini sanacak biçimde ustalıkla yapılmış olduklarını, büyük bir balık biçiminde yapılmış bir tasvirin kuyruğunun parladığını, gözlerinin alevler saçıp bilinmeyen bir denetimle yüzdüğünü" anlatmaktadır.

Biraz daha ilerleyelim. Sultan Abdülaziz'in saltanat yıllarında (1860-1876) Boğaziçi eğlencelerinin yeni bir kişilik kazandığını görürüz. Yeni eğlence biçimlerinin başında Boğaziçi'ndeki mehtap geceleri gelir. Bu geceleri anlatmaya kalkarsam, yerimize sığmayacağımız aşikar. Merak edenler Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları kitabına baksınlar lütfen. Aynı dönemde Boğaziçi'nde bazı önemli günlerde yapılan donanma şenlikleri de ön plana çıkmaya başladı. Özellikle padişahın tahta geçtiği günün yıldönümlerinde (cülûs) Boğaz'ın ışıklarla süslenmiş ve büyülü gecelerini gören seyyahlar, hâtıralarında bu Türk donanmalarına büyük bir yer ayırdılar. Bu anılarda, renk renk kandillerle yalılardan deniz üstüne, havaya korulara şekiller çizildiği, beyitler yazıldığı aktarılır.

2. Abdülhamit (1876-1909) döneminde de bu tür gece donanmaları yapılmaya devam edildi. Padişahın tahta çıktığı Rumî 19 Ağustos (1 Eylül) "Donanma Günü" olarak kutlanırdı. Bu günlerde İstanbul halkı sokağa dökülür; camiler, saraylar donatılır, şenlikler yapılır, eğlenceler tertip edilirdi. Prenses Mevhibe (1887-1952), ilkgençlik günlerinde tanık olduğu donanma gecelerini şöyle anlatıyor:
"Donanma günü yaklaşırken, Kandilli'de de hazırlıklara başlanırdı. Her şeyin güzelini ve iyisini seven babam [Prens Mehmet Celâlettin] donanmanın mükemmel ve eşsiz olması için çok itina ederdi. Sarayın bahçesi, rıhtım rengarenk fenerlerle bayraklarla süslenirdi. Korunun tam ortasındaki duvara muazzam harflerle, "Padişahım çok yaşa" cümlesi yazılırdı. O vakitler elektrik olmadığı için yazı, içerisinde mum yanan cam fenerlerle aydınlatılırdı. Yazı, karşı kıyıdan kolayca okunacak kadar büyüktü. Bahçenin bir köşesinde muzıkacılara yer hazırlanırdı. Muzıka Sultan Hamidin marşıyla başlar, herkes ayağa kalkardı. Gündüz rıhtıma çatanalar, muşlar yanaşırdı. Bunlara binip Boğaz'da gezmek için can atardık. Şayet Cemile Sultan'dan müsaade gelmişse, çatanalarla biraz dolaşırdık, amma bu pek ender olan bir işti. Gece, bütün Kandilli ve Çengelköy halkı, çoluklu çocuklu bahçeye dolardı. Gelenlere dondurma ve limonata ikram edilirdi. Donanma gecelerinde havaya atılan rengarenk havai fişekleri seyretmek en büyük zevkimdi. Rumeli ve Anadolu kıyısı ışıktan pırıl pırıl parlar, bu güzelliğe doyum olmazdı."

Ama 2. Abdülhamit'in saltanatının son zamanlarında Boğaziçi eğlence yaşamı canlılığını iyice yitirdi. Ünlü mehtap alemleri, hatta sandal gezintileri bile yapılamaz olmuştu. Bu konularda sıkı güvenlik önlemleri alınıyordu. Bahriye Nezaretine kurallara uymayanlara ilişkin tezkereler yazılırdı. Örneğin, bu tezkerelerden birinde: "Saat on ikiden sonra kayık ve sandalların işlemesi memnu olduğu halde hüviyetleri meçhul bazı İslâm ve Hıristiyanların kayık ve sandallara rakiben ve leylen saat beş ve altıya kadar Büyükdere limanında gezmekte ve şuraya buraya gitmekte oldukları haber alındığından bu gibi ahvale meydan verilmemesi," bildiriliyordu.

Cumhuriyet Boğaziçi’ne, biraz da Şirketi Hayriye’nin yardımıyla büyük bir canlılık getirdi. Plajlar, gazinolar, şenlikler birbirini takip etti. Bunlar arasında Deniz Kızı Eftalya ve Safiye Ayla’nın deniz üstünde verdikleri ve etraflarını saran vapurlardan seyredilen konserleri bir dönemin efsaneleri haline gelmiştir.

Geçen Pazartesi yapılan havai fişek gösterilerine gelince. Evet güzeldi ama milyonlarca lira harcanan bu tür gösterilere tamamen karşıyım. Zaten son zamanlarda düğünlerde bile atılmaya başlanan bu havai fişek modası iyice canımı sıkıyordu. Şimdi iş resmileşti, devlet eliyle yapılıyor. Ama onca para çok daha iyi projelere harcanamaz mıydı? Kimbilir kaç okul yapılırdı o parayla? Ya da sokak çocukları için barınaklar... Bütün eski filmleri digital formata aktabilirdik herhalde harcanan parayla... Ya da kaç arkeolojik kazının tamamlanması sağlanabilirdi... Bir gecede uçup gitmesi ne kazandırdı ki bize? Gösteri kalıcı bir gösteri olsa daha iyi olmaz mı?


Resim:
1720 şenliğinde sallar üzerinde yapılan havai fişek gösterileri (Kaynak: Metin And, 40 Gün 40 Gece, İstanbul 2000)

28 Ekim 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI


SONBAHAR YAZMAK

Teorik düzeyde de olsa mevsimler sürüyor. Yaz kış birbirine karıştı farkedeceğiniz gibi. İlkbaharı zaten tamamen unuttuk. Sonbaharı ise hayal edebiliyoruz. Evet diyoruz, bunlar dökülen yapraklar, demek mevsimlerden sonbahar... İşbu yazımızda, eskiden dört başı mamur yaşanan bir mevsim olan sonbahar hakkında yaptığımız küçük bir araştırmanın sonuçlarını aktaracağız. Hani sözlüklerde yer alan şu mevsimin aslı astarı nedir diye merak edenler vardır diye düşündüm. Daldım kitapların karmaşık koridorlarına...

Sonbaharı en güzel betimlemiş yazarımız tahmin edileceği gibi Mehmet Rauf’tur. Eylül romanının baş kahramanı Suat şöyle anlatır: “Eylül!... Birkaç gün hava ne kadar güzel olsa bu kadarcık fani güzelliğe bile minnettar olmak lâzım gelen bir ay, içine birkaç günlük kış hücumundan acı düştüğü için, o güzel havaların, devamlı yazın artık nasıl geçmiş, sadece bir mazi olmuş olduğunu hissettiren bir esef ve hasret ayı... İşte artık ne bir çiçek, ne bir rayiha kalmış. Artık tahammül bile kalmamış; evvelden yağmur yağsa lâkayd kalırlardı, belki daha taravet, daha hayat gelirdi, şimdi... Şimdi ise yağmur, işte kış hepsini çürütüyor; her şey, evet her şey çürüyor. Rüzgâr insafsız, yağmur muannid, her şey çürüyor, oh, her şey çürüyor... O zaman eylül kendisine tabiatta ilk fütur ayı, faniliği ilk his ayı, ilk faydasız ve elim mücadele arzusu gibi, hayatın ne olduğunu anlayıp bihaber geçen güzel mazinin tahassürüyle ilk boynu bükülen ay gibi göründü. Ayaklarının altında çamurlanmış çürük yapraklara bakarak ‘evet, her şey çürüyor, demek biz de çürüyeceğiz’ diye düşündü.”

Boğaziçi konulu kitaplarıyla alanında erişilmez bir yere sahip olan Abdülhak Şinasi Hisar ise bize elbette Boğaziçi’nde sonbaharı anlatır. “Nihayet yazın bütün sıcakları eriyerek sonbaharın serin, rutubetli ve ayrılış acısı duymağa başlandığından içli günleri gelir. Bazan yağmurlu bazan yalnız sisli ve sanılır ki daha çok susan günler. Zaten bu sessizlik Boğaziçinin tadını veren şeylerden biri değil midir? Güya kıyılar, evler, dağlar, ağaçlar ve bütün manzaralar itikâfa varmış ve için için düşünmeğe koyulmuşlardır. Nasıl ki bir gülün önünde vücudundan kopmuş bir parçası bize onun dağıldığını gösterirse, sahilin ve yalıların önlerinde suya akseden gölgeleri de onların bu sulara dökülüşlerine ve dağılışlarına benzer. Belki her şey, sükûtla, ellerden uzak kalmış çalgı âletleri gibi, bize susmuş musikilerin seslerini hatırlatır. Boğaziçine bir iki mevsim için gelmiş olanlar dönerler. Vapurlar azalır, tenhalaşır, sessizlik koyulaşır, saatlerin ve renklerin dökülüşleri esrarlaşır.”

Refik Halit Karay ise “Sonbaharı Pek Severim” başlıklı yazısında öncelikle “lodos grupları”na dikkatimizi çeker. Bu lodos guruplarında “dünyanın en baygın ve uçucu veya en coşkun çılgın renklerini, sarmaş dolaş, altalta, üstüste, birbirlerine sokulup kucaklarında erirken, kızartır, buğulanırken, renkten renge girer, süzülüp serpilirken görebilirsiniz. Bakarsınız, göğün bir tarafına hafif dumanlı bir mürdüm eriği morluğu sürülmüştür; bu morluk gittikçe açılır, şekerci camekânlarında, elektrik ışığına tutulmuş kavanozlardaki reçeller gibi, âdeta, çekirdeklerini gösterecek kadar şeffaflaşır, ayrıca rayihalı bir şurup içinde yüzüyor hissini verir.” Yazarımız giderek sonbahar sevgisini iyice abartmaya ve herşeyde bir keramet bulmaya başlar. Kavun bu mevsimde ballanır, karpuz ise kibarlaşır der mesela. Ağaçların yapraklarını dökmelerinde ise şairlerin bulduğu hüznü ve ‘hazan’ı değil; çürümüş uzuvlarını döken ve diri bir yaşama hazırlanan bir doğayı görür. Kedilerin tüyleri parlamaya, köpekler de serinlemeye başlamışlardır. Ayrıca (belki de ona göre en önemlisi) sonbaharın oldukça kaba, dumanlı ve kendine has bir kokusu vardır: “Tavada cızırdayan palamut kokusu...” Tek başına bu yetmez mi, bir mevsimi bu denli sevmeye?

Sait Faik ise vapura Köprü’nün ortasında durarak İstanbul’un sonbaharını seyretmemizi önerir “Akşamüstü bazen köprünün ortasında durup Sultan Selim’in arkasındaki bulutlarda, kırmızı rengin oyunlarını seyrederken, bir sahra vahasında muazzam bir şehir, bir eski Bağdat, bulutlardaki deniz muharebesini seyrederdim. Tramvaylar o şehri taşır, vapurlar o bulutlar şehrinin muhariplerini götürür; biz, bu hakiki şehrin sakinleri, âdeta geçenler bile durmuş gibi olur, seyrederiz.”

Sonbaharı yazanlar arasından huzurunuza getireceğimiz son yazarımız Salâh Birsel olacak. Üstadın sonbaharın hangi ağacı ne kadar etkilediği, ayrıca bu ağacın İstanbul’un hangi köşesinde seyredileceği gibi inanılmaz ayrıntılarla dolu “Sonbahar Oyunları” adlı yazısını okuduktan sonra, botanik konusunda ne denli cahil olduğumuzu anlıyor, dehşete düşüyoruz. Bir iki satır alıntı: ‘”At kestaneleri nasıl sararıp solacaklarını pek bilmezler.” Çınarlar,”bütün yeşilliklerini soyunsalar da, insanlar onlar için ‘yapraklarını döktü’ diyemez.” Dişbudaklar “sonbahar şenliklerinden en son ayrılanlar”dır. “Sonbahara kundak sokanlar gerçekte ateşdikenleridir.” “Ben bu aylarda kırmızı kozalaklı tohumlar üreten manolyalara da pek değer gösteririm. Ağaçların çoğunun benzi atarken onlar pırıl pırıl yapraklarıyla takım kurarlar.”

İyisi mi, biz de Salâh Bey gibi yapalım, yazımızı Can Yücel’in bir şiiriyle noktalayalım. Sonbaharı eskilerin izinden giderek, sokak aralarında arayalım, yaşamın kendini yenileyişine tanık olalım. Şöyle yazmış Can Yücel:
Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar
Mevsim dönüp de yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgar
Çıplaklığında o atın yine onlar koşacaklar
O çocuklar
O yapraklar
O şarabi eşkiyalar
Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var?

21 Ekim 2007 Pazar

PAZAR YAZILARI



SÜREYYA OPERASI AÇILIYOR!

Bu cumartesi Kadıköy’de Süreyya Operası açılıyor. Yıllarca Süreyya Sineması adıyla hizmet veren yapı, Kadıköy Belediyesi tarafından Dârüşşafaka’dan kiralanıp restore edildi. Binanın adı Kadıköy'ün tarihinde önemli bir yeri olan Süreyya (İlmen) Paşa’dan gelmekte. Süreyya Paşa 1900 yılında Viyana'da seyrettiği operalardan çok etkilenip böyle bir salonu İstanbul’da da açmak sevdasına tutulmuştu. Bu hevesini 1923 yılına kadar gerçekleştiremez. O yıl başlayan inşaat üç yıl sürer. Süreyya'nın fuayesini Paris'in Şanzelize (Champs Elysee) tiyatrosundan örnek alarak yaptırır. İç bölümlerde ise Alman tiyatrolarını model alır. Yapının cephesi ve içi heykellerle süslenir. Paşa, parter tavanının ortasına bir daire içinde 'Tiyatro mektebi edebidir, musikî ruhun gıdasıdır" ve dört köşesine de "Geliniz, görünüz, anlayınız, ibret alınız" diye yazdırtır. Sonunda 6 Mart 1927 tarihinde açılış yapılır. İki kısımlık bir komedi filmi gösterildikten sonra, davetliler balo salonuna çıkarlar. Bu sırada sinemanın girişinde Ertuğrul Bahriye Mızıkası çeşitli havalar çalar. Balo salonunda ise davetlilere limonata ve pasta ikram edilir, ama dansa kalkan olmaz.

Bina açılmasına açılmıştır ama, sahnesi yoktur. Bu nedenle sinema olarak kullanılır. Paşanın kurdurduğu Süreyya Opereti bu nedenle temsillerini Hale Sineması’nda verir. Arada seyrek de olsa bazı gösteriler için Süreyya Sineması’nın kullanıldığını da görürüz. 1931 Ağustos’unda "Muhlis Sabahattin'in 20. Sanat Yıldönümü” şerefine “Fevkalâde Müsamere” düzenlenir meselâ... Ardından operet topluluğunun primadonnası (Gülriz Sururi’nin annesi) Suzan Lütfullah çok genç yaşta beklenmedik biçimde ölür. Süreyya Sineması’nda 29 Şubat 1932 tarihinde onun anısına bir “Suzan Gecesi” düzenlenir. Bugün Süreyya Sinemasının giriş holünde solda yer alan bu büst işte o gece sağlanan gelirle yaptırılmıştır.

Kısa bir süre sonra Süreyya Opereti yeniden toparlanır. Bu kez ekipte primadonna olarak Semiha Berksoy yer almaktadır. Grubun başında ise Lütfullah Sururi vardır. Müzik yönetmeni Karlo Kapoçelli’dir. Provalar sinemanın balo salonunda yapılır. Topluluğun bazı gösterileri Süreyya Sineması’nda sahnelenir, ama salon hala tiyatro için elverişli değildir. Salon sinema olarak kullanılmaya devam edilir.

Süreyya Paşa 1950 yılında, Süreyya Sineması’nı geliri ölünceye kadar kendisine ait olmak üzere Dârüşşafaka Cemiyeti’ne bırakır. Sinema, Süreyya İlmen’in ölümüne kadar Lale Film’in sahibi Cemil Filmer tarafından işletilir. Filmer anılarında bu konuda şunları söyler: “[1965 yılında] Paşa ölünce hanımı dava ederek, kızım işletecek diyerek kontratımı yenilemedi. İş durumu çok iyi idi, mahkeme uzadı, mal sahibi istediği için meseleyi uzatmadık ve kendilerine terketmek mecburiyetinde kaldık.” Bu tarihten sonra sinemayı önce Süreyya İlmen’in kızı, onun da ölümünden sonra torunu işletir.

Uzun yıllar balolar ve düğünlere ev sahipliği yapan balo salonu ise 1959 yılından başlayarak beş yıl boyunca İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun Kadıköy Sahnesi olarak kullanılır. Daha sonraki yıllarda burası bir konfeksiyon firmasına kiralanır, bütünüyle tahrip edilerek dikiş atölyesi haline getirilir. Bir zamanlar yazlık sinema olan yerde ise otopark inşa edilir. Geçen yıllar boyunca sinema eskir, bakım yapılamadığından eski güzelliğini kaybeder.

Kadıköy Belediyesi’nin basın bülteninde bundan sonraki gelişmeler şöyle anlatılıyor: “Geçtiğimiz yıl, Murat Katoğlu ve mimar Ersen Gürsel'in önerisiyle Süreyya Sineması'nın yeniden kültür sanat hayatına kazandırılması projesini benimseyen Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, binayı Darüşşafaka Cemiyeti'nden 49 yıllığına kiralayarak restorasyan talimatı verdi. 2006 yılına kadar sinema olarak kullanılan bina, bir yıl süren titiz bir çalışma sonunda Süreyya Paşa'nın amacına, ideallerine ve hatırasına uygun biçimde Opera Binası olarak adeta yeniden şantiyeye dönüştürüldü. Önce mekanik ve statik konular ele alındı. Deprem ve yangına karşı takviye ve önlemler gerçekleştirildi. Opera temsilleri için gerekli olan Süreyya İlmen Paşa'nın da dile getirdiği mekanlar düzenlendi, orkestra çukuru genişletildi. Sahne donanımı, aydınlatma, ışık sistemi ve ses düzeni yapıldı. Bütün dekoratif unsurlar elden geçirildi, temizlendi. Tavan freskleri, duvarlardaki pano resimler uzmanlar tarafından titizlikle ve usulünce onarıldı. Yapının cephesinde ve sahne portal çerçevesinde yer alan heykeltraş İhsan Özsoy'a ait kabartma heykeller olduğu gibi korunarak yenilendi. Koltuklar, halılar ve avizeler özel olarak yapıldı. Bina mimar Cafer Bozkurt tarafından hazırlanan röleve ve restorasyon projesine göre onarılıp yenilendi. Binanın mevcut olan bütün yapısal unsurları korunmuş, sağlıklaştırmayla yetinilmiştir. Tahrip olmuş dekoratif parçalar, tesbit edilen örneklerine göre tamamlanmıştır. İç ve dış cepheler aynen korunmuş, Süreyya Paşa'nın yaptıramadığını belirttiği sahne sanatları icrasi için zorunlu bölümler olan kulis, sanatçı odaları, teknik odalar asli yapıyı bozmadan zemin altına yerleştirilmiştir. Yapıda bulunmayan havalandırma sistemi de eski esere zarar vermeden kurulmuştur.” Basın bülteninde nedense sahne ve iç mimarinin restorasyonunu üstlenen Metin Deniz’in adı yer almıyor.

Süreyya Operası 27 Ekim tarihinde açılıyor. Haftanın üç günü İstanbul Devlet Opera ve Balesi burada temsiller verecek. Belediyenin halkla ilişkiler bölümünden öğrendiğime göre, salon adının çağrıştırdığı gibi sadece opera ve klasik müzik gösterileri için kullanılmayacak. Diğer sanatlara da açık olacak. Bunun sadece sözde kalmamasını dileyerek, bu hayırlı girişiminden dolayı Kadıköy Belediyesi’ni kutluyor, Süreyya Operası’na merhaba diyoruz...

19 Ekim 2007 Cuma

MÜZİK



GELECEK DAHA YAZILMADI

Joe Strummer’ı nasıl ve ne kadar tanırsınız?
a) Bir dönemin ünlü punk topluluğu Clash’ın lideri ve solistiydi.
b) Politik olarak hep solda oldu ve bunu yaşamının ekseni haline getirdi.
c) Babasının diplomat olarak görev yaptığı sırada Ankara’da doğdu (Roll dergisi bunu bütün röportajlarında soru haline getirdiği için ezberlemiş bile olabilirsiniz.)
d) Clash dağıldıktan sonra çok uzun süre sessiz kaldı ve yaşamının son yıllarında Mescaleros topluluğuyla birlikte iki albüm daha doldurdu.

Bütün bunlar doğru elbette. Ama bunların ötesinde Strummer’ı yeteri kadar tanıyor muyuz acaba? Bu soruya olumlu cevap veremiyorsak, karşımıza yeni bir fırsatı değerlendirme şansı çıktı. Film Ekimi programında yer alan Julien Temple’ın Joe Strummer’ı konu edinen yeni belgeseli “Future is Unwritten / Gelecek Daha Yazılmadı” tüm meraklarımızı giderecek nitelikte bir film...

Clash topluluğunun rock tarihine kazandırdıkları ayan beyan ortada elbete. Ama Joe Strummer’ın bu tarih içinde özel bir var. Onu diğer punk ikonlarından ayıran temel özellik, ikon olmaktan özenle kaçınmasıydı. Türkiye’de Strummer’ın tanınmasında büyük katkıları olan Roll dergisinin editörü Derya Bengi, onu “doğrucu Davut” olarak adlandırır. Gerçekten de Clash’ın zirvede olduğu bir noktada, “artık yapacak bir şeyimiz yok “diye köşesine çekilen Strummer her zaman samimi ve doğru bir karakter olarak karşımıza çıktı. Kendisiyle yapılan söyleşileri okuduğunuzda, gerek Clash dönemine bakışında, gerekse dünya üzerinde yer alışında, inanılmaz bir tevazu ile karşılaşırız. Bono “Clash’tan sonra rock’n’Roll artık sadece gösteri sanatı olarak kalamaz” dediğinde haklıdır. Ama Strummer bu dönemi anlatırken, aslında olayların içinde gerçek bir figür olarak yer alamadıklarını da itiraf eder.

Joe Strummer 2002 yılında beklenmedik şekilde ölünce, müzik dünyası içinde, belki de hiç istemediği ölçüde, gerçek bir efsane olarak yerini aldı. Clash ve Joe Strummer’ın mirası yeni nesiller tarafından daha fazla tanınmaya başladı. Müzik dergilerinde özel bölümler ve albümlerin yeni basımları bu efsaneyi besledi. “London Calling” albümü 25. yıldönümünde daha önce basılmayan kayıtlar ve DVD ekiyle yeniden yayınlandı. Geçen yıl Clash’ın tüm single’larının yeni bir kutu halinde bir araya getirilmesi hayranlarını sevindirdi. Ama yönetmen Julien Temple’ın Joe Strummer’ı anlattığı belgesel, tüm bu çabaların ötesinde bir değer taşıyor...

Julien Temple punk akımının tarihini belgesellerle yazmaya çalışan bir yönetmen... İlk filmi “Number One” ve ardından gelen “The Great Rock’n’Roll Swindle” başta Sex Pistols olmak üzere punk hareketinin kökenlerini araştırıyordu. Kariyeri rock belgeselleri ve video klipleriyle dolu olan Temple’ın ilk konulu filmi Mickey Rourke ve Tupac Shakur’un rol aldıkları 1996 tarihli “Bullet” oldu. 2000 yılında yine bir Sex Pistols belgeseli olan “The Filth and The Fury”i çekti (ki bunu bir yıl sonra İstanbul Film Festivali’nde izledik). Ardından ünlü rock festivali “Glastonbury”i konu edinen bir belgesel geldi ( o da bu yılın İF programında yer almıştı).

Julien Temple’ın yeni gösterime giren “Future is Unwritten/ Gelecek Daha Yazılmadı” adlı iki saatlik filmi, Strummer’ın mirasına karşı tam bir saygı duruşu niteliğinde. Kahramanını yüceltmeden, ama kişiliğini de eksiksiz biçimde vermeye çalışarak önemli bir görev üstleniyor. Bunu sadece niyette de bırakmıyor. Doğru bir müzik belgeseli nasıl yapılır konulu bir ders adeta. Strummer’ın çocukluğuna ilişkin filmler dahil olmak üzere, tüm yaşamının hareketli görüntüleri titizlikle elden geçirilmiş; müzik yaşamındaki ortaklıkları, arkadaşları ve onun müziğinden etkilenen ünlü, ünsüz bir çok tanıkla görüşmeler yapılmış (Bono, Johnny Depp, Steve Buscemi, John Cusack, Martin Scorsese ve Matt Dillon gibi). Strummer’ın çizimlerinden hareket ederek, animasyonlar üretilmiş. Söyleşiler, yönetmenin Londra ve New York’ta hazırladığı ve Strummer’ın ütopik bir takıntısı olan “kamp ateşleri” etrafında yapılmış.

Bu ayın Roll dergisinde yer alan söyleşide yönetmen Julien Temple, Joe Strummer’ı şöyle anlatır: “”Yaktığı kamp ateşleri hippi tarafıyla punk tarafını buluşturma, o ikisinden bir bileşim yaratma biçimiydi. Kişiliğinin bu iki veçhesini reddetmezdi. Joe Strummer olmayı severdi. Joe Strummer olmaktan gurur duyardı. Ve insanlar üzerinde sihirli bir etkisi olduğunu bilirdi. Fakat öğreten adamlık taslamazdı, ahkâm kesmezdi. Tek başına bir şey yapamayacağını biliyordu. Başkalarına ihtiyacı vardı, birlikte şarkı yazabileceği insanlara.”

Joe Strummer’dan öğreneceğimiz çok şey var... Ona tanımak dünya üzerinde yalnızlığımızı azaltıyor. Geleceğe olan inancımızı güçlendiriyor. Unutmayalım ki, gelecek daha yazılmadı.