31 Aralık 2010 Cuma

TELEVİZYON ÜZERİNDEN KISA DANSÖZ TARİHİ


Bu millet dansözsüz yapamaz! En son diyeceğimizi peşin söyleyip girelim söze. Tarihimizin her döneminde şıkır şıkır oynayan dansözlerimiz vardır. Sulukule’nin yazılı olmayan tarihi bunun baş kanıtı. Evliya Çelebi’nin oyuncu kollarından söz ettiği bölümde adı geçen 300’er neferlik Pehlivan Parbul ve Baba Nazlı kolları çingene rakkas ve rakkaselerden oluşur. Yakın dönemlere kadar (özgünlüğü giderek azalsa da) süren bu çengi kolları geleneğinin son temsilcilerinin Sulukule surlarında asılı kalan deyişleri bilmem kulağınıza kadar geliyor mu: “Bir Hoca Alim var, ya kime / Allıya pulluya ya hey!”

İstanbul böyle de Anadolu farklı mıydı sanki? Kemal Tahir’in romanlaştırdığı Konya oturak alemleri, Anadolu’nun gizli tarihinini anlatır. Taşra kentlerinde yaşayıp gelişen bu tarih Cumhuriyet döneminde iyice su yüzüne çıkar. Türk filmleri dansözsüz çekilmez olur. Hatta, bölgelere satılırken filmin içinde kaç dansöz olduğunu söyleyip piyasayı yükseltmek işin raconu haline gelir.

1950’li 60’lı yıllar dansözlerin filmlerde, pavyonlarda ve hatta renkli basında cirit attığı yıllardır. O dönemin dansözleri İnci, Hazine, Peri, Venüs, Cennet Kuşu gibi birbirinden müstesna dergilerin kapaklarını süsler. Ümit Bayazoğlu kardeşimiz Dansözler Ansiklopedisi’ni tamamlamak için çalışadursun, biz onun eski yazılarına başvurup bir liste oluşturalım: İkinci Dünya Savaşı’nda casusluk yapan Emine Adalet Pee, sahneye çıkmasın diye kocasının bacaklarından bıçakladığı Zennube, Tahiye Salem, Beyoğlu sokaklarında çıldırarak ölen Pandora, Anna Bella, İnci Altıntop, Fahrettin Aslan’ın ilk eşi İnci Birol, Semira Semir, Türkan Şamil, Hülya Babuş, sık sık hamile kalan Semiramis, Gönül Seval, Nilüfer Sezer, Tamara, Işık Nur, intihar ederek aramızdan ayrılan Özel Tanca, Salome, Saliha Tekneci, Afrodit, Melike Cemali, Tülay Zerengil, Halit Çapın’ın sevgilisi Sedef Türkay, Aysel Tanju, Nebile Teker, skandallar kraliçesi Ayşe Nana ve elbette Özcan Tekgül. Unutmadan ve istek üzerine ekleyelim; bir de “Çift Motorlu” Pamela. Bu lakap Pamela’ya, meme uçları ve kalçasının iki kanadındaki püskülleri fıldır fıldır döndürdüğü için takılmıştır. Önce sağa, sonra sağa. Sonra sağdan sola, soldan sağa... Seyreden şaşıdan beter olurmuş diye rivayet ederler.

Sonraki fasılda dansözlerimizin yurt dışında kariyer yapmaya hevesleri yazılıdır. Nejla Ateş’le başlayan bu moda Afet Sevilay, Mine Coşkun, Nilüfer Aydan ve Özel Türkbaş’la sürer. Bunlar arasında en başarılısı Özel Türkbaş olmuştur. Plaklar, kitaplar ve videolar bile yayınlamıştır elin memleketinde... Ortak başlıkları: “Kocanızı Sultan Yapma Yolları”...

Ekran dansözleri çıktı cihana

Dansözler tarihinde önemli bir sayfa da televizyon ekranında yazılır. O güne kadar bırakın dansözleri, arabesk müziği bile kolay kolay ekrana getirmeyen TRT, ne hikmetse tam da 12 Eylül’ün hemen sonrasında insafa gelir. Terbiyeli ve “estetik” dansözümüz Nesrin Topkapı, 1980’i 1981’e bağlayan gece, saat 00.05’de ekrana çıkıp 5 dakika danseder. Bunu takip eden yılbaşı Topkapı’nın dansı 7 dakikaya çıkar. Üçüncü yıl ise 10 dakikaya! Gitgide alışırız bu seyirliğe... Nesrin Topkapı da artık “ekran dansözü” olarak anılmaktadır. Dördüncü yıl, yani 1983’ü 84’e bağlayan yılbaşı gecesi, TRT’nin hovardalık yapacağı tutar. Önce 8 dansözün yılbaşı programında yer alacağı açıklanır. Hazırlıklar sürerken bu dansözlerden ikisi “sakıncalı” bulunarak listeden çıkarılır. Kalan 6 dansöz Nesrin Topkapı, Prenses Banu, Seher Şeniz, Tülay Karaca, Firuze Sultan ve Efruz olarak sıralanmaktadır. Lakin, Nesrin Topkapı “Bu yıl da, ya ben tek başıma çıkarım, ya da hiç çıkmam,” deyiverince ortalık karışır. Son karar genel müdür Macit Akman’a kalmıştır. 31 Aralık’ta programın gidişatı gazetelerde şöyle duyurulur: “Yılbaşı programında yeni yıl iyi dilek mesajını Zeki Müren okuyacak; Firuze Sultan, Efruz ve Prenses Banu oryantal danslarıyla programa katılacaktır.” Bir yıl sonra yani 1984’de ise iki dansöz kalmıştır yılbaşı ekranında: Prenses Banu ve Hülya Işıl. Bu dansözler gazetelere verdikleri beyanatta “yılbaşı göbeğini birlikte atalım,” diye buyurup şöyle devam ederler: “Oryantal dans, kadın vücudu için aynı zamanda ideal bir spordur. Bu yüzden son yıllarda bütün dünyada göbek dansına ilgi, çok büyük ölçüde... Biz de hepinize göbek atmayı tavsiye ediyoruz. Üstelik zor bir şey değil, kendinizi müziğin ritmine bırakın ve içinizden geldiği gibi oynayın. Tüm dertlerinizi bir anda unutur, yeni yıla bizimle birlikte göbek atarak girersiniz...”

Dansözler meydan savaşı

Geldik daha yakın tarihe. Artık televizyonda dansözler görmeye iyice alışmıştık. Ama önümüzde yeni sürprizler vardı. Özel televizyonlar ağır ağır yurdumun ufuklarında yükselmeye başlamıştı. (Sonra Star adını alacak) Magic Box’ın genel müdürü Tunca Toskay “güboyu denetimsiz eğlence” sloganıyla yola koyulduklarını açıklar. 1990 yılını 1991'e bağlayan gece, işte bu ilk özel televizyonumuz dansözleri şarkıların fonunda bile kullanarak, 20 dansözle TRT’ye büyük fark attı. Bu bir nevi dansöz eflasyonu olarak niteleyebileceğimiz bu durum sonraki yıllarda iyice arttı. Çünkü özel televizyon kanalları da birbirini ardından devreye giriyorlardı. Dansözler bir stüdyodan diğerine zor yetişiyorlardı!

Şimdi kendimize yalan söylemeyelim. Dansözler savaşının gizli cümlesi erotizmin kabul edilip edilmemesi noktasında toplanıyordu. Göbek dansının yürek hoplatan figürleri ve sahne kostümlerinin izin verdiği çıplaklık kamusal alana taşınmıştı artık. Dansözler bir yana, yasal olmayan ve uydu üzerinden yapılan bu ilk dönem özel televizyon yayınları, “televizyonda erotizm” konulu bir tezin ana fiikrini oluşturacak kadar önemlidir. Yasalar uygulanamadığından erotizm o dönemde (şimdi artık düşünemeyeceğimiz bir boyutta) evlere serbestçe girebiliyordu. Geceyarısı Jimnastiği, Tutti Frutti, Playboy Late Night Show, Colpo Grosso, Gece Keyfi... Dansözler de artık yılbaşından yılbaşına ekrana gelmekten kurtulmuş, eğlence programları ve hatta talk-showlarda bile boy göstermeye başlamışlardı. Televizyon seyircisi uzun bir zorunlu rejimden çıkıp her tür tatlıyı yiyerek midesini bozan fanilere benziyordu...

Aradan yıllar ve yıllar geçti. Artık dansözler gündemimizin ilk maddelerinden birini oluşturmuyorlar. Televizyon kanalları da seyircileri göbek dansı üzerinden ekrana bağlamıyorlar. Ama yine de kimsenin onlardan vazgeçmeye niyeti yok. Artık olağan bir seyirlik olsa da “oryantal dans” herkesin keyifle izlediği bir gösteri. Televizyonda, sahnede, pavyonda ve hatta konserlerde... Ne demiştik? “Bu millet dansözsüz yapamaz”!

28 Aralık 2010 Salı

VAHAP AVŞAR, ESKİ KARTPOSTALLAR VE SANAT


Arter’in “İkinci Sergi”sinde en çok ilgimi çeken çalışmalardan bir bölümü Vahap Avşar imzalı olanlardı. 1995 yılında Ankara Tren Garı’nda açılan “Gar Sergisi”nde yasaklanarak bir günde ortadan kaldırılan “Son Damla” adlı çalışması ilginçti. Ama beni 1970’li yılların kartpostallarından ürettiği resimler daha çok ilgilendirdi. Kendisiyle bu konuda bir konuşma yaptım.

Basın gezisi sırasında daha çocuk yaşta bu kartpostallara ilgi duyduğunu ve kopyalar yaptığını anlatmıştı. Önce bunları nasıl keşfettiğini ve resmetmeye başladığını sordum.

V.A. 1975 yılında, çocuk yasta resim yapmaya başladığımda dergi, kitap ve müze çok azdı ve kartpostallar çevremizdeki yegane görsel malzemeydi. TV henüz evlere girmediği için toplum olarak onlardan cok esinlenmiştik hatırlarsanız...

Vahap Avşar’ın bu etkilenişi daha sonraki yıllarda da sürmüş. Lise yıllarında daha hiç bir sanatsal eğitim görmediği halde, reprodüksiyonlar yaparak para kazanmaya başalamış. Bu kez ilgisi kahve benzeri mekânların duvarlarında asılı olan “Alp Dağı” manzaraları olmuş. “İkinci Sergi”de bu dönemini yansıtan tablolar da var. Bu konuyu irdelemek isteyince şöyle bir cevap aldım.

V.A. Reprodüksiyon kopyalamaya 1975 yılında ilk yağlıboya resimlerimle başlamıştım. O dönemde en popüler kartpostal ve afişler Alp manzaralarıydı. Elime geçirdiğim her türlü resmin kopyasını yapıyordum. Kısa zamanda Alplere özel bir ilgi olduğunu farkettim. Daha sonra yavaş yavaş sanat tarihinin önemli tablolarının varlığını keşfettim. Ama bunları ele geçirmek cok zordu. İstanbula seyahat edip, Boğaz’da fotoğraflar çekip bunlardan resimler yapmaya devam ettim.

1995 yılındaki sansür olayından, yani “Son Damla”nın kötü akibetinden sonra Amerika’ya yerleşen Avşar, 2010 yılında Türkiye’ye dönünce, bir dönem kendini bu denli etkilemiş olan kartpostalların peşine düşmüş. Özellikle de “Ağlayan Çocuk” kartpostalının.

V.A. Yıllar sonra İstanbul’a döndüğümde ilk önce cocuk yaşlarda yaptığım
“Ağlayan Çocuk” kartpostalını aramaya başladım. Fakat artık piyasada olmadığını hayretle farkettim. Bu kartpostalı basan matbaa da kapanmıştı. Matbaa sahibini aramaya başladım. Sonunda bulup, önce o ağlayan çocuk kartpostalını sordum. "Hatırlıyorum ama uzun zaman önce filmlerini kaybettik, arşiv ise çok büyük; bir yıl boyunca arasanız bile bulamazsınız," cevabını aldım. Kartların bir de 25 bin adetlik film arşivi vardı ellerinde. Elbette bu arşivi hemen görmek istedim. Uzun uğraşlar sonunda göstermeye ikna oldular. Çok kötü bir durumda olduğunu görünce, arşivi kurtarmak ve yeniden kazandırmak icin devraldım. Kartpostallar yerlere atılmış karmakarışık bir durumdaydılar. Bir kısmı tahrip olmuştu, böyle kalırsa yakın bir zamanda yok olacaklardı. Bu yaz bir ay boyunca o arşivi elden geçirip düzenledikten sonra içlerinde müthiş ilginç seriler olduğunu keşfetmeye başladım. “İpdal” serisi bunlardan biridir ve hala üzerinde çalışıyorum.

Kendi hallerinde kesinlikle "sanat" sayılmayan söz konusu kartpostalların yeniden üretilince "sanat"laşması hakkında ne düşündüğünü sorunca da şöyle bir cevap aldım.

V.A. Doğru diyorsunuz, kendi hallerinde "yüksek sanat" değil "alçak sanat" kabul edilirler. Ben sanatçı olarak her türlü malzemeyi kullanıyorum. Sanat yapma inancımı ve biçimimi belirleyen fikirlerden birisi de sanatçının bilinmeyen, gizli gerçeklikleri keşfetme ve ortaya çıkartma görevi olduğunu düşünmemdir. Ben işlerimde görünmeyenleri görünür hale getirmeyi, ya da görünür olan şeylerin gizli anlamlarını ortaya çıkarmayı önemli buluyorum. Benim için önce kavram sonra biçim gelir. Bu işlerin kavramsal olarak önemi, 1970 ve 80’li yıllarda çok popüler olan, evlerin duvarlarını süsleyen bu masum asker resimlerinin darbeden sonra "yasak yayın" kapsamına alınarak yok edilmesi, ortadan kaybolarak toplumun hafızasından silinmesi fenomeni ile ilgilidir. “İpdal” serisi, söz konusu kartpostalları dev boyutlarda büyütüp basarak bu konuyu anıtsallaştırıyor. Bu çalışma, eskiden kartpostal olarak günlük hayatta yer alan bu imajlari, sanat bağlamına sokarak, müze ve kitaplar kanalıyla tekrar dolaşıma sokarak yaşatma arzumun bir sonucudur.

KUTU 1 “İpdal” serisi:

Vahap Avşar’ın matbaadan aldığı arşiv içinde bulunan bir dizi asker kartpostalının bulunduğu zarfların üzerinin kırmızıyla çizilip “ipdal” yazıldığını görmüş. Yanlarında da bir tarih: 16 Aralık 1983. Hep aynı erkek model; bazen denizci, bazen karacı, bazense havacı üniformasıyla, yanında hep aynı kadın modelle romantik pozlar vermiş. Büyük olasılıkla askerlik kurumunun imajını sarsacağını düşünerek bir yasak getirilmiş bu kartpostallara. Avşar, o yıllarda pek az kişinin duyduğu, belki de hiç farkedilmeyen bir yasaklamayı fotoğrafa aktarıp görselleştirmiş.

KUTU 2: “Ağlayan Çocuk” kartpostalı:

İspanyol ressam Bruno Amadio’nun ağlayan çocuk resmi 1980’li yıllarda tüm dünyada en popüler imgelerden biri haline gelmiş, bir çok şehir efsanesine konu olmuştu. Uğursuzluk getirdiği söylentisi üzerine Şili’de yasaklanması istenmiş; İngiltere’de itfaiyeciler tablonun bulunduğu evlerde yangın çıktığı inancıyla kaldırılmasını istemişlerdi. Türkiye’de ise sosyalist düşünceyi temsil ettiği gerekçesiyle afaroz edildi. 1979’da popüler bir dini dergi olan Sızıntı’nın ilk sayısının kapağında kullanılınca tartışmalara neden oldu.