1 Mayıs 2008 Perşembe

YAŞASIN 1 MAYIS


KARTPOSTALLARDA OSMANLI İŞÇİLERİ

Samsun Reji Fabrikası 1887 yılında inşa edilmiş. Refik Baskın’ın Samsun Yerel Tarih Grubu tarafından hazırlanmış Reji adlı kitapta yer alan “Tarladan Reji işçisine tütün emeği,” yazısından aktarıyorum. “Samsun’da ilk işçi sınıfı bilinci ve buna bağlı olarak ilk işçi eylemleri elbette Reji işçileri arasında ortaya çıkmıştır.” Samsun Reji işçileri tarihinde bilinen ilk grev, diğer bir çok iş kolunda olduğu gibi 1908 yılında yapılıyor. Bu grev sırasında Samsun Tütün İşçileri Sendikası da kuruluyor. Samsun tütün ticarethanelerinde çalışan işçiler, greve başladıktan sonra bir bildiri yayınlayarak; 12 kişilik bir yönetim kuruluna sahip bir sendika kurduklarını bildiriyorlar. Reji İdaresi ve American Tobacco Company’nin yanı sıra, diğer ticarethanelerin de artık işçi taleplerini sendikaya bildirmek zorunda olduklarını, sendikasız işçilerin atölyelerde çalıştırılmasına izin verilmeyeceğini açıklıyorlar. Daha sonraki dönemler, bu kartpostalın zamanından çok uzak....

Samsun Reji işçilerini kanlı canlı tanımamısı sağlayan yukarıdaki kartpostal Hakan Akçaoğlu koleksiyonundan ödünç alındı. Üzerine düşülen not 1906, bir ihtimal yayınlandığı tarih. Osmanlı İmparatorluğu’nda kartpostal yayıncılığı, işçi sınıfı tarihimize de önemli bir miras bıraktı. Çeşitli yayınlarda karşımıza tek tek de olsa çıkıyorlar. Ama bunları daha biraraya getirip, dönemin üretim ve sanayi yaşamına da ışık tutacak bir kitap haline getiren olmadı. İlgilenen olur mu dersiniz? İşçi konuları bu ara nedense pek az kişinin ilgisini çekiyor da...

(Mayıs 2008 tarihli Toplumsal Tarih dergisinde yayınlanan "Resimli Roman: Konumuz İşçiler," çalışmasından bir bölüm)

MÜZİK YAZILARI


BİSİKLET ŞARKILARI
Bisiklet bir 19. Yüzyıl icadı. Bu nedenle eskiden beri söylene gelmiştir bisiklet konulu şarkılar... Ama onlara ulaşmak pek kolay değil. Eski taş plaklarda kalmış çoğu. Blueslar, valslar, boogieler, hatta Fats Domino’dan bir de rock’n’roll parçası: “Rockin’ Bicycle”. Benim dinlediğim en eski tarihli bisiklet şarkısı ise Nat King Cole’un söylediği “Bicycle Built For Two”.

Bisiklet konulu şarkılar arasında Pink Floyd’un “Bike”ı en sevdiklerimin başlarında yer alır. Topluluğun ilk albümünde yer alan Syd Barrett imzalı bu şarkı, bisikletin tüm çocuksu özelliklerini içinde taşır. Rock tarihinde buna benzer bisiklet temalı parçaların çok fazla olmadığını hemen hatırlatalım. Doğal olarak motorsikletlere ve otomobillere ilgi çok daha fazladır. Ne de olsa erkeksi bir müziktir rock. Tom Waits’in bir film için yazdığı “Broken Bicycles” ise eski ve kırık dökük bisikletlerle eskimiş aşklar arasında ilişki kurar. Fransız şanson geleneğinde Yves Montand’ın söylediği “La Bicyclette” de konumuz açısından önem taşıyan bir şarkı... Öte yandan, eski bir İngiliz şarkıcısı olan Engelbert Humberdink’in aynı adı taşıyan bir filme gönderme yapan “Le Bysclettes de Belsize” da bisiklet şarkıları arasında anılması gereken bir yer taşıyor.

Rock tarihinin ele avuca sığmaz topluluğu Queen’in “Bicycle Ride” adlı parçası ise özgürlük kavramını bisiklet üzerinden anlatan bir parça: “Bisikletimi sürmek istiyorum/ Bisikletimi sürmek istiyorum/ İstediğim her yere sürmek istiyorum.” Bisikletin Freddie Mercury’nin biseksüel söyleminin bir simgesi olduğuna inanlar oldukça fazla. Albümün 55 çıplak kadını yarışa çıkmak üzere bisikletleri üzerinde gösteren bir katlanabilir posterle birlikte yayınlandığını da hatırlatalım. Daha yakın yıllara gelirsek John Cale’in “Bicycle” şarkısını hatırlayabiliriz. Her ne kadar sözsüz bir parça olsa da, Brian Eno ve küçük kızlarının sesleri ile bezenmiş “Bicycle”, bisiklet konusunda gizli öykülerle süslü. Cale’in uzun yıllar birlikte çalıştığı Nico, eroinden temizlendikten sonra bisikletten düşerek öldü. Bu trajedinin şarkının bir yerlerinde gizli olduğunu düşünüyorum. Alman topluluğu Kraftwerk’in ise Fransa’nın bisiklet yarışı geleneğine adanmış bir dizi parçası var. “Tour de France” adını taşıyan bu parçalara “Etap 1, 2, 3” gibi adlar vermişler. Masters of Reality’nin “Bicycle”, The Wallflowers’ın “Angel on my Bike”, Orbit’in “Bicycle Song”, The Jazz Butcher’ın “Biycle Kid” ve Madness’ın “Riding on my Bike” bu kapsamda hemen aklımıza gelebilecek şarkılar. Yeni topluluklardan Hal’ın da geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış bir single’ında “Bicycle” isimli bir parçaları olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Her ne kadar bütününde birer “bisiklet şarkısı” olmadıklarını bilsek de, Donovan’ın “Ferris Wheel”, Jimi Hendrix’in “My Friend” ve Bob Dylan’ın “Buckets of Rain” adlı şarkılarını “içinden bisiklet geçen şarkılar” listesine alabiliriz.

Bütün bu şarkılar arasında farklı bir yere koyacağımız bir diğer şarkı ise (biliyorum bu yazıda çok fazla şarkı sözcüğü var, ama başka türlü nasıl yapabilirdim ki) ise Tomorrow adlı eski İngiliz saykodelik topluluğunun 1968 tarihli “My White Bicycle”ı. Hikayesini özetle anlatınca sizde bana katılacaksınız. Tomorrow bu şarkıyı bir Amsterdam gezisi sonrası yazdı. O yıllarda bu kentte, anarşist kökenli Provos hareketi, şehir trafiğine bir çözüm olarak “Beyaz Bisiklet” projesini yaşama geçirmeye çalışıyordu. Proje şöyleydi: Kentin dört bir köşesinde sahipsiz beyaz bisikletler bırakılacaktı. İsteyen bunlara binecek, istediği yere gidecek, sonra o da bisikleti sokakta bir köşeye bırakacaktı. İlk parti olarak yüz bisiklet Amsterdam sokaklarına bırakıldı. Ama bir süre sonra başka kentlerden gelen hırsızlar, bu bisikletleri kamyonlara yüklediler ve ortadan kayboldular. Polis de güvenliğini sağlayamayacağı gerekçesiyle projenin durdurulmasına istedi. Beyaz bisikletler yıllarca bir efsane olarak dilden dile dolaştı. Ama sadece bir fantezi olmadığı, geçtiğimiz yılın başlarında Paris’te de bir “beyaz bisiklet planı” uygulanmaya başlanmasıyla kanıtlanmıştır sanıyorum.

Şarkılardan yola çıktık ama, asıl sözümüzü de söylemeden noktayı koymayalım. Kentlerin bisikletlere ihtiyaçları var. Ama bisiklet yollarına da...

28 Nisan 2008 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


BİR KUMBARA ÖYKÜSÜ
Geçtiğimiz hafta Eminönü’ndeki Türkiye İş Bankası Müzesi’nde yeni bir sergi açıldı. “Bir Kumbara Öyküsü” adlı bu sergiye paralel olarak, aynı adla bir de kitap yayınlandı. Söylemesi ayıptır, serginin metinleri ve kitap benim imzamı taşıyor. Bu serginin ve kitabın hazırlanış öyküsünü sizlerle paylaşmak istedim.

Yıllar yıllar önce, reklam tarihi konusunda çalışırken, tarihimizdeki ilginç kampanyaların neler olduğunu bulmaya çalışıyordum. 1930’lu yıllarda gazete ve dergilerde “İş Bankası ve kumbara” konseptli ilanların özel bir ağıırlık taşıdığını gördüm. Ayrıca hemen hemen tüm mecralarda bu bankanın kumbaralı reklamlarının da inanılmaz bir yaratıcılıkla kullanıldığı hemen farkediliyordu. Banklarda, stadlardaki panolarda, vapur iskelelerinde, tramvay üstlerinde sık sık kumbaralı ilanlarla karşılaşıyordum. Kumbaralı saatler büyük kentlerin meydanlarında buluşma noktası olarak kullanılıyordu. Hatta ilk uçaklı reklamı da yapmışlardı. O zamanlar kısa bir inceleme yaparak “Çünkü kumbaramız var,” başlıklı bir yazı kaleme almıştım.

Kumbara temalı özel bir dergi

Aradan yıllar geçti. Geçtiğimiz ekim ayında Türkiye İş Bankası Müzesi açıldı. Bir salonu “geçici sergilere” ayrılmıştı bu müzenin. İlk sergi olarak da İş Bankası kumbarasının öyküsünü anlatmayı düşünmüşler. İlk kumbara 1928 yılında dağıtılmıştı, yani tam 80 yıl önce. Sanırım benim daha önce yazdığım bu yazıyı okumuşlar. Beni arayıp sergiyi hazırlayıp hazırlayamayacağımı sordular. Heyecan verici bir projeydi, hemen kabul ettim.

Türkiye İş Bankası’nın elinde zengin bir koleksiyon vardı. Benim elimdekiler de pek fena bir toplam değildi ve birbirini tamamlıyorlardı. Bilmediğim bir çok şey öğrendim. Örneğin bende tek bir sayısı olan İş Kumbarası adını taşıyon derginin koleksiyonunu incelemek fırsatını buldum. İş Bankası bu dergiyi 1932 yılında üç ayda bir yayınlamaya başlamıştı. Yaklaşık sekiz yıl kadar da düzenli olarak çıkarmışlardı. Derginin önemi, yayıncılık tarihimizde rastlanmayacak kadar özel bir konsept dergisi niteliğini taşımasıydı. Bu dergide başyazı, hikaye, röportaj, şiir, oyun ne varsa hepsi kumbara ile ilgiliydi. Örneğin röportajları yapan Hikmet Feridun Es; Abdülhak Hamit’den dünya güzelimiz Keriman Halis’e, yaşayan en yaşlı adam Zaro Ağa’dan piyango satıcısı cücemiz Simon’a kadar herkesle konusu kumbara olan bir röportaj yapmıştı. Hazırladığımız kitabın ekler bölümüne bu tür çalışmalardan zengin bir seçki eklemeyi unuutmadık elbette...

Vahşi biriktirmez!

Peki kumbara neden bu denli önem kazanmıştı, neden bankanın reklam kampanyalarında ana figür olarak öne çıkarılmıştı? Sergi ve kitap bu soruya da cevap bulmaya çalıştı. Esas neden kumbaraların dağıtılmasıyla Türkiye ekonomik tarihi arasındaki ilişkide saklıydı. 1929 Dünya Krizi’nden etkilenen Türkiye ulusal ekonomiye geçmeye karar vermişti. Bu ise ulusal servetin korunması ve yerli sanayiin desteklenmesi demekti. 1929 yılında hükümet destekli yarı resmi bir dernek olan “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti”, bu anlayışın propagandasını yapmak için kurulmuştu. Genel sekreterliğini Vedat Nedim Tör’ün yaptığı Cemiyet yayınlarında, tanıtım faaliyetlerinde “tasarruf” düşüncesini yaymayı amaçlıyordu. Örneğin Cemiyetin yayınladığı “Tasarruf Nedir?” başlıklı broşür şu sözlerle başlıyordu: “Tasarruf medeniyet alametidir. Vahşi biriktirmez!” İşte bu nedenle kumbara ile tasarruf kampanyaları üstüste gelmiş, adeta çakışmıştı. Birlikte çalışılıyor, Cemiyet’in girdiği her yere İş Bankası kumbarası da giriyordu. Bu giderek öyle bir hale geldi ki, kumbara tüm bu dönemin simgesi olarak kabul edilmeye başlandı. Yine bankanın arşivinde rastladığım bir fotoğraf inanılmaz bir çarpıcılıkla bunu kanıtlıyordu. Bir caminin mahyasında yer alan İş Bankası kumbarası! Tamam Cumhuriyet’in ilk yıllarında “İçki içmeyiniz” ya da “Verginizi ödeyiniz” yazılı mahyalar görmüştüm ama, böylesine özel bir bankanın reklamını taşıyan bir mahya ilk kez karşıma çıkıyordu. Ama dönemi iyice inceleyince İş Bankası çalışmalarının Cumhuriyet yönetimi ve ideolojisiyle nasıl atbaşı gitiğini görmek mümkündü. Bu nedenle de o zamanlar hiç kimse, bu tür reklamları bir “özel sorun” olarak görmüyordu...

İş Bankası kumbara ile öylesine özdeşleşti ki, onu yetmişli yıllara kadar bankanın en önemli simgelerinden biri olarak kullanmayı sürdürdü. O yılların reklam filmleri bile kumbara üzerine yapılıyordu. Ama enflasyon canavarı bu güzel tasarruf oyuncağının da sonunu getirdi. Paramızın hızla değer kaybedişi, demir paraların da anlamsız hale gelmesine neden oldu. İnsanlar değersiz paraları niçin kumbaraya atsınlardı ki... Cumhuriyetin 75. yılı nedeniyle hazırlanan bir kitapta kumbaranın öyküsünü anlatan Enis Batur, bu nedenle şu vurguyu yapmak gereğini duymuştu: “Bozuk paraya [artık] para gözüyle bakılmıyor ki saklansın, biriktirilsin. Zaman hızla kemiriyor durduğu yerde duran akçeyi: Kumbarayı dolaşımdan kaldıran, onu Mumyalar Müzesi’ne götüren aslında enflasyon.”

Ama bizim bu sergi ve kitabı hazırladığımız bu dönem daha şanslı... Artık enflasyon belli ölçüde kontrol altına alındı. Türk lirasının sıfırları atılınca demir paralar da yeniden değer kazandı. Bu nedenle İş Bankası’nın birkaç yıldır yeniden kumbara yaptırıp dağıttığını da ben yeni öğrendim. Yani kumbara artık sadece bir nostalji, anılarda kalmış bir obje değil. Günümüzde de yaşayan bir olgu. Bu nedenle “Bir Kumbara Öyküsü” hala özel bir anlam taşımaya devam ediyor... Etsin de!