23 Mart 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


2 NUMARALI PARK
Şimdilerde “Kongre Vadisi” kod ismiyle anılan bölgede yoğun yıkım çalışmaları başladı. İş makineleri ortalığı talan ediyor. Bu hafriyattan nasibini alacaklar arasında Şehir Tiyatrosu Harbiye Sahnesi’nin olacağı kesin. Bina Mayıs’da boşaltılıp yıkılacak. Açıkhava Tiyatrosu’nun başında da garip yeller esiyor. Ne olacağı halen meçhul... Bu bölgenin tarihi neymiş, araştıralım, bir bakalım dedik...

Aslında bölgenin esas adı “2 Numaralı Park”. Henri Prost 1937 yılında İstanbul nâzım planınını yaparken, Dolmabahçe Gazhanesi’nin (şimdi yerinde İnönü Stadı var) arkasındaki geniş vadiyi, şehrin büyük parkı haline getirmeyi amaçlamıştı. Bir ucu Taksim’e, diğer ucu da Maçka’ya uzanan bu bölgede bostanlar, bahçeler, ahırlar, küçük bir çiftlik, bir de Belvü Gazinosu vardı. Belediye, Prost’un planı çerçevesinde burada istimlaklar yapmaya başladı. Önce Taksim’deki Taşkışla yıkıldı. Bunun yerine İnönü Gezgisi (bugün Taksim Gezi Parkı dediğimiz yer) yapıldı.
Bunun ucunda yer alan derme çatma gazino yıkılarak yerine Taksim Belediye Gazinosu (şimdi yerinde Ceylan Intercontinental oteli var) inşa edildi. 2 numaralı parkın diğer ucunda yer alacak olan Harbiye Çocuk Bahçesi de aynı yıllarda hizmete açıldı. Arada kalan bölge öncelikle ağaçlandırıldı. 1946-47 yılları arasında 25.000 kadar ağaç dikildi. Bölge İzmir’deki Kültürpark benzeri bir “umumî gezinti ve istirahat sahası” olarak görülüyordu. Şehrin akciğerleri olacaktı...

Spor ve Sergi Sarayı burada inşa edildi

2 numaralı parkın bu planda öngürülen ilk yapısı Açıkhava Tiyatrosu oldu. 1946 yılında yapımına başlanan tilatro, bir yıl içinde bitirildi ve işletmeye açıldı. Buranın tarihini gelecek hafta anlatacağımız için burada ayrıntılı olarak ele almayacağız. Tiyatroya ve Harbiye’ye giden yolların yapımı için Elmadağ’da bulunan Surp Agop Ermeni Mezarlığı kamulaştırıldı. Ardından Spor ve Sergi Sarayı (bugün yerinde Lütfi Kırdar Sergi Salonu var) yapıldı. Yapı 1949 yılında Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası ile açıldı. Aynı yılın sonuna doğru Sergi Sarayı ve çevresinde, İstanbul’un bir anlamda ilk büyük fuarı olan “İstanbul Sergisi” açıldı. Dört yıl boyunca her yıl açılan İstanbul Sergileri bölge içinde bir çok pavyonun yapılmasına yol açtı. Bu pavyonlar geçici olarak inşa ediliyordu. Sadece biri daha sonraki yıllarda depo olarak kullanılmaya devam edildi. Sümerbank Pavyonunun nasıl depoya, oradan da Şehir Tiyatrosu Harbiye Sahnesi’ne dönüştüğünü sanırım daha önce anlatmıştım. İstanbul Sergisi sırasında “2 numaralı park” şehrin gezi ve eğlence bölgesine dönüşüyordu. Serginin bir ucu Taksim Gazinosu’na, diğer ucu ise Maçka’ya dayanıyordu. İçinde kafeler, lokantalar, Lunapark ve çeşitli eğlence mekanları yer alıyordu.

İlk yara: Hilton Oteli

2 numaralı parkın aldığı ilk büyük yara Hilton Oteli’nin inşası oldu. Otelin yer aldığı bölge park olarak gözüküyordu ve bu sorun özel bir kanun çıkarılarak 1951 yılında çözüldü. Böylece Taksim Gezisi ile İstanbul Sergisi’nin yapıldığı alan, tam ortasından ikiye ayrılmış oldu. Ortada elbette Hilton Oteli tüm genişliğiyle yer alıyordu. Prost’un planı artık tarihe gömülmüştü.

Öte yandan 2 numaralı parkın Harbiye’ye doğru uzanan üst bölgesi de yapılarla dolmaya başlamıştı. Önce Gezi Apartmanları yapıldı. Ardından 1948’de İstanbul Radyoevi inşaatı tamamlandı. Onun tam karşısında yer alan Sipahiocağı tesisleri de yıllar içinde yıkılarak yerine Orduevi yapıldı. Yakın yıllarda bölgenin yapılaşması büyük bir hızla devam etti. Spor Sergi Sarayı altı üstü sağı solu derken iyice büyüdü (bu da yetmedi ki, şimdi onu en büyük haline getirmek için yeniden çevresini kazıyorlar). Cemal Reşit Rey Salonu yapıldı. Yanına İtfaiye tesisleri eklendi. Hilton ufak ufak yayılmaya başladı. Convention Center filan derken, bölge yapı nüfusu katlanarak arttı. Tabii bütün bu yapıların birer de otoparkı olacaktı. Yerler yine kazıldı, kat kat dibe inildi.

Bir zamanlar İstanbul şehrinin nefes alma bölgesi olarak düşünülmüş olan 2 numaralı parktan geriye pek bir şey kalmadı anlayacağınız gibi... Şimdi merak ediyorum, bu katliam nereye kadar gidecek? Sürekli inşaatlar yapılarak, bırakın nefes almayı, buradan yürüyerek geçmemizi bile imkansız bir hale mi getirecekler? Şehir Tiyatrosu binasının yerine ne yapılacak? “Müze olacak” diye boşaltılması amaçlanan Radyoevi, Allah aşkına ne müzesi olacak, neden olacak? Açıkhava Tiyatrosu’na ne yapmayı amaçlıyorlar? Sırada Hilton’un bulunduğu arsa mı var? Sorular bitmiyor görüldüğü gibi. Çünkü ne yapılacağı tartışılarak, açıklanarak, ikna edilerek yapılmıyor. Sonuç: Şehir ağır ağır kendini yok ediyor... Biz de bu şehrin insanları olduğumuza göre, belli ki halimiz harap!

Foto: 1949 yılında Spor Sergi Sarayı önüne Kadıköy meydanından getirilen bir boğa heykeli konmuştu. Sonraki yıllarda boğa eski yerine avdet etti.

17 Mart 2008 Pazartesi

KİNG KONG İSTANBULDA 4


Evet yine bir King Kong partisi. Evet yine Misket'te. Evet yine işin başında Gökhan ve Can birlikte. Elbette yine bir acayip müzikler çalacaklar.
Ellerindeki albümlere bir bakalım? İlk gözümüze çarpanlar arasında Screaming Jay Hawkins, Brigitte Bardot, The Dresden Dolls, Mungo Jerry, Grace Jones, Sex Mob, Marilyn Monreo, Devo, Jimmy Castor Bunch, Jane Birkin, Pizzicato Five, Boney-M, Tiger Lillies, Eartha Kitt, Bonzo Dog Doo Dah Band, Yma Sumac, Tomita, April Stevens, Messer Chups, Clara Rockmore, Dario Moreno, Martin Denny, Klaus Nomi, , Sophia Loren, Chuck E. Weiss, Natacha Atlas, Big Bad Voodoo Daddy, Yello, Amanda Lear, Falco, Brian Setzer Orchestra, Kultur Shock ve daha adını bile bilmediğimiz nicesi...
Garip, saçma, komik, erotik... Bir garip şarkılar işte.
Dans için de göbek havaları, eski twistler, labaluba funklar, skalar filan emre amade...

Gelin, görün, ibret alın!

21 Mart Cuma saat 20.15'den itibaren
Misket Şarabevi ( Beşiktaş Balıkpazarı'ndaki kartalın kuyruğu istikametinde sağdan 2. sokak)
Tel. 212. 2275923

PAZAR YAZILARI


BİR GÜZEL İNSAN DAHA GİTTİ
Bahsettiğim güzel insan Nedim Otyam. Türk sinemasının ilk özgün müzik yazarı. O da göçtü gitti bu dünyadan. Bir türkü gibi, uzun hava gibi yaşadı. Size onu bir nebze tanıtmaya çalışacağım...

Nedim Otyam’ın babası 1887 doğumlu Vasıf İbrahim Bey, 1913 yılında İngilizlerle yapılan “Kanal Harekatı” savaşı nedeniyle Yemen’e atanır. Burada ikinci eşi Naciye Hanım’la evlenir. Savaşın son günlerinde İngilizlere esir düşer. Bu yılları Nedim Otyam’ın kardeşi Fikret Otyam şöyle anlatır: “ Esir zabit Vasıf İbrahim de Batı müziğiyle esarette tanışmış, yadırgamış önce bu çok sesli müziği, sevmemiş, ama zamanla dinleye dinleye sonunda onsuz edemez olmuşlar. İnönü de anlatırdı Batı müziğini Yemen’de tanıdığını ve İnönü ölene dek dinleyicisi olmuştur Batı müziğinin. Ama bizimki bırakmaz büyüyüp geliştiği müziği niceleri gibi, ne de olsa Osmlanlıdır yine de, vazgeçemez Hafız Burhan’dan, Hafız Saadettin, Hafız Feryadî Hasan’dan, Hafız Ahmet’den, Tanburî Cemil Bey’den ve benzerlerinden.”

Nedim Otyam’ın müzikle tanışıklığı işte bu babaevi yıllarına kadar uzanır. Babası Vasıf İbrahim artık Konya Aksaray’ın tek eczacısıdır. Evde tahmin edileceği gibi müzik dolu bir ortam vardır. Saz üstadları gelir çalarlar. Kasabanın tek gramofonu onların evindedir. Hem Yanık Ali’nin türküleriyle, hem de Lizst’in Macar Rapsodisi’yle büyür Nedim. Okulda Musiki Muallim’den gelme bir müzik hocasından ders alır. Ardından Aksaray Bandosu’nun kurucularına katılır. Kendisine saz olarak trompet kalmıştır, bağrına basar. Müzik onun yaşamı olmuştur artık...

Ortaokuldan sonra Ankara’ya gidip Musiki Muallim Mektebi’ne yazılır. Burada hocalık yapan Emin Türk Eliçin ve Sabahattin Ali ile tanışır. Ruhi Su yakın arkadaşıdır o yıllarda. Hafta sonları Ankara Radyosu’nda Ayşe Abla’nın (Neriman Hızır) yönettiği Çocuk Saati’nin müziklerini yapmaya başlar. Çocuk korosunun Nedim ağabeyi olmuştur. Koro do korodur ama. Yıldız Kenter, Azra Gün, Erdoğan Çaplı, Semih Sergen gibi isimler vardır bu çocuklar arasında. Hedefler giderek büyür. Nedim Otyam, Riyaseti Cumhur Orkestrasında (şimdi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) dördüncü trompet olarak çalışmaya başlar. Fraklar dikilir, rugan pabuçlar giyilir. Çalmak yetmez bestelemeye başlar. Aksaray’dan kulağında kalanları döker önce notalara : “Ramazan Davulu” ilk eserinin adıdır. Ardından askere gider. Geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle İstanbul’a göçmek zorunda kalır. Arkadaşı Faruk Yener sayesinde radyoda bir saat hazırlamaya başlar: “Yurdun Her Köşesinden Deyişler ve Söyleyişler”. Programda Orhan Veli’den şiirler okunmakta, türkülerin hikayelerini anlatılmaktadır.

Bir tesadüf sonucu film müziği yapması için teklif alır. İlk filmi “Dudaktan Kalbe”nin müziği için bin lira verilmiştir. İyi para! Yapımevi yeni çekilmiş “İstanbul’un Fethi“ filminin de müziğini yapmasını ister ondan. Bakar ki bu iş mesleği olmaktadır, daha ciddiye almalıyım diye düşünür. Filmleri izleyerek paralel bir biçimde müziklerini yazmaya başlar. 40-45 kişilik bir orkestra kullanarak herkesi şaşırtır. Ama Türk sineması da ilk kez böyle bir özgün müzikçi ile tanışmış olur... Yıllarca sürer bu uğraş, Altın Portakal’larla ödüllendirilir...

Sinema iyice kanına girmiştir. Müzik yetmez, yönetmenliğe atılır. İlk filmi Atlas Film için çektiği “Yurda Dönüş”tür. Türkü kliplerinden oluşan bir yapısı vardır bu filmin. Ardından Aşık Veysel üzerine bir film çekmeye niyetlenir. Türküleri tek tek inceler; senaryosu için kardeşi Fikret Otyam’la ve Bedri Rahmi’yle konuşup çalışmaya başlar. Ama araya yapımcılık hevesi de girince, Aşık Veysel filmi başkasına yar olur. Yine kardeşi Fikret’in bir hikayesini, “Toprak”ı filme alır. Aksaray üzerine bir belgesel tadında diye hatırlanır bu film..

Aynı yıllarda edebiyatçı tayfasıyla içli dışlı olur haliylen. Ama özellikle Orhan Veli’yle... Aslında arkadaşlıkları Ankara yıllarına kadar uzanır. Lambo’da çok kafa çekmişlerdir birlikte. Ölümü erken gelir Orhan’ın. Giderek sinemanın bonolu, dedikodulu dünyasından sıkılır. Herşeyi bırakıp Marmara Ereğlisi’nde meyhanecilğe başlar. Ama ne çare ki arkadaşı Yılmaz Güney peşini bırakmaz. Zorla götürüp “Seyyit Han”ın müziğini yaptırır Otyam’a. Bundan sonrası yine film müzikleri, yine ödüller. Uzun hocalık yılları. Konservatuarlar, senfonik çalışmalar... Dedim ya güzel bir insandı... Onu hatırladıkça nedense hep sevdiğim türküler geliyor aklıma.

KUTU:

Nazım Hikmet’in Türkiye’deki son gecesi

Nedim Otyam anlatıyor: “Yıl 1951, İpek Film’le çalışıyorum. “Lale Devri” Şair Nedim dönemini anlatıyor. Aynı anda “Barbaros Hayrettin Paşa” filmi de çekiliyor, içiçe... Birini Vedat Ar çekiyor, diğerini Baha Gelenbevi.
Hapisten yeni çıkan Nazım Hikmet de İpekçiler’le çalışıyor. İhsan Bey, “Bir ricam olacak, süpervizörlüğü Nazım bey yapıyor, onunla ne istiyor diye bir konuşur musunuz,” dedi. Ben de stüdyodayım. Nazım Hikmet film çekiminden çıktı. “Efendim,” dedim, “İhsan bey sizinle görüşmemi istedi, ben Nedim Otyam,” dedim. “Oooo” dedi, elime sarıldı, “Filmlerinizi izledim, hepsi bir harika,” dedi. Nazım Hikmet, “Senaryoyu size verdiler mi,” diye sordu. “Verdiler, çekimleri boyuna izliyorum, çıkan pasajları sahne sahne görüyorum, tümü bağlandıktan sonra tamamını izleyeceğim.” “Bakın” dedi, “ben kelimelerin ustasıyım, siz notaların ustasısınız, ben size şunu yapın diyemem”. Sonra ekledi, “Siz ne yaptınız daha evvelki filmlerde?”. “Film ne isterse onu yaptım” dedim. “O zaman burada da onu yapın,” dedi, “Siz yolu bulmuşsunuz, ne rejisöre ne de patrona çalışıyorsunuz, siz filme çalışıyorsunuz,”. Ben hemen bir odaya yatağımı koymuşum. Dedim ya film çekilirken izler, kendimi konsantre ederim. İpek Film’de yatıp kalkıyorum. Atlas Film’de de öyle yapardım, aşağıda odam vardı, yatağım vardı, çekimleri izlerdim, bir de piyanom vardı. Senaryoyu okurum, çekimleri seyrederim, montaja girerim, sonra filmi defalarca izlerim, müzik senaryosunu yazarım. Ertesi gün Nazım Hikmet’le aramızda bir dostluk peydah oldu, beraber çay içmeye başladık, bana gelip “neler oluyor, nasılsın dostum” diye sorardı. Bir akşam, beraber yemek yedik. “Burada nasıl yemek yiyorsunuz” diye sordu. “Valla, adamlar gidiyorlar, sandviç yaptırıyorlar, güzel balık yumurtası koyduruyorlar, yağ koyduruyorlar, bir de yanında süt getiriyorlar, nefis oluyor,” dedim. “Hadi, biz de yiyelim” dedi. İri iri kırmızı havyarlar, yağ sürülmüş olaraktan, büyük sandviç ekmeklerinde, Nişantaşı’ndan un fabrikasının olduğu yerden geldi. Nazım bey şöyle bir içlerini açtı, baktı. “Türkiye ben görmeyeli çok gelişmiş, bu çok lüks değil mi?” dedi. “Yoo, herkes yiyor bunu” dedim. “İşçi de bunu mu yiyor” dedi, “desene Türkiye’nin işçisi havyar yemeye başlamış”. Ama bunu öyle bir söyledi ki, “bok yemeye başlamış,” der gibi. Gülmeye başladık Sabaha kadar oturduk. O gün gelmedi. Ertesi gün gazetelerden Nazım’ın gittiğini okuduk. Meğer her gün imzaya gidermiş, o gün gitmemiş, yurtdışına kaçmış. Yani gittiği gün sabaha kadar bir aradaydık.”

11 Mart 2008 Salı

PAZAR YAZILARI


PEK HOŞ ELACAİP MÜZİK
Hazır Açık Radyo destek kampanyası var, bu radyonun tarihinden bir hatıra da bizden... Radyoda her tür müzik vardı, buna bir tür de biz katalım dedik. “Pek Hoş Elacaip Müzik” bendenizin uydurduğu bir etiket. İngilizcede “Incredibly Strange Music” diyorlar. Garip, saçma, ilginç, yani biraz acaip bir müzikten söz ediyoruz.


Hikayenin başlangıcı bundan on yıl öncesine kadar uzanıyor. Deniz Pınar arkadaşımız (Detone Deniz namıyla maruf), Atlas Pasajı’ndaki dükkanında o zamanlar çoğumuzun bilmediği müzikleri pazarlamakla meşguldü. Bir gün ilginç bir kitabın fotokopisini gösterdi bana: Incredibly Strange Music yazıyordu üstünde. Müzik tarihinde hoşluklarıyla değil, hadi boşluklarıyla demiyelim ama aykırılıklarıyla yer bulan işleri anlatan bir kitaptı bu. Garip enstümanlarla yapılmış parçalar, ünlü şarkılara deli işi yorumlar, seksi-komik-saçma yani bir acayip müziklerden söz ediyordu. Deniz konuyu ilginç bulduğumu görünce zulasından plaklar çıkarmaya başladı. Garip enstrümanlarla doldurulmuş eski film müzikleri, kimsenin hatırlamadığı çocuk şarkıcılar, moogla icra edilmiş Beatles parçaları filan... Ben de kendi repertuarımdan bu kaleme girecek neler vardır diye düşünmeye başladım hemen: Screaming Jay Hawkins’in “ıkınma”lı parçaları, korku filimlerinden vampir efektli bölümler, hatta eski taş plaklardan kahkahayla icra edilmiş şarkılar. Biz iyice sardık bu işe...

Derken bunu bir radyo programı yapsak de mı saklasak, yoksa ne yapsak diye düşünmeye başladım. Böylece Deniz ve bendenizin, Açık Radyo’da “King Kong” adlı programımı doğmuş oldu. Niye King Kong diyenlere, sünetçinin vitrin fıkrasını anlatıyorduk. Hani, adam saat koyuyormuş da, anlamayanlara ne koyacaktık ki diye cevap veriyormuş. Hemen bir basın bülteni yapıp, meseleyi açıklamaya çalıştık:

Tarif zor bir program!

“King Kong
Adı üstünde, tarifi zor bir program. Ele avuca gelmez. Tür tanımaz. Sınır tanımaz. Zaman tanımaz. Öte yandan, kendine uygun bulduğu "her şey"i tanır ve benimser. Midesi geniş, gönlü ferah, neşesi yerindedir.

Ukalâlığı elden bırakmaz (Bir örnek: Ukâla arapça akıllılar anlamına gelir aslında). Araştırıcıdır. Hınzırdır. Keşfetmeyi sever. Sürpriz yapmaya bayılır. Tarihe meraklıdır. Ama bugün yapılmaktadır. Hem de canlı canlı...

King-Kong, işte bu anlatmakta zorluk çektiği "bir nev'i radyo programı"nı yaparken, zengin bir arşive dayanır. Ama bunu paylaşmayı sever. Dünyanın ve Türkiye'nin çeşit çeşit seslerini, müziklerini eteğine doldurmuş, sevgili dinleyicilerine bila ücret dağıtmaktadır.

Her hafta, çağdaş kent yaşamının bel ağrılarımızı giderek arttırdığını düşünerek bir "göbek dansı" çalmadan edemez. Birbirinden güzel hediyeler dağıttığı bir de "haftanın bilmecesi" vardır dağarında. "Bedava reklam kuşağı"nda 30 yıl kadar önceden gelen reklam şarkıları çalar. Reklamı yapılan mal artık yokmuş piyasada, ne gam... Sinema köşesinde ise mutlaka bir fettanlık yapacaktır, aman kaçırmayın... "Tarihte bu hafta" bölümünde belki unuttuğumuz, ama bu yüzden çok şey kaybettiğimiz sürprizlerle karşınıza çıkacaktır.

Bunlar işin aperatifleri... Ana menüde "baba konular" var. Saysak kitap olur. Bir iki örnekle yetinmek zorundayız burada. Gerisini tahmin etmesi size kalmış. Ya da her hafta Perşembe geceyarısını iple çekeceksiniz...

Sayalım: Çocuk şarkıcılar, çocuk sesler/ Stereonun keşfi/ Plak komikleri/ Mancini nasıl yorumlanır?/ Alaturkacıların alafrangadan adaptasyonları / Strip-tease müzikleri/ Türk sörfü / İtalyan B-Movie soundtrackleri/ Türkçe twist/ Moog yaşamımıza neler kattı?/ Yma Sumac'ın inanılmaz sesi/ Marc Aryan Türkiye müzik yaşamına nasıl pazarlandı?/ İnsanoğlu aya ayak basınca neler oldu? (tabii müzik dünyasında)/ Sevgili annem için söylüyorum/ En seksi şarkılar/ Müzikte çöl ve masal temaları/ Dehşetin müziği/ Askerlik kokan şarkılar/ Kıbrıs Çıkartmasınn plakları/ Alo telefon.../ Politik temalar: Çoban Sülü, Ak Günler.../ Futbol dolu şarkılar... Ve daha neler neler....”

Gel sana koleksiyonumu göstereyim!

Bu iddialı programı götürmek hiç de kolay olmadı. Bir kere bizim koleksiyonumuz yeterli değildi. Özellikle de, bu acayip müziklerin Türkçe benzerlerini bulmak gibi bir derdimiz vardı. Ben eskici eskici dolaşmaya başladım. Bize yardım edenler oldu Ercan İmre, Anabala Pasajı’ndan Volkan, Gökhan Aya, Naim Dilmener ve şimdi adını hatırlıyamayacağım bir sürü koleksiyoncu. Zaten bu işin özü koleksiyonculuktu. Zamanın yok ettiği, değersiz diye çöpe atılmış plaklardı malzememiz.

“King Kong” radyo programımıza zaman zaman ilginç konuklar da katıldı. Murat Ertel çocukluğuna hükmeden, Adnan Varveren’den Aşık Mahzuni’ye uzanan 45’liklerini sırtlanıp geldi. Ayla Algan Koca Öküz’den “ “Çaka çaka Zühtü”ye şarkıcılık serüvenini anlattı. Naim Dilmener Fecri Ebcioğlu’nun sunduğu şarkılardan söz etti. Alper Maral “theremine” adlı dünyanın ilk elektronik enstrümanını tanıttı bize. İnsanoğlunun aya ayak basışının yıldönümünde, Açık Radyo’da “Aya Seyahat” adlı bir program yapan Orhan Cem Çetin’i çağırdık. Final şarkımız elbette ki Şemsi Yastıman’ın “Uzaylılar Hoş Geldiniz”iydi... Murat Meriç Arkadaş Radyo’da bir zamanlar yaptığı “Çıtır Çıtır” adlı eski 45’likler programı dönemini hatırladı bizimle birlikte.

Programın adından dolayı, hiç aklımda yokken King Kong figürünün de peşine düştük tabii. Filmleri seyrettik, afişlerini bulduk, soundtracleri eşe dosta ısmarladık (daha Amazon’la tanışmıyorduk). Hatta programı geniş kitlelere (!) duyurabilmek için ilk King Kong filminin afişini araklayıp üzerine montajla kendi bilgilerimizi girip arkadaş matbaalarında bastırdık. Kahve kafe dağıttık. Ardından bir de parti yaptık Eski Yeşil’de. Açık Radyo partilerı kapsamında ama King Kong repertuarında. Dans ettirmek için twistler, funklar filan da ekledik playliste.

Program iyiydi de zordu. Habire malzeme bulmak için dükkan dükkan, kapı kapı dolaşıyordum. Hediyeler vermek için plak şirketlerine yüzümü kızartıyordum. Konuklar için ayrı bir mesai harcıyordum. Deniz hem işinden, hem de tabiatından dolayı pek yük kaldıramıyordu. Dinleyicilerimiz memnundu, gece yarısı filan demeyip bizi arıyor, programa katılıyorlardı.

King Kong is back please...

Program bitince üzülenleri çok oldu. Mektup bile yazdılar. Hadi utanmayıp birini koyalım:
“Sevgili Gökhan Akçura ve Deniz Pınar,
Yaşım 34. Radyonun altın çağına olmasa da güzel günlerine yetişmiş biriyim. Orhan Boran'dan Yuki'yi, Zeki Müren'den ‘gözünüz yolda kulağınız bende olsun sevgili şoför kardeşlerim’i, Halit Kıvanç'tan maç nakillerini, radyo tiyatrolarını çocukluğumun en güzel anıları arasında saklarım. 60'lı yılların sonlarına ve 70'li yıllara denk gelen çocukluğumu bir şekilde yeniden yakalamak için bit pazarlarını sahafları dolaşır, plak vb. toplar, bol bol Türk filmi seyrederim (Deniz Bey'le de dükkanında iki tek atmışlığım vardır). Açık Radyo dinlerim, başka radyolara yüz vermem. Bana radyonun radyo olduğu zamanları hatırlatır. Tarifi zor bir radyodur. Tarifi en zor programı da King Kong'dur. King Kong, her hafta bir saat boyunca beni çocukluğuma, gençliğime, kimi zaman yaşadığım, kimi zaman az farkla kaçırdığım, kimi zaman yanına bile yaklaşamadığım günlere, sadece geçmişe değil bazen de geleceğe götürür, daha doğrusu hiç karşılık beklemeden ve sakınmadan o günleri bana armağan eder. ‘Bitmedi…Yanında bir de Şöyle kırılmayan tarak!’ misali dinleyenlerine CD, kitap, poster vb. dağıtır; onlardan da kazanır, sevinir, saklarım. Programları bazen kaydeder, eşe dosta dinletirim. Mesela Öztürk Serengil programının kaseti bizim evde en çok dinlenen kasettir. Hasılı, King Kong programını, çok ama çok severim. Hazırlayanların, yayınlayanların elleri dert görmesin.
Geçtiğimiz Perşembe programı bitirdiniz. Tekrar yayınlanıp yayınlanmayacağı da belli değil dediniz. Gökhan Bey, Deniz Bey, sizin programınızın dinleyicilerinin kalpleri hassas olur, böyle yükleri kolay kaldıramazlar. Tamam yoruldunuz, dinlenmek hakkınızdır, tatil yapınız ama ne olur programımızı da bizden almayınız. Poyrazlı denizde bir şamriyel bulup sarılmışız, bizi alaşağı etmeyiniz. Lütfen Ömer beye de söyleyiniz, ‘King Kong is back’ durumu olmazsa ona da küseriz. Bizim küsmelerimizin ve üzülmelerimizin tarifi zordur.
En yakın zamanda tekrar görüşmek üzere selamlar, sevgiler.
Cem Pekman “

Radyo programı bitti ama, benim merakım bitmemişti. Bu merakımın ürünlerinin bir bölümü daha sonra Aya Seyahat adlı kitabımda yazıya döküldü. Yazı tamam da, evin yarısını dolduran plaklar ve CD’ler ne olacaktı? Koleksiyona başlanmıştı bir kere, durmak olmazdı. Screaming Jay Hawkins’in kıyıda köşede kalmış başka hangi albümü vardı? Theremine’le senfonik parçaları çalan müzisyenler de plak doldurmuş muydu? En ince ve en kalın sesli şarkıcılar kimlerdi? Eh artık internet çağında ulaşamayacağınız yer de olmadığını düşünürseniz, ifrat tam gaz başını almış gidiyordu. Ne olacaktı tüm bu kayıtlar, ne işe yarayacaktı...

King Kong İstanbulda!

Hikayenin bu noktasında, bizim Baba Zula tayfasının Beşiktaş’ta açtıkları Misket adlı bir şarapevi devreye girdi. 5-6 ay kadar önceydi galiba. Bizim artık pop üstadı statüsünde geçmiş Murat Meriç kardeşimiz burada müzikli geceler yapmaya başlamıştı. Adını da Türk-İş Funk koymuştu. Artık facebook çağında olduğumuzda orada şöyle tanıtıyordu bu geceleri: “Türkçe funk, psychedelic rock ve eğlenceli pop şarkılarının çalınacağı partimiz her zaman olduğu gibi saat 20.15'te Yonca Evcimik’in 8.15 Vapuru’yla başlayacak. Neler mi var? Buyrun: 1960'lı yılların başında yapılmış psychedelic rock denemeleri; '70'li yıllarda dışa açılma sevdasıyla ecnebice plaklar yapmış yerliler ve '60'larda bize Türkçeyi öğreten ecnebiler; ‘90’ların gubidik şarkıları; Ümit Besen'in "I Love You"sundan "Sincan sound"a, “Ben Sizin Babanızım”dan Hakkı Bulut'a memleket topraklarında yetişmiş cevherler; ciddi ciddi yapılmış ama biçimsiz kaçmış şarkılar; Mustafa Özkent gibi kadri kıymeti bilinmemiş sanatçıların kayıtları ve elbette günümüzün "funky" durumları: BaBaZula, Gevende, İhtiyaç Molası, Nekropsi, Dinar Bandosu, Dolapdere Big Gang ve hatta Selim Sesler! Hatta belki Hepsi, mutlaka Göksel, illa ki Aylin Aslım. Şöyle de denebilir: 32 kısım tekmili birden tam gaz eğlence vaat eden programımız, saz, caz, alaturka, alafranga, rock, Arabik havalar ve Yunan ezgilerini ve o anda aklımıza gelen (çiftetelliden tavernaya) başka şeyleri bir arada dinleyebileceğiniz, eski 45liklerden yeni CDlere bütün zamanların en eğlenceli şarkılarını, unutulmayan Yeşilçam filmleri ve melodilerini, demode pop şarkılarını, tangoları, kantoları, aranjmanları, beraber ve solo şarkıları, türküler ve oyun havalarını ve unuttuğunuz nice güzel hatta zaman zaman kötü şarkıları duyabileceğiniz bir curcunadır...”

Anlaşılacağı gibi Murat Meriç kardeşimiz, bizim yıllar önce Açık Radyo’da yaptığımız programın Türkçe plaklar kutusunu ele geçirmişti. Gittik dinledik, memnuniyetimizi bildirdik. Misketçiler sen de gelip çalsana diye buyurunca, evde atıl duran CD raflarını hatırladık. King Kong kanımıza girmişti bir kere. Murat Türkçe yapıyorsa, biz da yavurcasını yapamaz mıyız, dedik. Bilgi Üniversitesi’nde tanıştığım bir “Incredibly Strange Music” fanatiğini (Can Sungu) yanımıza aldık. Gecenin adını da “King Kong İstanbul’da” koyduk oldu bitti.

King Kong İstanbul’da gecemiz için afiş gerekince, yıllar once radyo partisi dolayısiyle Tunç Örer’in (kendisi acayip bir illüstratördür) çizdiği Bogaz Köprüsüne sarılmış King Kong resmini hatırladık. Rauf Kösemen kardeşimiz ajansıyla işe el koydu, güzel bir afiş hazırladık. Playlistimizi yaptık ve tanıtıma başladık:

“Nasıl yani? Ne zaman geldi bu koca goril İstanbul’a?
Efendim film olarak ilk gelişinden, Adalet Cimcoz’un seslendirme hatıralarından filan bahsetmiyoruz burada, dikkat isterim...
Meselenin kökenleri eski bir Açık Radyo programına uzanır. (burada tekrar etmeyelim, yukarda anlatmıştık zaten, atlayarak devam edelim) (...) Incrediibly Strange Music karşılığı, serbest bir çeviriyle “pekhoş elacaip müzik” dedik alt başlığında... Yerli elacaipleri Murat Meriç çalıyor zaten. Farklı sulara yelken açalım dedik. Peki neler çalacağız? Mesela; Screaming Jay Hawkins, Brigitte Bardot, The Dresden Dolls, Mungo Jerry, Grace Jones, Sex Mob, Marilyn Monreo, Devo, Jimmy Castor Bunch, Jane Birkin, Pizzicato Five, Boney-M, Tiger Lillies, Eartha Kitt, Bonzo Dog Doo Dah Band, Yma Sumac, Tomita, April Stevens, Messer Chups, Clara Rockmore, Dario Moreno, Martin Denny, Klaus Nomi, , Sophia Loren, Chuck E. Weiss, Natacha Atlas, Big Bad Voodoo Daddy, Yello, Amanda Lear, Falco, Brian Setzer Orchestra, Kultur Shock ve sırası gelince sahneye çıkacak daha nicesi...
Garip, saçma, komik, erotik... Dans sekanslarımızda oryantal şala la la, rakın roll ve twist, eski moda fank filan da olacak...” diye devam ediyor işte...

İşte böyle, şu aralar dördüncüsünü tedavüle koyduğumuz King Kong İstanbul’da (21 Mart Cuma günü, gelmeyi unutmayın!), on yıl önce başladığımız bir elacaip merakın son meyvesi... Onuncu yılında hatırlamak istedik, rahatsızlık verdiysek affola!.

2 Mart 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


ÖYLESİNE BİR AYAK YAZISI

Kadınlar Günü yaklaşırken, kadınların çoğu için önemli bir sorun olan, “ayak” konusuna değinmek istedik. Aslında sorun onların değil, erkeklerin galiba. Erkekler niçin kadınların ille de küçük zarif ayaklara sahip olmasını isterler dersiniz? Acaba bu tutkunun kökeni eski masallara kadar mı uzanmakta?Öylesine bir ayak yazısı işte…


Nedir bu kadınların ayaklarından çektiği? Çocukluğumda İnsanlar Alemi diye bir kitapta mı görmüştüm ne… Çinli kadınların ayaklarını küçük olsun diye özel ayakkabılarda bir sıkıştırıyorlardı ki sormayın. Küçücük bir garabet haline geliyordu. Yaşım ilerledikçe kadınların ayaklarına yaptıkları işkencelerin sayısının hayli fazla olduğunu anladım. O topuk denilen uzun çubukların üzerinde nasıl durduklarını hiç kavrayamadım mesela… Bütün bunların ötesinde yazları uluortameydana çıktığı için, ayakların güzel de olması gerekiyor. Bu da az çaba gerektirmiyor elbette!

Bu ayak meselesi geçtiğimiz aylarda, üstad-ı azam Hakkı Devrim’in sütunlarında yeniden dikkatimi çekmişti. Ama bu kez karşı cepheden. Erkeklerin kadın ayakları konusundaki derin hassasiyetleri ilgi çekicidir. Hemen hepsi zarif, güzel, minik ayaklar ister. Ama kolay mı öyle ayak sahibi olmak! Bu yüzden Hakkı Devrim üstadımız gazetelerin arka sayfalarında ona “ayak parmaklarını göstermeye meraklı çıplak kadınlardan” hiç hazzetmez. (Aslında Ertuğrul Özkök’ün ayak parmakları için aynı tepkiyi göstermişti, ama bunu şimdilik bir kenara koyalım.)

Kül kedisinin ayakları

Kadın ayaklarının -elbette güzel oldukları sürece- erkekler için taşıdığı özel anlam, Mehmet Ergüven’in Pusudaki Ten kitabındaki “Ayakkabı” yazısında saklı. Ama biz de kısaca söz edelim. Meselenin kökenleri bildiğimiz Külkedisi ya da Cinderalla masalına kadar uzanmakta. Hikayeyi bilirsiniz, Prens, balodaki güzel kızı yeniden bulmak için, düşürdüğü iskarpinin (bir versiyonda billur terlikler olarak geçer) uyacağı bir ayağın peşine düşer. Bu minik ve güzel bir ayaktır elbette. İşte bu öyküden itibaren ayakları kadınların başına bela olmuştur.

Acıklı konuların yazarı Kemalettin Tuğcu bile, Dişi Kuş / Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz? adlı kitabında “Kocanıza çıplak ayağınızı göstermeyiniz!” uyarısında bulunur. Şaşkınlığınızı buradan bile görebiliyorum. Kocama bile mi, diye soruyorsunuz. Evet ona bile. Nedenlerini Tuğcu’nun kitabından aynen aktarıyorum:

“Kocanıza çıplak ayağınızı göstermeyiniz!
Çıplak bir bacak belki güzeldir. Fakat çıplak bir ayak asla. Kadın ayağına, o güzelliği veren bir çorap ve şık bir ayakkabıdır.
Arkadaşlarımızdan birisinin bir ayağından ayakkabısını ve çorabını çıkartınız. Giyimli ayağı ile çıplağını mukayese ediniz. Çok büyük bir güzellik farkı bulacaksınız.
Dar ayakkaplar, parmakları birbirlerine yapıştırmıştır. Cildi iyi teneffüs etmeyen ayak sarımsı bir renk almıştır. Baş parmağın mafsalı dışarı doğru çıkmıştır. Serçe parmakta veya topukta nasır vardır. Bir kadın ayağı, nihayet altı aylık bir çocuk ayağı gibi güzel değildir. Küçük olabilir, beyaz olabilir, topuğu pembe olabilir. Fakat ne olsa giyimli bulunduğu güzelliği gösteremez.
Kadın ayağı için bunları söylerken, her şeyde olduğu gibi, vasatı gözönünde tuttuğumuzu unutmamalıdır. Sizin fevkalade güzel bir ayağınız varmış, bu umumi bir hükme mani olabilir mi?
Eskiler, çıplak ayağın erkekler üzerindeki antipatik etkisini iyi bildikleri için, ilk gecede gelini çorapla yatırırlardı.
Ayağın, bütün bacakla birlikte, güzel bir çorap ve ökçeli iskarpin veya terlikle arzettiği güzel manzarayı ve kazandığı sevgiyi, onun bütün çıplaklığı ve kusurlarile birlikte erkeğe göstererek kaybettirmemek lazımdır.”

Ayaktan ayaktopuna hızlı geçiş

Kadınların ayaklarının güzel kalması için bunca çaba gösteren erkek milleti, elbette bu ayakların ayaktopu yani futbol oynayarak bozulmasını da istemezdi. Hemen her konuda mutlaka bir sözü olan mümtaz şahsiyet Lokman Hekim ( namı diğer Doktor Hafız Cemal), kendi adıyla çıkardığı Lokman Hekim adlı dergisinde (No. 47, 29 Haziran 1943) önemli bir konuya parmak basıyor:
“Ben kızlarımızın umumiyetle ‘fubol’ oynamalarına taraftar değilim!
İngiltere ve Amerika’nın bazı yerlerinde futbolun pabuçları dama atılmıştır. Çünkü futbol bazı vücutları çok yoruyor. Aşırı (ifrat) derecede oynanırsa kalbi bozuyor, yüreği büyütüyor. Çeşit çeşit kazalara, kırıklara, çıkıklara ve sakatlıklara sebep oluyor. (...) Futbol oynayan kızlarımız ayaklarını her topa vurdukça döl yataklarına kan hücum eduyor. Yumurtalıklarda kan toplanmak ihtimali çoktur. Bu spora merak edenler aybaşlarını daha çabuk görürler ve daha fazla kan zayi ederek kansız düşerler. Hiç unutmamalıyız ki, adetini erken gören kızlar aybaşından da erken kesilirler. (…) Vaktinden evvel adetten kesilen kadınlara dünya zindan olur. Çeşit çeşit sebeplerle 28- 30 yaşlarında adetlerini hiç görmeyen ne kadar kızlar, kadınlar görüyorum ki fena halde meyus ve mahzundurlar. Çok şiddetle sinir buhranları geçirmiş oluyorlar. Bu cihetle kızlarımıza ‘futbol’ sporunu tavsiye etmem.”

Lokman Hekim’imiz kızlarımıza futbol yanısıra voleybol, boks, güreş, binicilik ve hatta bisiklet sporunu da uygun bulmamaktadır. Aşırıya gitmemek kaydiyle jimnastik, tenis, kısa mesafe koşusu, kürek ve yüzme sporlarını yapabilirler. Lokman Hekim yazısının devamında esas olarak kadınların sert sporlar yapmamalarını öğütler ve bu düşüncesini güçlendirmek için bin dereden su getirir. İdmanlı olmak istiyorlarsa ev işleri ne güne durmaktadır:
“Kızlarımız ev işlerinde de idmanlı olmalıdırlar. Hanelerimizde bayanlarımızı alakadar eden öyle ehemmiyetli işler vardır ki en sıhhî spor yerine geçmektedir. Bunları saymaya lüzum görmem.” Yazısının sonunda birden hatırlar ve ekler: “İtiraf etmeliyim ki ben spor mütehassısı değilim. Hekimce düşünerek yazdım. Bu hususta en salâhiyetli ve iktidarlı söz söylemek hakkı üstadı azam Selim Sırrı beye atittir.”

Bakın kadın ayağı filan derken konu nerelere geldi. Halbuki masum bir konu diyerek, ayak ayak üstüne atarak yazıya başlamıştım. Neyse, unutmadan gelecek hafta gündemimizde olan 8 Mart Kadınlar Gününü kutlayalım. Ayaklarla ne alakası var ama aklıma geldi işte...


KUTU

Kemalettin Tuğcu Dişi Kuş – Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz? adlı kitabında bu zor sanatın ipuçları aktarıyor. Kocanızı elde tutmanın yollarını sadece başlıklarıyla aktarıyorum:
1. Kocanızın hulyalarını bilerek, ona göre bir hattı hareket tayin etmelisiniz.
2. Kocanıza karşı büsbütün açılıp saçılmayınız.
3. Geceliklerinizi başka renk ve biçimde yapınız.
4. Temiz olunuz.
5. Kocanızın karşısında kılıksız bulunarak sokağa çıkarken süslenmeyiniz.
6. Kocanıza çıplak ayağınızı göstermeyiniz.
7. Temaruz etmeyiniz. (Yani kendinizi hastaymış gibi gösterip mızmızlnmayın demek istiyor.)
8. Kocanızın ıstırabile alâkadar olunuz.
9. Kocanıza itimat ediniz.
10. Gözyaşları kadının en büyük silahıdır. Fakat bu silahı çok ve sık kullanmak onun artık hiçbir işe yaramamasına sebebiyet verir.
11. Ona kendisini daima beklediğinizi ihsas ediniz.
12. Kocanızın yemeklerine dikkat ediniz.
13. İstekleriniz için münasip zamanlar seçiniz.
14. Kocanızı sayınız ve tebrik ediniz.
15. Kocanıza mahrem işlerinizden bahsetmeyiniz.
16. Herkesin yanında, onun lehinde sözler söyleyiniz.
17. Kocanızın fikirlerini benimseyiniz.
18. Kocanızla aranızda geçen her şeyi arkadaşlarına söylemeyiniz.
19. Kocanızın anasının hatırını sayınız.
20. Kocanızın yanında başka erkekleri methetmeyiniz.
21. İhanetini kocanızın yüzüne vurmayınız.
22. Kocanızı kadın ihtiyacı içinde bırakmayınız.
23. Çocuğunuzu kocanıza tercih etmeyiniz.
24. Çocuğunu terbiye etmesine itiraz etmeyiniz.

( Kemalettin Tuğcu, Dişi Kuş. Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz, İstanbul 1942 ( 2. B.)

1 Mart 2008 Cumartesi

MÜZİK YAZILARI



MARIANNE FAITHFULL'UN YEDİ HALİ

Babylon’da bu haftanın ilk üç günü (Pazartesi, salı, çarşamba) Mavi Jeans’in sponsorluğunda Marianne Faithfull sahne alıyor. Altmışlardan günümüze gelen, değerinden bir şey kaybetmeyen bir efsanenin yedi hali.


1. FOLK/POPSTAR

Yıl 1964, Marianne daha 17’sinde. Soylu bir aileden geliyor. Bir partide Rolling Stones’un meneceri Andrew Oldham’ın dikkatini çekiyor. Teklif: Şarkı söyleyebilirse plak da dolduracaktır. Kayıt stüdyosunda Mick Jagger ve Keith Richards da var. Seçilen parçayı söylemeyi beceremeyince, Stones’un yeni bestelerinden “As Tears Go By” deneniyor (yani parça Marianne için yazılmış değil). Andrew on üzerinden altı puan verse de, plak doldurulmuştur bir kez... Listelerde 9 numaraya kadar yükseliş. Ardından Bob Dylan’ın “Blowin’ In The Wind”i gelir. Turneye çıkar, Amerika’ya kadar gider. Basın bülteninden bir alıntı: “Utangaç, arzulu, kendine has bir kimsesiz çocuk güzelliğine sahip bir genç kız...”

Tavsiye edilen şarkı: “Go Away From My World”. (Kocası John Dunbar’dan ayrılıp Mick Jagger’in sevgilisi oluşuna tarihleniyor.)

2. GROUPIE

1967 yılında Jagger ve Richards’ın ortak evinde yaşarken uyuşturucuyla yakalanırlar. Allen Ginsberg’le sıkı bir arkadaşlığın başlangıcı. İlk kez oyuncu oluyor: Londra Royal Court Theatre'de Çehov'un "Üç Kızkardeş"inde İrina. Plak doldurmaya boş veriyor. Alain Delon'la "Girl On A Motorcycle" filminde oynuyor. Altıncı Stones olarak turne turne dolaşıyor. Jagger’dan bir çocuk düşürüyor. Mick’in “Ned Kelly” filmi çekimleri için gittiği Avustralya’da eroin doz aşımı. Peşinden hastaneye ve magazine düşüş elbette... Mick Jagger onun için “Wild Horses’u” yazıyor. O da Stones’u puanlıyor: Brian Jones aşk yaparken beceriksizdi. Keith’le geçirdiğim gece hayatımın en iyi gecesiydi. Mick ise sevgilimdi ama şarkı yazmak onun için daha önemliydi. Tiyatroda kendine yakışan rolü buluyor: Ophelia.

Tavsiye edilen şarkı: “Sister Morphine”. (Sözler Marianne’nin, müzik Jagger-Richards).

3. CANKİ

Mick Jagger Bianca ile evlenince, Marianne kendini iyice uyuşturucuya vuruyor. Zaten Burroughs’un “The Naked Lunch”ını okuduğundan beri sıkı müptela olma yolunda adımlar atmıştır. Eroinle halvet oluyor. Artık sokaklar mekanıdır, tek bir giysisi vardır, onu yıkarken havluya sarınıp bekler. Sevdiği insanlardan uzaktır. Kirli ve tehlikelidir. 1971’de menejeri onu bulur, zorlayarak bir albüm yaptırır: “Rich Kid Blues”. Kapaktaki resimde aynen Mick Jagger’a benzemektedir. Ama aslında ön dişleri yoktur, ağzını açmadıkça görünmez. Rolling Stones albümünde yer alan “Sister Morphine”den gelen telif, zor günlerinde ona destek olur. Uyuşturucudan kurtulmak için çok çabalar. Ama her seferinde yeniden dibe düşer. Yıllar sonra yeniden bir şarkı yazar. ”. Ölümünü bizzat yaşadığı bir bağımlı arkadaşını anlatır “Lady Madeleine”de. Yeni kocalar ve yeni müziklerle tanışır. Punkın kapısını aralar. “Broken English” yeniden doğuşu olur.

Tavsiye edilen şarkı: “Why D’Ya Do It” (Tüm öfkesini nasıl satırlara döktüğünü görmek için).

4. BRECHTYEN

1985’den uyuşturuculardan temizlenir. Ama bir bağımlıyla yaşamaya devam eder. Sevgilisi Howard Tose’un intiharı onu çok etkiler. Tom Waits imzalı “Strange Weather” bu dönemden izler taşır. Brecht-Weill’la ilişkisi aslında çocukluğuna kadar uzanır. “Mahagonny”nin bir taş plağını dinlediğini bile hatırlıyor mesela. İlk kez Hall Willner’in 1985 yılında çıkardığı Lost In The Stars albümünde “The Ballad of Soldier’s Wife” adlı şarkıyı seslendirir. 1990’da Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sında Jenny rolüne çıkar. Arada Badalamenti ile flört eder: “A Secret Life” albümü bunun kanıtıdır. Ardından bir kabare sanatçısı gibi sahneye çıktığı dönem gelir. Brecht-Weill şarkılarının ağırlıklı olduğu “20th Century Blues” albümü ona yeni hayranlar kazandırır. Giderek Brecht/Weill tutkusunu ifrata kadar götürür. “7 Ölümcül Günah”ı bile plağa doldurur. Bu dönemde klasik müzik ve caz dinlemektedir.

Tavsiye edilen şarkı: “Alabama Song”. (Mahagonny kentinde gerçekten yaşadı mı acaba Marianne?)

5. ROCKER

Aslında her dem rocker değil midir? Rolling Stones’la başlayan bir maceradan başka ne beklenebilir ki? Bob Dylan’la, Jim Morrison’la, Jimi Hendrix’le dolup taşan anılardan belli değil midir işin aslı astarı? O değil midir daha 79’da “Working Class Hero”yu plağa okuyan? Ama bu kez “rocker”lığı cümle alemin onayından geçmiş, omuz verilmiş, birlikte çalışılmış olarak albümlere yansıyacaktır. 1999’da yayınlanan “Vagabond Ways” albümünde Roger Waters, Daniel Lanois, Elton John, Leonard Cohen ve elbette onun en zor dönemlerinde yanında olmuş gitaristi Barry Reynolds’un imzaları vardır. Roll bu dönemde Faithfull’la bir telefon konuşması yapıp kalbimizi hoplatmıştır. 2002 yılında çıkan “Kissin’ Time” albümünün imzaları daha da müthiştir: Blur’un Damon Albarn’ı, Beck, Êtienne Daho, Dave Stewart ve elbette Pulp’dan Jarvis Cocker. Sevgili Marianne, ardından İstanbul Caz Festivaline gelip Açık Hava’da bir konser vermiştir ki hiç mi hiç unutulmaz! Yayınlanan son albümü “Before The Poison” bu dönemine nokta koyar. Bu kez yanında P.J. Harvey, Nick Cave, (yine) Damon Albarn ve John Brion vardır.

Tavsiye edilen şarkı: “Crazy Love” ( Bir zamanlar “o da kim” diye sorduğu Nick Cave bu kez ona şarkı yazıyor).

6. IRINA PALM

Sinema oyunculuğu Marianne Faithfull’un eski mesleği. Ama hep kıyısında durduğu bir deniz bu. Hatırlayalım, “Motorsikletli Kız” filmi 1968’de çekilmişti. Godard’ın iki filminde küçük rollerde de olsa yer almıştı. Tony Richardson’un Hamlet’inde Ophelia’ydı. “Ghost Story” canki döneminde başrolünü kaptığı bir filmdi. 1993’den sonra daha düszenli olarak sinema oyunculuğunu sürdürdü. Rol aldığı ona yakın filmde büyük roller peşinde değildi. Ama geçen yıl birden başrolünü üstlendiği “Irina Palm” ona beklemediği (beklemiyor muydu acaba) bir başarı sağladı. Torununu kurtarmak adına bir seks klübünde çalışmak zorunda kalan kadın rolüyle üstüste ödüller aldı. Ama filmdeki hanım hanımcık, torun sahibi hali onu rocker olarak hatırlamak isteyenleri epeyi (hadi yumuşatarak söyleyelim) şaşırttı. Aslında daha 1993 yılında anneanne olmuştu. İtiraf etmek gerekir ki o da hepimiz gibi yaşlanıyordu.

Tavsiye edilen şarkı: “No Child of Mine” ( Yeni nesillere tecrübe kokan öğütler).

7. MASUMİYET VE TECRÜBE

En karanlık döneminde bile masumiyetini kaybetmedi Marianne Faithfull. Bir süredir küçük bir toplulukla dolaşıyor ve konserler veriyor. “Songs of the Innocence and Experience” adını taşıyan bu konsept doğrultusunda albüm çalışmalarına da başladı. Albüm yaza doğru çıkacak. Prodüktörü Hal Willner. Marianne Babylon randevusu için İspanya’dan kalkıp İstanbul’a gelecek. Bize kırk yılın tecrübesiyle masumiyetini anlatan şarkılar söyleyecek.

Son söz: Benim Marianne’ım hangisi diye sorarsanız, her haliyle kabülümdür derim. Tavsiye edilen şarkı elbette daha yazılmamış olandır. Belki onu da Babylon sahnesinde dinleriz.

24 Şubat 2008 Pazar

DİNLETİ/ SÖYLEŞİ


Pazartesi Söyleşileri 1
KADIKÖY’DE BİR SÜREYYA

Kadıköy’de aslında bir çok Süreyya var. Ama hepsinin arkasında Süreyya Paşa saklı...
Bizim ele alacağımız, önce opera diye başlayıp sonra sinemaya dönüşen bir yapı: Süreyya Sineması. Orada oynasın diye kurulan bir topluluk Süreyya Opereti. Operetin emprezaryosu Muhlis Sabahattin. Onun operetleri Asaletmeap, Mon Bey, Ayşe, Çaresaz... Ve yapılan restorasyon çalışmasıyla yeniden eski görkemine kavuşan bir sahne: Süreyya Operası.

Eski plaklar, anılar, fotoğraflar eşliğinde.

Metin Deniz, Gökhan Akçura, Cemal Ünlü

3 Mart Pazartesi, Saat 19.00
Maya Sanat
Halep İşhanı, Beyoğlu (Beyoğlu Sineması’nın üstü)
Tel: 212.2527452