2 Mart 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


ÖYLESİNE BİR AYAK YAZISI

Kadınlar Günü yaklaşırken, kadınların çoğu için önemli bir sorun olan, “ayak” konusuna değinmek istedik. Aslında sorun onların değil, erkeklerin galiba. Erkekler niçin kadınların ille de küçük zarif ayaklara sahip olmasını isterler dersiniz? Acaba bu tutkunun kökeni eski masallara kadar mı uzanmakta?Öylesine bir ayak yazısı işte…


Nedir bu kadınların ayaklarından çektiği? Çocukluğumda İnsanlar Alemi diye bir kitapta mı görmüştüm ne… Çinli kadınların ayaklarını küçük olsun diye özel ayakkabılarda bir sıkıştırıyorlardı ki sormayın. Küçücük bir garabet haline geliyordu. Yaşım ilerledikçe kadınların ayaklarına yaptıkları işkencelerin sayısının hayli fazla olduğunu anladım. O topuk denilen uzun çubukların üzerinde nasıl durduklarını hiç kavrayamadım mesela… Bütün bunların ötesinde yazları uluortameydana çıktığı için, ayakların güzel de olması gerekiyor. Bu da az çaba gerektirmiyor elbette!

Bu ayak meselesi geçtiğimiz aylarda, üstad-ı azam Hakkı Devrim’in sütunlarında yeniden dikkatimi çekmişti. Ama bu kez karşı cepheden. Erkeklerin kadın ayakları konusundaki derin hassasiyetleri ilgi çekicidir. Hemen hepsi zarif, güzel, minik ayaklar ister. Ama kolay mı öyle ayak sahibi olmak! Bu yüzden Hakkı Devrim üstadımız gazetelerin arka sayfalarında ona “ayak parmaklarını göstermeye meraklı çıplak kadınlardan” hiç hazzetmez. (Aslında Ertuğrul Özkök’ün ayak parmakları için aynı tepkiyi göstermişti, ama bunu şimdilik bir kenara koyalım.)

Kül kedisinin ayakları

Kadın ayaklarının -elbette güzel oldukları sürece- erkekler için taşıdığı özel anlam, Mehmet Ergüven’in Pusudaki Ten kitabındaki “Ayakkabı” yazısında saklı. Ama biz de kısaca söz edelim. Meselenin kökenleri bildiğimiz Külkedisi ya da Cinderalla masalına kadar uzanmakta. Hikayeyi bilirsiniz, Prens, balodaki güzel kızı yeniden bulmak için, düşürdüğü iskarpinin (bir versiyonda billur terlikler olarak geçer) uyacağı bir ayağın peşine düşer. Bu minik ve güzel bir ayaktır elbette. İşte bu öyküden itibaren ayakları kadınların başına bela olmuştur.

Acıklı konuların yazarı Kemalettin Tuğcu bile, Dişi Kuş / Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz? adlı kitabında “Kocanıza çıplak ayağınızı göstermeyiniz!” uyarısında bulunur. Şaşkınlığınızı buradan bile görebiliyorum. Kocama bile mi, diye soruyorsunuz. Evet ona bile. Nedenlerini Tuğcu’nun kitabından aynen aktarıyorum:

“Kocanıza çıplak ayağınızı göstermeyiniz!
Çıplak bir bacak belki güzeldir. Fakat çıplak bir ayak asla. Kadın ayağına, o güzelliği veren bir çorap ve şık bir ayakkabıdır.
Arkadaşlarımızdan birisinin bir ayağından ayakkabısını ve çorabını çıkartınız. Giyimli ayağı ile çıplağını mukayese ediniz. Çok büyük bir güzellik farkı bulacaksınız.
Dar ayakkaplar, parmakları birbirlerine yapıştırmıştır. Cildi iyi teneffüs etmeyen ayak sarımsı bir renk almıştır. Baş parmağın mafsalı dışarı doğru çıkmıştır. Serçe parmakta veya topukta nasır vardır. Bir kadın ayağı, nihayet altı aylık bir çocuk ayağı gibi güzel değildir. Küçük olabilir, beyaz olabilir, topuğu pembe olabilir. Fakat ne olsa giyimli bulunduğu güzelliği gösteremez.
Kadın ayağı için bunları söylerken, her şeyde olduğu gibi, vasatı gözönünde tuttuğumuzu unutmamalıdır. Sizin fevkalade güzel bir ayağınız varmış, bu umumi bir hükme mani olabilir mi?
Eskiler, çıplak ayağın erkekler üzerindeki antipatik etkisini iyi bildikleri için, ilk gecede gelini çorapla yatırırlardı.
Ayağın, bütün bacakla birlikte, güzel bir çorap ve ökçeli iskarpin veya terlikle arzettiği güzel manzarayı ve kazandığı sevgiyi, onun bütün çıplaklığı ve kusurlarile birlikte erkeğe göstererek kaybettirmemek lazımdır.”

Ayaktan ayaktopuna hızlı geçiş

Kadınların ayaklarının güzel kalması için bunca çaba gösteren erkek milleti, elbette bu ayakların ayaktopu yani futbol oynayarak bozulmasını da istemezdi. Hemen her konuda mutlaka bir sözü olan mümtaz şahsiyet Lokman Hekim ( namı diğer Doktor Hafız Cemal), kendi adıyla çıkardığı Lokman Hekim adlı dergisinde (No. 47, 29 Haziran 1943) önemli bir konuya parmak basıyor:
“Ben kızlarımızın umumiyetle ‘fubol’ oynamalarına taraftar değilim!
İngiltere ve Amerika’nın bazı yerlerinde futbolun pabuçları dama atılmıştır. Çünkü futbol bazı vücutları çok yoruyor. Aşırı (ifrat) derecede oynanırsa kalbi bozuyor, yüreği büyütüyor. Çeşit çeşit kazalara, kırıklara, çıkıklara ve sakatlıklara sebep oluyor. (...) Futbol oynayan kızlarımız ayaklarını her topa vurdukça döl yataklarına kan hücum eduyor. Yumurtalıklarda kan toplanmak ihtimali çoktur. Bu spora merak edenler aybaşlarını daha çabuk görürler ve daha fazla kan zayi ederek kansız düşerler. Hiç unutmamalıyız ki, adetini erken gören kızlar aybaşından da erken kesilirler. (…) Vaktinden evvel adetten kesilen kadınlara dünya zindan olur. Çeşit çeşit sebeplerle 28- 30 yaşlarında adetlerini hiç görmeyen ne kadar kızlar, kadınlar görüyorum ki fena halde meyus ve mahzundurlar. Çok şiddetle sinir buhranları geçirmiş oluyorlar. Bu cihetle kızlarımıza ‘futbol’ sporunu tavsiye etmem.”

Lokman Hekim’imiz kızlarımıza futbol yanısıra voleybol, boks, güreş, binicilik ve hatta bisiklet sporunu da uygun bulmamaktadır. Aşırıya gitmemek kaydiyle jimnastik, tenis, kısa mesafe koşusu, kürek ve yüzme sporlarını yapabilirler. Lokman Hekim yazısının devamında esas olarak kadınların sert sporlar yapmamalarını öğütler ve bu düşüncesini güçlendirmek için bin dereden su getirir. İdmanlı olmak istiyorlarsa ev işleri ne güne durmaktadır:
“Kızlarımız ev işlerinde de idmanlı olmalıdırlar. Hanelerimizde bayanlarımızı alakadar eden öyle ehemmiyetli işler vardır ki en sıhhî spor yerine geçmektedir. Bunları saymaya lüzum görmem.” Yazısının sonunda birden hatırlar ve ekler: “İtiraf etmeliyim ki ben spor mütehassısı değilim. Hekimce düşünerek yazdım. Bu hususta en salâhiyetli ve iktidarlı söz söylemek hakkı üstadı azam Selim Sırrı beye atittir.”

Bakın kadın ayağı filan derken konu nerelere geldi. Halbuki masum bir konu diyerek, ayak ayak üstüne atarak yazıya başlamıştım. Neyse, unutmadan gelecek hafta gündemimizde olan 8 Mart Kadınlar Gününü kutlayalım. Ayaklarla ne alakası var ama aklıma geldi işte...


KUTU

Kemalettin Tuğcu Dişi Kuş – Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz? adlı kitabında bu zor sanatın ipuçları aktarıyor. Kocanızı elde tutmanın yollarını sadece başlıklarıyla aktarıyorum:
1. Kocanızın hulyalarını bilerek, ona göre bir hattı hareket tayin etmelisiniz.
2. Kocanıza karşı büsbütün açılıp saçılmayınız.
3. Geceliklerinizi başka renk ve biçimde yapınız.
4. Temiz olunuz.
5. Kocanızın karşısında kılıksız bulunarak sokağa çıkarken süslenmeyiniz.
6. Kocanıza çıplak ayağınızı göstermeyiniz.
7. Temaruz etmeyiniz. (Yani kendinizi hastaymış gibi gösterip mızmızlnmayın demek istiyor.)
8. Kocanızın ıstırabile alâkadar olunuz.
9. Kocanıza itimat ediniz.
10. Gözyaşları kadının en büyük silahıdır. Fakat bu silahı çok ve sık kullanmak onun artık hiçbir işe yaramamasına sebebiyet verir.
11. Ona kendisini daima beklediğinizi ihsas ediniz.
12. Kocanızın yemeklerine dikkat ediniz.
13. İstekleriniz için münasip zamanlar seçiniz.
14. Kocanızı sayınız ve tebrik ediniz.
15. Kocanıza mahrem işlerinizden bahsetmeyiniz.
16. Herkesin yanında, onun lehinde sözler söyleyiniz.
17. Kocanızın fikirlerini benimseyiniz.
18. Kocanızla aranızda geçen her şeyi arkadaşlarına söylemeyiniz.
19. Kocanızın anasının hatırını sayınız.
20. Kocanızın yanında başka erkekleri methetmeyiniz.
21. İhanetini kocanızın yüzüne vurmayınız.
22. Kocanızı kadın ihtiyacı içinde bırakmayınız.
23. Çocuğunuzu kocanıza tercih etmeyiniz.
24. Çocuğunu terbiye etmesine itiraz etmeyiniz.

( Kemalettin Tuğcu, Dişi Kuş. Kocanızı Nasıl Muhafaza Edebilirsiniz, İstanbul 1942 ( 2. B.)

1 Mart 2008 Cumartesi

MÜZİK YAZILARI



MARIANNE FAITHFULL'UN YEDİ HALİ

Babylon’da bu haftanın ilk üç günü (Pazartesi, salı, çarşamba) Mavi Jeans’in sponsorluğunda Marianne Faithfull sahne alıyor. Altmışlardan günümüze gelen, değerinden bir şey kaybetmeyen bir efsanenin yedi hali.


1. FOLK/POPSTAR

Yıl 1964, Marianne daha 17’sinde. Soylu bir aileden geliyor. Bir partide Rolling Stones’un meneceri Andrew Oldham’ın dikkatini çekiyor. Teklif: Şarkı söyleyebilirse plak da dolduracaktır. Kayıt stüdyosunda Mick Jagger ve Keith Richards da var. Seçilen parçayı söylemeyi beceremeyince, Stones’un yeni bestelerinden “As Tears Go By” deneniyor (yani parça Marianne için yazılmış değil). Andrew on üzerinden altı puan verse de, plak doldurulmuştur bir kez... Listelerde 9 numaraya kadar yükseliş. Ardından Bob Dylan’ın “Blowin’ In The Wind”i gelir. Turneye çıkar, Amerika’ya kadar gider. Basın bülteninden bir alıntı: “Utangaç, arzulu, kendine has bir kimsesiz çocuk güzelliğine sahip bir genç kız...”

Tavsiye edilen şarkı: “Go Away From My World”. (Kocası John Dunbar’dan ayrılıp Mick Jagger’in sevgilisi oluşuna tarihleniyor.)

2. GROUPIE

1967 yılında Jagger ve Richards’ın ortak evinde yaşarken uyuşturucuyla yakalanırlar. Allen Ginsberg’le sıkı bir arkadaşlığın başlangıcı. İlk kez oyuncu oluyor: Londra Royal Court Theatre'de Çehov'un "Üç Kızkardeş"inde İrina. Plak doldurmaya boş veriyor. Alain Delon'la "Girl On A Motorcycle" filminde oynuyor. Altıncı Stones olarak turne turne dolaşıyor. Jagger’dan bir çocuk düşürüyor. Mick’in “Ned Kelly” filmi çekimleri için gittiği Avustralya’da eroin doz aşımı. Peşinden hastaneye ve magazine düşüş elbette... Mick Jagger onun için “Wild Horses’u” yazıyor. O da Stones’u puanlıyor: Brian Jones aşk yaparken beceriksizdi. Keith’le geçirdiğim gece hayatımın en iyi gecesiydi. Mick ise sevgilimdi ama şarkı yazmak onun için daha önemliydi. Tiyatroda kendine yakışan rolü buluyor: Ophelia.

Tavsiye edilen şarkı: “Sister Morphine”. (Sözler Marianne’nin, müzik Jagger-Richards).

3. CANKİ

Mick Jagger Bianca ile evlenince, Marianne kendini iyice uyuşturucuya vuruyor. Zaten Burroughs’un “The Naked Lunch”ını okuduğundan beri sıkı müptela olma yolunda adımlar atmıştır. Eroinle halvet oluyor. Artık sokaklar mekanıdır, tek bir giysisi vardır, onu yıkarken havluya sarınıp bekler. Sevdiği insanlardan uzaktır. Kirli ve tehlikelidir. 1971’de menejeri onu bulur, zorlayarak bir albüm yaptırır: “Rich Kid Blues”. Kapaktaki resimde aynen Mick Jagger’a benzemektedir. Ama aslında ön dişleri yoktur, ağzını açmadıkça görünmez. Rolling Stones albümünde yer alan “Sister Morphine”den gelen telif, zor günlerinde ona destek olur. Uyuşturucudan kurtulmak için çok çabalar. Ama her seferinde yeniden dibe düşer. Yıllar sonra yeniden bir şarkı yazar. ”. Ölümünü bizzat yaşadığı bir bağımlı arkadaşını anlatır “Lady Madeleine”de. Yeni kocalar ve yeni müziklerle tanışır. Punkın kapısını aralar. “Broken English” yeniden doğuşu olur.

Tavsiye edilen şarkı: “Why D’Ya Do It” (Tüm öfkesini nasıl satırlara döktüğünü görmek için).

4. BRECHTYEN

1985’den uyuşturuculardan temizlenir. Ama bir bağımlıyla yaşamaya devam eder. Sevgilisi Howard Tose’un intiharı onu çok etkiler. Tom Waits imzalı “Strange Weather” bu dönemden izler taşır. Brecht-Weill’la ilişkisi aslında çocukluğuna kadar uzanır. “Mahagonny”nin bir taş plağını dinlediğini bile hatırlıyor mesela. İlk kez Hall Willner’in 1985 yılında çıkardığı Lost In The Stars albümünde “The Ballad of Soldier’s Wife” adlı şarkıyı seslendirir. 1990’da Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sında Jenny rolüne çıkar. Arada Badalamenti ile flört eder: “A Secret Life” albümü bunun kanıtıdır. Ardından bir kabare sanatçısı gibi sahneye çıktığı dönem gelir. Brecht-Weill şarkılarının ağırlıklı olduğu “20th Century Blues” albümü ona yeni hayranlar kazandırır. Giderek Brecht/Weill tutkusunu ifrata kadar götürür. “7 Ölümcül Günah”ı bile plağa doldurur. Bu dönemde klasik müzik ve caz dinlemektedir.

Tavsiye edilen şarkı: “Alabama Song”. (Mahagonny kentinde gerçekten yaşadı mı acaba Marianne?)

5. ROCKER

Aslında her dem rocker değil midir? Rolling Stones’la başlayan bir maceradan başka ne beklenebilir ki? Bob Dylan’la, Jim Morrison’la, Jimi Hendrix’le dolup taşan anılardan belli değil midir işin aslı astarı? O değil midir daha 79’da “Working Class Hero”yu plağa okuyan? Ama bu kez “rocker”lığı cümle alemin onayından geçmiş, omuz verilmiş, birlikte çalışılmış olarak albümlere yansıyacaktır. 1999’da yayınlanan “Vagabond Ways” albümünde Roger Waters, Daniel Lanois, Elton John, Leonard Cohen ve elbette onun en zor dönemlerinde yanında olmuş gitaristi Barry Reynolds’un imzaları vardır. Roll bu dönemde Faithfull’la bir telefon konuşması yapıp kalbimizi hoplatmıştır. 2002 yılında çıkan “Kissin’ Time” albümünün imzaları daha da müthiştir: Blur’un Damon Albarn’ı, Beck, Êtienne Daho, Dave Stewart ve elbette Pulp’dan Jarvis Cocker. Sevgili Marianne, ardından İstanbul Caz Festivaline gelip Açık Hava’da bir konser vermiştir ki hiç mi hiç unutulmaz! Yayınlanan son albümü “Before The Poison” bu dönemine nokta koyar. Bu kez yanında P.J. Harvey, Nick Cave, (yine) Damon Albarn ve John Brion vardır.

Tavsiye edilen şarkı: “Crazy Love” ( Bir zamanlar “o da kim” diye sorduğu Nick Cave bu kez ona şarkı yazıyor).

6. IRINA PALM

Sinema oyunculuğu Marianne Faithfull’un eski mesleği. Ama hep kıyısında durduğu bir deniz bu. Hatırlayalım, “Motorsikletli Kız” filmi 1968’de çekilmişti. Godard’ın iki filminde küçük rollerde de olsa yer almıştı. Tony Richardson’un Hamlet’inde Ophelia’ydı. “Ghost Story” canki döneminde başrolünü kaptığı bir filmdi. 1993’den sonra daha düszenli olarak sinema oyunculuğunu sürdürdü. Rol aldığı ona yakın filmde büyük roller peşinde değildi. Ama geçen yıl birden başrolünü üstlendiği “Irina Palm” ona beklemediği (beklemiyor muydu acaba) bir başarı sağladı. Torununu kurtarmak adına bir seks klübünde çalışmak zorunda kalan kadın rolüyle üstüste ödüller aldı. Ama filmdeki hanım hanımcık, torun sahibi hali onu rocker olarak hatırlamak isteyenleri epeyi (hadi yumuşatarak söyleyelim) şaşırttı. Aslında daha 1993 yılında anneanne olmuştu. İtiraf etmek gerekir ki o da hepimiz gibi yaşlanıyordu.

Tavsiye edilen şarkı: “No Child of Mine” ( Yeni nesillere tecrübe kokan öğütler).

7. MASUMİYET VE TECRÜBE

En karanlık döneminde bile masumiyetini kaybetmedi Marianne Faithfull. Bir süredir küçük bir toplulukla dolaşıyor ve konserler veriyor. “Songs of the Innocence and Experience” adını taşıyan bu konsept doğrultusunda albüm çalışmalarına da başladı. Albüm yaza doğru çıkacak. Prodüktörü Hal Willner. Marianne Babylon randevusu için İspanya’dan kalkıp İstanbul’a gelecek. Bize kırk yılın tecrübesiyle masumiyetini anlatan şarkılar söyleyecek.

Son söz: Benim Marianne’ım hangisi diye sorarsanız, her haliyle kabülümdür derim. Tavsiye edilen şarkı elbette daha yazılmamış olandır. Belki onu da Babylon sahnesinde dinleriz.

24 Şubat 2008 Pazar

DİNLETİ/ SÖYLEŞİ


Pazartesi Söyleşileri 1
KADIKÖY’DE BİR SÜREYYA

Kadıköy’de aslında bir çok Süreyya var. Ama hepsinin arkasında Süreyya Paşa saklı...
Bizim ele alacağımız, önce opera diye başlayıp sonra sinemaya dönüşen bir yapı: Süreyya Sineması. Orada oynasın diye kurulan bir topluluk Süreyya Opereti. Operetin emprezaryosu Muhlis Sabahattin. Onun operetleri Asaletmeap, Mon Bey, Ayşe, Çaresaz... Ve yapılan restorasyon çalışmasıyla yeniden eski görkemine kavuşan bir sahne: Süreyya Operası.

Eski plaklar, anılar, fotoğraflar eşliğinde.

Metin Deniz, Gökhan Akçura, Cemal Ünlü

3 Mart Pazartesi, Saat 19.00
Maya Sanat
Halep İşhanı, Beyoğlu (Beyoğlu Sineması’nın üstü)
Tel: 212.2527452

PAZAR YAZILARI


DÜNYANIN EN KÜÇÜK METROSU
Tünel’imiz bir süredir kapalıydı. Tadilat varmış. Bir kaç ay bekledik.Kıymetini hatırladık yeniden. Yüksek Kaldırım’ı yürüyerek çıkmayı denedik. Yorulduk. Neyse sonunda açıldı. Bir oh çektik... Baktık, duvarlar çinilere bürünmüş. Vagonlar elden geçmiş. Bir de üstüne kitabı çıkmış. Söz dünyanın en küçük metrosunda...

Tünel’in dünyanın ilk metrolarından biri olduğunu biliyoruz. Kimi ikinci, kimi üçüncü yapılan metro der... Hikayesi eski ve çok ilginç. İstanbul’un tramvay ve tünel imtiyazları 1869 yılında veriliyor. Saltanat makamında Sultan Abdülaziz bulunuyor. Abdülaziz yenilikçi ve yüzü Batıya dönük bir padişah. Tramvay imtiyazını Konstantin Karapano Efendi alıyor. Tünel’i ise Eugene-Henri Gavand adlı bir Fransız mühendis. Gavand ısrarlı bir müteşebbis. 1867 yılında turistik bir gezi nedeniyle geldiği İstanbul’da Karaköy ile Beyoğlu arasında yoğun bir trafik olduğunu görüyor. Ama bu insanlar Yüksek Kaldırımı tırmanmaktan muzdarip... Ölçüp biçiyor ve bu eğimli arazide “asansör tipinde bir yeraltı demiryolu” yapıp işletmenin çok kârlı bir iş olacağını düşünüyor. Yurtdışına çıkıp para yatıracak girişimci arıyor. Bunu sağladıktan sonra da İstanbul’da işin bürokratik binbir ayrıntısıyla uğraşmaya başlıyor. Sonunda sözleşme imzalanıyor. Bu işe ne para, ne emek koyan devlet, Tünel’i yapma ve işletme haklarını Gavand’a 99 yıllığına devrediyor. Küçük bir komisyonla yetiniyor...

Önde hayvanlar, arkada insanlar

Çeşitli sorunlardan ve özellikle de Avrupa’da çıkan savaşlardan etkilenen Henri Gavand’ın gerçek anlamda inşaata başlaması 1871 yılına denk geliyor. Tünel’in açılışı ise 1875’i buluyor. İnşaat süresinde bir çok ilginç öykü karşımıza çıkar. Örneğin yeraltını kazarken çıkan hafriyat ne yapılacaktır? Sonunda, o zaman mezarlık olan bugünün Tepebaşı’sının, Tünel’in kazılmasından çıkan taş ve toprakla doldurulmasına karar verilir (Bu konunun ayrıntıları Çelik Gülersoy’un Tepebaşı adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatılır).

Tünelin açılışı 17 Ocak 1875 günü yapılır. Açılışta Bahriye Bandosu çalar, nazırlar ve paşalardan oluşan bir kalabalık da hazır bulunur. Vagonların üstü açıktır. Ön vagon hayvan, eşya ve arabalara ayrılmıştır. O dönemde hayvansız ve arabasız bir İstanbul düşünülemiyordu haliylen... Arkada ise birinci ve ikinci mevkileri bulunan insanlara ait vagon yer alır. Yeraltından gitmenin korkusunu kısa sürede aşan İstanbullular Tünel’den memnuniyetlerini belirtirler. Açılıştan sonra geçen 14 gün içinde 75.000 yolcunun Tünel’i kullanması da bunun kanıtıdır.

Tünelin kitabı yazıldı

Tünel’in öyküsünü anlatan bir kitap çıktı. İETT yayınlarından yeni çıkan bu kitabın yazarı R. Sertaç Kayserilioğlu. Kitap Dersaadetten İstanbul’a 2: Tünel adını taşıyor ve iki ciltten oluşuyor. 2000 yılında yayınlanan Vahdettin Engin’in Tünel adlı kitabından sonra, bu konuda yayınlanan ikinci çalışma. Bu ilk kitapla karşılaştırdığımızda, çok da fazla yeni bilgi içermediğini görüyoruz. Ama haksızlık da yapmayalım; Tünel konulu sözleşme, talimatname gibi ana belgeler ilk defa tam metin olarak sunuluyor. Öte yandan görsel malzeme açısından da zengin bir kitap. Baskı kalitesi yüksek, ama grafik tasarım açısından profesyonel bir dokunuşa ihtiyacı var.

Sertaç Kayserilioğlu’nun kitabında İETT’nin zengin arşivinde bulunan belgeler nedense hemen hiç kullanılmamış. Ayrıca Tünel’in Cumhuriyet dönemi de oldukça yüzeysel geçilmiş. Bu dönemde Tünel’le ilgili olaylar edebiyat ve basına bol bol yansımıştı. Kitapta küçük bir bölüm bunlara ayrılmışsa da, edebiyatımıza yansımalarına pek değinilmemiş. Hiç olmazsa bu konudaki ilk öykü olduğunu sandığım Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Tünel’den İlk Çıkış”ının ve Sait Faik’in “Tünel’deki Çocuk”unun kitapta yer almasını dilerdim. İlerki baskılarında kitabın geliştirilip bu eksiklerin giderileceğini umalım... Kitabını okuyalım, Tünel’e binip keyfini çıkaralım.

EK: TÜNELİN REKLAM TARİHİ
Peşin söyleyelim, daha yazılmadı... Ama reklam tarihimizin en önemli odak noktalarından biri. Her gün onbinlerce insanın girdiği, oturup beklediği ve yolculuk ettiği bir mekanın reklamsız kalması düşünülemezdi elbette. 1930 yıllara ait listelerde yüze yakın firmanın Tünel’de ilan panosu hazırlattığını görürüz. İETT arşivindeki belgeleri karıştırdığımızda ise, özellikle işgal İstanbul’u günlerinde, Tünel duvarlarının reklam hakkını almak için kıran kırana bir mücadele yapıldığını anlıyoruz. Çeşitli reklam şirketleri yanısıra kişilerin de reklam taşaronluğuna soyunduklarını görüyoruz. Bunların arasında ilginç bir de mektup var. 2 Haziran 1920 tarihinde Madam Olga Taskin ( isim benzerliği değilse sonraki yıllarda piyanistliğiyle ünlenecek bir Beyaz Rus), % 7 komisyonla Tünel’e reklam toplama işine aday olduğunu bildirir. Tünel idaresi işgal kuvvetleri polis komiserliğine bu kişiyi tanıyıp tanımadıklarını sorar. Cevap olumsuz olunca başvuruyu reddeder. Aynı yılın Haziran’ında ise bu kez Beyaz Rusların kurduğu bir cemiyet (Des Commissionaires Russes Société) aynı başvuruyu yineler. Ama tüm bu çabalar boşunadır. Tünel reklamlarını almayı beceren 10 Eylül 1920 tarihli bir sözleşme ile kesinleştiren şirket Hoffer, Salamon ve Huli olacaktır. Yani bugünün İlancılık Reklam Şirketi’nin büyükbabası...

17 Şubat 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


İZMİR HATIRASI
İzmir’le ilgili hatıra bende pek bol... Ne de olsa yaşamımın yirmi küsur yılını orada geçirmişim. Halen de yazları Karaburun’a taşınırım. Bu nedenle hatıralara dalarsak içinden çıkamayız... Ama müzikle ilgili hatıralar derseniz, önce ilkgençlik yıllarımda Çiğli Radyosu’ndan dinlediğim dumanı üstünde pop şarkıları gelir aklıma. Beatles’dan Yardbirds’e; Manfred Mann’den Bob Dylan’a listelere ne girmişsse... Ardından Miserables yılları gelir ki, kendileri vakti zamanında Karşıyaka’nın en nadide rock topluluğudur. Arkadaşları olup garaj misali ev ortamında yaptıkları provalara sık sık katılmışlığımız vardır. Yazları ise Kuşadası Kale Diskosu’nda barmenlik yapıp, Ankaralı Oksijen grubu icrasıyla Led Zeppelin şarkıları eşliğinde dansetmişliğimiz de... Yakın dönemlere gelirsek Karaburun Şenliği medarı iftiharımızdır. Yazlarımızı şenledirir.

Lakin bu yazıya vesile olan İzmir Hatırası’nda niyet başka... Muammer Ketencoğlu’nun yeni albümünün adı bu. Kendisi ilk Karaburun Şenliği’mize konuk olup, bol bol bu türden parçalar çalmıştı bize. Ama şimdi türküler elimizde kanlı canlı duruyor. Diskçalarımızda göbek atıyor...

Gâvur İzmir

Ketencoğlu’nun peşine düştüğü hatıralar pek eski zamanlara ait, gâvur İzmir’e... Cumhuriyet öncesi İzmir bu adı hakkaniyetle taşır. 1894 yılının nüfus dağılımı bunun kanıtı: Müslüman 89.00, Grek-Ortodoks 52.000, Ermeni 5628, Yahudi 16.000, yabancılar 35.309. Böyle bir etnik yapının yarattığı kültür mozayiği de haliyle çok sesli olacaktı. Muammer kardeşimiz, her zamanki enternasyonal kimliğiyle eski türkülere doğru yelken açmış. Bereketli balıkçı misali, sepetlerini doldurup iskelemize yanaşmış...

Albüm “Uçun kuşlar uçun İzmir’e doğru” türküsüyle açılıyor. Hemen ardından şakacı bir Urla kadın türküsüne bağlanıyoruz: “Mendilimin ucuna sakız bağladım sakız.” Malum o dönemler İzmir çevresi (özellikle Çeşme) sakız ağacıyla dolu. Devamında aşk türküsü Esma geliyor: “Bu can da sana kurban olsun Esma”. Derken sesler, diller birbirine karışmaya başlıyor. İzmir Üçlemesi; Yahudi İspanyolcası, Türkçe ve Rumca, birbirine benzer üç ezgiden oluşuyor. Karataş’tan, Tire’den, Bayındır’dan derlenen türküler birbirini kucaklayarak tek bir şarkıya dönüşüyorlar. Sıradaki türkü yine Rumca. “To Salvari”, yani bildiğimiz şalvar’dan söz ediyor. İçinde bol bol Karşıkaya’dan söz ediliyor. Zaten ne hikmetse, vakti zamanınında en şakrak semt olduğundan mı nedir, Karşıyaka’ya name yapan şarkılar türküler pek fazladır. Şarkıda erkek soruyor: “Hanımım söyler misin, Türk müsün Rum musun/ Yoksa İngiliz mi Fransız mı? O kadar güzelsin ki!” Kız cevap veriyor: “Sana ne ben nereliysem nereliyim/ Menemenli, Karşıyakalı.../ Ve benim şalvarımdan sana ne/ İster kısa giyerim ister uzun ister kararında.” Tabii burada İzmir’in kızlarının, ta o zamanlardan beri güzelliğiyle ünlü oldukları konusuna da girebiliriz, ama lafı da çok uzatırız...

Bergama’nın nefesli takımları

Deniz Ketencoğlu’nun seslendirdiği Bayındır ilçesinden bir kadın zeybeğiyle devam ediyor albüm: “Alt’ay oldu ben bu dağı aşalı.” Sonra bir aşk türküsü daha “Hürmüz Hanım.” Ardından eski mi eski taş plaklardan alınma bir Rum aşk şarkısı. Türkçeye çevirirsek adı “Elmam, mandalinam benim.” Ege toprakları bereketli mâlum!

Birden karşımıza Hüsnü Şenlendirici kardeşimiz çıkıyor. Beklenmedik şekilde klarnetini yana koyup trompetiyle bir segâh taksim yapıyor. Bilen bilir, rahmetli babası Ergün Şenlendirici Okay Temiz’le de çok çalmış müthiş bir trompetçiydi. Onun anısına bir parça geliyor şimdi de. Bergama’dan “Üç kemerin direği.” Hüsnü klarnet, trompet ve davul çalmakta. Bu türkü, 1980’lere kadar Batı Anadolu’daki düğünlerde, “takım” adı verilen dört-beş kişilik nefesli sazların ağırlıklı yer aldığı toplulukların repertuarından.

Derken karşımıza güzel bir Yahudi halk şarkısı çıkıyor. Janet Esim’in vokaliyle dinliyoruz: “Alma Miya/ Canım Benim.” Hadi bakalım bir de Karaburun türküsü var albümde! “Şu İzmir’den çekirdeksiz nar gelir.” Şarkı sözlerinde İzmir’in gavurluğuna gönderme bile yapıyor: “Cavır İzmir aman Kordon boyun efem de şen olsun/ Seni benden aman ayıranlar efem de kör olsun.” Mikrofonu Rumca şarkıların solisti Stelyo Berber alıyor yine. Kökeni otuzlu yıllara uzanan bir şarkı geliyor: “To Dervisaki/ Derviş.”

İzmir hatırası denilince ister istemez efeleri de sıkça anıyoruz... Ödemiş’ten “Gökçen Efe”ye yakılmış bir türkü var sırada. Hemen ardından Alaçatı’ya geçip, İvi Dermancı’nın sesinden geleneksel bir Rum aşk şarkısına konuk oluyoruz: “Yalo yalo/ Kıyı kıyı.”

İzmir Hatırası sıkı bir araştırma, omuz omuza bir arkadaşlık ve usta bir müzisyenliğin ürünü. Yukarda adını andığımız konuklar dışında Muammer Ketencoğlu’na Cengiz Onural (gitar), Erdem Şentürk (ud), Baki Kemancı (keman), Murat Aydemir (tanbur), Derya Türkan (kemençe), Göksel Baktagir (kanun), Orhan Osman (buzuki, bağlama), Rahbi Göçmen (perküsyon) başta olmak üzere onlarca müzisyen eşlik etmiş. Bu çok başarılı çalışmayı elbette yine Kalan Müzik yayınlıyor. Yüz sayfaya yakın bir kitapçıkla birlikte. Türküler hatıralarımızı canlandırıyor... İzmir hatıralarımızı.... Hatıralarımıza sahip çıkalım!

10 Şubat 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


ÖPÜCÜK FASLI

Sevgililer gününde “ne hediye versem” derdi yine başladı. Halbuki sıkı bir öpücük, ya da eski deyişle “buse”, sevgililer gününün temel armağanı olmayı hakeden bir olgudur. Bunu kimse inkâr edemez. Yanında başka şeyler de verirseniz iyi olur tabii...

Öpücük meselesinin evrensel tahlilini yapmak bana düşmez. Biz her zaman olduğu gibi ulusal sınırlar içinde kalmaya çalışalım. Açılışı yapacak olan Evlilik ve Mahremiyetleri adlı ( ilk baskısı İst. 1944) tuğla boyutundaki kitabıyla ünlü Dr. Cemal Zeki Önal; “Buse Sır ve Muammaları?” başlıklı bölümde konuya ayrı bir gizem katmaktadır. “Buse, aşkın, şiirin dilidir. Aşk gözlerde doğar, dudaklarda beslenir,” diyerek konuya şairane bir giriş yapan evlilik doktorumuz, eski yazarlardan “buse” konulu vecizeler aktardıktan sonra devam eder: “Bütün bunlar, dudakların büyülü zevkini anlatıyor. Kuşlar bile ağız ağıza gelerek, vuslatın [ayrılığın] zevkini toplar. Ağız oyunları, öpüşmek, dil dile gelmek, can yakmadan ısırmak, aşk arzularını şiddetle uyandırır… Kadın, erkeği fazlasile ateşler.” Buse konusundaki teşvik edici alıntıları cömertçe okuyucularına sunmayı sürdüren doktorumuz Cemal, sonunda konuyu bilimsel platforma taşır: “Buse bir ilim, sevişme sanatının ilk hecesidir.”

Dem tutan dudaklar

Sözkonusu kitap pratik bir ( el kitabı diyemiyeceğim tam 824 sayfa ) başucu kitabı olduğundan, işin edebiyatı yanısıra pratiğine de girmeyi ihmal etmez. “Busenin tekniği…Nasıl öpüşmeli?” başlığı altında bilgilerimizi genişletecek inciler buluruz:
“Buse, bir zevk ekip biçmeli, dudakları tutuşturmalı. Bu dudakların dem tutmasile olur. Buse bu suretle his ve şiiriyetini bulur. Bu dem, busenin dudakları ateşlemesile başlar, bu ateşlemeyi öpüşmenin incelikleri işler. Öpüşmede, ilkin dudakların zayıf teması, bu ilk temas, dudakların birbirine dokunmasiyle bir kontakt vuku bulur. Bu ateşlenme ile bir şarj başlar. Buse ne kadar uzun sürerse şarj o kadar fazlalaşır. Bu zevk tekâsüf eder [yoğunlaşır], hisleri sarar, busenin büyüsü başlar. Bu büyü, öpücüğün dudakların bir yerinde kalmaması, dudakların bütün sathına yayılması, her yanını kaplamasiyle artar. Bu halde, buse her noktayı ayrı ayrı tenbih eder [uyandırır]. Bu zevki eker, yayar, daha çabuk ateşler, bitmeden diğerinin kıstırması, buselerin birbirini kovalaması bir tenbih bilmeden diğerinin başlamasiyle ateşleme fazlalaşır, bu yaylım ne kadar kuvvetle ve süratli olur ve içten eserse ateşleme o kadar şiddetlenir.”

Öpüşme denilip geçilemeyeceğini anladınız elbette. Aşağıda metni okuduktan sonra da artık ‘sadece öpüştük başka bir şey olmadı’ deme şansınız yok. Bakın öpücüğün bekâretle ilişkisi konusunda 1949 yılında Her Hafta dergisinin ‘Kadın-Erkek’ sayfası bizi nasıl aydınlatıyor: “Aşkta busenin yeri hakikaten mühimdir. Sevdiği, beğendiği, birçokları arasında tercih ettiği erkeğe dudaklarını veren genç kız kendini yarı yarıya vermiş bile sayılabilir. Öpüşme faslında kadınların aşırı derecede heyecanlanması, baygınlığa benzer bir takım hallere maruz kalması, ürpermesi, titremesi, kendinden geçmesi, gevşemesi, yarı yarıya mukavemetsiz kalması, öpüşmenin şehvet üzerindeki mutlak ve amansız tesirini izhara kâfidir. Kadından alınan buse onun bekâretine doğru atılan bir nevi ilk adım olduğu için, kadın bekâret mevzuunda ne kadar titiz ve muhafazakâr davranıyorsa, kendini öptürmek, dudaklarını vermek bakımından da haklı bir korku ve yerinde bir tereddütle ayni titizliği gösterecek, kaypak davranacak ve kaçamak yollar bulmak için kendine göre çarelere başvuracaktır.”

1950’lerin ortasında Ertem Eğilmez ve Refik Erduran’ın kurdukları Çağlayan Yayınevi’nin cinsiyet kitaplarında ise konumuz romantizmden uzaklaşarak ayaklarını sağlamca yere basmaya başlar. Dizinin ikinci kitabı olan On Derste Cinsiyet’in üçüncü dersi “öpüşme”ye özel bir bölüm ayırmıştır. Yazarın ( iç kapakta Dr. Laurent Chavernac yazmaktaysa da, kitabın büyük ihtimalle çeviri olmadığı Ertem Eğilmez’in anılarından anlaşılmaktadır) bilinçaltını ortaya döken şu satırlarla konuya girilir: “Bir erkeğin, kadının dudaklarını ağzına alarak dişlerini onun dudaklarına temas ettirmesi; veya dilini onun dudaklarında dolaştırması şeklinde buseler, âşıklardan başka herkese garip, hattâ iğrenç görünebilir. Fakat sevişen iki insanın bu gibi aşk oyunlarından sonsuz bir zevk duydukları muhakkaktır.” Ders kitabımız sözü giderek “kadının hassas noktaları”na yönelen buselere getirmekteyse de, isterseniz biz omuzların yukarısında kalalım.

Aşkın salçası nedir?

Çağlayan’ın açtığı yolda yürüyen çeşitli kitaplar arasında özellikle bir tanesi bizim açımızdan önem taşımaktadır. Bu M. Süleyman Çapanoğlu’nun kaleme aldığı Öpüşmek Hangi Ayda Tatlıdır adlı kitaptır. Kitabın girişinde Refik Halit Karay’ın şu sözleri yer almakta: “Buse, ağız kadehinin dudak şekeri karıştırılarak dil kaşığı ile içilen insan usaresinden yapılmış misilsiz bir içkidir.” Siz tam bu sözlerin özgül ağırlığı üzerine düşünmeye çabalarken, Çapanoğlu konuyu olağanüstü bir başarıyla özetleyip çabanızı anlamsız kılar: “Öpmek, aşkın salçasıdır.”

Süleyman Çapanoğlu kırk sayfalık kitapçığında, öpüşmek konulu çeşitli yazıları bir araya getirmiş; araya kişisel yorumlarını da katmayı unutmamış. Yararlandığı kaynaklar arasında yer alan 1328 (1912) tarihli Karagöz Salnamesi’nden aktarılan “buse” konulu makale şu satırlarla noktalanıyor: “Hıfzısıhha noktai nazarından busenin mazaratı kabili inkâr değildir. Hatta ahiren teşekkül eden Verem Kongresi, bazı buseye haris ve azgın kimselerin ağzını tel kafeslerle örterek busenin revacını [hedefine ulaşmasını] menetmek istemiştir. Bu mütalâa fena değil. Çünkü bu gibilerin içinde bazan öperken ısıranlar da bulunuyor.”

Bu ilginç kitabın, adında yer alan soruya cevap vermeden bittiğini düşünmenizi istemem. Süleyman Çapanoğlu, sonunda sözü bu önemli noktaya getirir: “İnsanlar, mayıs ayında tabiatın baharı, neş’e ve saadeti içine girerek; hayatın güzelliklerinden, hayatın neşvesinden istifade etmeli, çiçekler arasında gülmeli, şarkı söylemeli, çayırların yeşil şiltesine yatmalı ve bilhassa öpüşmelidir.”

Siz yine de baharı beklemeyin derim. Sevgililer gününün soğuk kış günlerine rastgelmesinin, sevgililerin daha samimi olması için bir vesile yaratacağını unutmayın. Sevginizi bir öpücüğün ellerine teslim edin. Daha fazla şairlik taslamamak için, sonsözü gerçek bir şaire terkedelim. Abdülhak Hamit bir beyitinde şöyle demekte:
“Ruhum iki dudağımın arasına gelmiş bekliyor
Lütfet de bir buse ile!.. Hayatım sana geçsin.”

3 Şubat 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


TELEVİZYON KIRK YAŞINDA
Geçtiğimiz perşembe, yani 31 Ocak TRT Televizyonunun ilk yayını yapmasının kırkıncı yıldönümüydü. Aslında dünya ölçeğinde düşününce, televizyonun bize kırk yıl kadar geç geldiğini görüyoruz. Aradan bir kırk yıl daha geçti, bu günlere geldik. Böyle giderse kırklara da karışacağız…

Şakası bir yana ilk televizyon yayınları başladığında ben lise talebesiydim. Hemen televizyonumuz olmadı. Bilirsiniz yenilikler öyle büyük bir hızla yayılmaz. Bir kere başlangıçta yeniliklerin fiyatları pek yüksektir, almak kolay olmaz. Caddede yürürken vitrinlerde karşımıza çıktıkça göz ucuyla ilgilenirdik. Öyle pek telemisafirliğe de gitmezdik. Hani çok önemli bir şey var ve bize özel bir davet gelmişse belki… Aya ilk ayak basılışını görmüştüm herhalde televizyonda. Ama yazlık sinemalar bana daima daha keyifli gelirdi …

Hatıraları bir kenara bırakıp tarihçiliğe soyunursak, TRT’den çok once İstanbul'da televizyon olduğunu söylemek gerekli. Tecrübe yayınları yapan İTÜ Televizyonunu,1964 Temmuz'unda Hayat dergisinde yeralan bir habere göre İstanbulda 10000 kişi seyredebilmekteydi. Yapılan tahminlere göre İstanbul'da 500'den fazla alıcı cihaz çalışıyordu. Her hafta bu makinelerin başına en az 15-20 kişi toplanıp "televizyon zevki"ni çıkarıyorlardı. Yayın haftada bir perşembe günleri, saat 16.00- 20.00 arasında yapılmaktaydı.

Tecrübe yayınları yapan İTÜ'den, TRT'ye geçebilmek için ise 1968 yılını beklememiz gerekiyor. 31 Ocak akşamı saat 19.30’da, Mete Akyol'un deyişiyle "Sessiz ve derinden, eğitim amaçlı masum bir çalışma olarak" yayın başlatılır. İlk günün programı gazetelerde şöyle yer almış:
18.30 Test diası/ 19.15 TRT yazısı ve sinyal müziği/ 19.20 Anons ve sinyal müziğ/ 19.25 Saat ayarı ve gong/ 19.30 Posta açılışı anons/ 19.35 Başlarken (TV Müdürünün konuşması)/ 19.55 Devrim tarihi (Belgesel kültür programı)/ 20.00 Haberler/ 20.10 Hava raporu/ 20.15 Çizgi film
20.21 Eski Antalya'nın suları (Belge film)/ 20.50 Kapanış anonsu/20.51 Türk bayrağı, İstiklâl Marşı ve kapanış. Yani iki saati bile bulmayan bir yayın!

Televizyon müdürlüğünü Daire Başkanı Mahmut Tal Öngören üstlenmişti. İlk gece ekranda görünen ilk kişi, ara spikeri Nuran Devres'ti. Devrim Tarihi programını ise Prof. Afet İnan sunuyordu. Haberleri de merhum Zafer Cilasun okumuştu. Bu ilk televizyon yayını belki çok az kişi tarafından izlendi. Ne de olsa daha gerçek "televizyon yılları henüz başlamamıştı. Ama şöyle ya da böyle, ve nihayet bir televizyonumuz vardı!

Yine kişisel tarihime dönersem, ne o zamanlar, ne de şimdi iyi bir televizyon seyircisi olmamama rağmen, bir çok diziyi şu ya da bu kadar izlediğimi hatırlıyorum. Heidi çizgi filmi, çocukken romanını okuduğum için olsa gerek, o koca yaşımda bile ilgimi çekerdi. Televizyonun erken yıllarında Tatlı Cadı (Samantha burnunu oynatarak büyü yapardı), Bonanza, Küçük Ev (pazar akşamları oynardı, mükemmel aileyi temsil ederdi), Kökler (Kunta Kinte), Dallas, Çarli’nin Melekleri, Komiser Kolombo, Kaçak (Doktor Kimble kaçar, müfettiş Gerard kovalar), Uzay Yolu, Görevimiz Tehlike, Kung Fu (başrolde David Carradine oynardı, hocası “söyle bakalım çekirge” derdi), Mavi Ay, Beyaz Gölge, Emret Bakanım hemen aklıma gelen diziler.

Yerli diziler arasında pek hoşuma getmese de Kaynanalar’ı (Nöri ve Nöriye Kantar, Tijen ve pısırık kocası Timur) hatırlıyorum. Ve elbette o zaman için çok başarılı bulduğum Üç İstanbul’u da... Kaptan Cousteau belgesellerini kaçırmamaya çalışırdım. Bir ara Shakespeare’in hayatını aktaran Will’i ve Leonardo da Vinci’yi anlatan drama belgesellerini de izlemiştim. Ama benim için, daha çok sokaklarda ve siyasetle geçen yıllardı bu dönemler...

Yıllar sonra televizyonla reklamcılık alanında çalışmaya başlamam nedeniyle yeniden buluşacaktım. TRT’nin tek başına bir imparatorluk olduğu bu ilk yıllarda, ekranda önce kocaman bir “R” harfi görünür ve sonra reklamlar başlardı. Tiyatro ve sinemanın ünlülüri bu reklamlar sayesinde ekran konukları oldular. Fatma Girik, Mücap Ofluoğlu, Müşfik Kenter, Pekcan Koşar, Gazanfer Özcan, Altan Erbulak, Adile Naşit, Yıldız Keter, Şükran Güngör ve Müjde Ar (eskiler Boğaziçi Kolonyası filmlerini hiç unutmaz) gibi isimler bu ilk yıllarda reklamlara “evet” diyen ünlüler arasındaydı. Televizyon reklamlarına çıkarak ün kazananlar da vardı. Semra Özdamar ve Itır Esen bunlar arasında ilk akla gelen isimler.

Televizyon reklamcılığında yetmişlerin sonuna doğru kurulan (benim de daha sonra çalışmaya başladığım) Ajans Ada gerçek bir devrim yarattı. Konsept olgusunu öne çıkaran, prodüksiyonuna çok emek harcanan bu reklam filmleri TV reklamcılığının gidişatını değiştirdi. Ada’nın yaptığı (ürün kötü olduğu için tersine çalışan) Jill çorapları (“Eskimiş çoraplarınızı atın!”) ve ardından Efes Pilsen biraları (“Bira bu kapağın altındadır!”) kampanyaları uzun süre belleklerden silinmedi.

Televizyonun başlangıç yılları özetle böyle. Sonrası? O daha uzun bir hikaye ve ne yazık ki hayatımızın büyük bir parçası...

KUTU:

TELEVİZYON ŞARKISI

Televizyon kısa sürede kendi şarkısını da yaratmayı başardı. Daha sonraki kuşakların Melike Demirağ’ın annesi olarak tanıdıkları Rüçhan Çamay’dan bir şarkı bu. Yetmişlerin ortasında yazılmış, sözleri Rüçhan Çamay’ın, müzik ise Şanar Yurdatapan’ın.

Kim bulmuşsa allah razı olsun
Sen gelmeden çok mutsuzmuşuz
Geldin, kuruldun en baş köşeye
O gün bu gündür sana tutkunuz
Televizyon televizyon…
Kırk yıldır görmediğimiz eşe dosta
Kavuşturduğun yetmez mi zahir?
Her akşam çoluk. çocuk, ihtiyar
En azından onbeş telesafir.
Televizyon televizyon…
Allah var ya ödeyemem hakkını
Erkekleri eve bağladın
Bir dileğim var TRT’den
Lüften hergün maç yayınlayın.
Televizyon televizyon…
Kurtulduk temizlik masrafından
Colombo başlayalı beri
Lakin her ay yüz lira tutuyor
Çocuğun gazoz ve cikletleri
Televizyon televizyon…
Kimseye yaranamaz zavallı
Hekes eleştirir kendince
Yılda ancak bir ay susarız
Vergisini vermeye gelince.
Televizyon televizyon…