5 Nisan 2008 Cumartesi

BİR CUMARTESİ YAZISI


CLAUDIA CARDINALE’NİN EVRAKI METRUKİYESİ
Benim tarihimde ne kadar Claudia Cardinale var doğrusu bilemiyorum. Çünkü erken gençlik günlerimde, sinemanın esmer güzellerini nedense pek beğenmezdim. Favorilerim masum sarışınlardı. Mesela şimdi kimsenin adını hatırlamadığı Mylene Demongeot, çok genç yaşında ölen Françoise Dorléac ve onun ablası (sonradan hiç de masum olmadığını öğrendiğim) Catharine Denevue... Onların da pek umurundaydı ya benim kimi beğendiğim!

İlk gençlik bilinçaltımı deşelemeyi bırakıp, evdeki eski Ses dergisi koleksiyonlarını karıştırmaya başlasam iyi olacak. İlk izlenimim, derginin C.C.’ye ( B.B.’den sonra alfabetik bir yeni yıldız bulduğumuza pek sevinmiştik) yeteri kadar ilgi göstermediği. Sophia Loren ve Raquel Welch, taradığım dönemde en çok öne çıkan isimler. Bu adaletsizliği bir yana bırakıp taramaya devam ediyorum. İşte 1963 yılının 13 Nisan tarihli sayısı. “Beyaz Perdede Üç İtalyan” başlıklı yazıda kastedilenler Gina Lollobrigida, Sophia Loren ve Claudia Cardinale elbette. Claudia için yazılanlar şu mealde: “İtalyan sinemasının üçüncü meşhur yıldızı Claudia Cardinale ise güzelliğinden ve cazibesinden başka sanat kaabiliyetiyle de kısa zamanda şöhrete ulaştı. İtalyan filmcilerinden başka Amerikan ve Fransız filmcileri de Claudia’ya film çevirtebiliyorlar. Yıldız son olarak Amerikan-İtalyan işbirliğiyle çevrilen Leopar filmindeki başarısıyla birden dikkatleri çekti. (...) Genç yıldızın özel hayatı, diğer iki meslektaşınınkiler gibi fırtınalı da geçmiyor. Mesleğini ön planda tutan Claudia, aşka ve izdivaca ayıracak vakti olmadığını geçenlerde söyledi.”

Leopar’ın unutulmaz etkisi

O yılın Cannes Film Festivali dedikodularını elbette canlı canlı Suavi Sonar bildiriyordu ( önce Tekel ressamı, ardından sosyete terzisi olup, ellili yıllarda yarı paparazzi konumunda üst düzeyde bir foto muhabiri olan Suavi Sonar’ı anlatmayı başka bir yazıya bırakalım). İtalya festivale üç filmle katılıyordu ve Leopar da bunlar arasındaydı. Filmin konusu, Sicilyalı bir Lord olan Lampedusa’nın hatıralarından aktarılmıştı. Lord rolünde Burt Lancester, “çoluk çocuğa karışmış, orta yaşlı bir anne Angelica rolünde ise” Claudia Cardinale oynuyordu. Haylaz yeğen ise Alain Delon’du. Küçük rollerden birini de artık yaşlanmış bir Fransız oyuncusu, Marie Bell üstlenmişti. Üç dört sayı sonra Suavi Sonar bu sefer festivalin sonuçlarını bildiriyor: Altın Palmiye ödülünü Leopar kazanmıştır. Sonar, “Claudia Cardinale, yalnız fiziği ile değil, sanatı ile de sinema dünyasında bir yeri olduğunu Angelica rolü ile kabul ettirmiş bulunuyor,” diye ekliyordu. Daha sonraki yıllarda Claudia Cardinale, Visconti’den çok şey öğrendiğini itiraf edecektir: “Kedi olup kaplan havası yaratmayı Visconti’den öğrendim. Bugüne kadar da filmlerimin hepsinde başarı sağlamamı Luchino Visconti’nin nasihatlerine borçluyum.”

Erken dönem hatıraları

1963 yılı Ses’lerini karışıtırmaya devam edelim. Ağustos ayında İtalya’da George Chakiris’le birlikte “La Ragazza di Bube” (Bube’li Genç Kız) adlı bir film çeviren Claudia Cardinale’in adı ilk defa dedikodulara karışıyor. Claudia, “yıllardan beri aradığı ideal erkeği nihayet bulduğunu gizlemiyor”muş. Ama aslında bu bir magazin aldatmacasından başka bir şey değildir. Aktristimizin uzatmalı sevgilisi prodüktör Franco Cristaldi’dir. Bir yıl kadar sonra, Claudia Cardinale’nin artık Hollywood’da film çevirmeye başaladığını görüyoruz. Sevgilisi evli olduğu için “ikinci bir Ponti-Loren vakasının patlak vereceği tahmin edilmektedir.” Dergi Claudia’nın Nina Ricci koleksiyonundan (her ne kadar modellerini çok açık bulsa da) tam 36 tane mayo satın aldığını yazmış ama oynadığı filmin ne olduğunu belirtmeye gerek görmemiş bile! Nina Ricci fanatizmi sık sık diğer yılların dergilerinde de karşımıza çıkıyor. Belli ki, Claudia Cardinale’nin gardrobu Ricci modelleriyle dolu olmuştur hep...

Yaşasın! 1965 yılında Ses dergisi iki hafta boyunca “Claudia Cardinale’nin Hâtıraları”nı yayınlamış. Dizinin başında “Ünlü röportaj muhabiri Henry Gris tarafından elde edilen 1 yıllık hatıraları yayınlıyoruz,” açıklaması var. Claudia, daha önce çevirdiğini öğrendiğimiz “La Ragazza di Bube” filminin galası için Berlin’e gidiyor. Ama filmi seyrederken iki gözü iki çeşme ağladığı için, film bitince sahneye çıkmaya utanıyor... Daha sonra notlar da oynayacağı yeni Visconti filminin hazırlıklarıyla ilgili.

19 Mart 1966 tarihli Ses’de ise yıldızımızın özel hayatının karmaşık olduğunu anlıyoruz. Başlık : “C.C. Hollywood’a yerleşti.” Her ne kadar Roma ile ilişkilerini kesmemiş, sevgilisinden ayrılmamış da olsa, Hollywood’da ev alması yaşamında bazı değişiklikler olduğunu gösteriyor. 1967 yılının Ses’lerinde ise Claudia Cardinale’in Franco Cristaldi ile ilişkisinin devam ettiğini görüyoruz. Franco’nun evliliği devam ettiği için yıldızımız Roma ile Hollywood; neşe ile keder arasında mekik dokumaktadır. Dergi Claudia’nın ruh haline paralel müzik beğenileri konusunda da merakımızı gideriyor: “Claudia en neşeli zamanlarında Bach, Haydn ve Wagner gibi klasik müzik ustalarının eserlerini dinler. Kederli zamanlarında ise Rolling Stone’lar, Beatle’lar, Animal’lar gibi genç müzikçilerin hareketli parçaları bile ona ağır gelir. 8 yılda 32 film çevirmiştir. Filmlerde öne çıkan “cinsi cazibesi” azalmasın diye sıkı bir rejim uygulamaktadır.

Suavi Sonar bildiriyor

1969 yılında, Claudia Cardinale’yi, yıllardan beri onunla tanışıklığının sürdüğünü belirten Suavi Sonar’ın kaleminden izlemeye devam edelim. Müjde! Claudia ile Franco Cristaldi artık evlenmişlerdir! Suavi bey, Claudia Cardinale’in annesinden, kızının nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Kolay değil tabii, Claudia’nın üç evi var. Roma’nın dışında bir çiftlik ve iki eski malikane arasında mekik dokuyor zavallı yıldızımız... Muhabirimiz mevsimin verdiği ipuçlarıyla önce Via Flaming’daki Tenuto Santona çiftlik evine gidiyor. Bingo! Yıldız oradadır. Claudia Cardinale, Suavi beye üç evinin özelliklerini ve böylesine bölünmüş halde yaşamanın zorluklarını aktarıyor önce. Ardından nasıl hanım hanımcık yaşadığını öğreniyoruz: “Claudia laf arasında gece hayatını pek sevmediğini, film çalışmaları kendisini sabahları erkenden kalkmaya zorladığı için ancak Cumartesi geceleri gezmeye gittiğini açıkladı. Genç yıldız hangi evinde olursa olsun, hafta içinde geceleri mutlaka sekiz saat uyku uyuyormuş. Pazar günleri öğle yemeklerini annesiyle babasının evinde yediğini belirten yıldız, başka günler baba evine uğramaya pek imkân bulamadığını da üzülerek söyledi.”

Rol arkadaşlarından Robert Hossein’in, 1969 yılında Claudia Cardinale’yi anlattığı şu satırlar bence çok anlamlı: “Claudia Cardinale’nin gülüşüne biterim. Sabahın erken saatlerinde açan çiçekler gibi insanın içine ferahlık veren bir gülüşü vardır. En sıkıntılı anlarında bile Claudia’nın tebessümüyle dertlerinizi unutabilirsiniz. Bir anda her şeyi unutup bambaşka bir insan olursunuz.”.Daha sonraki yıllara ilişkin pek bir şeyler aktaramayacağım. Çünkü 1969 yılından sonra Ses dergisi almamışım. Belli ki meraklarım değişmiş, bunlar arasında yıldızlara ayrılacak zaman da pek kalmamış. Ama Claudia ile ilişkimiz yıllar boyunca filmleri ile sürecek. Giderek onu daha çok beğeneceğim... Sanki o buna aldırırırmış gibi... Giderek o da ben de yaşlanacağız... Sanki buna gerek varmış gibi... Eskileri yazmak gitgide daha zor oluyor. Neden acaba?

NOT: Aşağıdaki yazıyı yazmadan önce, Claudia Cardinale acaba daha önce İstanbul'a gelmiş mi diye bir soru düştü aklıma. Haliylen tabii... Elbette ilk sorduğum kişi Agah Özgüç oldu. "Vallahi," dedi, "'Galiba gelmişti, hem bir yerlere de not mu almıştım ne," diye ekledi. Lakin bir türlü bulamadı. Sonra C.C. basın toplantısı yapınca ilk soruyu ben sordum. Bir tevatür var, İstanbul'a daha önce de gelmiş olduğunuz üzere, dedim. Daüşündü, "Galiba gelmiştim, ama hatırlamıyorum, gerçekten gelmiş miydim... Ço zaman oldu," dedi. Üstüne gitmedim yaş meselesi devreye girince!
(Bu notumuzu arkadaşımız Muhsin Akgün'ün basın toplantısında çektiği foto süslüyor. Yakın plan epeyi yaşlı, ama genel planda gayet hoş sempatik kadın bir C.C....

30 Mart 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


AÇIK HAVA AÇIK MI?
Geçen yıl altmış yaşını geride bıraktı Cemil Topuzlu Açık Hava Tiyatrosu.Yıllarca ordada biribirinden güzel oyunlar, gösteriler, konserler izledik. Ama şimdilerde üstünde kara bulutlar dolaşıyor. Ne olacağı belli değil. Üstü mü kapanacak, altı mı oyulacak bilinmiyor. İstanbul Caz Festivali’nin ana mekanı; bu yaz açık mı, kapalı mı? Bu ülkede yarın ne olacağını bilmek hakkımız değil mi Allah aşkına?

Geçen hafta bıraktığımız yerden devam edelim. 2 numaralı park demiştik, Taksim’den Maçka’ya kadar uzanıyordu. Buradaki ilk inşaata 1946 yılında Açık Hava Tiyatrosu ile başlandı. Tiyatro 1947 yazında tamamlandı. O zamanlar Belediye tiyatroya gereken önemi veriyormuş ki, bu mekanı neden inşa ettiklerini resmi yayınlarında şöyle belirtiyorlardı: “Şehir Tiyatrosu’nun Komedi, Dram ve Çocuk Tiyatrosu kısımları yazın, sıcaklar bastırınca temsillerini tatil ediyorlardı. Şehir aylarca tiyatrosuz kalıyordu. Halkımız ise tiyatro istiyordu. Şehir Tiyatrosu binaları darlıkları yüzünden az seyirci alıyorlar ve kışın temin ettikleri hasılat ile masraflarını kapayamıyorlardı. Yazın temsillere devam edecek bir Açık Hava Tiyatrosu olursa, Belediye bütçesinden her yıl Şehir Tiyatrosu’na yaptığımız 200 bin liralık yardımın, şimdilik tamamını olmasa dahi, her halde büyük bir kısımını vermek mecbiriyetinden kurtulmuş olacaktık. İlerde ise bu yardımlardan büsbütün kurtulacaktık. Burada yalnız Şehir Tiyatrosu temsiller verecek değildir. Ankara Konservatuarının tiyatro ve opera heyetleri de (yani anlayacağınız üzere daha Devlet Tiyatrosu kurulmamıştır), yazın Açık Hava Tiyatrosu’nda temsiller vereceklerdir. Ayrıca yazın büyük konserler de verilecektir.” Yazı Açık Hava Tiyatrosu’nun bazı spor karşılaşmaları için de kullanılabileceğini, hatta bunun için ön anlaşmalar bile yapıldığını belirterek devam ediyor.

Açık Hava Tiyatrosu’nun mimarları Nihat Yücel ve Nihat Uysal’dı. Metin And’ın yazdığına göre pdoje aynen uygulanmadı, “Carl Ebert’in sahne tekniği bakımından gerekli gördüğü değişikliklerden sonra yeniden yapılarak uygulandı. O zamanın parasıyla bir milyon liraya çıkan tiyatro 4000 kişi alıyordu. 9 Ağustos 1947 tarihinde İstanbul Açık Hava Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu’nun sahnelediği Sophokles’in Kral Oidipus tragedyasıyla açıldı. O zamandan bu yana Şehir Tiyatroları’nın yazları kullandığı bir mekan oldu Açık Hava. Tabii Rumelihisarı Tiyatrosu ile birlikte (Hakikaten ne oldu Rumelihisarı’na? O da mı devre dışı kalmıştı ne? ) Bu iki sahnenin de tiyatro açısından bir dezavaantajı vardı; sahnenin üzerinden nefis Boğaziçi manzarası görülüyor ve haliylen rol çalıyordu!

Devlet Tiyatrosu’nun Opera bölümü kurulur kurulmaz, İstanbul’a gelip Açık Hava’da temsiller verdi. 1949 yazında Cumhurbaşkanlığı Fimarmonik Orkestrası eşliğinde Carmen,Sevil Berberi, La Bohème ve Madame Butterfly burada oynandı. İlk geceyi (elbette ki) orada olan Adalet Cimcoz, Fitne Fücur olarak imzaladığı dedikodu köşesinde ( o zaman dedikodu köşelerinde operalar bile yer alırdı) bakın nasıl anlatıyor: “Açık Hava Tiyatrosu adam akıllı dolu idi.Orkestrayı Ferit Alnar idare ediyordu. Meğer bizim Açık Hava Tiyatrosunun ne güzel bir akustiği varmış. Arka sıralardan bile sesler mükemmelen duyuluyor. Mikro[fon] kullanmıyorlar. Ayhan Alnar çok güzeldi. Hepsi mükemmeldi. Sahneye konuş da iyi idi. Ne ise ben sana opera kritiği yapacak değilim. Fakat İstanbul, hasretini çektiği Ankara Operası’nı tuttu, cânı gönülden sevdi...”

Aradan yıllar geçti, bu kez 1960 yılında kurulan İstanbul Şehir Operası Açık Hava Tiyatrosu’nda temsiller vermeye başladı. Burada oynanan ilk opera Madame Butterfly’dı. Aydın Gün’ün sahnelediği opera, döneminde büyük etki yaratmıştı. Fikret Adil köşesinde şöyle yazıyordu: “Bu güne gelene kadar, Acık Hava Tiyatrosu’nda bu derece zengin, göz alıcı, anlayışta tartışma yapılabilir olmasına rağmen dekorları böylesine başarılı bir oyun görülmemiştir.”

Açık Hava Tiyatrosu’nun bir başka özelliği de jübilelere ev sahipliği yapmasıydı. 4000 kişiyi toplayacak bir başka mekan olmadığından, jübile de toplu bir gelir elde etmek amacıyla yapıldığından, elbette en uygun mekan Açık Hava’ydı... Notlarıma bakıyorum. Örneğin 1951 yılı Ağustos’unda Münir Nurettin Selçuk’un “35. Sanat Hayatı Jübilesi” yapılmış. Aynı yıl Eylül’ünde ise İ. Galip Arcan jübilesi. 1954’de Şaziye Moral’ın, 1956’da Halide Pişkin’in, 1967’de Cemal Sahir’in jübileleri burada yapılmış.

Açık Hava Tiyatrosu’nun ev sahipliği yaptığı bir başka alan da “gösteri dünyası”ydı. En eski olay; sanırım 1950 yılı İstanbul Sergisi sırasında Montemar İspanyol Revüsü’nün gelmesiydi. Bir yıl sonra, yine İstanbul Sergisi nedeniyle gelen İskandinavya Buz Revüsü, Açık Hava’nın sahnesini artık nasıl yaptıysa buz sahası haline getirmişti. Bu konuda bir liste yapmaya başlarsak, sanırım dünyanın bir çok önemli topluluğunun burada sahne aldığını görürüz.

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı da 1973 yılında kuruluşunun hemen ardından düzenlemeye başladığı İstanbul Festivali’nin “büyük mekanı” olarak, elbette Açık Hava Tiyatrosu’nu kullanmaya başladı. Sadece müzik alanında getirdiklerini saysak bir kitap tutar. Ben bazı unutamadığım konserleri sıralayayım hiç olmazsa. Miles Davis, Bob Dylan, Joan Baez, (her daim) Jan Garbarek, Chick Corea, Keith Jarrett, Björk, Patti Smith, Marianne Faithfull, Nick Cave, Lou Reed, Bryan Ferry, P.J. Harvey, Ornette Coleman, Jane Birkin, Elvis Costello, Tori Amos, Paul Weller, Norah Jones... Hani bazen şöyle bir dönüp bakıyorum, kim kaldı gelmeyen acaba diye... Tom Waits ve Leonard Cohen elbette. Cohen bu yaz gelecekmiş ama Açık Hava kapalı... Nerede konser verecek?

Sonuç olarak yine soruyorum? Açık Hava Tiyatrosu ne oluyor? Açık mi kapalı mı? Kapalıysa niye bu kadar geç haber veriliyor (haber verldi mi ondan da emin değilim ya...) Bu şehirde kültür ve sanat olaylarının mekanlarına niçin bu denli acımasızca davranılıyor? AKM Mayıs’ta kapanacakmış hem de iki yıllağına... Orada gösteri yapan Devlet Tiyatrosu, Balesi, Operası, Korosu’nun temsellerini verecekleri yeni mekanlar hazırlandı mı? Hazırlanmadı elbette... Peki neden? Harbiye Şehir Tiyatrosu yıkılıyor. Yeni mekan hazır mı? Değil elbette.... Neden? Tiyatro ve sahne sanatlarına düşman bir zihniyet mi var yoksa?