4 Ağustos 2011 Perşembe

TADIMLIK: BURSA’NIN ÜNLÜ OTELİ ÇELİK PALAS 75 YAŞINDA


1936 yılında Türkiye’nin en lüks otellerinden biri olarak açılan Bursa Çelik Palas, şanına yakışır bir restorasyondan sonra geçen yıl yeniden hizmete açılmıştı. Geçtiğimiz aylarda ise, Atatürk’ün Bursa ziyaretlerinde kaldığı, otelin en eski bölümü Atatürk Palas adıyla misafir kabul etmeye başladı. Şimdi müsaadenizle Uludağ eteklerine uzanıyor ve zaman yolculuğumuza başlıyoruz.

Çelik Palas’ın tarihi Atatürk’ün bir Bursa ziyaretinde yazılmaya başladı. 29 Eylül 1925 gecesi, eski Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın konuğu olarak onun yatıyla Marmara’da bir gezinti yapan Atatürk, Hıdiv’in Bursa’da bir otel ve kaplıca yaptırmak istediğini öğrenince bu amaçla bir şirket kurulmasını istedi. Bunun üzerine 20 Şubat 1928 tarihinde Bursa Kaplıcaları Türk Anonim Şirketi kuruldu. Merkezi İstanbul’da olan şirketin amaçları şöyle sıralanıyordu: “1. Bursa’nın sıcak ve soğuk maden sularının işletme hakkını almak. 2. Modern banyolar, oteller, gazinolar, lokantalar, parklar ve oyun alanları kurmak. 3. Bunları bizzat, ya da başka ticari kuruluşlar aracılığıyla işletmek.” Şirketin ortakları Hıdiv Abbas Hilmi Paşa, Türkiye İş Bankası, Türkiye Ticaret ve Sanayi Bankası, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Ziraat Bankası, Bursa İl Özel İdaresi ve Bursa Belediyesi’ydi. Şirkette Atatürk ve Celal [Bayar] Bey de pay sahibi idiler.

Bastonun saplandığı yere kurulan otel!

Şirket kurulmuştu ama otel nereye yapılacaktı? Otelin yapılacağı yerin nasıl seçildiğini, olayın bizzat kahramanı olan dönemin Bursa Valisi Fatin Bey (Güvendiren) şöyle anlatır: “Atatürk, otelin kurulmasına karar verdiği gecenin sabahında Köşk’ün [şimdi Atatürk Köşkü Müzesi olan yapı Çelik Palas’ın hemen yanında yer alıyor] ayrılarak zeytinliklere doğru yürüyüşe çıktı. Bu sırada ben kendisine, ‘Paşam, oteli nereye yapmamızı uygun görürsünüz?’ diye sordum. Atatürk, Yeni Kaplıca, Kaynarca ve Kara Mustafa hamamlarının bulunduğu yere baktı ve elindeki bastonu toprağa dikip, ‘Mesela buraya yapılabilir’ diye cevaplayarak otelin yapılacağı yeri gösterdi.”

Çelik Palas’ın inşa edildiği yer hep tartışma konusu olmuştur. Şirketin ortakları, Atatürk’ün seçtiği yeri görünce, “iyi güzel de, burada ve yakınında sıcak su yok ki! Civardaki kaplıcalar da sahipli. Zaten oradan buraya sıcak suyu çıkarmak çok zor,” diye itiraz ederlerse de, Vali Fatin Bey, “Atatürk’ün bastonunu diktiği yerden başka yere otel yaptırmam,” diye diretir. Otelin bulunduğu yere su, Hudavendigâr Vakfı’ndan, yani üç kilometre uzaktan boru döşenerek getirilir.

'devamı bu ay çıkan Atlas Tarih dergisinde!)

1 Ağustos 2011 Pazartesi

IVIR ZIVIR TARİHİNİN HERODOT'U


Sabah gazetesinin bu haftaki pazar ekinde zatı alimle ilgili aşağıdaki yazı yayınlandı. 60. yaş günümün hatırına bu oldukça "ego okşayıcı" yazıyı ve benimle ilgili bazı görüşleri affınıza sığınarak aşağıya alıyorum. 60 yılda bir kez yapılır artık bu!


Türkiye'nin gayrı resmi tarihine, sanat dünyasına ve günlük hayatına kazandırdığı pek çok araştırmayla önemli katkılar yapan Gökhan Akçura, 60 yaşına girdi. Akçura'nın 60. yaşını hep birlikte kutlayan arkadaşları ona hep beraber yazdıkları tek nüshalık bir kitap hediye etti.

Yazı: Müjgan Halis
Fotoğraf: Erkan Sevenler

O bir zevk adamı. Hayatını sevdiği şeyleri yaparak geçirmiş, üstelik bundan para kazanmış şanslı insanlardan. Kendisini hem tiyatrocu hem araştırmacı bir koleksiyoner (bazen 'biriktirici' de diyor) hem de müziği seven biri olarak tarif ediyor ve bu üç uğraşını adadığı 60 yıllık yaşamı geçtiğimiz günlerde kendisi gibi zevk sahibi arkadaşları tarafından Otto Sandral'de kutlandı. Hem de neredeyse hepsinin gittiği Paul Simon konserinden bir gün sonra. Üstelik nev-i şahsına münhasır bir hediyeyle. 85 arkadaşı el birliği yapıp bu zevk sahibi adama hayatının baştan sona anlatıldığı ve onun hakkında en dobra sözlerle doldurdukları tek nüsha basılmış bir kitap hediye etti. Kitabın adı ise 60 yıl önce konmuştu: Gökhan Kitabı. Evet, 'biriktirmek' fiili ve 'Gökhan' ismi yan yana gelince akla gelecek tek kişiden bahsediyoruz: Gökhan Akçura'dan.

MERAKLI BİR ÇOCUKTU

Son yılların en popüler tarihçilerinden biri aslında Gökhan Akçura. Bakmayın yazdıklarına 'ıvır zıvır' diye adlar takılmasına, aslında o biriktirdiklerinin bu toprakların esas tarihi olduğuna can-ı gönülden inanıyor. Kendi merakını tatmin ederken, Türkiye'nin görünmeyen-gösterilmeyen öteki tarihine dair perdeleri birbir kaldırıyor, kimine önemsiz, 'ıvır zıvır' gelse de: "Türkiye'de tarihe çok önem veriliyormuş gibi konuşuluyor ama tarih yok ediliyor. Hiç kimse ne kendi tarihini topluyor ne de en ufak bir bilgi edinmeye çalışıyor. Bütün müzeler, arşivler, arkeolojik çalışmalar sefalet içinde. Bizim gibi kendi kendilerine araştıran insanlar samanlıkta birkaç iğne durumunda." Dedik ya meraklı bir adam Akçura, hem de çocukluğundan beri böyle. O merakıyla beş yaşında tek başına sinemaya giden, 11'inde klasikleri birbir deviren, çocukken sayısını bilmediği kadar kitaba sahip bir kütüphanenin sahibi olan bir çocuk. Maden mühendisi babasının görevi nedeniyle Türkiye'nin dört bir yanında geçirdiği çocukluğunun son durağı İzmir Karşıyaka Erkek Lisesi. Lise ayrıca küçük Gökhan'ın hayatı boyunca onulmaz aşkları arasında yer alan sinema, tiyatro ve rock müzikle de tanıştığı mekan. Ve elbette hala savunmaktan vazgeçmediği sosyalizm düşüyle de. Ancak Karşıyaka'nın Dev Gençlileri için bir handikapı vardır bu meraklı çocuğun, uzun saçlarıyla 'devrimci' racona aykırı bir küçük burjuvadır. O yüzden 12 Mart öncesi ve sonrası birkaç yılını bu 'şekilci' siyaset anlayışından uzak geçirir, ta ki TİP'le tanışana kadar. DTCF'den sonra kurucularından biri olduğu İzmir Güzel Sanatlar Fakültesi'nde hocalık yaparken TİP'lidir ve darbeyle birlikte istifayı basıp, hiç tanımadığı bir kente, İstanbul'a gelir henüz yeni evlendiği eşi Saime'yle. Ki ömrünün büyük kısmının tanığı olan eşini, hala en yakın dostu olarak niteleyecek kadar büyük bir sevgiyle evlenmiştir onunla.

İSTANBUL YILLARI

Eski bir TİP’li olan Ersin Salman'ın ajansında başlayan reklamcılık, onu Yeşilçam'a götürür. Sinan Çetin'le yaşadığı kötü bir deneyimden sonra, Ertem Eğilmez'le çalışır. Pek çok sektör dergisinin kurucuları arasında yer alır bir yandan da, artık bir yayıncıdır. Ve halen dramaturg olarak görev yaptığı İstanbul Devlet Tiyatrosu. Ama 'toplama'ya çoktan başlamıştır; bugünkü meslek hayatını asıl belirleyen topladığı bu 'ıvır zıvır'lar olacaktır. Toplar da toplar, topladıkça biriktirir, biriktirdikçe daha çok merak eder. Türkiye'de caz öncesi caz'dan plajlara, bisikletten ambalaj tasarımına, kadın berberlerinden Süreyya Opereti'ne ne bulursa biriktirir. Şimdi biriktirdiklerini depoladığı ve 'aşağıdaki ev' olarak niteldiği arşiv evinin temelleri o yıllarda atılır. Eline ne geçerse toplar ama onun için bir şeyin aslına sahip olmak o kadar önemli değildir. Bu yüzden kendini koleksiyoncu saymaz. "Bir gün kullanırım," mantığıyla topladıklarını, bir gün kullanır gerçekten de. Asıl derdi merakını gidermektir; araştırmak, keşfetmek. Yazmak ise en sıkıcı tarafıdır işin. Bu arada, 10 bin CD, 5 bin plak yanında ne kadar kitabı, broşürü, kupürü olduğunu bilemez tabii. Çünkü bir yandan toplamaya devam eder, bir yandan da dağınık bir adamdır. Üstelik ona sorarsanız tembel! Her çalışma için, bütün o yığınları yeniden, tek tek elden geçirmesi gerekir. Ama Allah için, bildiğimiz koleksiyoncu harisliğinden çok uzaktır; çalışmasına güvendiği herkes onun bilgisinden, belgesinden yararlanabilir.
60 yılın dökümünü sadece yukarıdaki birkaç satırdan mütevellit sayarsanız, yanılırsınız. Gökhan Akçura araştırıp biriktirdikleriyle yazdığı 20'ye yakın kitap, hepimizi kendi kişisel tarihlerimizle de ülkemizin karmakarışık tarihiyle de o kadar çok yüzleştirdi ki. Hangi birini sayalım? Tek başına bir külliyat olan ve neredeyse 10 kitaplık bir seriye ulaşan Ivır Zıvır Tarihi'ni mi, tiyatro dünyasının unutulmaz isimlerinin yaşam öykülerini yazdığı Bedia Muvahhit, Muhsin Ertuğrul kitapları mı, yoksa elektriğin tarihinden tutun reklamcılığın dününe bugününe, hata bisküviye varana kadar yazdığı ve önümüze hazır bir lokma gibi koyduğu her biri birer derya olan araştırmalarını mı? Ya ömrü birkaç sayılık olsa da hala 'Ne güzel dergiydi,' diye andığımız Albüm? Kim unutabilir ki onun Açık Radyo'da yaptığı tadı hala damağımızda olan King Kong'unu ve Arzın Merkezine Seyahat'ini? İşte bunların tamamı 15 Temmuz 1951'de doğan ve bütün sevdiklerinin 'huysuz'luğuyla sevdiği 60'lık bir adamın ömrünün kısa bir özeti. Sayfanın sınırları nedeniyle ancak bu kadarını naklettiğimiz bu hayatın sahibine geç bir doğum günü hediyesi olsun bu yazı: İyi ki doğdun Gökhan Akçura.

ARKADAŞLARI AKÇURA'YI ANLATIYOR

20 Temmuz günü yapılan “Yaş Artmış” partisinde Gökhan Akçura’ya tek nüsha basılan bir kitap hediye edildi. Bu kitapta yaşamından geçmiş arkadaş, akraba ve dostlarından 82 kişinin onunla ilgili düşünceleri yer almakta. Kitabın fikir annesi ve koordinatörü Akçura’nın eşi Saime Akçura. Editörlüğünü has arkadaşı Derya Bengi, tasarım ve uygulamasını kardeşi Hakan Akçura üstlenmiş. Çoğaltılmayacak ve dağıtılmayacak olan bu kitaptan bazı küçük alıntılar aşağıda yer alıyor.

SEVİN OKYAY
“Şöyle söyleyeyim, gıcıktır. Her şeyden anlayan insanlara her daim gıcık olmuşumdur. Hocalık düzeyinde tiyatroya ve yukarıdakilere, cins cins koordinatörlük, editörlük, danışmanlık da ekleyin. Ne var ki Gökhan’ın tanım itibariyle gıcık olması, ne yazık ki şahıs itibariyle gıcık olmasıyla sonuçlanmamıştır. Tersine, kendisini sevimli bulurum. Bu hislerim bir ara değişmeye yüz tutmuştu. Gökhan şıkır şıkır bir kedi kitabı yaptı, benden yazı almadı. Oysa kedici olarak namımızın alıp yürüdüğü (hatta biraz fazla yürüdüğü) bir gerçek. Bir ‘fare dağa küsmüş’ durumu yarattım, “Vay, demek öyle!” dedim, ama Gökhan’a bir şey demedim. İyi ki de dememişim, çünkü hemen ardından karşılaştığımızda, “Kitaba seni almadım,” dedi, “O kadar çok kedi yazısı yazdın ki, bu kadın nasılsa bir kitap çıkarır dedim.” Böylece beni de bir kedi kitabı gailesinin içine fırlatıp attı.”

MURAT BEŞER:
“Gökhan Akçura’nın bende ilk çağrıştırdığı şey “medeni cesaret” olmuştur, çünkü ne zaman aklıma düşse hep aynı fotoğraf canlanır hafızamda. Yıllar öncesinde Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda büyük bir festival kapsamında izlediğimiz caz konserlerinden birindeyiz. Konser öncesinde sadece ilk iki parçada fotoğraf çekimine izin verileceği anons edilmiş olmasına rağmen, sahne önünde bir sağa bir sola ine kalka, eğile büküle koşuşturan fotoğrafçılar ilerleyen dakikalarda halen çekime devam ediyorlar. Koca salonu tıka basa dolduran kalabalıktan sadece bir tek ayağa kalkarak fotoğrafçıları yüksek sesle uyarıp köşelerine gönderen kişiydi Gökhan Akçura. “

ERAY AYTİMUR
“Mertlik ya da pervasızlık. Huysuzluk ya da inatçılık. Ukalalık ya da şuursuzluk. Her ne derseniz deyin. Ama bence bağlantısızlığından ileri gelen bu dürtü Gakçuracığım’ın “zeki, duyarlı ve nazik” olduğu gerçeğiyle birleşince onu yerde ararken Kaktüs’te, Misket’te, Ada’da, Moda’da, Karaburun’da bulabileceğiniz vazgeçilmeziniz kılıyor. Çocukluğumu, aşklarımı, hayalkırıklıklarımı, ayrılıklarımı, sevinçlerimi kesintisiz paylaşan ve kendi gönlünden geçenlere beni sorgusuzca ortak eden Gakçuracığımla ikinci 60’ta da bir arada olacağımızı biliyorum. Höt dersem çık, zöt dersem çıkma Gakçuracığım! E höt tabii ki höt...”

NAİM DİLMENER
“1997 ya da 98 civarında da yollarımız kesişti. Ben (iyi kötü) makbul bir Eski 45’likçi sayılmaktaydım artık; o ise, zaman yolculuğunu mümkün kılmış bir büyücü yazar olarak, Albüm dergisinin başındaydı. “Plak kapaklarını yaz bize” demişti, ikiletmemiştim.
O gün bugün sürer dostluğumuz. Bu alanda çok rastlanan çekememezlikler/kıskanmalar/esirgemeler/kuyu kazmalardan hiç geçirmemiştir yolunu. Elinde ne varsa paylaşır; ama gerçekten ne varsa. “Hafif Türk Pop Tarihi”ni yazmaktayken, defalarca yaptı teklifini: “Ev senin/arşiv senin; gel otur, ara tara, çalış…”
Koleksiyoncunun/yazarın nekesi ömür törpüsüdür; içinizi kurutur. Cömerti ise bir yaşam kaynağıdır; o hep ortada olsun, siz hep etrafında dönün istersiniz.
Gökhan Akçura bir yaşam kaynağıdır, Güneş’tir.”

AHMET ULUĞ
“Hafızam gerçekten çok zayıftır.. Geçmişim ile ilgili detayları genelde arkadaşlarım bana hatırlatır... Ben de hep ya nasıl unutmuşum diye şaşarım... Bundan dolayı Gökhan Akçura ile tanışmamızı çok net hatırlıyor olmamı, kendisine olan sevgi ve saygımın net göstergesi olarak algılıyorum...

Tarih 22 Kasım 1991, mekan Maçka İTÜ Taşkışla G Amfisi... Pozitif’i yeni kurduğumuz dönem... İlk konserlerimizden birini, Hal Singer caz konseri gerçekleştiriyoruz... Figen İsbir o dönem bize en çok destek veren isimlerden, kendisyle konser öncesi lobide takılırken, “Gökhan ile tanışmanız lazım, tüm konserlerinize geliyor” diyor ve kolumuzdan tutup bizi Gökhan ile tanıştırıyor.... Biz doğal olarak tüm konserlerimizi takip eden önemli bir şahıs ile tanışmanın keyfiyle hızlı bir yakınlaşma sürecine giriyoruz...

Gökhan ilk günden yardım elini uzatıyor ve bir ihtiyacımız olursa çekinmemizi söylüyor... O günden sonra da gercekten bize yaptığımız işin anlaşıldığını, değer verildiğini hissettiren en önemli dostlarımızdan biri oldu... Uzun yıllar hiçbir konseri kaçırmadı...Bu Babylon’un açılmasıyla tam bir maratona dönüştü ve büyük ihtimal Babylon’da bizden daha fazla konser izleyen tek kişidir kendisi...

Bu şehrin önemli şahıslarından biridir... İyi müzik sever, meraklıdır, kafası açıktır... Üretkendir... Huysuzdur ama boşa huysuzluk değildir, işe olan saygının getirdiği bir davranıştır bu...”

MEHMET KÖK
Gökhan Akçura bir deniz feneridir, açık veya kapalı havada size yönünüzü gösteren çoban yıldızıdır. Ondan dileyen yararlanır, dileyen ne yaparsa yapar.Onu izlerseniz,,melankolik,bazen depresif ama mutlaka dünyada insanlık adına üretilmiş/yaratılmış bütün güzel şeylerden haberdar olursınuz.İyi filmler,iyi müzikler,iyi kitaplar,iyi tatlar,daha ne olsun?
Gökhan, daima inandığı düşüncelerin, kendisine tat ve derinlik veren sevdiği şeylerin peşinden gitmeyi tercih etti,ruhunu şeytana satmadı,sattıysa bile zevk için satmıştır,denemek istemiştir,sonra geri de almıştır onu.

CEMAL ÜNLÜ
“Bazı insanlar vardır, sonda söyleyecek sözü başta söyleyip başlarına iş açarlar. İnandıklarından, bildiklerinden kolay vazgeçmezler. Hatır için, gönül için iş yapmaz, durum idare etmezler. Gökhan da böyle biridir. Sezgileri, birikimi ve en çok da zamansızlığı, aklının yazmakta olduğu kitapta oluşu, işin başında karar ve hüküm vermesini kaçınılmaz yapar. Pratik olmak, kestirmeden gitmek ihtiyacındadır hep. Daha kimse söz almadan, oradakiler yapılan yahut yapılacak işin büyüsü ve cazibesinden ayaklar yerden kesilmiş göklere yükselirken; söyledikleriyle onları önce bir sarsar. Hafiften buz gibi bir hava eser. Belki kolektif çalışmaya fazla inanmadığı için, belki benzer projelerle önceden hayal kırıklıkları yaşamış olduğu için, aslında ortaya attığı pratik ve gerçekçi şeylerdir. Gökhan hiçbir zaman aşırı heyecanlı, tepkili biri değildir. Sakindir… Uzak duruyor gibi görünse de, aslında meselenin içindedir. Sadece deneyimi, yaşadıkları ve bakış biçimi insanlardan farklıdır, o kadar.”

EMRA SENAN

“O tüm bu 20. yüzyıl kargaşasının belgecisidir aynı zamanda.
Gönüllü bir belge izcisi olarak tüm yüzyılı biriktirmiştir neredeyse.
Evini, ofisini, arşivini, her ne diyorsa oraya, görebilmenizi isterdim.
O yığınların rafların arasından sizin aradığınızı nasıl da bulup çıkardığını hala anlamış değilimdir.
Ama asıl hala akıl erdiremediğim Gökhan Akçura'nın nasıl olup ta hep bu güne ait kalabildiğidir.
Tanıdığımız belge arkeolologlarına hiç benzemez.”

ERSİN SALMAN
“Gökhan Akçura: Robin Hood.
Bilinmesi gereken tabii ki sadece bu değil... Tarihe meraklı olanlar, belge biriktiriciler, arşivciler için şaka yollu da olsa bir “sevimli hırsız”lık ithamı vardır genelde. Şimdi bunca yılın ardından Gökhan’a bakıyorum da dostlar, ben böyle bir Robin Hood görmedim desem yeridir. Zenginden alıp yoksula vermek gibi bir şey neredeyse Gökhan’ın ömür boyu yaptığı. Yaşamdan alıp, yaşadığı günden, hemen bu günden alıp, sonsuzluğa vermek, tarihe, bütün bir insanlığa vermek diyebiliriz sanırım onun mesleğine. Üstelik değer katarak, yeni zenginlikler kazandırarak.

Gökhan Akçura: Sanatçı
Sadece bir arşivci mi Gökhan Akçura? Hayır, o bir sanatçı, bir edebiyatçı. Müthiş bir üslubu var. Biraz önce dedim ya, sanki bir masal babası, sanki bir meddah, bir comedia dell’arte sanatçısı. Hem klasik sayılacak kadar disiplinli, hem de durmaksızın doğaçlama yapıyor. Eli, dili, kalemi çok işlek, çok verimli, çok ustalıklı. Yazıları sanki tam da kendisi. Ruhu, kişiliği olduğu gibi yansıyor yazdıklarına. Babacan, kalender, alçakgönüllü. “Aman mirim, rica ederim, ben kim oluyorum ki,” der gibi yazıyor sanki..”

GÖKHAN AKÇURA NELER YAZDI
Ivır Zıvır Tarihi: Unutma Beni, Ivır Zıvır Tarihi: Gramofon Çağı, Ivır Zıvır Tarihi: Uzun Metin Sevenlerden misiniz?, Ivır Zıvır Tarihi: Turizm Yılı Sıfır, Ivır Zıvır Tarihi: Şen Gönüller Diyarı, Ivır Zıvır Tarihi: Evvel Zaman Bisiklet, Ivır Zıvır Tarihi: Aile Boyu Sinema, Ivır Zıvır Tarihi: İnsanlar Alemi, Ivır Zıvır Tarihi Arşiv: Kedi Kitabı, Ivır Zıvır Tarih Arşiv: Aşk Kitabı, Ivır Zıvır Tarihi Arşiv: Yılbaşı Kitabı, Zaman Makinesi: Aya Seyahat, Zaman Makinesi: Hamini Gırtlak, Zaman Makinesi: İstanbul Twist, Melek Kobra: Hatıratım, Bir Kumbara Öyküsü, İzmir Şehir Tiyatrosu, Bedia Muvahhit - Bir Cumhuriyet Sanatçısı, Muhsin Ertuğrul, Engin Cezzar Kitabı, Türkiye Sergicilik ve Fuarcılık Tarihi, Afife Jale Ödülleri 15. Yıl Kitabı.

31 Mayıs 2011 Salı

PRIMAVERA SOUND . Barcelona 26-28 Mayıs 2011 - 3.Gün



dean wareham plays galaxie 500/ The Swans/ Money Mark/ Einstürzende Neubaten/ Phosphorescent/ John Cale



PRIMAVERA SOUND . Barcelona 26-28 Mayıs 2011 - 2.Gün


Explotions In The Sky
Low
Half Japanese
Pere Ubu
M.Ward



PRIMAVERA SOUND . Barcelona 26-28 Mayıs 2011


GRINDERMAN

P.I.L.

SeeFeel

Of Montreal

17 Mayıs 2011 Salı

VE SAİRE


BİSKÜVİ DEYİP GEÇMEYİN, ONUN DA TARİHİ VAR
Kim derdi ki bisküvinin de tarihini merak edip yazacağız! Gündem büyük adamlarımızın iki dudağının arasında. Bisküvi de kendince önemli bir şey elbette. Lakin bugüne kadar pek kimse merak etmemiş bu mütevazi “atıştırmalık” yiyeceğin tarihini. İş başa düştü, ne yapalım!

Efendim, bisküvi sözcüğünün kökeni Latince “iki kez pişirilmiş ekmek” anlamına gelen “Panis biscoctus”den geliyormuş. Eski gemiciler uzun seferlerde ekmekleri fırına verirlermiş ki dayansın, bozulmasın… Bir başka rivayete göre en eski bisküvitler İ.S. 7’nci yüzyılda Persler tarafından üretilmiş, oradan da Haçlı Seferleri ile Avrupa’ya taşınmış. Larousse Gastronomique ise “Bisküvinin ilk ortaya çıkış tarihi bilinmese de, Romalılar, Venedik orduları ve [dikkat isterim] Türkler tarafından (peksimet olarak) yendiği bilinmektedir,” diye yazar. Eski Türk korsanlarının yaşam öykülerini karıştırsak Allah bilir ne bisküvi maceraları çıkacak karşımıza, ama ne yazık ki buna ayıracak vaktimiz yok… Aynı kaynakta Fransa’da ilk bisküvi üretiminin 14. Louis zamanında (1634-1715) başladığını öğreniriz. Daha sonra da “1894 yılında, asker bisküvisi nişasta, şeker, su, azotlu maddeler, kemik ve selüloz karışımından oluşan savaş ekmeğinin” yerini almış.

Türkiye tarihinde milli korsan peksimetlerini bir yana bırakırsak, Avrupa kaynaklı bisküvinin ortaya çıkışı ise çok eski değil. Mary Işın, Gülbeşeker (Türk Tatlıları Tarihi) adlı kitabında bu durumu şöyle özetliyor: “”Batılaşma sürecinde (…) murabbaların yerini marmelât, kurabiyelerin yerini bisküvi, revanilerin yerini pasta ve gato, peltelerin yerini krema” aldı. Erken dönem “batı tarzı” yemek kitaplarında ise bisküvi tariflerine 20. yüzyıl başından itibaren rastlıyoruz. Örneğin Merzifon Amerikan Koleji Aşçısı Boğos Piranyan’ın hazırladığı Aşçının Kitabı’nda yer alan “bisküvit” tarifinde sadece un, şeker ve yumurta sarısı kullanılıyor. Ama son satırda “bu hamura vanilya ve limon rendesi çok yakışır” demeyi de ihmal edilmiyor. Hadiye Fahriye Hanım’ın 1924 tarihli Tatlıcıbaşı kitabında bisküvi yer almasa da, Ev Kadını adlı kitabında iki tarif karşımıza çıkar: “Bisküvid yâni gevrek” ve “Ananaslı pisküvit”.

Bisküvinin Türkiye’deki ilk yükselişi, Cumhuriyetin ilk yıllarında şeker fabrikalarının açılışı ve ardından moda olan “çay davetleri” sayesinde olur. Kadın dergileri çay masası örtüleri ve çayda yenecek tatlı tariflerini aktarmak için yarışa girer. Size o yılların Ev-İş dergisinden “Tino Pisküisi” ya da “Kaşık Bisküisi” gibi adı alengirli tarifler aktarabilirim, ama sanırım yerimiz buna yeterli değil. Aynı nedenle bir sahaftan aldığım el yazması yemek kitabından da “Beyaz Peynirli Tuzlu Büsküvi” veya”Büsküvi Savayer” tariflerini de yalnızca adlarını zikrederek anabiliyorum...

Bisküviler sadece evlerde ve semt pastahanelerinde mi yapılıyordu? Pazarda yerlerini ne zaman aldı, gibi bir sorunun cevabını bulmak ise oldukça zor. Elimdeki en eski pakete girmiş bisküvi ilanı 1936 yılına ait. Markası ise Lüks. Aynı yıllara ait olduğunu sandığım bir bisküvi kutusu ise Haylayf (High-life) markasını taşıyor. Adresi Pangaltı olduğuna göre o dönemin ünlü Haylayf Pastanesi’nin ürünü olduğu kesin. Kırklı yıllara ait olduğunu sandığım iki teneke bisküvi kutusunun üstünde ise İdeal markası var. Biri “Standart asorti”, diğeri ise “Artistik.. Kremalı karışık”...

Benim bizzat hatırladığım en eski bisküvi ise Arı markasını taşıyor. Bilmiyorum ilk fabrika mı? Esentepe’de Emekli Subay Evleri’nin hemen önünde bulunurdu ve etrafını mis gibi kokuturdu. Teneke içinde sıcacık, fabrikadan yeni çıkmış bisküvi yemenin keyfi de başka olurdu elbette... Ellili, altmışlı yıllardan itibaren bisküvi markaları çoğaldı, tenekeden paketlere girdi, bakkal tezgahlarını doldurdu. Ülker, Eti, Kent, Önder gibi markalar bunlar arasında ilk akla gelenleri. Sonrası ise malum. Dağ taş bisküviden geçilmiyor!

Yazımız boyunca yaptığımız alıntılardan görüleceği gibi işbu yiyeceğin adı dilimize iyice oturana kadar bisküi, bisküvid, bisküvit, büsküvi, pisküvit, bisküvi gibi çeşitilemeler göstermiş. Halk dilinde ne değişimleri uğradığı, hangi adları aldığı ise ayrı bir araştırmanın konusu olabilir. Adana bölgesinde püskevit dendiğini artık öğrendik. Ama bundan ötesi halkbilimcilerin konusu…

31 Ocak 2011 Pazartesi

ÇOLUK ÇOCUKLA BİR KARŞILAŞMA


Patti Smith, Çoluk Çocuk. Domingo Yayınları, Çeviren: Yiğit Değer Bengi

Bir süredir Patti ile yatıp kalkıyorum. Sanki çok yakın bir tanıdığımın bir çekmeceden çıkan mektuplarını okur gibiyim. Çocukluğunda Humboldt Parkı’nda gördüğü kuğuyla birlikte gökyüzüne çıkarıyor beni Patti Smith. Ardından fabikada çalıştığı günlerin kiri pası doluyor damarlarıma. On yedi yaşında doğurduğu ve hiç tanımadan başkalarına terkettiği ilk çocuğunun hüznüyle kederleniyorum. Ayak basmadığım New York’ta doyasıya geziyor, Rimbaud’yu hatmediyor, John Coltrane’nin cenaze törenine katılıyorum. Kitabın diğer kahramanı Robert Mapplethorpe ile tanışıyorum. Onunla polaroid fotoğraflar çekiyor, kolajlar, takılar yapıyorum.

Chelsea Oteli’nin en küçük odasına yerleşiyor, Harry Smith’le eski blues şarkıları dinliyorum. Yeme içmeden arttırdığım üç kuruşla jukeboxta Nina Simone şarkıları çalıyorum. Bitpazarlarında dolaşıp imzalı eski kitaplar arıyorum. Maksat aile bütçesine ufak bir katkı... Modern Sanat Müzesi’ne gidip Guernica’nın karşısında saatlerce oturuyorum. Ardarda gelen ölümlerle sarsılıyorum: Martin Luther King, Robert Kennedy, Brian Jones... Vietnam Savaşı’nın karabasanı doluyor rüyalarıma.

Foto: Robert Mapplethorpe

Yavaş yavaş müzik çevrelerine girmeye başlıyorum. Otelin yanında yer alan restoranda bir şeyler yudumlarken çevreme göz atıyorum: Janis Joplin, Jefferson Airplane, Country Joe and The Fish, Jimi Hendrix oturuyor masalarda. Robert Mapplethorpe’un idolü olan Andy Warhol’la karşılaşmak için Max’s Kansas City ve Fabrika sınırlarına girmeye çabalıyorum. Patti’nin dikkati ise yeni tanıştığı Allen Ginsberg ve William Burroughs’ üzerinde. Edebiyat günlük tayını. Çoğu zaman aç geziyor, akşamları kuskus pilavıyla yetinmek zorunda. Parasızlık yaşamın rutini...

Sam Shepard’la oturup oyun yazıyorum. Bob Dylan’ın ikinci yüzü sayılan Bobby Neuwirth müzisyenlerle tanıştırıyor bizi. Todd Rundgren stüdyolara girip çıkmamıza yardımcı oluyor. Max’s’te Velvet Underground konserini izliyorum. Ardından yine yeni ölümler, genç ölümler: Jimi Hendrix, Janis Joplin, Edie Sedgwick...

Rock dergilerine eleştiriler yazıyorum. Kafelerde şiiirler okuyorum. Bertolt Brecht’in doğum gününde Lenny Kaye eşliğinde “Mack the Knife”ı okuyarak ilk kez rock sahnesine adım atıyorum. Şiirlerim etkiliyor onları: “İsa birilerinin günahları için öldü/ ama benimkiler için değil.” Mapplethorpe eşcinselliğini keşfediyor. Patti yeni sevgililer tanıyor. Rimbaud’nun ayak izlerini kovalamak için Fransa’ya gidiyor. Onun adını taşıyan bir barda bir Pernod ısmarlıyorum. Absinte en yakın budur diye düşünerek. Jim Morrison’un Paris’teki mezarını ziyaret ediyorum. Şiddetli yağmur yağıyor...

Horses albümünün kapağı. Foto: R. Mapplethorpe

Yine New York. Rimbaud’nun doğum gününde ilk “Rock ve Rimbaud” performansımı gerçekleştiriyorum. Artık kendime güvenim tam. İlk single’ımı çıkarıyorum: Hey Joe/ Piss Factory. CBGB’de verdiğimiz konserlerde anlıyorum ki artık bir rock grubuyuz. Stüdyo’ya girip ilk albümü dolduruyorum: Horses. Prodüktör John Cale. Ekip Lenny Kaye, Richard Hell, Ivan Kral, Jay Dee Daugherty. Kapak elbette Robert Mapplethorpe... Patti Smith oluyorum.

Xxx

Patti Smith’in “Çoluk Çocuk” adıyla çevrilen “Just Kids” kitabını ben Patti’nin üzerinden okuyorum. Ama o ölümünden önce söz verdiği gibi Robert Mapplethorpe için yazmış. Kitap iki çocuğun her şeye rağmen bitmeyen beraberliğini anlatıyor. Uzun yıllara yayılan, ölümle noktalanan. Patti inanılmaz ölçüde kendi kalarak anlatıyor. Ona inanıyor, onunla bütünleşiyorsunuz. Son yıllara okuduğum en güzel biyografi. Aslında biyografisinin bir parçası. Robert parçası. Ötesinin gelmesini Fred Smith yıllarını da anlatmasını bekliyoruz.

Otoportre: R. Mapplethorpe

Not: Kitabın çıkmasına paralel, Beyoğlu Mısır Apartmanı’nda Nev Galeri’de Robert Mapplethorpe fotoğraf serigisi de açıldı. Duymayanlara duyurulur.