31 Aralık 2010 Cuma

TELEVİZYON ÜZERİNDEN KISA DANSÖZ TARİHİ


Bu millet dansözsüz yapamaz! En son diyeceğimizi peşin söyleyip girelim söze. Tarihimizin her döneminde şıkır şıkır oynayan dansözlerimiz vardır. Sulukule’nin yazılı olmayan tarihi bunun baş kanıtı. Evliya Çelebi’nin oyuncu kollarından söz ettiği bölümde adı geçen 300’er neferlik Pehlivan Parbul ve Baba Nazlı kolları çingene rakkas ve rakkaselerden oluşur. Yakın dönemlere kadar (özgünlüğü giderek azalsa da) süren bu çengi kolları geleneğinin son temsilcilerinin Sulukule surlarında asılı kalan deyişleri bilmem kulağınıza kadar geliyor mu: “Bir Hoca Alim var, ya kime / Allıya pulluya ya hey!”

İstanbul böyle de Anadolu farklı mıydı sanki? Kemal Tahir’in romanlaştırdığı Konya oturak alemleri, Anadolu’nun gizli tarihinini anlatır. Taşra kentlerinde yaşayıp gelişen bu tarih Cumhuriyet döneminde iyice su yüzüne çıkar. Türk filmleri dansözsüz çekilmez olur. Hatta, bölgelere satılırken filmin içinde kaç dansöz olduğunu söyleyip piyasayı yükseltmek işin raconu haline gelir.

1950’li 60’lı yıllar dansözlerin filmlerde, pavyonlarda ve hatta renkli basında cirit attığı yıllardır. O dönemin dansözleri İnci, Hazine, Peri, Venüs, Cennet Kuşu gibi birbirinden müstesna dergilerin kapaklarını süsler. Ümit Bayazoğlu kardeşimiz Dansözler Ansiklopedisi’ni tamamlamak için çalışadursun, biz onun eski yazılarına başvurup bir liste oluşturalım: İkinci Dünya Savaşı’nda casusluk yapan Emine Adalet Pee, sahneye çıkmasın diye kocasının bacaklarından bıçakladığı Zennube, Tahiye Salem, Beyoğlu sokaklarında çıldırarak ölen Pandora, Anna Bella, İnci Altıntop, Fahrettin Aslan’ın ilk eşi İnci Birol, Semira Semir, Türkan Şamil, Hülya Babuş, sık sık hamile kalan Semiramis, Gönül Seval, Nilüfer Sezer, Tamara, Işık Nur, intihar ederek aramızdan ayrılan Özel Tanca, Salome, Saliha Tekneci, Afrodit, Melike Cemali, Tülay Zerengil, Halit Çapın’ın sevgilisi Sedef Türkay, Aysel Tanju, Nebile Teker, skandallar kraliçesi Ayşe Nana ve elbette Özcan Tekgül. Unutmadan ve istek üzerine ekleyelim; bir de “Çift Motorlu” Pamela. Bu lakap Pamela’ya, meme uçları ve kalçasının iki kanadındaki püskülleri fıldır fıldır döndürdüğü için takılmıştır. Önce sağa, sonra sağa. Sonra sağdan sola, soldan sağa... Seyreden şaşıdan beter olurmuş diye rivayet ederler.

Sonraki fasılda dansözlerimizin yurt dışında kariyer yapmaya hevesleri yazılıdır. Nejla Ateş’le başlayan bu moda Afet Sevilay, Mine Coşkun, Nilüfer Aydan ve Özel Türkbaş’la sürer. Bunlar arasında en başarılısı Özel Türkbaş olmuştur. Plaklar, kitaplar ve videolar bile yayınlamıştır elin memleketinde... Ortak başlıkları: “Kocanızı Sultan Yapma Yolları”...

Ekran dansözleri çıktı cihana

Dansözler tarihinde önemli bir sayfa da televizyon ekranında yazılır. O güne kadar bırakın dansözleri, arabesk müziği bile kolay kolay ekrana getirmeyen TRT, ne hikmetse tam da 12 Eylül’ün hemen sonrasında insafa gelir. Terbiyeli ve “estetik” dansözümüz Nesrin Topkapı, 1980’i 1981’e bağlayan gece, saat 00.05’de ekrana çıkıp 5 dakika danseder. Bunu takip eden yılbaşı Topkapı’nın dansı 7 dakikaya çıkar. Üçüncü yıl ise 10 dakikaya! Gitgide alışırız bu seyirliğe... Nesrin Topkapı da artık “ekran dansözü” olarak anılmaktadır. Dördüncü yıl, yani 1983’ü 84’e bağlayan yılbaşı gecesi, TRT’nin hovardalık yapacağı tutar. Önce 8 dansözün yılbaşı programında yer alacağı açıklanır. Hazırlıklar sürerken bu dansözlerden ikisi “sakıncalı” bulunarak listeden çıkarılır. Kalan 6 dansöz Nesrin Topkapı, Prenses Banu, Seher Şeniz, Tülay Karaca, Firuze Sultan ve Efruz olarak sıralanmaktadır. Lakin, Nesrin Topkapı “Bu yıl da, ya ben tek başıma çıkarım, ya da hiç çıkmam,” deyiverince ortalık karışır. Son karar genel müdür Macit Akman’a kalmıştır. 31 Aralık’ta programın gidişatı gazetelerde şöyle duyurulur: “Yılbaşı programında yeni yıl iyi dilek mesajını Zeki Müren okuyacak; Firuze Sultan, Efruz ve Prenses Banu oryantal danslarıyla programa katılacaktır.” Bir yıl sonra yani 1984’de ise iki dansöz kalmıştır yılbaşı ekranında: Prenses Banu ve Hülya Işıl. Bu dansözler gazetelere verdikleri beyanatta “yılbaşı göbeğini birlikte atalım,” diye buyurup şöyle devam ederler: “Oryantal dans, kadın vücudu için aynı zamanda ideal bir spordur. Bu yüzden son yıllarda bütün dünyada göbek dansına ilgi, çok büyük ölçüde... Biz de hepinize göbek atmayı tavsiye ediyoruz. Üstelik zor bir şey değil, kendinizi müziğin ritmine bırakın ve içinizden geldiği gibi oynayın. Tüm dertlerinizi bir anda unutur, yeni yıla bizimle birlikte göbek atarak girersiniz...”

Dansözler meydan savaşı

Geldik daha yakın tarihe. Artık televizyonda dansözler görmeye iyice alışmıştık. Ama önümüzde yeni sürprizler vardı. Özel televizyonlar ağır ağır yurdumun ufuklarında yükselmeye başlamıştı. (Sonra Star adını alacak) Magic Box’ın genel müdürü Tunca Toskay “güboyu denetimsiz eğlence” sloganıyla yola koyulduklarını açıklar. 1990 yılını 1991'e bağlayan gece, işte bu ilk özel televizyonumuz dansözleri şarkıların fonunda bile kullanarak, 20 dansözle TRT’ye büyük fark attı. Bu bir nevi dansöz eflasyonu olarak niteleyebileceğimiz bu durum sonraki yıllarda iyice arttı. Çünkü özel televizyon kanalları da birbirini ardından devreye giriyorlardı. Dansözler bir stüdyodan diğerine zor yetişiyorlardı!

Şimdi kendimize yalan söylemeyelim. Dansözler savaşının gizli cümlesi erotizmin kabul edilip edilmemesi noktasında toplanıyordu. Göbek dansının yürek hoplatan figürleri ve sahne kostümlerinin izin verdiği çıplaklık kamusal alana taşınmıştı artık. Dansözler bir yana, yasal olmayan ve uydu üzerinden yapılan bu ilk dönem özel televizyon yayınları, “televizyonda erotizm” konulu bir tezin ana fiikrini oluşturacak kadar önemlidir. Yasalar uygulanamadığından erotizm o dönemde (şimdi artık düşünemeyeceğimiz bir boyutta) evlere serbestçe girebiliyordu. Geceyarısı Jimnastiği, Tutti Frutti, Playboy Late Night Show, Colpo Grosso, Gece Keyfi... Dansözler de artık yılbaşından yılbaşına ekrana gelmekten kurtulmuş, eğlence programları ve hatta talk-showlarda bile boy göstermeye başlamışlardı. Televizyon seyircisi uzun bir zorunlu rejimden çıkıp her tür tatlıyı yiyerek midesini bozan fanilere benziyordu...

Aradan yıllar ve yıllar geçti. Artık dansözler gündemimizin ilk maddelerinden birini oluşturmuyorlar. Televizyon kanalları da seyircileri göbek dansı üzerinden ekrana bağlamıyorlar. Ama yine de kimsenin onlardan vazgeçmeye niyeti yok. Artık olağan bir seyirlik olsa da “oryantal dans” herkesin keyifle izlediği bir gösteri. Televizyonda, sahnede, pavyonda ve hatta konserlerde... Ne demiştik? “Bu millet dansözsüz yapamaz”!

28 Aralık 2010 Salı

VAHAP AVŞAR, ESKİ KARTPOSTALLAR VE SANAT


Arter’in “İkinci Sergi”sinde en çok ilgimi çeken çalışmalardan bir bölümü Vahap Avşar imzalı olanlardı. 1995 yılında Ankara Tren Garı’nda açılan “Gar Sergisi”nde yasaklanarak bir günde ortadan kaldırılan “Son Damla” adlı çalışması ilginçti. Ama beni 1970’li yılların kartpostallarından ürettiği resimler daha çok ilgilendirdi. Kendisiyle bu konuda bir konuşma yaptım.

Basın gezisi sırasında daha çocuk yaşta bu kartpostallara ilgi duyduğunu ve kopyalar yaptığını anlatmıştı. Önce bunları nasıl keşfettiğini ve resmetmeye başladığını sordum.

V.A. 1975 yılında, çocuk yasta resim yapmaya başladığımda dergi, kitap ve müze çok azdı ve kartpostallar çevremizdeki yegane görsel malzemeydi. TV henüz evlere girmediği için toplum olarak onlardan cok esinlenmiştik hatırlarsanız...

Vahap Avşar’ın bu etkilenişi daha sonraki yıllarda da sürmüş. Lise yıllarında daha hiç bir sanatsal eğitim görmediği halde, reprodüksiyonlar yaparak para kazanmaya başalamış. Bu kez ilgisi kahve benzeri mekânların duvarlarında asılı olan “Alp Dağı” manzaraları olmuş. “İkinci Sergi”de bu dönemini yansıtan tablolar da var. Bu konuyu irdelemek isteyince şöyle bir cevap aldım.

V.A. Reprodüksiyon kopyalamaya 1975 yılında ilk yağlıboya resimlerimle başlamıştım. O dönemde en popüler kartpostal ve afişler Alp manzaralarıydı. Elime geçirdiğim her türlü resmin kopyasını yapıyordum. Kısa zamanda Alplere özel bir ilgi olduğunu farkettim. Daha sonra yavaş yavaş sanat tarihinin önemli tablolarının varlığını keşfettim. Ama bunları ele geçirmek cok zordu. İstanbula seyahat edip, Boğaz’da fotoğraflar çekip bunlardan resimler yapmaya devam ettim.

1995 yılındaki sansür olayından, yani “Son Damla”nın kötü akibetinden sonra Amerika’ya yerleşen Avşar, 2010 yılında Türkiye’ye dönünce, bir dönem kendini bu denli etkilemiş olan kartpostalların peşine düşmüş. Özellikle de “Ağlayan Çocuk” kartpostalının.

V.A. Yıllar sonra İstanbul’a döndüğümde ilk önce cocuk yaşlarda yaptığım
“Ağlayan Çocuk” kartpostalını aramaya başladım. Fakat artık piyasada olmadığını hayretle farkettim. Bu kartpostalı basan matbaa da kapanmıştı. Matbaa sahibini aramaya başladım. Sonunda bulup, önce o ağlayan çocuk kartpostalını sordum. "Hatırlıyorum ama uzun zaman önce filmlerini kaybettik, arşiv ise çok büyük; bir yıl boyunca arasanız bile bulamazsınız," cevabını aldım. Kartların bir de 25 bin adetlik film arşivi vardı ellerinde. Elbette bu arşivi hemen görmek istedim. Uzun uğraşlar sonunda göstermeye ikna oldular. Çok kötü bir durumda olduğunu görünce, arşivi kurtarmak ve yeniden kazandırmak icin devraldım. Kartpostallar yerlere atılmış karmakarışık bir durumdaydılar. Bir kısmı tahrip olmuştu, böyle kalırsa yakın bir zamanda yok olacaklardı. Bu yaz bir ay boyunca o arşivi elden geçirip düzenledikten sonra içlerinde müthiş ilginç seriler olduğunu keşfetmeye başladım. “İpdal” serisi bunlardan biridir ve hala üzerinde çalışıyorum.

Kendi hallerinde kesinlikle "sanat" sayılmayan söz konusu kartpostalların yeniden üretilince "sanat"laşması hakkında ne düşündüğünü sorunca da şöyle bir cevap aldım.

V.A. Doğru diyorsunuz, kendi hallerinde "yüksek sanat" değil "alçak sanat" kabul edilirler. Ben sanatçı olarak her türlü malzemeyi kullanıyorum. Sanat yapma inancımı ve biçimimi belirleyen fikirlerden birisi de sanatçının bilinmeyen, gizli gerçeklikleri keşfetme ve ortaya çıkartma görevi olduğunu düşünmemdir. Ben işlerimde görünmeyenleri görünür hale getirmeyi, ya da görünür olan şeylerin gizli anlamlarını ortaya çıkarmayı önemli buluyorum. Benim için önce kavram sonra biçim gelir. Bu işlerin kavramsal olarak önemi, 1970 ve 80’li yıllarda çok popüler olan, evlerin duvarlarını süsleyen bu masum asker resimlerinin darbeden sonra "yasak yayın" kapsamına alınarak yok edilmesi, ortadan kaybolarak toplumun hafızasından silinmesi fenomeni ile ilgilidir. “İpdal” serisi, söz konusu kartpostalları dev boyutlarda büyütüp basarak bu konuyu anıtsallaştırıyor. Bu çalışma, eskiden kartpostal olarak günlük hayatta yer alan bu imajlari, sanat bağlamına sokarak, müze ve kitaplar kanalıyla tekrar dolaşıma sokarak yaşatma arzumun bir sonucudur.

KUTU 1 “İpdal” serisi:

Vahap Avşar’ın matbaadan aldığı arşiv içinde bulunan bir dizi asker kartpostalının bulunduğu zarfların üzerinin kırmızıyla çizilip “ipdal” yazıldığını görmüş. Yanlarında da bir tarih: 16 Aralık 1983. Hep aynı erkek model; bazen denizci, bazen karacı, bazense havacı üniformasıyla, yanında hep aynı kadın modelle romantik pozlar vermiş. Büyük olasılıkla askerlik kurumunun imajını sarsacağını düşünerek bir yasak getirilmiş bu kartpostallara. Avşar, o yıllarda pek az kişinin duyduğu, belki de hiç farkedilmeyen bir yasaklamayı fotoğrafa aktarıp görselleştirmiş.

KUTU 2: “Ağlayan Çocuk” kartpostalı:

İspanyol ressam Bruno Amadio’nun ağlayan çocuk resmi 1980’li yıllarda tüm dünyada en popüler imgelerden biri haline gelmiş, bir çok şehir efsanesine konu olmuştu. Uğursuzluk getirdiği söylentisi üzerine Şili’de yasaklanması istenmiş; İngiltere’de itfaiyeciler tablonun bulunduğu evlerde yangın çıktığı inancıyla kaldırılmasını istemişlerdi. Türkiye’de ise sosyalist düşünceyi temsil ettiği gerekçesiyle afaroz edildi. 1979’da popüler bir dini dergi olan Sızıntı’nın ilk sayısının kapağında kullanılınca tartışmalara neden oldu.

1 Aralık 2010 Çarşamba

KARŞILAŞMALAR Aralık 2010


İnsan nelerle karşılaşmıyor ki hayatta! Ama burada söz edilen karşılaşmalar keyif koridorunda karşımıza çıkanlar... Kitaplar, albümler, sergiler filan... Arada sırada kişisel karşılaşmalarımı buraya aktaracağım.

KİTAPLAR

Umberto Eco- J.-C.Carrière, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın
Tamam biliyorum. Bu kitap çıkalı çok oldu. Altı ay kadar evet... Ne olmuş yani? Hemen eskiyor mu kendileri? Günlük basın gibi yapmayın, hemen kenara atmayın... Efendim, söz konusu kitap Can Yayınları'nın Kırkmerak dizisinin dördüncüsü olarak yayınlanmıştı. Kitap o kadar iyi ki, diziye bununla başlayanlar hayal kırıklığına uğrayabilir. Ötekiler de iyi ama arada iki ışık yılı kadar fark var. Ne yapmışlar? Jean-Philippe de Tonnac, karşısına Eco ile Carrière'i oturtmuş, açmış teybi... Kitaplar, kütüphaneler, arşivler, yayıncılar, koleksiyonlar üzerine konuşmuşlar. Aman allahım o ne hudutsuz bilgidir öyle! Ama bizim Murat Bardakçı stili burun kıvırarak ve dalga geçerek konuşmuyorlar elbette. Sanki biz de bunları bilen, birlikte dolaşan arkadaşlarıymışız gibi hissetiriyorlar... Mutlaka edinmeli...

Milan Kundera, Bir Buluşma
Bu daha da eski Mayıs 2010'da yayınlanmış. İki ay elimden bırakamadım. Üç satır ordan, beş satır şurdan okudum. Kitap zaten orda burda yayınlanmış yazılarının toplamı. Çeviri enfes mi enfes. Roza Hakmen imzalı. Romanlar, ressamlar, ölüm ve yaşam... Birbirinden oldukça farklı yazılar yanyana. Ama hepsi ufuk açıcı. Ya doğru, nasıl da düşünmemişim bunu... Hadi be, ne ilginçmiş.. gibi gibi nidalarla okunması gerekiyor. Özellikle en başta yer alan ressam Francis Bacon'u ele alan yazı müthiş mi müthiş. Anlatılamaz okunabilir ancak sınıfından.

Malik Aksel, Sanat Hayatı- Resim Sergisinde Otuz Gün
1941 yılında Ankara Sergievi'nde Devlet Resim ve Heykel Sergisi üçüncü kez açılıyor. Üç resmi ile sergiye katılan ressam Malik Aksel, sadece bununla yetinmiyor. Sergi muhabiri gibi notlar almaya başlıyor.Otuz gün sergi açık, Malik abiniz otuz gün boyunca not alıyor. Sonra bunlar Ülkü dergisinde yayınlanıyor, ardından kitap oluyor, ardından altmış yıl kadar unutuluyor. Şimdi yine elimizde, kırklı yılların sanat yaşamını tüm boyutlarıyla, hem de eğlenceli biçimde okumak için karşımızda.

Hikmet Feridun Es, Kaybolan İstanbul'dan Hatıralar
Hikmet Feridun Cumhuriyet'in en eski magazin yazarlarından. Ama o dönemler magazin yazarı olmak şimdiye hiç benzemez. Karizman olacak, bilgin olacak, kalemin olacak... Naci Sadullah, Mahmut Yesari ve hatta Suat Derviş bile magazinden gelme. O zamanın magazini şimdinin en kral roman yazarından daha keyifli.. Neyse, işte Hikmet Feridun abimizin Hayat ve Yıllarboyu Tarih dergilerinde altmışlı yıllarda kaleme aldığı anı-deneme sayılabilecek yazıları biraraya ilk kez getiriliyor. Hepsi de benim ilgilendiğim konularda, eski İstanbul panoramaları. Sahaflar Çarşısı, Beyaz Ruslar, seyyar zatıcılar, Zaro Ağa, eski İstanbul lokantaları, reklam tarihi... Bilmem anlatabildim mi? Kaçmaz...

Zehra İpşiroğlu, Ayaspaşa Yıllarım
İstanbul 2010 ajansının desteklediği bir proje. İstanbul'un çeşitli semtlerini anlatan 80 kitap. Yarısı geçen yıl kitap fuarında çıkmıştı, diğer yarısı ise bu yıl aynı dönemde yayınlandı... Tabii hepsini almak mümkün değil. Semti ve yazarı uygun olanlar girdi raflara. Son kitap, yani Zehra İpşiroğlu'nun Ayaspaşa'sı elbette en ilgimi çekeni... Oturduğumuz semti anlatıyor ne de olsa... Elili, altmışlı yıllardan, keyifli çocukluk yılları anıları. Bakkalı çakkalı ile eski Ayaspaşa...

ALBÜMLER

Neil Young, Le Noise.
Eski toprak... Zaten ne varsa onlarda var. Hepsinde değil ama. Geriye değil ileriye bakanlar makbulüm... Neil kardeşimiz Daniel Lanois'in prodüktörlüğünde cayır cayır gitarıyla sıkı bir albüm veriyor bize. Az ama öz şarkı var içinde. Dikkat! Mutlaka sesi sonuna kadar açıp dinlenecek. Şaka değil ama, başka tülü tadı çıkmıyor bilesiniz...

Robert Plant. Band of Joy
Al işte bir dinozor daha... İki yıldır Alison Krauss'la yaptığı albümü dinleye dinleye eskittik. Biliyorsunuz üstad Zeppelin'i yeniden kurmayı reddedip bluegrass bataklıklarında nilüfer olmaya adamıştı kendini... Bu albümde de ikisinin arasını bulmaya çalışıyor. Krauss'u bu kez yanına almamış. Ama eski tüfeklerden cephane tedariki dozunda. Richard Thompson, B Townes Van Zandt imzalı şarkılar dikkatleri çekmekte. Dinledikçe helvesi çoğalan albüm takımından...

Robert Wyatt, ....For The Ghosts Within'
Aslında albümün kapağında Wyatt/Atzmon/Stephen diye yazmakta. Wyatt tabii Robert Wyatt, dünyanın en etkili sesi... Gilad Atzmon'u belki hatırlarsınız. Babylon'da konser de vermişti. Arap müziğini hatmetmiş İsrailli cazcı desek yanlış mı olur? Ros Stephen'i ben de yeni duydum. Kemancı, besteci, bir de tango topluluğu var. Biraz ortaya karışık bir albüm gibi, ama bir süre sonra hepsi bir bütün oluyor. İçinde oryantal ezgiler de var, rap de, caz da... Atzmon'un klarnitin ve ortadoğu ruhunun yansıdığı parçalardan sonra, albüm kendini eski caza bırakıveriyor. Wyatt'ın sesinden Round Midnight, Lush Life, In A Sentimental Mood, At Last I Am Free ve What A Wonderful World! Daha ne isteriz... Daha da isteriz...
(Sırf Wyatt hayranlığından keşfettiğim bir albüm daha: Mop Meuchiine plays Robert Wyatt. Birkaç parcada Wyatt'ın da sesi var ama, mesele başka... Yaylılar, orkestrasyon ve derin bir melankoli... Depresif albümleri seviyorsanız birebir...)

Cowboy Junkies. Renmin Park
En country sevmeyeni country'yi sevdiren topluluk. Yani Cowboy Junkies. İki yıl önce çıkan Trinity Revisited'in (CD/DVD) etkisi hala üstümüzde tüterken yeni bir albümle çıktılar karşımıza. Her zamanki ses ve eda. Ama üstüne Çin kokusu sinmiş. Grubun şarkıyazarı Michael Timmins üç hafta Çin'de kalmış, olan olmuş. Albüme şu ara her yere sızan Çin kanı karışmış. Ama sonuç muhteşem. Döndür babam döndür dinliyorsun...

Baba Zula, Gecekondu
Hani hep bildiğimiz Baba Zula derseniz yanılırsınız. Kapaktan başlıyor değişiklik. Artık Ceren Oykut yok grupta biliyorsunuz... Art Work işi baba Mengü Ertel'in Keşanlı Ali dekorlarından ışınlama. Albümde bir sürü misafir aktör de var. Asian Dub Foundation'un belkemiği Dr. Das, büyük bir hayran kitlesi olan Thierry "Titi" Robin, Norveç'li ünlü caz müzisyeni Bugge Wesseltoft, Gogol Bordello gibi gypsy-punk gruplarını etkilemiş Tod Ashley ve Türkiye'de sık sık dinlediğimiz (Berlin'de yaşayan) Alcalica ekibi. Ama albümün bence en etkili ve farklı yanı, bugüne kadar olmadığı ölçüde lirik oluşu... Üçüncü parçadan itibaren dinleyin anlarsınız...

1 Ağustos 2010 Pazar

ADA SAHİLLERİNDE BEKLENEN MÜZE


Deniz İNCEOĞLU / dinceoglu@hurriyet.com.tr / Hürriyet KEYİF CUMARTESİ 31 Temmuz 2010

Nisan 2009’dan bu yana çalışmaları sürdürülen Adalar Müzesi’nin ilk adımı üç sergiyle atılıyor.

Müze 10 Eylül’de açılacak ama onun habercisi olan üç sergi geçen cuma gezilmeye başlandı. Korhan Atay’ın küratörlüğünü yaptığı ‘Adalılar’ ve ‘Adalarda İz Bırakanlar’ Büyükada İskelesi ve Çınar Meydanı’nda görülebiliyor. Gökhan Akçura’nın küratörlüğünü yaptığı ‘Ada Sahillerinde Bekliyorum’ ise film, fotoğraf, klip, broşür gibi malzemelerle Adalar’ı her yönüyle anlatıyor. Üç sergi de eylül ayında açılacak olan müzede de görülebilecek. Müzede neler olacağını ve Ada Sahillerinde Bekliyorum’u küratör Gökhan Akçura’yla konuştuk.

Müzenin açılışından önce neden böyle üç sergiyle başlanması tercih edildi?

‘Ada sahillerinde bekliyorum’ başlıklı sergi, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projeleri kapsamında olan, Adalar Vakfı, Adalar Belediyesi ve Adalar Kaymakamlığı’nın ortak çalışması olan Adalar Müzesi’nin ilk adımlarından biri. Adalar Müzesi’nin resmi açılışı 10 Eylül’de Aya Nikola mevkiindeki eski Helikopter Hangarı’nda yapılacak. Bu adım adım hayata geçişin ise çok uzun bir öyküsü var. Biz bu işe başladığımızda Ada Müzesi için Kadıyoran Yokuşu’ndaki eski Büyükada İlkokulu tahsis edilmişti. Ama nedense İstanbul Büyükşehir Belediyesi, binayı bu yılın başında geri aldı. Orada “Özürlüler Eğitim Merkezi”nin kurulacağı söyleniyor. Mekân arama çalışmaları sürerken, 2010 yılı içinde vaat ettiğimiz sergileri de gerçekleştirmek durumundaydık. Bu nedenle ilk olarak Çınar Meydanı’nda ve Büyükada İskelesi’ndeki sergiler açılıyor.

Sizinki dışında, Korhan Atay’ın küratörlüğünü yaptığı Adalarda İz Bırakanlar ve Adalılar adlı sergilerde hangi objelerle hangi konular işlenecek?

Büyükada İskelesi’nde açılan ‘Adalarda İz Bırakanlar’da Adalar’da yaşamış, orada ölmüş ya da oradan geçip gitmiş insanların bıraktıkları izlerden yola çıkılarak, Adalar’ın öyküsü anlatılıyor. Adalar’ın henüz ada olmadığı 12 bin yıl öncesinden, Bizans’tan, Osmanlı döneminden Temmuz 2010’da dünyaya gelen en küçük adalıya kadar uzanan öyküler var. Çınar Meydanı’nda açılacak ‘Adalılar’ sergisi, Adalar’ın çokkültürlü ve renkli geçmişini oluşturan adalıları ele alıyor. Yazlıkçısı, kışlıkçısı, bakkalı, manavı, eşekçisi, meyhanecisi, balıkçısı ve kalfasıyla Adalar’ın sıradan ünlülerinin kısa yaşamöykülerinden yola çıkılarak ada yaşamı, dayanışma yani adalılık anlatılıyor.

ŞARKILAR DİNLEYİP FOTOĞRAFLARI İNCELEYİN

Çınar Müze Alanı’nda açacağınız Ada Sahillerinde Bekliyorum sergisi için ne tür araştırmalarda bulundunuz?

Adalar Müzesi’nin hazırlık çalışmaları sürerken, ilk sergi olarak neyi seçelim diye düşündük. O aralar elime geçen 1930’lu yıllarda yoğun olarak çalışmalar yürütmüş “Adaları Güzelleştirme Cemiyeti”nin broşürleri yol gösterici oldu. 1934’te Adalar’ı mamur etmeye karar verilerek kurulmuş olan bu cemiyet, Adalar’ın plajlarını, otellerini, ulaşım araçlarını daha yetkin bir hale getirmeye uğraşmış. Adalar’ın suya kavuşması için çabalamış. Ama eğlenceyi de ihmal etmemiş. İstanbul Şehir Tiyatrosu’yla birlikte Adalar Revüsü’nü sahnelemişler. Diğer Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi Çiçek Bayramları düzenlemişler. Bu çalışmalar 1960’lı yıllara kadar uzanıyor. Bu 30 yıllık zaman aralığı, aslında Adalar’ın da en görkemli yılları. Bu nedenle odakta bu yıllar olmak üzere Adalar’ın günübirlik yaşamını sergilemek hoş bir seçim olacak diye düşündük. ‘Ada Sahillerinde Bekliyorum’ başlıklı sergi, esas olarak bu çizgide yürümekle birlikte, ele aldığı konuların öncesi ve sonrasıyla ilgili bilgileri de elden geçiriyor.

Sergide fotoğraf ya da resimler mi olacak? Bunları nerelerden edindiniz?

Serginin ana malzemesi fotoğraflar ve efemeralar. Bunların bir bölümü Adalar Müzesi’ne yapılmış olan bağışlardan sağlandı. Müzeye hem Adalar’da yaşayanlardan, hem de araştırmacı ve koleksiyonerlerden fotoğraf, obje, belge bağışı yapılıyor. Öte yandan ben de sahaflardan, müzayedelerden ilginç bulduğum fotoğraf, kartpostal ve diğer efemeraları topladım. Sergide bunlardan bir bölümünü bulacaksınız. Ama sergi sadece fotoğraf ve efemeralardan ibaret değil. Bazı panolarda şarkı klipleri de var. Ada iskelelerini anlatırken, 1933’te Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘Söz Bir Allah Bir’ filminin başında yer alan, İpek Film Balet Heyeti’nin Büyükada İskelesi’ndeki revü sahnesi sizlere eşlik edecek. Ada’da fayton turlarını ele aldığımız bölümde, Aliki Vuyuklaki’nin küçük tur sırasında söylediği ‘Gençlik Bir Gün Gidecek Elden’ şarkısını dinleyeceğiz. Eğlencelerden söz ederken, Erol Büyükburç’u, Dil Burnu’nda söylediği ‘Haydi Gençlik Hop Hop’ şarkısında izleyeceğiz. ‘Adalar Revüsü’ bahsinde ise 1934’te Anadolu Kulübü’nde Büyükada şarkısını söylemiş olan Semiha Berksoy’un 1992’de bu şarkıyı yeniden icra edişini izleyeceğiz.

1.8 MİLYON LİRALIK MÜZE 10 EYLÜL’DE AÇILACAK

Şimdilik sergilerle tanıtımı yapılan Adalar Müzesi, Adalar’ın oluşumundan bugüne kadarki hikâyesini yüzlerce obje, 20 bin belge, 6 bin fotoğraf, yüzlerce belgeleme çekimi, film ve sözlü tarih kayıtlarından oluşan kuruluş koleksiyonu ile ziyaretçilerine sunacak. Adalar Müzesi, başta Büyükada’da bulunan müze yerleşim alanları olmak üzere, Adalar’ın bütününe yayılan sergileme, sunum, etkinlik çalışmaları ile zengin bir ziyaretçi rakamına ulaşmayı hedefliyor. Müze kapsamında sürekli ve geçici sergiler bölümü, kütüphane, arşiv, atölyeler, ada lezzet turları ve müze dükkânı olacak. Adalar Belediyesi ve Adalar Vakfı’nın işbirliğiyle, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı finansal desteğiyle gerçekleşen projenin toplam bütçesi 1.8 milyon TL.

ADA SAHİLLERİNDE SİZİ BİR SERGİ BEKLİYOR


RADİKAL 31 Temmuz 2010
Adalar Müzesi'nin ilk müjdesi kendinden önce geldi. Gökhan Akçura küratörlüğünde bugün açılan 'Ada Sahillerinde Bekliyorum' sergisiyle yeme içmeden gezmeye, dedikodudan flörte ada adabı karşınızda...

10 Eylül’de Aya Nikola Hangar’da açılacak olan İstanbul’un ilk çağdaş kent müzesi Adalar Müzesi kapsamında, bugün Büyükada’da iki sergi açılıyor. Sergilerden biri olan ve adanın ulaşım araçlarından otellerine, lokantalarından plajlarına yaşam stilini anlatan ‘Ada Sahillerinde Bekliyorum’un küratörü Gökhan Akçura’yla Adalar’ı konuştuk.

Ada deyince akla ilk ne geliyor?

Anadolu Kulübü ki oraya girmek kolay değildir, ben hayatımda bir kere girdim. Yörükali Plajı, o da maalesef artık çok kötü olmuş, yerlere plastik yeşil halı sermişler. Balık restoranları, Aya Yorgi, vapurlar...

Nasıl başladı bu proje? Neden Adalar’ın bir müzesi olsun istendi?

‘Ada Sahillerinde Bekliyorum’, 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti kapsamında hazırlanan Adalar Müzesi projesine ait bir sergi. Müze projesi aslında Adalar Vakfı ile Adalar Belediyesi tarafından 2008 yılında başlatıldı. O zaman İstanbul Büyükşehir Belediyesi de Kadıyoran yokuşundaki, adanın artık kullanılmayan, en eski yapılarından biri olan Ada İlkokulu’nu bu işe tahsis etti. Hemen bir kürasyon grubu kuruldu. Fakat İBB, bir süre sonra tahsisi kaldırdı ve orayı özürlü eğitim merkezi yapmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı’na verdi. Bir anda binasız kaldık. Yeni bir bina bulunana kadar Aya Nikola bölgesindeki eski bir helikopter hangarını depo müze olarak kullanmaya karar verdik. Bu sırada, müze açılana kadar da Çınar Meydanı’nda hazırladığımız sergileri göstermeye karar verdik.

Araştırmalar sırasında ilginç hikâyelerle karşılaştınız mı? Adalar’ın İstanbul için önemi neymiş?

Araştırmalarım sırasında gördüm ki ada tarihinin en ilginç dönemi, 1930’larla 60’lar arasındaki zaman dilimi. Çünkü o zaman Adaları Güzelleştirme Cemiyeti kurulmuş. Bu cemiyet adadaki bütün kalburüstü isimlerin, İstanbul Valiliği’nin destek verdiği bir dernek. O dönem AKAY isimli bir vapur şirketi var (Adalar-Kadıköy-Yalova), onunla anlaşıyorlar, seferleri çoğaltıyorlar. Yörükali Plajı’nı güzelleştiriyorlar. Sıradan bir plajken asri bir plaj oluyor. Fayton sürücülerini özel ve tek tip giysilere sokuyorlar. Otel tarifelerinden yemek listelerine kadar her şeyi kontrol ediyorlar Adalar’ı nasıl güzelleştiririz diye. O döneme dair broşürler bulduk, gazetelerdeki havadisleri araştırdık. Geniş bir malzemeyi taramaya başladık. Benim kendi koleksiyonum yanında, sırf bu işe yönelik olarak müzayede takip ettik, eskiciler, kitaplıklar gezdik. Bunun yanı sıra çok yoğun bağış aldık. Bu işe gönül veren adalılar koleksiyonlarını bize açtı. Çok özel fotoğraflar, belgeler bulduk. Serginin tasarımcısı Sadık Karamustafa ile birlikte oturduk, bunları tanzim ettik. Hangilerini kullanacağımızı seçtik. Bir gün bir müzayedede AKAY’ın köprüde bulunan bilet gişesinin, o güne kadar hiç görmediğim bir kartpostalına rastladım. Ben kolayca alırım diye düşünürken fiyat yükseldikçe yükseldi. Sonunda dayanamadım, adamın yanına gittim, “Beyefendi, siz ne yapacaksınız bunu, yükseltip durmayın lütfen” dedim. O da Heybeliada koleksiyoncusuymuş. “Ben alayım, isterseniz sonra size veririm” dedim, kabul etti.

Fotoğraflar, broşürler dışında neler var sergide? Mesela videolar da var mı?

Evet, iki tür hareketli görüntümüz var. Biri bu panolarda yer alan kısa video klipler. Bir tanesi 1932 yılında Muhsin Ertuğrul’un yönettiği ‘Söz Bir Allah Bir’ filminin giriş sahnesi. Film, Ada İskelesi’nde revü kızlarının dansıyla açılıyor. Bir buçuk dakikalık bir görüntü. Ada içi ulaşım bölümündeyse 1960’lı yıllarda Orhan Günşıray’la Aliki Vuyuklaki’nin başrollerini paylaştığı bir film var, ‘Sıralardaki Heyecanlar’ diye. Orada bir faytonla ada turu sahnesi var. Arka tarafta iki çalgıcı çocuk çalıyor, Aliki de şarkı söylüyor. Onu aldık. Eğlence bölümüneyse Semiha Berksoy’un 1990’lı yıllarda yapılmış bir Semiha Berksoy gecesinde söylediği Adalar Revüsü’ndeki ‘Büyükada’ şarkısını aldık.

İstanbul’un Adalar tarihine bakmak aynı zamanda kentin gayrimüslim tarihine de bakmak demek. Sergide buna dair bir şeyler görüyor muyuz? Rum yemeklerinin yanında 6-7 Eylül yüzünden göç edenlerden kalan boş evlerin de fotoğrafları var mı mesela?

Bunu bizim sergide göremeyiz ama müze açılınca tabii ki göreceğiz. Özellikle Büyükada, Cumhuriyet tarihinden önce tamamen Rum nüfusun yaşadığı bir yer. Ancak zamanla nüfus azalmış, şu an belki 100-150 Rum vardır Adalar’da. Benim sergimde özellikle 1930’la 1960 arasını seçmemin sebebi, tam da bütün bunları kapsayan yıllar olması. O yıllarda nüfus çok kozmopolit. Adanın en kalabalık, canlı dönemleri. Hem Cumhuriyet öncesi haline gönderme yapan hem de Cumhuriyet’le gelen değişimi gösteren bir dönem olduğu için özellikle seçtim.

Sergi tanıtımında ‘Adada ne yenir, ne içilir, nasıl gezilir’ gibi başlıklar yanında ‘Nasıl dedikodu yapılır?’ diye de bir başlık vardı. Adada dedikodunun diğer yerlerden farkı ne ki?

Adanın yayın organlarını topladık ve gördük ki bu gazetelerin temel özelliği dedikodu. Tabii biraz insanların sadece keyifli anlar yaşamak istedikleri, şehrin stresini atıp sınırsızca eğlendikleri bir yer. Kim kiminle flört etti, kim kiminle dans etti, kim hangi güzellik yarışmasını kazandı gibi haberleri okumak istiyorlar orada. 1950’li yıllarda Ayla Algan gençlik güzeli seçilmiş mesela, onu koyduk sergiye. Başka güzeller var, disko haberleri var, onları koyduk.

Ada deyince akla Büyükada geliyor hemen, diğerleri neden geri planda kalmış?

Büyükada’nın nüfusu fazla bir kere. Her zaman en nüfuzlu, en zengin isimler orada yaşamış, en eski aileler orada. Heybeliada’da Bahriye Okulu’nun olması, onu biraz o askeri düzenden dolayı sanırım farklı bir yerde tutmuş. En mütevazı ada diyebiliriz. Ama oranın da hem Bahriye Okulu hem de sanatoryum yüzünden başka türlü hikâyeleri var. Hastaların aileleri için yapılmış oteller falan... Onu müzede daha ayrıntılı göreceğiz ama bu sergideki şenlikli havaya pek gelmezdi.

Adalar’ın edebiyata yansımasını görüyor muyuz bu sergide?

O çok kapsamlı bir konu ve başka bir sergi olacak şekilde üzerinde çalışıyoruz. Belki gelecek yıla hazır olur.

Sizin araştırdığınız dönemle bugün arasındaki en temel farklar neler?

Adada artık şöyle bir ikilem var. Orada oturanlar sessiz sakin diye tercih ediyor, günübirlik gelenlerse eğlenmek ve gürültü çıkarmak için. Bu büyük bir çatışma. O insanların çoğu yaşlı ve evleri burası. Hafta sonları dışarı çıkmadıklarını söyleyeyim. Çünkü çoğunun eve dönebilmesi için faytona ihtiyacı var ve o faytonlarda hafta sonları maalesef yer yok. Bu tabii, başka araştırmaların konusu.

Peki bütün bu araştırmalar sonrasında, Adalar’da ne yenir?

Adada balık yenir. Şimdi kalmadı ama ada demek Rum mutfağı demektir. Rum mutfağını bilen ustaların yaptığı geleneksel lezzetler yenir.

Ne içilir?

Rakı. Bütün o sahildeki balık restoranlarının da gösterdiği şekilde. Ama tabii isteyen istediğini içsin canım.

Ne giyilir?

Eskisini soruyorsan adada şık giyinilir. Benim adadaki ev sahiplerim Rum, en eskilerden, Koço Kalfa diye geçen senelerde 102 yaşında ölen bir inşaat ustasının oğluyla kızının sahip olduğu bir evde oturuyorum. Onların anlattığı temel şey şu: “Biz eskiden aşağı inerken nasıl güzel giyinirdik, kordon boyu dolaşırken parfüm kokardı her yer.” Eskiden müthiş bir özen varmış. Belli ölçüde varlıklı bir toplum tabii. Ayrıca onlar sadece yazın değil kışın da orada yaşıyor. Eğlenceye inerken, kiliseye giderken, plaja giderken hep özenliler.


‘Ada tarihi eşeklerin sırtında yükselmiş’

“Sergi için malzeme toplarken gördük ki gelen aile fotoğraflarının çoğu eşekli. Ama şimdi bakıyoruz, Büyükada dışında Adalar’da eşek kalmamış. Orada da Aya Yorgi’ye çıkışta kullanılan sekiz-on eşek kalmış. Ben kendimi birden adanın eşeklerini araştırırken buldum. O dönem tıpkı bugünkü faytonlar gibi eşek turları olduğunu öğrendim. 1930’lu, 40’lı yıllarda ada dergilerinde yapılmış röportajların hemen hepsinde iki eşeğin yanında iki güzel kız var. Şu anki bulunan fayton alanının hemen arkasında bir eşek alanı varmış. Bunun da ayrı tarifesi var. O zavallı küçücük eşeklerle büyük tur-küçük tur yapıyorlarmış. Sadece tur değil Adalar’daki inşaatlar onların sayesinde yapılmış. Sular eşeklerin sırtında taşınıyormuş, seyyar satıcılar eşeklerle geziyormuş. Yani ada tarihi aslında eşeklerin sırtında yükselmiş. O yıllarda ada eşekçileriyle yapılmış röportajlar çok moda mesela. Hikmet Feridun, ‘Eşekçiler ne kadar şanslı. Eşeklere hep güzel kadınlar biniyor’ diye yazmış. Ama dönüp eşekçi röportajlarına bakıyorsunuz, adam, ‘Ne münasebet beyim! Eşeğe binmek isteyen kadınlardan bıktık. Düşerler, binemezler, eşeğe nasıl binilir bilmezler ama heveslenirler, uğraş dur. Kadınlardan şikâyetçiyiz!’ diyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Müzik yazıları


Mekan Pera, Konumuz Opera
On dokuzuncu yüzyılın tam ortaları. O zamanlar adı Pera olan Beyoğlu’nun en işlek yeri Tünel’den Galatasaray’a kadar uzanan bölge. Ötesi pek tekin değil. Arka sokaklar tehlikeli. Yollar dar. Galatasaray Lisesi’nin yerinde Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye bulunmakta. Tam karşısında ise, bugün yerinde Çiçek Pasajı’nın yer aldığı arsada bir tiyatro binası yükseliyor. Görkemli bir yapı bu. Naum Tiyatrosu ya da Pera Tiyatrosu adıyla anılıyor. 1200 kişilik tiyatronun üç katlı locaları ve bir de balkonu bulunmakta. Duvardaki ilanlardan burada İtalyan operalarının oynadığını anlıyoruz. Kapıdan içeri girelim diyeceğim ama, aslında bu öykünün öncesini de bilmek gerekiyor. Oradan başlamak daha doğru olacak.

Evet, öykümüz aslında 1838 yılında başlar. Katolik Arap bir ailenin ferdi olan Michal Naum, fes üretimi ile uğraşmaktadır. 1831 yılında çıkan büyük Pera yangınında, ailenin Galatasaray’daki konakları yanar. Boş kalan arsa önce İstanbul’a gelen bir İtalyan kumpanyasına kiralanır. Topluluk oynayacak salon bulamadığı için bu arsa üzerine 2000 kişilik bir ahşap tiyatro kurar. Burada ilk olarak Aristodemo ve Marco Bozzari adında iki trajedi oynanır. Aynı yerde 1840 yılında ünlü İtalyan sihirbaz Bosco, saraydan izin alarak yeni bir tiyatro binası yaptırır. Bu altıyüz kişilik salonda illüzyon gösterileri yanısıra, pantomimalar ve trajediler de sahnelenir. İstanbul’da ilk opera temsili de bu tiyatroda verilir: Bellini’nin Norma’sı 18 Kasım 1841 tarihinde perde açar. Bu tarihten itibaren Bosco Tiyatrosu’nda düzenli olarak opera temsilleri verilecektir.

Emprezaryo Naum Efendi

1844 yılında arsanın sahibi olan Michel Naum’un, artık Pera Tiyatrosu olarak anılan mekanın sanatsal yönetimini üstlendiğini görürüz. Naum’un o güne kadar yaptığı işlere benzemeyen bu görevi üstlenmesinde bölgenin ileri gelenlerinin teşvik ve desteğinin de büyük payı vardır. Yani elçilikler, levantenler ve Pera sosyetesinin. Lakin, Bosco’nun yaptırdığı tiyatro binası 1847 yangınında kül olur. Tahmin edilebileceği gibi Pera’da sık sık yangınlar çıkmakta ve bunları söndürmek kolay olmamaktadır. Bunun üzerine Naum Efendi batı sahne sanatlarına karşı çok ilgi duyan Sultan Abdülmecit’e bir opera binası yapmak için başvurur. Padişah’ın emriyle verilen cevapta, “opera ve tiyatro Avrupa memleketlerinin çoğunda bulunduğundan, Padişah sayesinde İstanbul’da kurulması güzel bir şey ve Avrupa’ca da hoş karşılanacak olduğundan Naum’un tiyatro inşası ve temsiller vermesi uygun görülerek izin” verildiği bildirilir. İznin yanında 60.000 kuruş da yardım olarak gelmektedir!

Naum’un tiyatrosu yapılır ve 1848 yılının Kasım ayından itibaren temsiller verilmeye başlanır. Ama aslında bu işi örgütlemek hiç de kolay bir şey değildir. Emprezaryo Naum ve müzik direktörü (ilk zamanlar bu işi tenor Lanzoni üstleniyordu) yaz ortasında Avusturya Lloyd Kumpanyası’na ait bir vapurla İtalya’ya gitmekte, orada kurdukları temaslar sonucu sanatçıları angaje etmekte ve Ekim ayı başlarında “opera heyeti” vapura doluşup uzun bir yolculuktan sonra İstanbul’a vasıl olmaktadır. Emprezaryo bir yandan koroyu kurmaya, orkestrayı güçlendirmeye çalışmakta, diğer yandan da provaları hızla yürütmek, operayı açılış gününe yetiştirmek zorundadır.

Bu hızırlıkların yapıldığı günlerde Pera sosyetesi ve elçilik mensupları, Büyükdere ve Tarabya’daki yazlıklarını boşaltıp şehre inmişlerdir. Adalar’a yapılan geziler için de mevsim geçmiştir. Artık opera günlerini iple çekmektedirler. Açılışla birlikte Pera’nın o zamanlar daha genişletilmemiş olan dar sokaklarında, at arabaları ve tahtırevanlar cirit atmaya başlar. Gece karanlığında sokakta fenerler, tiyatronun içinde ise kandil ve mumlar kullanılmaktadır. Tiyatro binasında bütün ricalara karşın herkes sigara ve çubuk içmektedir. (Gazetelerde “izleyicilerin antrakt sırasında ve hatta temsil esnasında sigara içmesinin kesinlikle yasaklanması, sahne dahil her yanın dumana boğulmasının ve sanatçıların seslerinin kısılmasına, seyircilerin gözlerinin yanmasına neden olan bu kötü adetin önlenmesini” isteyen yazılar sık sık çıkmaktadır). Yani öyle pek de nezih bir manzara yoktur. Ama her şeye rağmen Pera’nın artık bir opera salonu vardır!

Sultan Abdülmecid operada

Tarih 9 Şubat 1849. Günlerden Cuma. Sultan Abdülmecid, Cuma namazından sonra Pera Tiyatrosu’na gelir. Bina yapılırken projenin bir parçası olarak, kendisi için inşa edilen imparatorluk locasında ilk kez oturacaktır. Padişah ve maiyeti şerefine düzenlenen ve başka hiç bir seyircinin alınmadığı bu matinede önce Angelo Mariani idaresindeki orkestra eşliğinde koro bir Türkçe kaside seslendirir. Ardından derhal programa geçilir ve repertuardan Linda di Chamounix adlı eser sonuna kadar oynanır. Bunu Ernani’den iki sahne takip eder. Temsil sonunda Abdülmecid, tiyatro yöneticilerini locasına çağırır ve hediyelere boğar. Ayrıca sanatçılar arasında paylaştırılmak üzere elli bin kuruş bağış yapar. Sutan Abdülmecid, temsilleri izledikten sonra eserlerdeki entrikaları kastederek, “Avrupa’da birbiri ardına çıkan isyanlara şaşmamak lazım,” diye buyurur.

Sutan Abdülmecid zaten sarayda opera ve tiyatro toplulukları daha eski tarihlerden beri ağırlamaktadır. Michel Naum, 8 Mayıs 1847 tarihinde, yani Bosco Tiyatrosu’nun yanıp daha Naum Tiyatrosu’nun inşa edilmediği günlerde padişaha şükranlarını sunmak amacıyla Dolmabahçe’de bir opera temsili hazırlamıştır. Mecidiye ve Tâir-i Bahri adalrını taşıyan iki yeni buharlı geminin denize indirilme merasiminde, Tophane’nin yanındaki Hasbahçe’de Köşk-i Hümâyun’a karşı kurulan geçici sahnede Donizetti’nin Don Pasquale’si oynanmıştır. Hasbahçe’de kurulan bu geçici tiyatroda bin kişi gemilerin denize indirilmesi sırasında opera nağmelerinin Tophane sırtlarında yansımasına tanık olmuştur.

Dönelim hikayemize. Sultan Abdülmecid 26 Mart 1851 Çarşamba günü, bu kez şehzadelerini de (ki bunlar istikbalin üç padişahı, sırasıyla 5. Murad, 2. Abdülhamid ve 5. Mehmed’dir) yanına alarak temsil saatinde ansızın Naum Tiyatrosu’na gelir. Alışılmadık bir şey olur ve Padişah, seyircileri localar, parter ve koltuklarda görmek istediğini söyler. Bunun üzerine dışarıda kapıda bekletilen büyük kalabalık içeri dolarlar. Gösteri bir ayin havasında gerçekleştirilir. Gcenin sonunda Padişahın onuruna çalınan marş sırasında, bir anda herkes duygusal bir hareketle ayağa kalkar ve marşın bitimine kadar Sultan’a dönerek dinlemeyi sürdürür.

Jül Sezar Nasıl İstanbul’a geldi?

Naum Tiyatrosu’nda opera sanatının en güzel örnekleri temsil edilmekte, o sezon İtalya’dan getirilen sanatçıların kalitesine göre temsiller iyi ya da kötü geçmektedir. Pera İtalya’nın opera sanatındaki yeniliklerini çok yakın takip etmekte, bazı eserler daha Paris ya da Londra’da temsil edilmeden İstanbul’da oynanmaktadır. Repertuarda Verdi, Bellini, Rossini, Donizetti gibi ünlü opera bestecilerinin eserleri sırasıyla yer bulmaktadır. Ama bu arada daha “ulusal” konulu bazı opera ve oyunların da Naum Tiyatrosu’nda sahnelendiğini görürüz. Bunların ilki 1855 yılında Kırım Savaşı sırasında sahnelenen Silistre Kuşatması - L’Assedio di Silistria adlı operadır. Sözlerini Michel Naum’un kardeşi Dr.Gabriel Naum’un, müziklerini ise Giacomo Panizza’nın yazdığı opera, bugün Bulgaristan topraklarında blunan Silistre Kalesi’nin kuşatılması sırasında şehit düşen Musa Paşa ve askerlerinin kahramanlık mücadelesini anlatır (daha sonra Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre”sinde ele alacağı konudur bu). 1862 yılında ise (ne yazık ki metni konusunda hiçbir bilgimiz olmayan) Constantinople en 1962 (İstanbul 1962) adlı bir komedi sergilenir. Yüzyıl sonrasının İstanbul’unu ve dünyasını anlatmaya çalışan bu oyunu, sanırım Türkiye tarihinin ilk bilim kurgu eseri saymak gerekir. Aynı sezonda sahnelenen (ve yine metninii bilmediğimiz) bir diğer oyun ise Jules César a Constantinople (Jül Sezar İstanbul’da) adını taşır.

Naum Tiyatrosu’nun öyküsünde bir dönüm noktası da, 1857 yılında Dolmabahçe’de kurulan Gazhane’den çekilen hatla havagazına kavuşmasıdır. Böylece salon o güne kadar tasavvur bile edilemeyecek bir aydınlığa kavuşur. Tiyatronun ön cephesinde yer alan tiyatronun adı ve ay yıldızlı Osmanlı arması günlerce konuşulur.

Naum Tiyatrosu’nun öyküsünü, Emre Aracı’nın Yapı Kredi Yayınları’ndan yeni çıkan Naum Tiyatrosu (19. Yüzyıl İstanbulu’nun İtalyan Operası) adlı kitabından özetleyerek aktarmaya çalıştık. Bu konuya daha önce el atmış Refik Ahmet Sevengil ve Metin And’ın araştırmalarını tamamlayan, konuyu bir monografi düzeyine ulaştıran bu başarılı çalışma için yazarı kutluyoruz.

Naum Tiyatrosu’nun öyküsü 5 Haziran 1870 tarihine kadar devam eder. Bu tarihte Beyoğlu’nda çıkan büyük bir yangın Pera Tiyatrosu’nu da yakıp kül eder. Bir yangın sonrası inşa edilip, 21 yıl İstanbulluların opera, tiyatro ve diğer gösteriler için ana mekanı olan yapı, yine bir yangınla yok olur. Son olarak, arkamızı Galatasaray Lisesi’ne verip Çiçek Pasajı’na doğru bakıyoruz. Ve payalimizde Naum Tiyatrosu’nu canlandırıp, “Evet işte tam burada bir opera vardı, vakti zamanında,” diyoruz. Pasajın hemen yanındaki sokağın adı niye “Sahne Sokağı” sanıyordunuz ki?

3 Haziran 2010 Perşembe

TADIMLIK


"KIZLARA BOYS, ERKEKLERE GIRLS DERDİK!"
Cumhuriyetin ilk döneminde operetlerin bale şefleri

Cumhuriyet’in ilk döneminde (1923-1950 arası) İstanbul’da danslarla oldukça içli dışlı yaşandığını görürüz. Daha önce çeşitli yazılarımızda dönemin dans profesörlerini, dans mekteplerini anlatmıştık. Valslerden çarlistona, tangodan paso-doble’lere uzanan bir dans repertuarı dönemi kuşatır. Aynı yıllarda birbiri peşisıra açılan barlar ve gece klüplerinde her türden dans gösterileri yapılır. Artist familyaları, dans trupları, düo’lar trio’lar sahneleri doldurur.

Aslında Cumhuriyet’le birlikte hız kazanacak olan dans merakının tohumları Beyaz Ruslar tarafından atılmıştır. Willy Sperco, ilk dansingi,1920 yılında Rusya'dan gelen zenci Thomas'ın, Şişli'deki "Hôpital de la Paix" adlı akıl hastalıkları hastanesinin hemen yanında açtığını söyler ve şöyle devam eder: "Şişli'deki Stella bahçesindeki dansing işgal kuvvetleri subaylarının olduğu kadar şehir kumandanlarının da buluştukları en seçkin bir yer oldu. En çekici Rus kızları arasından garsonlar, dansözler, artistler, Türkiye'de dansedilen ilk fokstrotlar, Shimmy ve çarlistonlar için seçildiler. Adımları daha pek acemiydi ama usta kavalyelerin kollarında savaş sonrası danslara çabuk alıştılar ve onlara şampanya bardaklarını Rus usulü kırmayı öğrettiler."

Dansingler yanısıra birbiri peşisıra açılan sinemalarda oynayan filmler de dans merakının artmasına yardımcı olmaktadırlar. Tiyatro sahnesine ise danslar biraz daha ağır adımlarla yaklaşır. Süreyya Opereti’nin 1928 yılında sahnelediği Mariça’da Macar dansları Almanya’dan yeni gelmiş olan İbrahim Kâmi Bey ve Madam Kleo tarafından icra edilir. Aynı ikili, Süreyya Opereti’nin Çaresaz operetinde de “apaş danslarını” üstleneceklerdir. Topluluk asri konuları ele alan operetlerde çarliston gibi modern dansları da sahneye çıkarmayı dener. Ne kadar becerdikleri ise ayrı bir mesele...

Şehir Tiyatrosu’nda bir bale şefi: Celal Bülkat

Süreyya Opereti ilk adımı atmıştır. Buna özenen Darülbedayi de 1931 yılı Ekim’inde Yalova Türküsü ile birlikte operet modasına katıldığını ilan eder!. Vasfi Rıza Zobu, bu oyunla ilgili anıları anlatırken şunları söylüyor: “Bale için mecmuanın rol dağıtımı altında ‘Tiyatro Mektebi’nin balet kısmı tarafından danslar” yazısı bulunmaktadır. Dikkatinizi çekmek isterim. Birkaç sene evvel sahnemizde dansedecek tek bir kız bulamazken Ankara’nın bale mektebinin hayali bile yokken Darülbedayi’nin açmış olduğu ‘Tiyatro Mektebi’nde erkekli kızlı yirmi beş kişilik bir bale heyetinin yetiştirilmesi, öyle sade istekle, hevesle başarılacak bir iş değildi. Almanya’da okumuş Celâl Bey isminde bir genç, öğretmenliği üstüne aldı. Gece gündüz çalışarak böyle bir topluluğu Türk sahnesine kazandırdı. Bu toplululuğun içinden gelecekteki Şehir Tiyatrosu kadrosunun üst sınıflarına kadar yükselecek sanatçılar yetişecektir.”

Darülbedayi’de 1932 yılı Ekim’inde ise bu kez Rey Kardeşler’in ilk opereti Üç Saat sahnelenir. Bu operetin program dergisinde “Genç Bir Balet Hocası” başlıklı yazıda Celal [Bülkat] Bey şöyle tanıtılır: “Muhterem seyircilerimiz onun ilk eserini Üç Saat operetinde seyredeceklerdir [bu ibare, Vasfi Rıza Zobu’nun yukardaki bilgisini doğrulamıyor görüleceği gibi. Zobu yıllar sonra kaleme aldığı için anılarında yılları karıştırmış olmalı. GA] ve anlayacaklardır ki, geçen sene ile bu sene arasındaki mühim tekâmülü biz yalnız ona medyunuz. Geçen seninin basit hareketlerinden bu seninin daha karışık ve zor figürlerine geçiş onun eseridir.
Celal Bey evvela Almanya’da Braunschwig’de Rus balesini öğrenmekle işe başlamıştı. Fakat son zamanlarda Almanya’da bu klasik dans değiştiği vakit Celal Bey de Mary Wilgman mektebi tarzına girmiştir [modern dansın önücüsü olarak anılan Mary Wigman (1886-1973) olacak]. İlkönce Hanover operasının maitre de ballet’i Max Terpis ile çalışmış, bu zat Berlin Millet Operası’na geçtiği zaman Celal Beyi de oraya aldırmıştır. Memleketimizde şimdiye kadar bediî [güzel sanatlara özgü] dans hayatı henüz teessüs etmemiş olduğu için bu kıymetli artist üç dört sene mesleğinden ayrı yaşamıştı. Bundan iki sene evvel Muhsin bey, onu İstanbul’a gelen Alman musikinaşı Yung’dan haber almış ve evvela [1932 yazında çekilen] ‘Karım Beni Aldatıyor’ filminin balelerini hazırlatmış , sonra da Darülbedayi opereti için aramıza getirmiştir.”
(Gerisi Babylon dergisinin yeni çıkan 4. sayısında)

29 Nisan 2010 Perşembe

EMEK SİNEMASI'NDA SON PERDE!



KAPATILMASI TARTIŞILAN EMEK SİNEMASI’NIN 120 YILLIK HİKÂYESİNİ ARAŞTIRMACI YAZAR GÖKHAN AKÇURA’DAN DİNLEDİK
İlk önce İstanbul Avcılar Kulübü, sonra Patinaj Pisti ardından sirk ve tiyatro olmuş bugünkü Emek Sineması. Baş döndürücü değişimin hikâyesini araştırmacı yazar Gökhan Akçura’dan dinledik.

EMRE ÜNSALLI/emre.unsalli@aktuel.com.tr
Fotoğraflar: LEYLA YAMAN-Gökhan Akçura Arşivi

Geçen yıl tam 35 sinema kapatılmış. Bunların birçoğunu da İstanbul’daki sinemalar oluşturuyor. Yani farklı kültürlerin buluştuğu İstiklal Caddesi’nin, muhteşem eski klasik sinema salonları… Bazıları ekonomik güçlükleri aşamadığından, bazıları ilerleyen yaşlarının getirdiği yapısal sorunlardan dolayı, ya da yerlerine alışveriş merkezi açmak için kapatılıyor.
Dün Alkazar Sineması, bugün Beyoğlu Yeşilçam Sokağı’nda Beyoğlu’nun en zor günlerinde bile ayakta kalmayı başaran Emek Sineması…
Söylenen o ki, dev alışveriş merkezleri kurmakla ünlü bir şirket tarafından dış cephesi korunarak yıkılıp yeniden yapılacak ve Emek Sineması’nın bir örneği en üst katında bir yere kondurulacak.
Emek Sineması bugün, “Yıkılsın alışveriş merkezi yapılsın”, “Hayır, yıkılmasın bir kültür varlığı olarak tadilatla koruma altına alınsın” tartışmalarının tam ortasında duruyor.

1884’de Strangali’nin Rum Atletik Jimnastikhanesi olarak başlayan serüveni, “Club des Chasseurs de Constantinople” (İstanbul Avcılar Kulübü), ardından “Nouveau Cirque” (Yeni Sirk), duyduğumuzda İstanbul’da o yıllarda böyle yerlerde mi varmış dedirten “Skating Palace” (Tekerlekli Patinaj Pisti), hemen akabinde Yeni Tiyatro olarak devam etmiş. Sonra Melek Sineması olan ve “Varlık Vergisi” yıllarında Emekli Sandığı’nın satın alarak kurduğu ve kendi ismini verdiği Emek Sineması’nın bitmek bilmeyen değişim yolculuğunun peşinden gittik.
Araştırma güzergâhında ilerlerken karşımıza, “Ivır Zıvır Tarihi” kitapları serisiyle tanıdığımız araştırmacı yazar Gökhan Akçura çıktı.
Gökhan Akçura, 1800’lü yıllarda başlayan Serkldoryan Külliyesi ve Emek Sineması’nın 120 yılı aşkın hikâyesini, kâh “Ivır Zıvır Tarihi- Gramafon Çağı” kitabından örneklerle, kâh tozsuz pırıl pırıl raflarındaki belgeleri masaya indirerek bir nevi modern zaman Herodot’u gibi anlattı.

Emek Sineması ve Serkldoryan Külliyesi

Beyoğlu’nun ayakta kalan en görkemli binalarından biri olan “Cercle d’Orient”in yapılış tarihi, “Büyük Kulüp Üye Albümü”nden aktaran Mustafa Gökmen’e göre 1884, mimarı ise Alexandre Vallaury’dir. Binayı inşa ettiren ise, Birinci Meşrutiyet döneminde vezirlik de yapan, Abraham (Karakahya) Paşa.
Gökhan Akçura’nın belgelerinde, o dönemin Büyük Kulüp üyelerinden İsmet Karadoğan 1976 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda binanın yapım ve kullanım tarihini şöyle anlatıyor:
“Şimdiki ‘Cercle d’Orient’, ilk olarak ‘Club des Chasseurs de Constantinople’ (İstanbul Avcılar Kulübü) namı altında ve meşhur Abraham Paşa tarafından inşa edilmiş. Heyet-i idare daima yabancı sefirlerin en kıdemlileri ile sefaretlerdeki diğer azalardan mürekkepmiş… Genç azalar kışın Büyükdere’de, Abraham Paşa Çiftliği’nde av maksadıyla toplanır, adamları ava çıkar kendileri briç oynar, sonra avlar arabalara yüklenir ve büyük bir tantana ile Beyoğlu’ndan geçilerek kulübe gelinirmiş. Ve o zaman şimdiki şehir tiyatrosu (Daha önce Opera ve İpek sineması olan yapı) ile Emek Sineması’nın yeri kulübün bahçesiydi.”

Avcılar Kulübü’nden tekerlekli paten pistine

Gökhan Akçura, elindeki belgelerden, “Cercle d’Orient” binası ve bahçesinin Abraham Paşa’dan sonra, H. Arditi ve Saltiel adlı iki kişinin mülkiyetine geçtiğini okuyor.
“Nitekim dönemin ‘Le moniteur Oriental’ gazetesinde yer alan ilanlardan 1909 sonlarına doğru ‘Nouveau Cirque’nin H. Arditi yönetiminde faaliyete geçtiğini ve burada Grand Cirque Villand’ın gösteriler yapmakta olduğunu öğreniyoruz.”
Akçura, bu mekânın ilk dönemine ilişkin en doyurucu bilgileri Mustafa Kemal Paşa’yı Türk basınında ilk defa tanıtmasıyla ünlü Ruşen Eşref Ünaydın’ın verdiğini belirtiyor.
“Skating Palas yapılmadan önce burada hayal meyal hatırladığıma göre eskiden, Strangali’nin Rum Atletik Jimnastikhanesi ve İdman Meydanı bulunurdu, diyen Ünaydın, Strangali ve öğrencileri hakkında ayrıntılı bilgiler aktarır. Bir dönem, (Faik Üstünidman’dan önce) Galatasaray Sultanisi’nde de jimnastik öğretmenliği yapan Strangali’nin okulu dağıldıktan sonra, yerinde büyük bir at cambazı kumpanyası gösteriler yapmaya başlamıştır. ‘Cercle d’Orient’ binasının bahçesinde yer alan ilk yapı ‘Skating Palace’dır. Tahminen 1909 yılında inşa edilen bu binada, patinaj sporları yapılıyordu. Ruşen Eşref Ünaydın bu mekânı bizlere şöyle anlatır: ‘Beyoğlu Skating Palas’ı hem hünerli patinaj, hem sportif mondanite, üstelik bir de futbol gibi ihtiraslı bir hokey maç alanı oldu. Kenarları tıklım tıklım denecek kadar kadın erkek seyircili Skating Palas’ın, orta yerindeki asfalt meydanda patinaj rakslarındaki bütün ustalıklı çarkları; var hızla koşarken hemen bir anda duruvermeleri, sonra bir de yol değiştirip ters yönde yarışmaları, çomaklarının düello maçları gibi çekişmeleri, küçük topun, bilardo bilyası gibi, kaşla göz arasında bir yandan öbür yana sıçrayışları o spor sarayının hele cumartesi öğlelerinden sonraki seanslarını futbol maçlarının verdiği heyecandan aşağı kalmaz bir savunuculukla coştururdu. 19 Şubat 1914 tarihinde ise, Skating Palace’da o dönemin ünlü dans profesörü Mösyö Psalti’nin, Midinetler Balosu’nu düzenlediğini görüyoruz.’”

1918 yılına geldiğimizde ise mekân değişim geçirerek “Yeni Tiyatro” adını alır. Harbiye Nezareti kıtaatı fenniye baş mimarı Vedat Tek’e göre (Gökhan Akçura’ya göre tarihlemesi açısından yanılgı taşısa da) burada salaş bir tiyatro binası yapılmıştır: “Salaş tiyatroda çoklukla Viyana’dan gelen operet toplulukları temsil verirdi. O zamanlar çok kimsenin kalbini çalmış olan güzel operet yıldızı Cordi Miloviç de bu salaş tiyatroda çalışırdı.”

Akçura’nın belgelerinin arasında bulunan ama üzerinde hangi yıl basıldığı belirtilmemiş bir el ilanından Yeni Tiyatro’da 21-25 Ekim tarihleri arasında Dr. Radwan adlı bir illüzyonistin gösteriler yaptığını öğreniyoruz. Öğrendiklerimiz bu kadar da değil. İstanbul’un işgal yıllarında salonsuz kalan Darülbedayi’nin gösteri yaptığı mekânlardan biri yine “Skating Palace”mış. Melek Sineması da işte bu mekânda, İpekçiler tarafından yaptırılmış. 1924 yılının sonunda açılışı yapılan sinemayı, dönemin “Ameli Elektrik” dergisi şöyle tanımlıyor: “Tesisatı elektrikiyesi pek zarif surette tanzim edilen Melek isminde yeni bir sinemanın küşadını kemali mahsusiyetle arz ederiz. 1000’den fazla seyirci istiab edebilen salon, aletlerin münasip suretle tanzimi sayesinde seyircilerin gözlerini yormaksızın her tarafa bol bir ziya neşr eden kebir (büyük) tavan lamba grupları vasıtasıyla pek mükemmel surette tenvir edilmiştir. Tenviratı dâhiliyenin mecmu (toplu) şiddeti 44000 mum şiddeti ziyadesindedir.”

Adını perdenin iki tarafında yükselen, sarı-turuncu renkte, art nouveau ya da art-deco tarzındaki iki melek tablosundan alan sinema uzun yıllar İpek Film’in en önemli salonlarından biri olarak çalıştırıldı. 1940’lı yılların başlarında Melek Sineması’nda oynatılan Richard Strauss’un yaşamını aktaran “Büyük Vals” filmi, büyük başarı kazanarak o güne kadar rastlanmayan biçimde dört hafta afişte kalmış. İpekçiler ise bu filmden kazandıkları parayla Maçka’daki Başarı Apartmanı’nı yaptırmışlar.

İsmi Emekli Sandığı’ndan geliyor

Gökhan Akçura, mekânın “Varlık Vergisi” yıllarında Melek ve “Cercle d’Orient” bloğuyla birlikte Belediye tarafından satın alındığını söylüyor.
“1943 yılında İstanbul Belediyesi tarafından yayınlanan ‘Güzelleşen İstanbul’ adlı kitapta, ‘Cercle d’Orient’ külliyesi, belediyenin yeni varidat kaynakları arasında gösterilerek şu bilgiler veriliyor: ‘Beyoğlu’nun en kıymetli yerinde, İstiklal Caddesi’nin ortasında bulunan Serkldoryan binaları, 1.100.000 liraya, binalardaki gayrimenkuller de 71.500 liraya satın alınmıştır. Satıh sahası 410,350 metrekare olan bu gayrimenkul üç parça ise de heyeti umumiyesi birbirine bitişiktir. Esas itibariyle kulüp olarak kullanılan asıl Serkldoryan binasından başka Melek, İpek ve Sümer sinemaları da satın alınan binalar grubuna dâhildir. Bu sinemalarda 3600 koltuktan başka balkonlar ve localar vardır. İstiklal Caddesi’nde, Serkldoryan binasının altında sekiz dükkân ile iki sinema girişi, yan cephedeki Yeşilçam Sokağı’nda ise, bir dükkân, bir matbaa ve ayrıca iki ev mevcuttur.’ İstanbul Belediyesi’nin 1947 yılında çıkardığı bir diğer yayında ise, Serkldoryan bloğunun en az beş-altı milyon lira değerinde olduğu yazmaktadır. Belediye tarafından 1951 ve 1956 yıllarında iki kez satışa çıkarılan ‘Cercle d’Orient’ bloğu, ihaleye Emekli Sandığı dışında kimse katılmadığı için önce satılamaz. Sonunda ihalenin koşulları tamamlanır ve 4 Ocak 1957’de Emekli Sandığı 26,5 milyon liraya bloğun sahibi olur. Fatih Özgüven de, 1950’li yılların ortalarında Menderes’in aracılığıyla sinemanın Emekli Sandığı’na satıldığını ve dört duvar hâline getirilip, eski plana sadık kalınarak baştan aşağı yenilendiğini belirtir.”
Gökhan Akçura’nın okuduğu belgelerin her sayfasından gün yüzü görmemiş ilginç ayrıntılar çıkıyor:
“Emekli Sandığı’nın kurduğu Emek Film, Melek’i, Emek Sineması adıyla işletmeye başlıyor. Salon, 1968-69 sezonunda sinemacı ve yönetmen Turgut Demirağ’a kiralanmış. Kapatılana kadar İsmet Kurtuluş tarafından işletilen sinema, İstanbul Sinema Festivali’nin açılış sineması olarak, yeni kuşaklara gerçek bir sinema salonunda film seyretmenin zevkini tattırdı.”
href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgghQQneGeMb1yQkODzYObB-oxvTULtBQDM39c0NH5LY8qZiahaHYl7fsOIl5GyJ7qbeShIkNamX9IixtO6HCTg1SqLOxffwhGlN-54LgMmlGeq8cvmPJgm7yF7DrMXon9ROJbDuIx8E5E/s1600/emek+sinemas%C4%B1+1924.jpg">

Gökhan Akçura, elindeki belgeleri masanın üzerine bırakıp haberimizin son sözünü de söylüyor: “Bina şimdi tamamen Hollywood dekoru gibi dış yüzeyi kalmış bir hâle getirilecek. Emek Sineması’nı korumak sadece sinemacılar açısından ‘biz büyük bir salonda film seyredelim’ gibi bir şey değil. Burası bir tarihi taşıyan, o tarihin bütün özelliklerini aktaran bir yapı. Hiç Barcelona’daki, Paris’teki yapılar yıkılabilir mi? Bu yapılar bir kültürel zenginliktir, bir değerdir.”

20 Nisan 2010 Salı

Türk edebiyatında matbaa 4


VEZİR HANI’NDA BİR MATBAA
Babıâli tarihinde simge olmuş isimler vardır. Bunlardan biri olan Mahmut Yesari, Babıali yokuşunun en çile çekmiş yazarlarından biridir. 1895 yılında İstanbul’da doğmuş, 1945 yılında ise yine İstanbul’da ölmüştür. Soyadını sol eliyle yazdığı için Yesari olarak anılan hattat dedesinden aldı. Yaşadığı sürece, İstanbul Liman Şirketinde 111 gün süren bir memurluğu dışında sadece kalemi ile geçindi. Bir bölümü kitap olarak yayınlanan pek çok oyun, roman ve hikaye yazdı. Gazete ve dergi sayfalarında kalan eserlerinin sayısı belki de basılanlardan çok dana fazladır.

Mahmut Yesari gazete ve dergi patronlarının gözde bir yazarıydı. Çünkü onun yazılarını çok ucuza kapatırlardı. Günübirlik yaşadığından, alkolle yakın bir ilişki içinde olduğundan sürekli yazmak ve para kazanmak zorundaydı. Bu nedenle romanları, öyküleri ve makaleleri döneminin belli başlı gazete ve dergilerinde sık sık karşımıza çıkar. Zekeriya Sertel’in, genç yaşta Babıali’ye adım atan şair İlhami Bekir’e şöyle bir öğüt verdiğini de hatırlayalım: “Caddeye yeni giriyorsun. Kendini ucuz satma. Sonra Mahmut Yesari gibi bir şişe şarap parasına bir koca roman satan adam olursun.”

Sık sık gözüktüğü Yedigün dergisindeki çalışma arkadaşlarından Ömer Rıza Doğrul, birlikte sabahladıkları günleri şöyle anlatır: "Nice nice geceler karşı karşıya sabahladık, fakat iş masası etrafında! Yesari çalışmaya başladı mı, mutlaka sabahlar! Sabahtan akşama kadar çalışmamasının sebebi, günün gürültüsüdür. Fakat gecenin sessizliği ve huzuru kafasını ve kalemini işletir ve Yesari bütün gece yorulmadan, yorulursa dinlenmeden yazı yazar!"

Ömer Rıza Doğrul, Mahmut Yesarî’nin hikayelerini, romanlarını bir deftere yazdığını da sözlerine ekler. Ama bu defterlerde hangi sayfayı açarsanız açan tek bir karalama görülmezmiş! Yani tek bir nefeste dökülürmüş kağıda yazılar… Mahmut Yesari bir yazısında bu kalem ve defter ilişkisinin arkasındaki ruh halini aktarır: “Beyaz, boş kağıt… Ne istersen yazabileceksin! Ne istersem yazabilecek miyim? Hayır! Bu, öyle tartılı, ölçülü biçimli bir şey ki… Önceleri, bir yazı yazmak hevesi vardı. Yazı yazmak, her ne olursa olsun, yazı yazmak! Ve mevzusuzluk, beni bunaltırdı. Yazı yazmak hevesinden, telaşından, gözümün önündeki mevzuları kaçırdığım da olurdu. Hayatı, insanları ve hâdiseleri görüşüm değişti; mevzusuzluktan artık bunalmıyorum. Yalnız gözümün önündeki mevzuları ince eleyip sık dokuyorum.(…)
Beyaz, boş kağıt önümde duruyor. Ne yazacağım? diye düşünmek yetişmiyor; nereye yazacağım? Bunu da düşünmeye mecburum. Gündelik gazeteye mi? Haftalık, aylık mecmuaya mı? Ne kadar yazacağım? Hemen her yazıcının, yazı yazmaya alıştığı kağıtlar vardır. O kağıtlara göre, ne kadar yazılmak lâzım? Kısa mı yoksa uzun mu? Fakat öyle mevzular vardır ki uzatılamaz. Gel gelelim, gazete ve mecmuaların mesleklerini ve patronları göz önünde tutmak mecburiyetindesiniz. Kısa yazı isteyen mecmuaya kısa yazılabilecek mevzu gitmeyiverir. Sonra uzatılacak bir yazının mevzuu da, gazete ve mecmuaların mesleği ile, mantığı ile aykırı düşüverir. Gazetede, mecmuada yazınız için ne kadar yer ayrılmıştır, bunu da hesap etmelisiniz…” (Yedigün, 1 Temmuz 1936)

Bu satırlarda, ısmarlama yazmak zorunda olmanın; ne pahasına olursa olsun yazmak zorunda kalmanın acıları da gizli. Ama tüm bu zor koşullara karşın, Mahmut Yesari başarılı eserler de vermiştir. Tiyatro tarihçileri, çoğu adaptasyon olan oyunlarının, bir dönemin tiyatro gereksinimlerine cevap verdiğini belirtirler. Edebiyat tarihçilerimiz ise Çulluk, Su Sinekleri gibi ilk dönem romanlarının oldukça başarılı olduklarını yazarlar. Ama bana sorarsanız, onun en değerli yazıları, çoğu dergi sayfalarında kalmış otobiyografik öyküleridir. Bunların büyük bölümü İstanbul’un tiyatro dünyasından sahneler aktarır. Biraraya geldiklerinde Babıâli ile Tepebaşı arasında mekik dokuyan bir yazarın dünyasını keşfetmemiz için bize kapılar açarlar.

Babıâli Caddesindeki değişim

Gelelim Mahmut Yesari ile matbaalar arasındaki ilişkiye. Yazarımız elbette bir çok öyküsünde gazete ve dergi çevrelerinden izlenimler aktarır. Örneğin,1938 yılında Babıali hakkında şöyle bir saptama yaptığını görürüz: “Eskiden Babıâli Caddesi dediğimiz, şimdi Ankara Caddesi, her yerde, her şeyde olduğu gibi, gün geçtikçe değişiyor. Bir sistem, bir metod dahilinde neşriyatı beceremeyen kitapçılar bile; tozlu, köhne camekânlarını temizlemeye, şeklen olsun, asrileşmeye özeniyorlar. Fakat asıl değişiklik bunda değildir. Ankara Caddesi, birçok eski hususiyetlerini kaybetti, ediyor ve edecek de...
Caddenin Sirkeci tarafındaki gazinolar, artık gazetecilerin toplanma yeri olmaktan çıktı. Kapanan Manto yerine lokanta açıldı. Çakır’ın kahvesi, işkembeci dükkanı oldu. Gazetelerin istihbaratında çalışan arkadaşların buluştukları İhsan Kıraathanesi de kapılarını kapadı. Muharrirler, Meserret’e artık eskisi kadar sık ve devamlı uğramıyorlar. Kahveci çırakları artık eskisi gibi matbaalara nargile taşımıyorlar. Ahmet Mithat Efendi zamanında matbaa kapısından içeriye bakamayan kadınlar, şimdi, matbaalarda oturup çalışıyorlar. Bütün bu değişikliklerin birbirleriyle sıkı alâkaları vardır.” (Modern Türkiye,25 Haziran 1938)

Yazarın bir matbaadan izlenimler aktardığı romanı ise Çulluk . Aslında bu roman Cibali’deki Reji Tütün Fabrikası çevresinde geçer. Ama biz elbette romanının bizi ilgilendiren bölümleriyle ilgileneceğiz. Çulluk romanının ilerleyen sayfalarında, Huriye hanım Murat Efendi’ye dönüp bir ricada bulunur:
“- Bizim küçük Tevfik’i bu sabah yine kitap kırmacısı İshak Efendi alıp götürmüştü. İshak Efendi’nin iş aldığı matbaada mürettip İhsan Efendi vardır; geceleri çalışır, gündüzleri evinde istirahat eder. Onunla haber göndermiş, bugünkü işleri biraz fazlaymış, Tevfik geç gelecekmiş, “Merak etmesinler!” demiş… Ablası hasta, çocuğu geç vakitlere kadar matbaalarda nasıl bırakırım? Sen fabrikadan çıkınca gider, onu alıverir misin, oğlum?
- Alırım, hangi matbaaya gitti?
Huriye Hanım düşünüyordu:
- Nuruosmaniye ile Cağaloğlu’ndaki matbaalardan birinde… Vezir Han’nda Yahudi kitap kırmacıları vardır, onlara sorarsan söylerler…
Murat:
- Peki, dedi. Süratle dönüp merdivenden çıktı.”

Tevfik Bey bir arkadaşıyla birlikte, akşam saatlerinde iş çıkışında sora sora güçlükle matbaayı bulur, ilk rastladığı kişi olan kahveci çırağına sorar:
“- Kitap kırmacısı İshak Efendi burada mı?
Çırak başını sallayıp geçti:
- Aşağı makine dairesinde… Ama bu kapıdan değil, yan sokaktaki küçük kapıdan girin…
Açılmamış kâğıt bobinlerinin arasından geçip kahveci çırağının tarif ettiği kapıdan başlarını eğerek girdiler. Burası karanlık, rutubetli, eczalı mürekkep kokan bir bodrumdu. Ortada üstü örtülü büyük bir rotatif tab makinesi, ileride kurşun eritilen ocak, karşısında da istrotipi kalıbı duruyordu. Bu odadan sonra sağda bir ikinci kapıdan geçtiler. Eczalı mürekkep kokusu bu odada daha keskin duyuluyordu. Köşede kollu bir makine, tecrübe için ağır ağır işliyordu.
Murat, elinde tarak gibi bir çelik bıçakla mürekkep ezen, gömleği, pantolunu yağdan, mürekkepten muşamba halini almış posbıyıklı makiniste sordu:
- Kırmacı İshak Efendi burada mı?
Makinist, eliyle odanın nihayetini gösterdi:
- İşte…
Tek elektrik ampulünün fazla aydınlatamadığı nihayetteki masanın üzerinde paket paket formalar yığılı duruyordu. Hayri, yerdeki boş mürekkep kutularına, demir çubuklara, dökük hurufata basıp takılmamak için ihtiyatla yürüyordu. Görünürde kimseler yoktu. Yalnız muttarit [tekdüze] bir kâğıt hışırtısı aksediyordu.
Murat, ayaklarının ucuna basarak baktı. Kırmacı İshak Efendi, forma yığınlarının arkasında çalışıyordu, küçük Tevfik onun gölgesinde kaybolmuştu.
Murat, neşeli bir tavırla ilerledi:
- Kolay gele…
İshak Efendi, başıyla selâmladı:
- Eyvallah…
Tevfik, matbu yaprakları, uçlarını bir getirdikten sonra elindeki cilâlı tahta ile kırıp düzeltiyor, forma haline getirince yığınların üzerine atıyordu. Murat’ı görür görmez, sevinçle durdu:
- Hoş geldin Murat Ağabeyciğim…
- Haydi bakalım toplan, eve gideceğiz.
Göğsü bağrı açık, kollarını dirseklerine kadar sıvayıp, sağına soluna bakmadan canlı bir makine ıttıradıyla [düzeniyle] çalışan İshak Efendi, stop kolu indirilmiş bir çark gibi birden duruvermişti:
- Nasıl, çocuğu götürüyor musunuz?
- Ablası hasta, annesi çağırıyor.
İshak Efendi, tüylü parmaklı, kalın, nasırlı eliyle ensesini ovuyordu:
- Bu olmadı şimdi… İş çok… Vaktinde yetiştiremezsek ne yaparım?” (Çulluk, roman, Oğlak Yayınları, İstanbul 1995, Çevrimyazı: Sabri Koz, (ilk baskı 1927)

Romanın bundan sonraki satırlarında İshak Efendi’nin çıraklığa yeni başlamış Tevfik’ın erkenden işini bırakmasını kızışı, ardından bu nedenle yevmiyesini vermek istememesini izleriz. Ama sonunda Murat’ın ısrarlarıyla bir liralık bu hakedilmiş para da alınır.

9 Şubat 2010 Salı

Türk edebiyatında matbaa 3


FREZE, PEDAL VE BUYRUKÇU
Muzaffer Buyrukçu zamanın acımasız yokediciliğine yenik düşen yazarlarımızdan biri. Onu şimdilerde pek hatırlayan, eserlerini yeniden basan yok gibi... Oysa onu yitireli daha 3-4 yıl ancak oldu. 1930 yılında Niğde’nin Fertek köyünde doğan Buyrukçu’nın ailesi, daha o bir yaşındayken İstanbul’a göçer. Muzaffer Buyrukçu “ikmali veremediği için ortaokulun ikisinden belge ile ayrılır”. Küçük yaştan itibaren geçim derdi yakasını bırakmaz. Aşçılık, sütçü yamaklığı, simitçilik, kunduracı çıraklığı, gazetecilik, inşaat işçiliği, kapıcılık, frezecilik, pedalcılık, kalorifercilik, katiplik ve İstanbul Toprak Mahsulleri Ofisi'nde memurluk yapar (1954-1970). Bulanık Resimler adlı kitabıyla 1962 yılında Türk Dili Kurumu Öykü Ödülünü, 1968’de ise Kavga ile Sait Faik Öykü Ödülünü aldı. Yüzün Yarısı Gece ile de 1994 yılında Yunus Nadi Öykü Armağanı’nı ve Haldun Taner Öykü Ödülü’nü alır

Matbaacılıkla ilgili izlenimlerini aktarmaya çalışacağımız Muzaffer Buyrukçu, çok genç yaşta gazetelerde yayınladığı öyküleriyle belirli bir çevre içinde tanınmaya başlamıştı. Ama geçim sıkıntısı onu sürekli olarak iş aramaya sevkediyordu. Kardeşleri büyüyor, hem evin hem de kendisinin ihtiyaçları artıyordu. Babasının kapıcı olarak çalıştığı Son Telgraf gazetesinde, “Şinasi ustanın teşvikiyle makine dairesinde frezeciliğe başladım. Kısa sürede sadece frezeyi değil rotatifi de yönetecek duruma geldim, ustalaştım,” diye anlatır. Ama daha çok para kazanması gerektiği için başka bir iş aramaya başlar. “Süleymaniye’deki Askeri Basımevi’nde pedalcılık boştu. Başvurdum, alındım. Gece gazetede, gündüz basımevinde çalışmak yorucuydu, ağırdı, iki saat ya uyuyor ya uyumuyordum ama bu iki işi de yürütmek zorundaydım.” Bu arada hikayeleri de yayınlanmaya devam etmektedir.

Matbaada yaralanan sol el

Muzaffer Buyrukçu gazete ve yayınevi basımevlerinde geçen bu günlerinde bir çok yazarla tanışır. Derken Son Telgraf gazetesiyle bozuşur, Tasviri Efkâr gazetesine geçer. Gerisini şöyle anlatıyor: “Ateş gibi bir işçiydim. Sol elimi yaraladım. Zihni ustanın ukalalığı yüzünden; işaret parmağımın dibinde frezenin çelik matkabı derin bir delik açtı. 28 Ekim’i 29’a bağlayan gece, sabaha karşı Zihni ustayla kavga ettim ve ceketimi kaptığım gibi yallah!

Askeri Basımevi’nde rahattım. Pedalcılığı bırakmış, baskı makinelerinde çalışmaya başlamıştım. Sayfaları düzenliyor kağıt vericiliği yapıyor, makinenin arkasındaki tahtada hikaye müsvetteleri karalıyordum.” (1)

Muzaffer Buyrukçu’nun matbaalarda geçen yılları İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günlerde noktalanır. Bu tarihten sonra bir çok işe girer çıkar, 1954 yılında da Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak çalışmaya başlar.

Buyrukçu’nun hikayelerinde, romanlarında ve günlüklerinde özellikle edebiyat çevresinden gözlemler yer alır. Matbaalarla ilgili bölümler de, çok sık olmamakla birlikte karşımıza çıkar. Bunlardan bazılarını aktarmak istiyorum.

Muzaffer Buyrukçu’nun 1957 yılında yayınlanan Acı adlı kitabındaki Topal Türküler adlı öyküsünde, frezeci(2) olarak çalıştığı dönemden yansımalar vardır. Aşağıya aldığım bölüm, yaşam öyküsünü anlattığı satırlardan da anlaşılabileceği gibi sol elini yaralayan kaza ile ilgilidir:
“Ellerim! Doğduğum gündenberi birlikteydik. Bana yardım ediyorlardı. Onlarla giyiniyor, yemek yiyor, birisini tutuyor, çorabımı çekiyor, gözlerimi ovuyordum. Takıldım ellerime. Boğumlardaki çizgiler, küçük kara kıllar, tırnaklar, birkaç nasır. Kapanmış ama hâlâ izi belli yaralara bakıyorum. Canım sıkılıyor. Bir bayram gecesi geliyor gözlerimin önüne. Matbaadayım. Ocaklar yanıyor. Matrisler vuruluyor. Kurşun kalıplar dökülüyor. Kalıpları frezeliyorum. Buram buram sıcak. Don gömleğim. Göğsümdeki çukurdan şırıl şırıl ter akıyor. Ağzım kupkuru. Sigara tatsız. Musluktan su içiyorum, yüzümü yıkıyorum. Zihni Usta:
‘Çabuk olun be. Çabuk olun ulan. Sen ne duruyorsun? İlle dürtelim mi? Şu kalemi alıp frezeye girsen ellerin mi kırılır?’ diye bağırıyor. Yüzüne gözüne mürekkep bulaşmış. Ahmet ellerine gaz döküyor ustanın. İki kalemle frezeye yaklaşıyoruz, dökümden yeni çıkmış sıcak yumuşak kurşunlu sayfaya, matkabın işlemediği yerlerdeki şişlikleri, baloncukları, kirleri alıyoruz. Ellerimiz yanıyor, Ellerimizi sıyırtıyoruz, kanlanıyor. Bekir, ocağın altına işe yaramıyan mürekkepleri kömür tozlarına karıştırıp atıyor. Mürekkepler çatır çatır yanıyor, bir bet koku, acı bir duman kurşun kazanından dağılan antimuan kokusuna karışıyor, gözlerimiz yanıyor, burunlarımızı sıkıyoruz. Mustafa merdaneleri değiştiriyor. Osman haznelere yeni mürekkep koyuyor. İbrahim’le Hüsnü bobinleri takıyorlar. Zihni Usta makinenin üstüne çıkmış gazeteyi ağıza getiren şeritleri değiştiriyor, kopuk bir şeridi yeniden dikiyor, topumuza birden sövüyor.(...)

Gazete geç kaldı diye kızıyor usta, biliyoruz. Başka zaman o kadar bağırmaz. Şimdi de yazı işleri müdürünü kalaylıyor. Hastalanacak zamanmıymış, tam bayram üzeri böyle şey olur muymuş, olsa bile yerine adam gibi bir adam bırakmalıymış. Sayfa almıya koşuyorlar. Karikatür beş renkli olacakmış. İlân sayasındaki ilânlardan birinin çerçevesi mavi olacakmış. Beşinci sayfadaki bir nutkun devamı üçüncü sayfaya alınacakmış. Haydiii… Sayfalar yeniden vuruluyor, kalıplar tekrardan dökülüyor, freze yapılıyor, dünkü kalıplar kurşun kazanına atılıyor, klişeler yapıştırılıyor, makineler dönüyor, prova yapılıyor… Ayar da nerden bozuldu?(...)

Son kalıbın frezesini bitiriyorum. Şalteri çektim, matkabı ileriye sürdüm. Matkabın ucundaki iğne fırıl fırıl dönüyor, duruyor. Kalıp sıkışmış. Soğumasına meydan yok ki, şişer tabi. Kolu çeviriyorum, açılmıyor. İngiliz anahtarını alıyorum, gene öyle. Çıldıracam. Usta şimdi patlatacak enseme tokadı. Asılıyorum. Vargücümle asılıyorum. Kalıp oynuyor ama sol elimi hızla geriye çekerken matkabın ucundaki kalem saplanıyor, işaret parmağımın dibinde dört köşe bir beyazlık açılıyor. Kemikleri görüyorum. Beyazlık yavaş yavaş kan doluyor, kan taşıyor.

Koşuyor usta: ‘Ne oldu ulan?’ diye bağırıyor. Elimi saklamak istiyorum. Göğsüme bir yumruk vuruyor. ‘İt oğlu it!’ diyor. ‘Serseri!’ diyor. ‘Kör!’ diyor.
Bekir’in, Hüsnü’nün, ötekilerin bozulmuş gözlerini görüyorum. Mustafa bakamıyor elimden akan kanlara, başını çeviriyor, tükürüyor. Makine çalışıyor. Makine durmadan, homurtularla çalışıyor, gazeteler basılıyor. On parmağının on tırnağı da birer ikişer kere değişti. Kimini taşla vurdum. Kimini kapı aralığına kıstırdım. Karardılar, döküldüler, yenileri çıktı. Orta parmağımın birinci boğumunda üç santim büyüklüğünde bir çizgi. Eh, senin de bir geçmişin var…” (3)

Tipo döneminde bir gazete matbaası

Aynı öykü kitabında bulunan “Serseri” adlı öyküsünde ise, yaralandıktan sonra başladığı gazete dağıtımı işi sırasında tanık olduğu matbaa içi ilişkilere eğilir. Tipo döneminde ağır iş koşulları altında üretilen gazeteler, işçilerin yoğun emekleriyle çıkarılmaktadır:
“Matbaaya geldim. Antimuan kokusu burnumu tıkadı girer girmez. İki sayfa alınmış. Kemal, Veli, Tahsin bobinlerden çıkardıkları ambalâj kâğıtlarının üzerine sırt üstü uzanmışlardı. Ocakçı Hüsnü dün basılan gazetenin kalıplarını kurşun ocağına atıyor, kalıp kül rengi ve acı bir duman bulutu içinde ağır ağır eriyordu. Mürekkep, antimuan, yağ, gaz kokulu bir sıcaklığın içinde yarım yırtık iş elbiseleriyle uyuklıyan eski iş arkadaşlarımı seyrettim. Kendilerinden geçmişlerdi. Göğüsleri şişiyor, horluyordu. Bir cigara yaktım. Bu ambalâjların üstünde, ocağın ağzından horul horul akan dumanların arasında, hep ustaya, hep mürettiplere, hep linotiplere, hep makine gürültülerine ait düşlerle uyuklamaların ne bulunmaz bir nimet olduğunu biliyordum. Gece çalışan insanların hiçbiri uykularına doymuyorlardı. Gözleri kanlı, yüzleri şiş, sersem, aksi, küflü bir sarı ve çizgiler… Sarı yüzlerle, kirlerle yitiriyorlardı hayatlarını. Yarın uyanacak insanlara dünyada olanları bildireceklerdi… Ama kimse onları tanımayacaktı. Üç yıl bunlarla birlikte çalışmış, artık freze kolunu çeviremez, kurşun kalıplarını kaldıramaz olunca kaçmıştım. (..)

Pres kolunun çevrilişini duyuyorum. Matrisler kurutuluyor, pudralanıyor, kalıba konuluyor, kurşun dökülüyor. Bir sayfayı tam dört kere döktüler olmadı, kurşunlarda çukurlar, kabarcıklar görülüyordu. Matris biraz ovalandı, kalıpta çukur yapan yerlere kâğıtlar yapıştırıldı, kurşunun soğuk olup olmadığına bakıldı, yeniden döküldü. Bu sefer tamam! Frezeci hızla kapıyor kalıbı, alnında boncuk boncuk terler, tam makineye konacak, mürettiphaneden biri koşuyor. ‘Altıncı sayfa tamam mı? Şu resmin altındaki yazı ters çıkmış, kalemle alın ama belli etmeyin.’ Makine çalışmıya başladı. Bir sürü prova yapıldı önce, kâğıt gevrekmiş koptu, Hayrullah ıslak bir bezi bobinin üzerinden geçirdi, kâğıt yapıştırıldı.” (4)

Kurşun kokulu matbaalar

Muzaffer Buyrukçu’nun gazete matbaalarındaki gözlemleri Bir olayın Başlangıcı adlı romanında da sürer. Yine matbaacılıktan anlayan bir gazete dağıtıcısının gözünden aktarılır matbaa:
“Merdiven ağzından bir sis bulutu gibi saldıran ve mürettiphaneye İdare Müdürü’nün odasına giren dumandan tedirginleşen Doğan, öfkeyle ‘Şabaaan, kazanın kapağını kapat!’ diye bağırdı.

‘Kurşun eriyor kurşun,’ sözcükleriyle uzayan ince bir ses geldi makine dairesinden. ‘Kapağını kapat diyorum sana, biliyorum kurşunun eridiğini,’ dedi Doğan ve matbaada çalışanlara, dışarıdan kurumlar adına gelenlere bedava verilmek üzere kapıcı masasında duran gazetelere vurduğu – İdare – damgasını elinden bırakmadan mahzen merdivenlerine benziyen daracık, bastıkça gıcırdayan ve bir gün ağır bir şeyi aşağıya indirenin başına mutlaka bir iş açacak olan ve siyah mürekkeple lekelenmiş tahta basamaklardan, basamakları sarsa sarsa indi, burnunu eliyle kapıyarak dumanların arasına daldı. Rotatiften çıkarılıp klişeleri söküldükten sonra içine atılmış ve ağır ağır eriyen kurşun kalıbının yan durduğu kazanın adamakıllı kızmış olan kolunu ıslak, yağlı bir bezle tutup kapattı, duman kesildi, Ama ağzına dolan dumanlar Doğan’ı uzun süre öksürttü. İçi dışına çıkacakmışçasına öksürürken rotatifin durduğu yerdeki dumanların arasında, kurşun kalıbını tesviye ederken frezenin altına düşen çapakları bir türkü söyleyerek süpüren Şaban’a dumanın acıttığı gözlerle baktı, ‘Ne ineksin be! Yukarda boğuluyorum, umurumda değil, üstelik bir de türkü söylüyorsun,’ dedi.
Şaban doğruldu, çenesini süpürge sapına dayadı, uykusuzluğun gevşettiği mürekkep bulaşığı yüzünü yer yer parlatan teri sol elinin tersiyle sildi ve Doğan’ın öfkelenmesinden tad alıyormuşçasına gülümsedi.

‘Şuna bak, bir de gülüyor. Zehirleneceksin ulan!’ dedi Doğan.
‘Bize bir şey olmaz, Allah korur,’ dedi Şaban.” (5)

Romanın daha sonrakı satırlarında, Doğan kâğıtlar gevrek olduğunu ve makine biraz daha hızlansa kopacağını anlar ve uyarır: “Usta, kâatlar gevrek.” Devamını Buyrukçu’nun aktarımıyla verelim:
“Yakup usta bobinlere şöyle bir göz atmış, ‘Bir şey olmaz, sen yol ver bakalım’ demişti. ‘Peki, sen bilirsin ama kâat kopacak.’
Daha iki bin tane ya basılmış ya basılmamıştı ki kâğıt, (çat) diye bir ses çıkararak kopmuş, o hızla birkaç kez kazanlara sarılmış, mürekkep haznelerine girmiş; kâğıdın bobinden çıkarak, kazanların ve kazanlara bağlı kalıpların arasına düzenli bir biçimde inişini sağlayan şeritler atmıştı. Korkmuştu ve hemen yüzü allak-bullak olan, herkese bağırıp duran Yakup ustanın kendisine bir söz söylememesi için dua etmeye başlamıştı. Ama bir yandan da suçlu olmadığını, daha kâğıt kopar kopmaz makineyi stop ettirdiğini, kâğıdın gevrek olduğunu ve kopacağını söylediğini düşünerek kendini avutuyordu. Kâğıdın kopmasına fena halde sinirlenen ve bu olay yüzünden (oysa bu beklenmedik bir şey değildi, olağandı. Kâğıt her zaman kopabilirdi) baskı işinin en az bir saat kadar aksayacağını düşünen Yakup usta, karşısına dikilmiş, gözlerini gererek, ellerini, kollarını sallayarak bağırmaya başlamıştı. Dalgın olmasaydı, o eşek kafasında kızlarla ilgili bir sürü boktan düşünce bulunmasaydı bu iş olmaz, daha kâğıt (çat) eder etmez makineyi durdururdu.” (6)

DİPNOTLAR
(1) “Muzaffer Buyrukçu,” Kendileri (Hazırlayan: Selim Esen), Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2007, s.305
(2)“Freze etmek: klişelerin kenarlarına çivi kenarı (çerçeve) açmak, boş yerlerini temizlemek, stereotipi kalıplarına kenar açmak, çapaklarını temizlemek için kullanılan, süratle dönen bir torna kalemi makinesi ile çalışma.” ( [Willi Blümel- Sait Yada], Matbaacılık Bilgileri. C.1: Matbaacılık Lugatı, İstanbul 1965, s. 91
(3)Muzaffer Buyrukçu, “Topal Türküler,” Acı, Yeditepe Yayınları, İstanbul 1957, s.14-18)
(4)Muzaffer Buyrukçu, “Serseri,” agy, s.60-64
(5)Muzaffer Buyrukçu, Bir Olayın Başlangıcı, e Yayınları, Şenoğlu Matbaası, İstanbul, t.y. [1970], s.7-8
(6)agy, s.90-92

5 Ocak 2010 Salı

Müzik yazıları


BÜYÜLÜ ORMANLARIN PERİSİ DE UÇTU GİTTİ...
İnanılmaz ama gerçek,,, Güzel insanlar bir bir göçüyor bu dünyadan. Vic Chesnutt'un intiharından sonra, Lhasa da 1 Ocak'ta bir süredir mücadele ettiği göğüs kanserine yenik düşmüş. İkisi de arkalarında en güzel şarkıları bıraktılar. Lhasa'nın son albümünden sonra yazdığım yazıyla onu bir kere daha hatırlamak istedim...

........


Lhasa ile yıllar once, bir Babylon Juke Box partisinde tanıştım. Ahmet Uluğ bir İspanyolca şarkı çalmaya başlamıştı. Birden olduğum yerde kaldım. Dipten, derinden, insanı tam yüreğinden yakalayan bir sesle karşı karşıyaydım. Ahmet’e ne çaldığını sorunca, Lhasa’nın ilk albümü La Llorona’nın kapağını gösterdi. Hemen kendilerini duendeli sanatçılar listeme aldım. Duende, bilirsiniz herhalde, Lorca sayesinde tanıdığımız bir kavram. Flamenko sanatçılarını anlatırken kullanır bu deyimi Lorca. Onların bilinçten değil, karanlık bir dünyadan, toprağın altından gelen bir güçten beslendiklerini söyler. Yaşlı bir gitar ustasından alıntı yapar hatta: “Duende gırtlakta bulunmaz; ayak tabanlarından yukarıya doğru, içeriden yükselir”. Ama bu kadar duende dersi yeter... Fazlasını merak eden Yapı Kredi Yayınlarında bir kaç yıl önce yayınlanan Federico García Lorca: Profil adlı kitaba baksın...

1998 yılında çıkan bu ilk albümünde Lhasa sadece İspanyolca şarkılar söyler. Meksika efsanelerinde, bildiğimiz Latin ritmlerinde dolaştırır bizi, ama bambaşka bir seda ekler bunlara. Müziğinde ve sözlerinde ışık ve karanlık; aşk ve hınç, umut ve hüzün birarada yer alır. “Müziğimin hem dramatik hem de sıcakkanlı olmasını sağlayan da bu,” diyor Lhasa ve ekliyor bir röportajında: “Hatta bu çatışma, varoluşumun özünü oluşturuyor. Işığa varabilmek için her zaman karanlık bir dönemden geçmem gerekir.”

Lhasa ile yüzyüze tanışmamız ise 2005 yılı Temmuz’unda oldu. Yeni albümü The Living Road’u dinleyeli bir yıl kadar olmuştu. Olağanüstü bir yol albümüydü bu. Lhasa sirkte çalışan ablalarıyla o şehir senin bu şehir benim gezmiş, gösterilerde şarkı bile söylemişti. Yani albüm yollarda gezerken hazırlanmıştı ve yollarda dolaşırken dinlemenin tadı da bir başkaydı. İstanbul Caz Festivali kapsamında Sepetçiler Kasrı’nda büyülü bir konser Verdi Lhasa. Kuliste tanıştık ve insan olarak da sihirli bir enerjisi olduğunun ayırdına vardık. The Living Road’dan parçalar çalmıştı çoğunlukla. İngilizce, İspanyolca ve Frasızca şarkılar söylemişti. Konser sonunda kendisine on dokuzuncu yüzyıl sirk gravürleri içeren bir album hediye etmiştim kuliste, birlikte fotoğraf çektirmiştik, hiç böyle bir adetim olmadığı halde…

Yeni bir album için beş altı yıl beklememiz gerekti. Önce iki yıl süren turneler yaptı Lhasa. Ardından yeni şarkılar yazmak için evine kapandı. Ama sonunda oldu işte. Lhasa’nın bugünlerde Türkiye’de de piyasaya verilen albümü kendi adını taşıyor. Aslında tam adı Lhasa De Sela olduğuna gore, ilk ismini demek daha doğru galiba… Bu kez sadece İngilizce söylemeyi seçmiş Lhasa. Yine çok güzel şarkılarla çıktı karşımıza. Biraz daha kapalı, içe dönük bir album bu. İçine daha zor giriliyor, ama girdikçe daha çok etkiliyor insanı.

Lhasa bu son albümünün kayıtlarını geçen yıl yaşadığı kentte, Montreal’de bulunan Hotel2Tango stüdyosunda yapmış. Bu stüdyo analog kayıtlarla ünlü. Carla Bozulich ve Vic Chesnutt da son albümlerini burada kaydetmişlerdi. Stüdyonun başında Thierry Amar (Godspeed You! Black Emperor ve The Silver Mt. Zion Memorial Orchestra’nın kurucu üyesi) ve Howard Bilerman (Arcade Fire) var. Çoğunluğu canlı olan kayıtları da onlar yapmış. Prodüksiyon ve şarkı sözleri Lhasa’ya ait. Bestelerde ise birlikte çalıştığı topluluk üyelerinin katkıları var. Bu albüm için ilk ilişki kurduğu müzisyen arpist Sarah Page olmuş. Sarah, Lhasa’yı, kendi deyimiyle “hemen burnunun ucunda olan ama göremediği” diğerleriyle tanıştırmış.Böylece gitarlarda Joe Grass, basta Miles Perkin, keman ve gitarda Freddy Koella ve davulda Andrew Barr katılmış topluluğa. Son yılların çok söz edilen şarkıcısı (yeni bir Jeff Buckley adeta) Patrick Watson da iki şarkısında Lhasa’ya yardımcı olmuş (albümde yok ama, internette Lhasa ve Patrick Watson’un bir kulüpte birlikte söyledikleri Elliot Smith coverı Between the Bars’ı bulup dinlemenizi tavsiye ederim).

Lhasa bu albümde her zaman olduğu gibi kendini tüm etkilere açık tutmuş. Country, caz, New Orleans, Klezmer, pop, gospel, folk, blues, Latin… Hem herbiri, hem de hiçbiri… Şarkılarını bildiğimiz müzikal kalıplar içinde değerlendirmek kolay değil. Çünkü Lhasa onlara özel bir ruh katıyor ve kendi malı haline getiriyor. Bildiklerimizi unutup farklı bir dünyaya konuk olmak zorundayız. Lhasa’nın her zaman başardığı bir şey bu… Albümde benim favorum “Fool’s Gold”. Kırıka üyelerinin kulağına da bir parçanın “Yalnız Örümcek” adını taşıdığını fısıldayalım. Malum onlar da “Dokumacı Örümcek” şarkısıyla tanınmışlardı…

Lhasa’nın İspanyolca ve Fransızca’yı bir kenara sadece İngilizce söylemesine üzülecek olanlar, bir ölçüde haklı olabilirler. Ama bana sorarsanız onun hangi dili kullandığının hiç bir önemi yok. Lhasa ruhunu seslendiriyor aslında şarkılarında. Yeni açmış bir gonca gül gibi bekliyor boşlukta. Onu önce görmek, sonra sessizce dokunmak gerekli. O zaman yaprakları ağır ağır açılmaya başlıyor. Her yaprağın içinde başka bir giz saklı. İçine girildikçe bu yapraklar yavaş yavaş üstünüze kapanıyor. Çiçeğin ruhuna ulaşıp kokladığınızda artık başka bir dünyaya ayak bastığınızı anlıyorsunuz…. Lhasa’nın eski Tibet belgelerinde tanrıların mekanı anlamına geldiğini söylemeyi yoksa unutmuş muydum?