6 Nisan 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


MARIE BELL BANA BAKIYOR
İstanbul Sinema Festivali’ne her yıl ünlü konuklar katılıyor. Bu yılın sürpriz konuğu bildiğiniz gibi Claudia Cardinale. Bundan 70-80 yıl önce, İstanbul’da gösterilen filminin galasına gelen bir başka aktrist, bana zorla hikayesini anlattırdı. Bakalım sizin de ilginizi çekecek mi?

Geçen hafta Aslıhan Pasajı’nda Barış Kitabevi’ni uğradım. Kırk yıllık sahaf arkadaşım Halil’in tam yanındaki rafta Marie Bell bana bakıyordu. Bakışlarımın kilitlendiğini gören Halil, fotoğrafı alıp önüme koyarken “imzalı” dedi. Resim Stephanie Coretti’ye 1930 yılında imzalanmıştı. Fotoğrafın altında “Stüdyo Jül Kanzler, İstanbul” adresi bulunmaktaydı.
Halil insaflı davrandı, makul bir fiyata Marie Bell fotoğrafını aldım.

Bir sesli film galası

Marie Bell’le ilk tanışmam, seksenli yılların sonunda Aile Boyu Sinema kitabını yazdığım günlere rastlar. İpekçiler’in görkemli döneminin son tanıklarından İnci İpekçi, anılarını anlatırken 1930 yılında henüz üç dört yaşında katıldığı bir sesli film galasını hatırlamıştı. Babası o yıllarda Elhamra Sineması’nın müdürüydü ve sinemada oynayan Aşk Geceleri filminin galasına katılan ünlü aktrist Marie Bell’e küçük İnci sahneye çıkarak çiçek vermişti. Bu olayın önünü arkasını araştırırken Marie Bell’le de tanışmış oldum. 1900 doğumlu olan aktrist, esas olarak tiyatro oyuncusuydu. Zaten özellikle galaya değil, tiyatrosunun yaptığı turne dolayisiyle İstanbul’daydı. İlk temsillerini Ankara’da vermişler, Mustafa Kemal’in huzurunda oynamışlardı. Topluluğun rejisörü o zamanlar genç bir yetenek olan Charles Boyer’di. İstanbul’da temsillerini verirken, Marie Bell de Elhamra’da oynayan filmin galasına katılmıştı. Bir dönemin ünlü Beyoğlu kuaförü Aristokli Angelidis’le konuşurken, gala öncesi saçını onun dükkanında yaptırdığını da öğrenmiştim.

Marie Bell bir dönemin ünlü emprezaryosu Hügo Arditi’nin yaşamını araştırken de karşıma çıktı. Botter Apartmanında oturan Rafel Püller, emprezaryonun damadı idi. Evinin duvarları, Arditi’nin çok uzun yıllar işlettiği Fransız Tiyatrosu’nun (bugün Ferhan Şensoy’un oynadığı Ses Tiyatrosu yani) sahnesine çıkan sanatçıların çerçeveli resimleriyle kaplıydı. 1930 yılında Marie Bell Topluluğu temsillerini elbette Fransız Tiyatrosu’sunda vermişlerdi.

Hacı Bekir’in çapkınlıkları

Bu dönemin gazetelerini karıştırırken, temsiller sırasında ilginç olayların yaşandığına da tanık oldum. Örneğin, 13 Mayıs 1930 tarihli bir gazetede, şair Hüseyin Suat Yalçın ile ünlü şekerci Ali Muhiddin Hacı Bekir'in Marie Bell yüzünden döğüşüp mahkemelik olduğu yazıyordu. Zaten aktristin Haydarpaşa’da Ankara Postası’ndan indiği an çekilmiş fotoğrafının arka planında da Hacı Bekir’i görebiliyordum. Hacı Bekir’in çapkınlık tarihini daha yazmayı düşünmediğim için işin ayrıntılarına girmedim.

Marie Bell’in İstanbul’a bu ilk gelişi sırasında tek röportajı Fikret Adil yapmıştı. Kendisi o sıralarda Vakit gazetesinin haftasonu ekinin editörüdür. Bell, tiyatroyu sinemaya niçin tercih ettiğini şöyle anlatmış: “Tiyatroda insan seyircilerle vasıtasız olarak, doğrudan doğruya temastadır. Halbuki perdede öyle mi? Muayyen iki üç cümleyi ancak söyleyebilirsiniz. Sahnede ise insan konuşur, seyircideki tesiri bizzat görerek ondan yeni bir kuvvet alır...Sonra, perdede insanın hayali görünür, sahnede ise kendisi...Sahnede kendinizden istediğiniz kadarını verebilirsiniz.”

Sonraki yıllarda Fikret Adil’in gazete yazılarını elden geçirince, üstadın Marie Bell’le daha sonraki gelişlerinde de ilgilendiğini anlayacaktım.
Fikret Adil’in yazılarından öğrendiğim kadariyle Marie Bell 1940’da memleketimize Comédie Française ile bir daha geliyor ve klasiklerden Ardromaque’ı oynuyor. Bu sefer sanatçı Londra’dan başlayarak, Moskova, Leningrad ve Sofya’da devam eden bir turne sonu İstanbul’a gelmiştir, buradan Ankara’ya gidecek, turneyi Budapeşte’ye, oradan Amerika’ya götürecektir.

Saray Sineması’nda verilen temsiller

Marie Bell’in adı geçen yıl Saray Sineması’nın tarihini araştırırken bir kez daha karşıma çıktı. Yine bir Fikret Adil yazısında. 1962 yılındaki bu son gelişinde Marie Bell Saray Sineması’nda temsiller vermişti. Fikret Adil şöyle yazıyor: “ Saray salonu hemen hemen dolmuştu ve Marie Bell heyeti hararetle alkışlandı. Henriette Barreau, Jacques Dacqmine, Marcel Tristani, Hubert Noll gibi gerçekten ehliyetli sanatçıları bir araya getiren heyet ölçülü oyunları, mükemmel sesleri ve diksiyonları ile dikkati çekiyor, bir bütünlük gösteriyor. Asgariye indirilmiş dekor, oynanan eserin âzamî manzarasını vermektedir ve kostümler renkleri, biçimleri ile oyunun kişilerini antik vazolardan ve heykellerden çıkmış gibi gösteriyor.”

Peki Halil’in dükkanında yeniden karşıma çıkan Marie Bell ne istiyordu? Yeniden kendisini yazmamı mı? Ama bunun icin hiç bir güncel neden yoktu ki? Tabii, bunları düşünürken Visconti’nin Leopar’ının İstanbul Film Festivali programına son anda alındığını bilmiyordum. Aslında film, konuk olarak gelen Claudia Cardinale’nin şerefine gösterilecekti. Ama ilginç bir ayrıntı daha vardı. Filmin kadrosuna bakınca, Marie Bell’in de adının karoda olduğunu gördüm heyecanla. Evet, aktristimizin son oynadığı film festivalde gösterilecekti. Marie Bell’in niçin ısrarla bana baktığını artık biliyordum...

NOT VE ÖZÜR

Bu yazıyı yazdıktan (yazı da baskıya girdikten) sonra, Claudia Cardinale’nin basın toplantısında ona, “Leopar’da yaşlı bir Fransız oyuncu, Marie Bell’de oynamış. Onu hatırlıyor musunuz?” diye sordum. “Şimdi ne alaka,” der gibi baktı ve “Hayır, Leopar’da değil Sandra filminde oynamıştık. Piyanonun başındaki bir kadın olarak hatırlıyorum,” diye karşılık verdi. Hatta Alin Taşcıyan’a dönüp, alçak sesle, “bu soru da nereden çıktı, niye Marie Bell’e ilişkin soruluyor ki bana,” diye mırıldandığını bile duydum. Ama Alin sözü geçiştirdi... İyi ki de geçiştirdi, yoksa yukardaki hikayeyi anlatmak zorunda kalacaktım.

Bu cevap karşısında, belki de hatırlamıyor, onca yıl geçmiş aradan, diye düşündüm. Cumartesi günü merakla (ilk kez izleyeceğim) Leopar filminin gösterisine katıldım. C.C. film öncesi çıkıp ilginç anılar aktardı filmden. Ama ben bir an evvel jeneriği görmeyi bekliyordum. Ya Marie Bell hakikaten yoksa? Ve yoktu! Marie Bell bu filmde oynamamıştı. Yani internetin azizliğine uğramıştım. Bir yanlış bilgi, tabii işime de geldiği için beni hemen tavlamıştı. Özür dilerim, Marie Bell Leopar’da oynamıyormuş! Sadece bana Halil’in dükkanında bakıyormuş...

5 Nisan 2008 Cumartesi

BİR CUMARTESİ YAZISI


CLAUDIA CARDINALE’NİN EVRAKI METRUKİYESİ
Benim tarihimde ne kadar Claudia Cardinale var doğrusu bilemiyorum. Çünkü erken gençlik günlerimde, sinemanın esmer güzellerini nedense pek beğenmezdim. Favorilerim masum sarışınlardı. Mesela şimdi kimsenin adını hatırlamadığı Mylene Demongeot, çok genç yaşında ölen Françoise Dorléac ve onun ablası (sonradan hiç de masum olmadığını öğrendiğim) Catharine Denevue... Onların da pek umurundaydı ya benim kimi beğendiğim!

İlk gençlik bilinçaltımı deşelemeyi bırakıp, evdeki eski Ses dergisi koleksiyonlarını karıştırmaya başlasam iyi olacak. İlk izlenimim, derginin C.C.’ye ( B.B.’den sonra alfabetik bir yeni yıldız bulduğumuza pek sevinmiştik) yeteri kadar ilgi göstermediği. Sophia Loren ve Raquel Welch, taradığım dönemde en çok öne çıkan isimler. Bu adaletsizliği bir yana bırakıp taramaya devam ediyorum. İşte 1963 yılının 13 Nisan tarihli sayısı. “Beyaz Perdede Üç İtalyan” başlıklı yazıda kastedilenler Gina Lollobrigida, Sophia Loren ve Claudia Cardinale elbette. Claudia için yazılanlar şu mealde: “İtalyan sinemasının üçüncü meşhur yıldızı Claudia Cardinale ise güzelliğinden ve cazibesinden başka sanat kaabiliyetiyle de kısa zamanda şöhrete ulaştı. İtalyan filmcilerinden başka Amerikan ve Fransız filmcileri de Claudia’ya film çevirtebiliyorlar. Yıldız son olarak Amerikan-İtalyan işbirliğiyle çevrilen Leopar filmindeki başarısıyla birden dikkatleri çekti. (...) Genç yıldızın özel hayatı, diğer iki meslektaşınınkiler gibi fırtınalı da geçmiyor. Mesleğini ön planda tutan Claudia, aşka ve izdivaca ayıracak vakti olmadığını geçenlerde söyledi.”

Leopar’ın unutulmaz etkisi

O yılın Cannes Film Festivali dedikodularını elbette canlı canlı Suavi Sonar bildiriyordu ( önce Tekel ressamı, ardından sosyete terzisi olup, ellili yıllarda yarı paparazzi konumunda üst düzeyde bir foto muhabiri olan Suavi Sonar’ı anlatmayı başka bir yazıya bırakalım). İtalya festivale üç filmle katılıyordu ve Leopar da bunlar arasındaydı. Filmin konusu, Sicilyalı bir Lord olan Lampedusa’nın hatıralarından aktarılmıştı. Lord rolünde Burt Lancester, “çoluk çocuğa karışmış, orta yaşlı bir anne Angelica rolünde ise” Claudia Cardinale oynuyordu. Haylaz yeğen ise Alain Delon’du. Küçük rollerden birini de artık yaşlanmış bir Fransız oyuncusu, Marie Bell üstlenmişti. Üç dört sayı sonra Suavi Sonar bu sefer festivalin sonuçlarını bildiriyor: Altın Palmiye ödülünü Leopar kazanmıştır. Sonar, “Claudia Cardinale, yalnız fiziği ile değil, sanatı ile de sinema dünyasında bir yeri olduğunu Angelica rolü ile kabul ettirmiş bulunuyor,” diye ekliyordu. Daha sonraki yıllarda Claudia Cardinale, Visconti’den çok şey öğrendiğini itiraf edecektir: “Kedi olup kaplan havası yaratmayı Visconti’den öğrendim. Bugüne kadar da filmlerimin hepsinde başarı sağlamamı Luchino Visconti’nin nasihatlerine borçluyum.”

Erken dönem hatıraları

1963 yılı Ses’lerini karışıtırmaya devam edelim. Ağustos ayında İtalya’da George Chakiris’le birlikte “La Ragazza di Bube” (Bube’li Genç Kız) adlı bir film çeviren Claudia Cardinale’in adı ilk defa dedikodulara karışıyor. Claudia, “yıllardan beri aradığı ideal erkeği nihayet bulduğunu gizlemiyor”muş. Ama aslında bu bir magazin aldatmacasından başka bir şey değildir. Aktristimizin uzatmalı sevgilisi prodüktör Franco Cristaldi’dir. Bir yıl kadar sonra, Claudia Cardinale’nin artık Hollywood’da film çevirmeye başaladığını görüyoruz. Sevgilisi evli olduğu için “ikinci bir Ponti-Loren vakasının patlak vereceği tahmin edilmektedir.” Dergi Claudia’nın Nina Ricci koleksiyonundan (her ne kadar modellerini çok açık bulsa da) tam 36 tane mayo satın aldığını yazmış ama oynadığı filmin ne olduğunu belirtmeye gerek görmemiş bile! Nina Ricci fanatizmi sık sık diğer yılların dergilerinde de karşımıza çıkıyor. Belli ki, Claudia Cardinale’nin gardrobu Ricci modelleriyle dolu olmuştur hep...

Yaşasın! 1965 yılında Ses dergisi iki hafta boyunca “Claudia Cardinale’nin Hâtıraları”nı yayınlamış. Dizinin başında “Ünlü röportaj muhabiri Henry Gris tarafından elde edilen 1 yıllık hatıraları yayınlıyoruz,” açıklaması var. Claudia, daha önce çevirdiğini öğrendiğimiz “La Ragazza di Bube” filminin galası için Berlin’e gidiyor. Ama filmi seyrederken iki gözü iki çeşme ağladığı için, film bitince sahneye çıkmaya utanıyor... Daha sonra notlar da oynayacağı yeni Visconti filminin hazırlıklarıyla ilgili.

19 Mart 1966 tarihli Ses’de ise yıldızımızın özel hayatının karmaşık olduğunu anlıyoruz. Başlık : “C.C. Hollywood’a yerleşti.” Her ne kadar Roma ile ilişkilerini kesmemiş, sevgilisinden ayrılmamış da olsa, Hollywood’da ev alması yaşamında bazı değişiklikler olduğunu gösteriyor. 1967 yılının Ses’lerinde ise Claudia Cardinale’in Franco Cristaldi ile ilişkisinin devam ettiğini görüyoruz. Franco’nun evliliği devam ettiği için yıldızımız Roma ile Hollywood; neşe ile keder arasında mekik dokumaktadır. Dergi Claudia’nın ruh haline paralel müzik beğenileri konusunda da merakımızı gideriyor: “Claudia en neşeli zamanlarında Bach, Haydn ve Wagner gibi klasik müzik ustalarının eserlerini dinler. Kederli zamanlarında ise Rolling Stone’lar, Beatle’lar, Animal’lar gibi genç müzikçilerin hareketli parçaları bile ona ağır gelir. 8 yılda 32 film çevirmiştir. Filmlerde öne çıkan “cinsi cazibesi” azalmasın diye sıkı bir rejim uygulamaktadır.

Suavi Sonar bildiriyor

1969 yılında, Claudia Cardinale’yi, yıllardan beri onunla tanışıklığının sürdüğünü belirten Suavi Sonar’ın kaleminden izlemeye devam edelim. Müjde! Claudia ile Franco Cristaldi artık evlenmişlerdir! Suavi bey, Claudia Cardinale’in annesinden, kızının nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Kolay değil tabii, Claudia’nın üç evi var. Roma’nın dışında bir çiftlik ve iki eski malikane arasında mekik dokuyor zavallı yıldızımız... Muhabirimiz mevsimin verdiği ipuçlarıyla önce Via Flaming’daki Tenuto Santona çiftlik evine gidiyor. Bingo! Yıldız oradadır. Claudia Cardinale, Suavi beye üç evinin özelliklerini ve böylesine bölünmüş halde yaşamanın zorluklarını aktarıyor önce. Ardından nasıl hanım hanımcık yaşadığını öğreniyoruz: “Claudia laf arasında gece hayatını pek sevmediğini, film çalışmaları kendisini sabahları erkenden kalkmaya zorladığı için ancak Cumartesi geceleri gezmeye gittiğini açıkladı. Genç yıldız hangi evinde olursa olsun, hafta içinde geceleri mutlaka sekiz saat uyku uyuyormuş. Pazar günleri öğle yemeklerini annesiyle babasının evinde yediğini belirten yıldız, başka günler baba evine uğramaya pek imkân bulamadığını da üzülerek söyledi.”

Rol arkadaşlarından Robert Hossein’in, 1969 yılında Claudia Cardinale’yi anlattığı şu satırlar bence çok anlamlı: “Claudia Cardinale’nin gülüşüne biterim. Sabahın erken saatlerinde açan çiçekler gibi insanın içine ferahlık veren bir gülüşü vardır. En sıkıntılı anlarında bile Claudia’nın tebessümüyle dertlerinizi unutabilirsiniz. Bir anda her şeyi unutup bambaşka bir insan olursunuz.”.Daha sonraki yıllara ilişkin pek bir şeyler aktaramayacağım. Çünkü 1969 yılından sonra Ses dergisi almamışım. Belli ki meraklarım değişmiş, bunlar arasında yıldızlara ayrılacak zaman da pek kalmamış. Ama Claudia ile ilişkimiz yıllar boyunca filmleri ile sürecek. Giderek onu daha çok beğeneceğim... Sanki o buna aldırırırmış gibi... Giderek o da ben de yaşlanacağız... Sanki buna gerek varmış gibi... Eskileri yazmak gitgide daha zor oluyor. Neden acaba?

NOT: Aşağıdaki yazıyı yazmadan önce, Claudia Cardinale acaba daha önce İstanbul'a gelmiş mi diye bir soru düştü aklıma. Haliylen tabii... Elbette ilk sorduğum kişi Agah Özgüç oldu. "Vallahi," dedi, "'Galiba gelmişti, hem bir yerlere de not mu almıştım ne," diye ekledi. Lakin bir türlü bulamadı. Sonra C.C. basın toplantısı yapınca ilk soruyu ben sordum. Bir tevatür var, İstanbul'a daha önce de gelmiş olduğunuz üzere, dedim. Daüşündü, "Galiba gelmiştim, ama hatırlamıyorum, gerçekten gelmiş miydim... Ço zaman oldu," dedi. Üstüne gitmedim yaş meselesi devreye girince!
(Bu notumuzu arkadaşımız Muhsin Akgün'ün basın toplantısında çektiği foto süslüyor. Yakın plan epeyi yaşlı, ama genel planda gayet hoş sempatik kadın bir C.C....

30 Mart 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


AÇIK HAVA AÇIK MI?
Geçen yıl altmış yaşını geride bıraktı Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu.Yıllarca ordada biribirinden güzel oyunlar, gösteriler, konserler izledik. Ama şimdilerde üstünde kara bulutlar dolaşıyor. Ne olacağı belli değil. Üstü mü kapanacak, altı mı oyulacak bilinmiyor. İstanbul Caz Festivali’nin ana mekanı; bu yaz açık mı, kapalı mı? Bu ülkede yarın ne olacağını bilmek hakkımız değil mi Allah aşkına?

Geçen hafta bıraktığımız yerden devam edelim. 2 numaralı park demiştik, Taksim’den Maçka’ya kadar uzanıyordu. Buradaki ilk inşaata 1946 yılında Açık Hava Tiyatrosu ile başlandı. Tiyatro 1947 yazında tamamlandı. O zamanlar Belediye tiyatroya gereken önemi veriyormuş ki, bu mekanı neden inşa ettiklerini resmi yayınlarında şöyle belirtiyorlardı: “Şehir Tiyatrosu’nun Komedi, Dram ve Çocuk Tiyatrosu kısımları yazın, sıcaklar bastırınca temsillerini tatil ediyorlardı. Şehir aylarca tiyatrosuz kalıyordu. Halkımız ise tiyatro istiyordu. Şehir Tiyatrosu binaları darlıkları yüzünden az seyirci alıyorlar ve kışın temin ettikleri hasılat ile masraflarını kapayamıyorlardı. Yazın temsillere devam edecek bir Açık Hava Tiyatrosu olursa, Belediye bütçesinden her yıl Şehir Tiyatrosu’na yaptığımız 200 bin liralık yardımın, şimdilik tamamını olmasa dahi, her halde büyük bir kısımını vermek mecbiriyetinden kurtulmuş olacaktık. İlerde ise bu yardımlardan büsbütün kurtulacaktık. Burada yalnız Şehir Tiyatrosu temsiller verecek değildir. Ankara Konservatuarının tiyatro ve opera heyetleri de (yani anlayacağınız üzere daha Devlet Tiyatrosu kurulmamıştır), yazın Açık Hava Tiyatrosu’nda temsiller vereceklerdir. Ayrıca yazın büyük konserler de verilecektir.” Yazı Açık Hava Tiyatrosu’nun bazı spor karşılaşmaları için de kullanılabileceğini, hatta bunun için ön anlaşmalar bile yapıldığını belirterek devam ediyor.

Açık Hava Tiyatrosu’nun mimarları Nihat Yücel ve Nihat Uysal’dı. Metin And’ın yazdığına göre pdoje aynen uygulanmadı, “Carl Ebert’in sahne tekniği bakımından gerekli gördüğü değişikliklerden sonra yeniden yapılarak uygulandı. O zamanın parasıyla bir milyon liraya çıkan tiyatro 4000 kişi alıyordu. 9 Ağustos 1947 tarihinde İstanbul Açık Hava Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu’nun sahnelediği Sophokles’in Kral Oidipus tragedyasıyla açıldı. O zamandan bu yana Şehir Tiyatroları’nın yazları kullandığı bir mekan oldu Açık Hava. Tabii Rumelihisarı Tiyatrosu ile birlikte (Hakikaten ne oldu Rumelihisarı’na? O da mı devre dışı kalmıştı ne? ) Bu iki sahnenin de tiyatro açısından bir dezavaantajı vardı; sahnenin üzerinden nefis Boğaziçi manzarası görülüyor ve haliylen rol çalıyordu!

Devlet Tiyatrosu’nun Opera bölümü kurulur kurulmaz, İstanbul’a gelip Açık Hava’da temsiller verdi. 1949 yazında Cumhurbaşkanlığı Fimarmonik Orkestrası eşliğinde Carmen,Sevil Berberi, La Bohème ve Madame Butterfly burada oynandı. İlk geceyi (elbette ki) orada olan Adalet Cimcoz, Fitne Fücur olarak imzaladığı dedikodu köşesinde ( o zaman dedikodu köşelerinde operalar bile yer alırdı) bakın nasıl anlatıyor: “Açık Hava Tiyatrosu adam akıllı dolu idi.Orkestrayı Ferit Alnar idare ediyordu. Meğer bizim Açık Hava Tiyatrosunun ne güzel bir akustiği varmış. Arka sıralardan bile sesler mükemmelen duyuluyor. Mikro[fon] kullanmıyorlar. Ayhan Alnar çok güzeldi. Hepsi mükemmeldi. Sahneye konuş da iyi idi. Ne ise ben sana opera kritiği yapacak değilim. Fakat İstanbul, hasretini çektiği Ankara Operası’nı tuttu, cânı gönülden sevdi...”

Aradan yıllar geçti, bu kez 1960 yılında kurulan İstanbul Şehir Operası Açık Hava Tiyatrosu’nda temsiller vermeye başladı. Burada oynanan ilk opera Madame Butterfly’dı. Aydın Gün’ün sahnelediği opera, döneminde büyük etki yaratmıştı. Fikret Adil köşesinde şöyle yazıyordu: “Bu güne gelene kadar, Acık Hava Tiyatrosu’nda bu derece zengin, göz alıcı, anlayışta tartışma yapılabilir olmasına rağmen dekorları böylesine başarılı bir oyun görülmemiştir.”

Açık Hava Tiyatrosu’nun bir başka özelliği de jübilelere ev sahipliği yapmasıydı. 4000 kişiyi toplayacak bir başka mekan olmadığından, jübile de toplu bir gelir elde etmek amacıyla yapıldığından, elbette en uygun mekan Açık Hava’ydı... Notlarıma bakıyorum. Örneğin 1951 yılı Ağustos’unda Münir Nurettin Selçuk’un “35. Sanat Hayatı Jübilesi” yapılmış. Aynı yıl Eylül’ünde ise İ. Galip Arcan jübilesi. 1954’de Şaziye Moral’ın, 1956’da Halide Pişkin’in, 1967’de Cemal Sahir’in jübileleri burada yapılmış.

Açık Hava Tiyatrosu’nun ev sahipliği yaptığı bir başka alan da “gösteri dünyası”ydı. En eski olay; sanırım 1950 yılı İstanbul Sergisi sırasında Montemar İspanyol Revüsü’nün gelmesiydi. Bir yıl sonra, yine İstanbul Sergisi nedeniyle gelen İskandinavya Buz Revüsü, Açık Hava’nın sahnesini artık nasıl yaptıysa buz sahası haline getirmişti. Bu konuda bir liste yapmaya başlarsak, sanırım dünyanın bir çok önemli topluluğunun burada sahne aldığını görürüz.

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı da 1973 yılında kuruluşunun hemen ardından düzenlemeye başladığı İstanbul Festivali’nin “büyük mekanı” olarak, elbette Açık Hava Tiyatrosu’nu kullanmaya başladı. Sadece müzik alanında getirdiklerini saysak bir kitap tutar. Ben bazı unutamadığım konserleri sıralayayım hiç olmazsa. Miles Davis, Bob Dylan, Joan Baez, (her daim) Jan Garbarek, Chick Corea, Keith Jarrett, Björk, Patti Smith, Marianne Faithfull, Nick Cave, Lou Reed, Bryan Ferry, P.J. Harvey, Ornette Coleman, Jane Birkin, Elvis Costello, Tori Amos, Paul Weller, Norah Jones... Hani bazen şöyle bir dönüp bakıyorum, kim kaldı gelmeyen acaba diye... Tom Waits ve Leonard Cohen elbette. Cohen bu yaz gelecekmiş ama Açık Hava kapalı... Nerede konser verecek?

Sonuç olarak yine soruyorum? Açık Hava Tiyatrosu ne oluyor? Açık mi kapalı mı? Kapalıysa niye bu kadar geç haber veriliyor (haber verldi mi ondan da emin değilim ya...) Bu şehirde kültür ve sanat olaylarının mekanlarına niçin bu denli acımasızca davranılıyor? AKM Mayıs’ta kapanacakmış hem de iki yıllağına... Orada gösteri yapan Devlet Tiyatrosu, Balesi, Operası, Korosu’nun temsellerini verecekleri yeni mekanlar hazırlandı mı? Hazırlanmadı elbette... Peki neden? Harbiye Şehir Tiyatrosu yıkılıyor. Yeni mekan hazır mı? Değil elbette.... Neden? Tiyatro ve sahne sanatlarına düşman bir zihniyet mi var yoksa?

23 Mart 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


2 NUMARALI PARK
Şimdilerde “Kongre Vadisi” kod ismiyle anılan bölgede yoğun yıkım çalışmaları başladı. İş makineleri ortalığı talan ediyor. Bu hafriyattan nasibini alacaklar arasında Şehir Tiyatrosu Harbiye Sahnesi’nin olacağı kesin. Bina Mayıs’da boşaltılıp yıkılacak. Açıkhava Tiyatrosu’nun başında da garip yeller esiyor. Ne olacağı halen meçhul... Bu bölgenin tarihi neymiş, araştıralım, bir bakalım dedik...

Aslında bölgenin esas adı “2 Numaralı Park”. Henri Prost 1937 yılında İstanbul nâzım planınını yaparken, Dolmabahçe Gazhanesi’nin (şimdi yerinde İnönü Stadı var) arkasındaki geniş vadiyi, şehrin büyük parkı haline getirmeyi amaçlamıştı. Bir ucu Taksim’e, diğer ucu da Maçka’ya uzanan bu bölgede bostanlar, bahçeler, ahırlar, küçük bir çiftlik, bir de Belvü Gazinosu vardı. Belediye, Prost’un planı çerçevesinde burada istimlaklar yapmaya başladı. Önce Taksim’deki Taşkışla yıkıldı. Bunun yerine İnönü Gezgisi (bugün Taksim Gezi Parkı dediğimiz yer) yapıldı.
Bunun ucunda yer alan derme çatma gazino yıkılarak yerine Taksim Belediye Gazinosu (şimdi yerinde Ceylan Intercontinental oteli var) inşa edildi. 2 numaralı parkın diğer ucunda yer alacak olan Harbiye Çocuk Bahçesi de aynı yıllarda hizmete açıldı. Arada kalan bölge öncelikle ağaçlandırıldı. 1946-47 yılları arasında 25.000 kadar ağaç dikildi. Bölge İzmir’deki Kültürpark benzeri bir “umumî gezinti ve istirahat sahası” olarak görülüyordu. Şehrin akciğerleri olacaktı...

Spor ve Sergi Sarayı burada inşa edildi

2 numaralı parkın bu planda öngürülen ilk yapısı Açıkhava Tiyatrosu oldu. 1946 yılında yapımına başlanan tilatro, bir yıl içinde bitirildi ve işletmeye açıldı. Buranın tarihini gelecek hafta anlatacağımız için burada ayrıntılı olarak ele almayacağız. Tiyatroya ve Harbiye’ye giden yolların yapımı için Elmadağ’da bulunan Surp Agop Ermeni Mezarlığı kamulaştırıldı. Ardından Spor ve Sergi Sarayı (bugün yerinde Lütfi Kırdar Sergi Salonu var) yapıldı. Yapı 1949 yılında Avrupa Serbest Güreş Şampiyonası ile açıldı. Aynı yılın sonuna doğru Sergi Sarayı ve çevresinde, İstanbul’un bir anlamda ilk büyük fuarı olan “İstanbul Sergisi” açıldı. Dört yıl boyunca her yıl açılan İstanbul Sergileri bölge içinde bir çok pavyonun yapılmasına yol açtı. Bu pavyonlar geçici olarak inşa ediliyordu. Sadece biri daha sonraki yıllarda depo olarak kullanılmaya devam edildi. Sümerbank Pavyonunun nasıl depoya, oradan da Şehir Tiyatrosu Harbiye Sahnesi’ne dönüştüğünü sanırım daha önce anlatmıştım. İstanbul Sergisi sırasında “2 numaralı park” şehrin gezi ve eğlence bölgesine dönüşüyordu. Serginin bir ucu Taksim Gazinosu’na, diğer ucu ise Maçka’ya dayanıyordu. İçinde kafeler, lokantalar, Lunapark ve çeşitli eğlence mekanları yer alıyordu.

İlk yara: Hilton Oteli

2 numaralı parkın aldığı ilk büyük yara Hilton Oteli’nin inşası oldu. Otelin yer aldığı bölge park olarak gözüküyordu ve bu sorun özel bir kanun çıkarılarak 1951 yılında çözüldü. Böylece Taksim Gezisi ile İstanbul Sergisi’nin yapıldığı alan, tam ortasından ikiye ayrılmış oldu. Ortada elbette Hilton Oteli tüm genişliğiyle yer alıyordu. Prost’un planı artık tarihe gömülmüştü.

Öte yandan 2 numaralı parkın Harbiye’ye doğru uzanan üst bölgesi de yapılarla dolmaya başlamıştı. Önce Gezi Apartmanları yapıldı. Ardından 1948’de İstanbul Radyoevi inşaatı tamamlandı. Onun tam karşısında yer alan Sipahiocağı tesisleri de yıllar içinde yıkılarak yerine Orduevi yapıldı. Yakın yıllarda bölgenin yapılaşması büyük bir hızla devam etti. Spor Sergi Sarayı altı üstü sağı solu derken iyice büyüdü (bu da yetmedi ki, şimdi onu en büyük haline getirmek için yeniden çevresini kazıyorlar). Cemal Reşit Rey Salonu yapıldı. Yanına İtfaiye tesisleri eklendi. Hilton ufak ufak yayılmaya başladı. Convention Center filan derken, bölge yapı nüfusu katlanarak arttı. Tabii bütün bu yapıların birer de otoparkı olacaktı. Yerler yine kazıldı, kat kat dibe inildi.

Bir zamanlar İstanbul şehrinin nefes alma bölgesi olarak düşünülmüş olan 2 numaralı parktan geriye pek bir şey kalmadı anlayacağınız gibi... Şimdi merak ediyorum, bu katliam nereye kadar gidecek? Sürekli inşaatlar yapılarak, bırakın nefes almayı, buradan yürüyerek geçmemizi bile imkansız bir hale mi getirecekler? Şehir Tiyatrosu binasının yerine ne yapılacak? “Müze olacak” diye boşaltılması amaçlanan Radyoevi, Allah aşkına ne müzesi olacak, neden olacak? Açıkhava Tiyatrosu’na ne yapmayı amaçlıyorlar? Sırada Hilton’un bulunduğu arsa mı var? Sorular bitmiyor görüldüğü gibi. Çünkü ne yapılacağı tartışılarak, açıklanarak, ikna edilerek yapılmıyor. Sonuç: Şehir ağır ağır kendini yok ediyor... Biz de bu şehrin insanları olduğumuza göre, belli ki halimiz harap!

Foto: 1949 yılında Spor Sergi Sarayı önüne Kadıköy meydanından getirilen bir boğa heykeli konmuştu. Sonraki yıllarda boğa eski yerine avdet etti.

17 Mart 2008 Pazartesi

KİNG KONG İSTANBULDA 4


Evet yine bir King Kong partisi. Evet yine Misket'te. Evet yine işin başında Gökhan ve Can birlikte. Elbette yine bir acayip müzikler çalacaklar.
Ellerindeki albümlere bir bakalım? İlk gözümüze çarpanlar arasında Screaming Jay Hawkins, Brigitte Bardot, The Dresden Dolls, Mungo Jerry, Grace Jones, Sex Mob, Marilyn Monreo, Devo, Jimmy Castor Bunch, Jane Birkin, Pizzicato Five, Boney-M, Tiger Lillies, Eartha Kitt, Bonzo Dog Doo Dah Band, Yma Sumac, Tomita, April Stevens, Messer Chups, Clara Rockmore, Dario Moreno, Martin Denny, Klaus Nomi, , Sophia Loren, Chuck E. Weiss, Natacha Atlas, Big Bad Voodoo Daddy, Yello, Amanda Lear, Falco, Brian Setzer Orchestra, Kultur Shock ve daha adını bile bilmediğimiz nicesi...
Garip, saçma, komik, erotik... Bir garip şarkılar işte.
Dans için de göbek havaları, eski twistler, labaluba funklar, skalar filan emre amade...

Gelin, görün, ibret alın!

21 Mart Cuma saat 20.15'den itibaren
Misket Şarabevi ( Beşiktaş Balıkpazarı'ndaki kartalın kuyruğu istikametinde sağdan 2. sokak)
Tel. 212. 2275923

PAZAR YAZILARI


BİR GÜZEL İNSAN DAHA GİTTİ
Bahsettiğim güzel insan Nedim Otyam. Türk sinemasının ilk özgün müzik yazarı. O da göçtü gitti bu dünyadan. Bir türkü gibi, uzun hava gibi yaşadı. Size onu bir nebze tanıtmaya çalışacağım...

Nedim Otyam’ın babası 1887 doğumlu Vasıf İbrahim Bey, 1913 yılında İngilizlerle yapılan “Kanal Harekatı” savaşı nedeniyle Yemen’e atanır. Burada ikinci eşi Naciye Hanım’la evlenir. Savaşın son günlerinde İngilizlere esir düşer. Bu yılları Nedim Otyam’ın kardeşi Fikret Otyam şöyle anlatır: “ Esir zabit Vasıf İbrahim de Batı müziğiyle esarette tanışmış, yadırgamış önce bu çok sesli müziği, sevmemiş, ama zamanla dinleye dinleye sonunda onsuz edemez olmuşlar. İnönü de anlatırdı Batı müziğini Yemen’de tanıdığını ve İnönü ölene dek dinleyicisi olmuştur Batı müziğinin. Ama bizimki bırakmaz büyüyüp geliştiği müziği niceleri gibi, ne de olsa Osmlanlıdır yine de, vazgeçemez Hafız Burhan’dan, Hafız Saadettin, Hafız Feryadî Hasan’dan, Hafız Ahmet’den, Tanburî Cemil Bey’den ve benzerlerinden.”

Nedim Otyam’ın müzikle tanışıklığı işte bu babaevi yıllarına kadar uzanır. Babası Vasıf İbrahim artık Konya Aksaray’ın tek eczacısıdır. Evde tahmin edileceği gibi müzik dolu bir ortam vardır. Saz üstadları gelir çalarlar. Kasabanın tek gramofonu onların evindedir. Hem Yanık Ali’nin türküleriyle, hem de Lizst’in Macar Rapsodisi’yle büyür Nedim. Okulda Musiki Muallim’den gelme bir müzik hocasından ders alır. Ardından Aksaray Bandosu’nun kurucularına katılır. Kendisine saz olarak trompet kalmıştır, bağrına basar. Müzik onun yaşamı olmuştur artık...

Ortaokuldan sonra Ankara’ya gidip Musiki Muallim Mektebi’ne yazılır. Burada hocalık yapan Emin Türk Eliçin ve Sabahattin Ali ile tanışır. Ruhi Su yakın arkadaşıdır o yıllarda. Hafta sonları Ankara Radyosu’nda Ayşe Abla’nın (Neriman Hızır) yönettiği Çocuk Saati’nin müziklerini yapmaya başlar. Çocuk korosunun Nedim ağabeyi olmuştur. Koro do korodur ama. Yıldız Kenter, Azra Gün, Erdoğan Çaplı, Semih Sergen gibi isimler vardır bu çocuklar arasında. Hedefler giderek büyür. Nedim Otyam, Riyaseti Cumhur Orkestrasında (şimdi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) dördüncü trompet olarak çalışmaya başlar. Fraklar dikilir, rugan pabuçlar giyilir. Çalmak yetmez bestelemeye başlar. Aksaray’dan kulağında kalanları döker önce notalara : “Ramazan Davulu” ilk eserinin adıdır. Ardından askere gider. Geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle İstanbul’a göçmek zorunda kalır. Arkadaşı Faruk Yener sayesinde radyoda bir saat hazırlamaya başlar: “Yurdun Her Köşesinden Deyişler ve Söyleyişler”. Programda Orhan Veli’den şiirler okunmakta, türkülerin hikayelerini anlatılmaktadır.

Bir tesadüf sonucu film müziği yapması için teklif alır. İlk filmi “Dudaktan Kalbe”nin müziği için bin lira verilmiştir. İyi para! Yapımevi yeni çekilmiş “İstanbul’un Fethi“ filminin de müziğini yapmasını ister ondan. Bakar ki bu iş mesleği olmaktadır, daha ciddiye almalıyım diye düşünür. Filmleri izleyerek paralel bir biçimde müziklerini yazmaya başlar. 40-45 kişilik bir orkestra kullanarak herkesi şaşırtır. Ama Türk sineması da ilk kez böyle bir özgün müzikçi ile tanışmış olur... Yıllarca sürer bu uğraş, Altın Portakal’larla ödüllendirilir...

Sinema iyice kanına girmiştir. Müzik yetmez, yönetmenliğe atılır. İlk filmi Atlas Film için çektiği “Yurda Dönüş”tür. Türkü kliplerinden oluşan bir yapısı vardır bu filmin. Ardından Aşık Veysel üzerine bir film çekmeye niyetlenir. Türküleri tek tek inceler; senaryosu için kardeşi Fikret Otyam’la ve Bedri Rahmi’yle konuşup çalışmaya başlar. Ama araya yapımcılık hevesi de girince, Aşık Veysel filmi başkasına yar olur. Yine kardeşi Fikret’in bir hikayesini, “Toprak”ı filme alır. Aksaray üzerine bir belgesel tadında diye hatırlanır bu film..

Aynı yıllarda edebiyatçı tayfasıyla içli dışlı olur haliylen. Ama özellikle Orhan Veli’yle... Aslında arkadaşlıkları Ankara yıllarına kadar uzanır. Lambo’da çok kafa çekmişlerdir birlikte. Ölümü erken gelir Orhan’ın. Giderek sinemanın bonolu, dedikodulu dünyasından sıkılır. Herşeyi bırakıp Marmara Ereğlisi’nde meyhanecilğe başlar. Ama ne çare ki arkadaşı Yılmaz Güney peşini bırakmaz. Zorla götürüp “Seyyit Han”ın müziğini yaptırır Otyam’a. Bundan sonrası yine film müzikleri, yine ödüller. Uzun hocalık yılları. Konservatuarlar, senfonik çalışmalar... Dedim ya güzel bir insandı... Onu hatırladıkça nedense hep sevdiğim türküler geliyor aklıma.

KUTU:

Nazım Hikmet’in Türkiye’deki son gecesi

Nedim Otyam anlatıyor: “Yıl 1951, İpek Film’le çalışıyorum. “Lale Devri” Şair Nedim dönemini anlatıyor. Aynı anda “Barbaros Hayrettin Paşa” filmi de çekiliyor, içiçe... Birini Vedat Ar çekiyor, diğerini Baha Gelenbevi.
Hapisten yeni çıkan Nazım Hikmet de İpekçiler’le çalışıyor. İhsan Bey, “Bir ricam olacak, süpervizörlüğü Nazım bey yapıyor, onunla ne istiyor diye bir konuşur musunuz,” dedi. Ben de stüdyodayım. Nazım Hikmet film çekiminden çıktı. “Efendim,” dedim, “İhsan bey sizinle görüşmemi istedi, ben Nedim Otyam,” dedim. “Oooo” dedi, elime sarıldı, “Filmlerinizi izledim, hepsi bir harika,” dedi. Nazım Hikmet, “Senaryoyu size verdiler mi,” diye sordu. “Verdiler, çekimleri boyuna izliyorum, çıkan pasajları sahne sahne görüyorum, tümü bağlandıktan sonra tamamını izleyeceğim.” “Bakın” dedi, “ben kelimelerin ustasıyım, siz notaların ustasısınız, ben size şunu yapın diyemem”. Sonra ekledi, “Siz ne yaptınız daha evvelki filmlerde?”. “Film ne isterse onu yaptım” dedim. “O zaman burada da onu yapın,” dedi, “Siz yolu bulmuşsunuz, ne rejisöre ne de patrona çalışıyorsunuz, siz filme çalışıyorsunuz,”. Ben hemen bir odaya yatağımı koymuşum. Dedim ya film çekilirken izler, kendimi konsantre ederim. İpek Film’de yatıp kalkıyorum. Atlas Film’de de öyle yapardım, aşağıda odam vardı, yatağım vardı, çekimleri izlerdim, bir de piyanom vardı. Senaryoyu okurum, çekimleri seyrederim, montaja girerim, sonra filmi defalarca izlerim, müzik senaryosunu yazarım. Ertesi gün Nazım Hikmet’le aramızda bir dostluk peydah oldu, beraber çay içmeye başladık, bana gelip “neler oluyor, nasılsın dostum” diye sorardı. Bir akşam, beraber yemek yedik. “Burada nasıl yemek yiyorsunuz” diye sordu. “Valla, adamlar gidiyorlar, sandviç yaptırıyorlar, güzel balık yumurtası koyduruyorlar, yağ koyduruyorlar, bir de yanında süt getiriyorlar, nefis oluyor,” dedim. “Hadi, biz de yiyelim” dedi. İri iri kırmızı havyarlar, yağ sürülmüş olaraktan, büyük sandviç ekmeklerinde, Nişantaşı’ndan un fabrikasının olduğu yerden geldi. Nazım bey şöyle bir içlerini açtı, baktı. “Türkiye ben görmeyeli çok gelişmiş, bu çok lüks değil mi?” dedi. “Yoo, herkes yiyor bunu” dedim. “İşçi de bunu mu yiyor” dedi, “desene Türkiye’nin işçisi havyar yemeye başlamış”. Ama bunu öyle bir söyledi ki, “bok yemeye başlamış,” der gibi. Gülmeye başladık Sabaha kadar oturduk. O gün gelmedi. Ertesi gün gazetelerden Nazım’ın gittiğini okuduk. Meğer her gün imzaya gidermiş, o gün gitmemiş, yurtdışına kaçmış. Yani gittiği gün sabaha kadar bir aradaydık.”

11 Mart 2008 Salı

PAZAR YAZILARI


PEK HOŞ ELACAİP MÜZİK
Hazır Açık Radyo destek kampanyası var, bu radyonun tarihinden bir hatıra da bizden... Radyoda her tür müzik vardı, buna bir tür de biz katalım dedik. “Pek Hoş Elacaip Müzik” bendenizin uydurduğu bir etiket. İngilizcede “Incredibly Strange Music” diyorlar. Garip, saçma, ilginç, yani biraz acaip bir müzikten söz ediyoruz.


Hikayenin başlangıcı bundan on yıl öncesine kadar uzanıyor. Deniz Pınar arkadaşımız (Detone Deniz namıyla maruf), Atlas Pasajı’ndaki dükkanında o zamanlar çoğumuzun bilmediği müzikleri pazarlamakla meşguldü. Bir gün ilginç bir kitabın fotokopisini gösterdi bana: Incredibly Strange Music yazıyordu üstünde. Müzik tarihinde hoşluklarıyla değil, hadi boşluklarıyla demiyelim ama aykırılıklarıyla yer bulan işleri anlatan bir kitaptı bu. Garip enstümanlarla yapılmış parçalar, ünlü şarkılara deli işi yorumlar, seksi-komik-saçma yani bir acayip müziklerden söz ediyordu. Deniz konuyu ilginç bulduğumu görünce zulasından plaklar çıkarmaya başladı. Garip enstrümanlarla doldurulmuş eski film müzikleri, kimsenin hatırlamadığı çocuk şarkıcılar, moogla icra edilmiş Beatles parçaları filan... Ben de kendi repertuarımdan bu kaleme girecek neler vardır diye düşünmeye başladım hemen: Screaming Jay Hawkins’in “ıkınma”lı parçaları, korku filimlerinden vampir efektli bölümler, hatta eski taş plaklardan kahkahayla icra edilmiş şarkılar. Biz iyice sardık bu işe...

Derken bunu bir radyo programı yapsak de mı saklasak, yoksa ne yapsak diye düşünmeye başladım. Böylece Deniz ve bendenizin, Açık Radyo’da “King Kong” adlı programımı doğmuş oldu. Niye King Kong diyenlere, sünetçinin vitrin fıkrasını anlatıyorduk. Hani, adam saat koyuyormuş da, anlamayanlara ne koyacaktık ki diye cevap veriyormuş. Hemen bir basın bülteni yapıp, meseleyi açıklamaya çalıştık:

Tarif zor bir program!

“King Kong
Adı üstünde, tarifi zor bir program. Ele avuca gelmez. Tür tanımaz. Sınır tanımaz. Zaman tanımaz. Öte yandan, kendine uygun bulduğu "her şey"i tanır ve benimser. Midesi geniş, gönlü ferah, neşesi yerindedir.

Ukalâlığı elden bırakmaz (Bir örnek: Ukâla arapça akıllılar anlamına gelir aslında). Araştırıcıdır. Hınzırdır. Keşfetmeyi sever. Sürpriz yapmaya bayılır. Tarihe meraklıdır. Ama bugün yapılmaktadır. Hem de canlı canlı...

King-Kong, işte bu anlatmakta zorluk çektiği "bir nev'i radyo programı"nı yaparken, zengin bir arşive dayanır. Ama bunu paylaşmayı sever. Dünyanın ve Türkiye'nin çeşit çeşit seslerini, müziklerini eteğine doldurmuş, sevgili dinleyicilerine bila ücret dağıtmaktadır.

Her hafta, çağdaş kent yaşamının bel ağrılarımızı giderek arttırdığını düşünerek bir "göbek dansı" çalmadan edemez. Birbirinden güzel hediyeler dağıttığı bir de "haftanın bilmecesi" vardır dağarında. "Bedava reklam kuşağı"nda 30 yıl kadar önceden gelen reklam şarkıları çalar. Reklamı yapılan mal artık yokmuş piyasada, ne gam... Sinema köşesinde ise mutlaka bir fettanlık yapacaktır, aman kaçırmayın... "Tarihte bu hafta" bölümünde belki unuttuğumuz, ama bu yüzden çok şey kaybettiğimiz sürprizlerle karşınıza çıkacaktır.

Bunlar işin aperatifleri... Ana menüde "baba konular" var. Saysak kitap olur. Bir iki örnekle yetinmek zorundayız burada. Gerisini tahmin etmesi size kalmış. Ya da her hafta Perşembe geceyarısını iple çekeceksiniz...

Sayalım: Çocuk şarkıcılar, çocuk sesler/ Stereonun keşfi/ Plak komikleri/ Mancini nasıl yorumlanır?/ Alaturkacıların alafrangadan adaptasyonları / Strip-tease müzikleri/ Türk sörfü / İtalyan B-Movie soundtrackleri/ Türkçe twist/ Moog yaşamımıza neler kattı?/ Yma Sumac'ın inanılmaz sesi/ Marc Aryan Türkiye müzik yaşamına nasıl pazarlandı?/ İnsanoğlu aya ayak basınca neler oldu? (tabii müzik dünyasında)/ Sevgili annem için söylüyorum/ En seksi şarkılar/ Müzikte çöl ve masal temaları/ Dehşetin müziği/ Askerlik kokan şarkılar/ Kıbrıs Çıkartmasınn plakları/ Alo telefon.../ Politik temalar: Çoban Sülü, Ak Günler.../ Futbol dolu şarkılar... Ve daha neler neler....”

Gel sana koleksiyonumu göstereyim!

Bu iddialı programı götürmek hiç de kolay olmadı. Bir kere bizim koleksiyonumuz yeterli değildi. Özellikle de, bu acayip müziklerin Türkçe benzerlerini bulmak gibi bir derdimiz vardı. Ben eskici eskici dolaşmaya başladım. Bize yardım edenler oldu Ercan İmre, Anabala Pasajı’ndan Volkan, Gökhan Aya, Naim Dilmener ve şimdi adını hatırlıyamayacağım bir sürü koleksiyoncu. Zaten bu işin özü koleksiyonculuktu. Zamanın yok ettiği, değersiz diye çöpe atılmış plaklardı malzememiz.

“King Kong” radyo programımıza zaman zaman ilginç konuklar da katıldı. Murat Ertel çocukluğuna hükmeden, Adnan Varveren’den Aşık Mahzuni’ye uzanan 45’liklerini sırtlanıp geldi. Ayla Algan Koca Öküz’den “ “Çaka çaka Zühtü”ye şarkıcılık serüvenini anlattı. Naim Dilmener Fecri Ebcioğlu’nun sunduğu şarkılardan söz etti. Alper Maral “theremine” adlı dünyanın ilk elektronik enstrümanını tanıttı bize. İnsanoğlunun aya ayak basışının yıldönümünde, Açık Radyo’da “Aya Seyahat” adlı bir program yapan Orhan Cem Çetin’i çağırdık. Final şarkımız elbette ki Şemsi Yastıman’ın “Uzaylılar Hoş Geldiniz”iydi... Murat Meriç Arkadaş Radyo’da bir zamanlar yaptığı “Çıtır Çıtır” adlı eski 45’likler programı dönemini hatırladı bizimle birlikte.

Programın adından dolayı, hiç aklımda yokken King Kong figürünün de peşine düştük tabii. Filmleri seyrettik, afişlerini bulduk, soundtracleri eşe dosta ısmarladık (daha Amazon’la tanışmıyorduk). Hatta programı geniş kitlelere (!) duyurabilmek için ilk King Kong filminin afişini araklayıp üzerine montajla kendi bilgilerimizi girip arkadaş matbaalarında bastırdık. Kahve kafe dağıttık. Ardından bir de parti yaptık Eski Yeşil’de. Açık Radyo partilerı kapsamında ama King Kong repertuarında. Dans ettirmek için twistler, funklar filan da ekledik playliste.

Program iyiydi de zordu. Habire malzeme bulmak için dükkan dükkan, kapı kapı dolaşıyordum. Hediyeler vermek için plak şirketlerine yüzümü kızartıyordum. Konuklar için ayrı bir mesai harcıyordum. Deniz hem işinden, hem de tabiatından dolayı pek yük kaldıramıyordu. Dinleyicilerimiz memnundu, gece yarısı filan demeyip bizi arıyor, programa katılıyorlardı.

King Kong is back please...

Program bitince üzülenleri çok oldu. Mektup bile yazdılar. Hadi utanmayıp birini koyalım:
“Sevgili Gökhan Akçura ve Deniz Pınar,
Yaşım 34. Radyonun altın çağına olmasa da güzel günlerine yetişmiş biriyim. Orhan Boran'dan Yuki'yi, Zeki Müren'den ‘gözünüz yolda kulağınız bende olsun sevgili şoför kardeşlerim’i, Halit Kıvanç'tan maç nakillerini, radyo tiyatrolarını çocukluğumun en güzel anıları arasında saklarım. 60'lı yılların sonlarına ve 70'li yıllara denk gelen çocukluğumu bir şekilde yeniden yakalamak için bit pazarlarını sahafları dolaşır, plak vb. toplar, bol bol Türk filmi seyrederim (Deniz Bey'le de dükkanında iki tek atmışlığım vardır). Açık Radyo dinlerim, başka radyolara yüz vermem. Bana radyonun radyo olduğu zamanları hatırlatır. Tarifi zor bir radyodur. Tarifi en zor programı da King Kong'dur. King Kong, her hafta bir saat boyunca beni çocukluğuma, gençliğime, kimi zaman yaşadığım, kimi zaman az farkla kaçırdığım, kimi zaman yanına bile yaklaşamadığım günlere, sadece geçmişe değil bazen de geleceğe götürür, daha doğrusu hiç karşılık beklemeden ve sakınmadan o günleri bana armağan eder. ‘Bitmedi…Yanında bir de Şöyle kırılmayan tarak!’ misali dinleyenlerine CD, kitap, poster vb. dağıtır; onlardan da kazanır, sevinir, saklarım. Programları bazen kaydeder, eşe dosta dinletirim. Mesela Öztürk Serengil programının kaseti bizim evde en çok dinlenen kasettir. Hasılı, King Kong programını, çok ama çok severim. Hazırlayanların, yayınlayanların elleri dert görmesin.
Geçtiğimiz Perşembe programı bitirdiniz. Tekrar yayınlanıp yayınlanmayacağı da belli değil dediniz. Gökhan Bey, Deniz Bey, sizin programınızın dinleyicilerinin kalpleri hassas olur, böyle yükleri kolay kaldıramazlar. Tamam yoruldunuz, dinlenmek hakkınızdır, tatil yapınız ama ne olur programımızı da bizden almayınız. Poyrazlı denizde bir şamriyel bulup sarılmışız, bizi alaşağı etmeyiniz. Lütfen Ömer beye de söyleyiniz, ‘King Kong is back’ durumu olmazsa ona da küseriz. Bizim küsmelerimizin ve üzülmelerimizin tarifi zordur.
En yakın zamanda tekrar görüşmek üzere selamlar, sevgiler.
Cem Pekman “

Radyo programı bitti ama, benim merakım bitmemişti. Bu merakımın ürünlerinin bir bölümü daha sonra Aya Seyahat adlı kitabımda yazıya döküldü. Yazı tamam da, evin yarısını dolduran plaklar ve CD’ler ne olacaktı? Koleksiyona başlanmıştı bir kere, durmak olmazdı. Screaming Jay Hawkins’in kıyıda köşede kalmış başka hangi albümü vardı? Theremine’le senfonik parçaları çalan müzisyenler de plak doldurmuş muydu? En ince ve en kalın sesli şarkıcılar kimlerdi? Eh artık internet çağında ulaşamayacağınız yer de olmadığını düşünürseniz, ifrat tam gaz başını almış gidiyordu. Ne olacaktı tüm bu kayıtlar, ne işe yarayacaktı...

King Kong İstanbulda!

Hikayenin bu noktasında, bizim Baba Zula tayfasının Beşiktaş’ta açtıkları Misket adlı bir şarapevi devreye girdi. 5-6 ay kadar önceydi galiba. Bizim artık pop üstadı statüsünde geçmiş Murat Meriç kardeşimiz burada müzikli geceler yapmaya başlamıştı. Adını da Türk-İş Funk koymuştu. Artık facebook çağında olduğumuzda orada şöyle tanıtıyordu bu geceleri: “Türkçe funk, psychedelic rock ve eğlenceli pop şarkılarının çalınacağı partimiz her zaman olduğu gibi saat 20.15'te Yonca Evcimik’in 8.15 Vapuru’yla başlayacak. Neler mi var? Buyrun: 1960'lı yılların başında yapılmış psychedelic rock denemeleri; '70'li yıllarda dışa açılma sevdasıyla ecnebice plaklar yapmış yerliler ve '60'larda bize Türkçeyi öğreten ecnebiler; ‘90’ların gubidik şarkıları; Ümit Besen'in "I Love You"sundan "Sincan sound"a, “Ben Sizin Babanızım”dan Hakkı Bulut'a memleket topraklarında yetişmiş cevherler; ciddi ciddi yapılmış ama biçimsiz kaçmış şarkılar; Mustafa Özkent gibi kadri kıymeti bilinmemiş sanatçıların kayıtları ve elbette günümüzün "funky" durumları: BaBaZula, Gevende, İhtiyaç Molası, Nekropsi, Dinar Bandosu, Dolapdere Big Gang ve hatta Selim Sesler! Hatta belki Hepsi, mutlaka Göksel, illa ki Aylin Aslım. Şöyle de denebilir: 32 kısım tekmili birden tam gaz eğlence vaat eden programımız, saz, caz, alaturka, alafranga, rock, Arabik havalar ve Yunan ezgilerini ve o anda aklımıza gelen (çiftetelliden tavernaya) başka şeyleri bir arada dinleyebileceğiniz, eski 45liklerden yeni CDlere bütün zamanların en eğlenceli şarkılarını, unutulmayan Yeşilçam filmleri ve melodilerini, demode pop şarkılarını, tangoları, kantoları, aranjmanları, beraber ve solo şarkıları, türküler ve oyun havalarını ve unuttuğunuz nice güzel hatta zaman zaman kötü şarkıları duyabileceğiniz bir curcunadır...”

Anlaşılacağı gibi Murat Meriç kardeşimiz, bizim yıllar önce Açık Radyo’da yaptığımız programın Türkçe plaklar kutusunu ele geçirmişti. Gittik dinledik, memnuniyetimizi bildirdik. Misketçiler sen de gelip çalsana diye buyurunca, evde atıl duran CD raflarını hatırladık. King Kong kanımıza girmişti bir kere. Murat Türkçe yapıyorsa, biz da yavurcasını yapamaz mıyız, dedik. Bilgi Üniversitesi’nde tanıştığım bir “Incredibly Strange Music” fanatiğini (Can Sungu) yanımıza aldık. Gecenin adını da “King Kong İstanbul’da” koyduk oldu bitti.

King Kong İstanbul’da gecemiz için afiş gerekince, yıllar once radyo partisi dolayısiyle Tunç Örer’in (kendisi acayip bir illüstratördür) çizdiği Bogaz Köprüsüne sarılmış King Kong resmini hatırladık. Rauf Kösemen kardeşimiz ajansıyla işe el koydu, güzel bir afiş hazırladık. Playlistimizi yaptık ve tanıtıma başladık:

“Nasıl yani? Ne zaman geldi bu koca goril İstanbul’a?
Efendim film olarak ilk gelişinden, Adalet Cimcoz’un seslendirme hatıralarından filan bahsetmiyoruz burada, dikkat isterim...
Meselenin kökenleri eski bir Açık Radyo programına uzanır. (burada tekrar etmeyelim, yukarda anlatmıştık zaten, atlayarak devam edelim) (...) Incrediibly Strange Music karşılığı, serbest bir çeviriyle “pekhoş elacaip müzik” dedik alt başlığında... Yerli elacaipleri Murat Meriç çalıyor zaten. Farklı sulara yelken açalım dedik. Peki neler çalacağız? Mesela; Screaming Jay Hawkins, Brigitte Bardot, The Dresden Dolls, Mungo Jerry, Grace Jones, Sex Mob, Marilyn Monreo, Devo, Jimmy Castor Bunch, Jane Birkin, Pizzicato Five, Boney-M, Tiger Lillies, Eartha Kitt, Bonzo Dog Doo Dah Band, Yma Sumac, Tomita, April Stevens, Messer Chups, Clara Rockmore, Dario Moreno, Martin Denny, Klaus Nomi, , Sophia Loren, Chuck E. Weiss, Natacha Atlas, Big Bad Voodoo Daddy, Yello, Amanda Lear, Falco, Brian Setzer Orchestra, Kultur Shock ve sırası gelince sahneye çıkacak daha nicesi...
Garip, saçma, komik, erotik... Dans sekanslarımızda oryantal şala la la, rakın roll ve twist, eski moda fank filan da olacak...” diye devam ediyor işte...

İşte böyle, şu aralar dördüncüsünü tedavüle koyduğumuz King Kong İstanbul’da (21 Mart Cuma günü, gelmeyi unutmayın!), on yıl önce başladığımız bir elacaip merakın son meyvesi... Onuncu yılında hatırlamak istedik, rahatsızlık verdiysek affola!.