20 Nisan 2010 Salı

Türk edebiyatında matbaa 4


VEZİR HANI’NDA BİR MATBAA
Babıâli tarihinde simge olmuş isimler vardır. Bunlardan biri olan Mahmut Yesari, Babıali yokuşunun en çile çekmiş yazarlarından biridir. 1895 yılında İstanbul’da doğmuş, 1945 yılında ise yine İstanbul’da ölmüştür. Soyadını sol eliyle yazdığı için Yesari olarak anılan hattat dedesinden aldı. Yaşadığı sürece, İstanbul Liman Şirketinde 111 gün süren bir memurluğu dışında sadece kalemi ile geçindi. Bir bölümü kitap olarak yayınlanan pek çok oyun, roman ve hikaye yazdı. Gazete ve dergi sayfalarında kalan eserlerinin sayısı belki de basılanlardan çok dana fazladır.

Mahmut Yesari gazete ve dergi patronlarının gözde bir yazarıydı. Çünkü onun yazılarını çok ucuza kapatırlardı. Günübirlik yaşadığından, alkolle yakın bir ilişki içinde olduğundan sürekli yazmak ve para kazanmak zorundaydı. Bu nedenle romanları, öyküleri ve makaleleri döneminin belli başlı gazete ve dergilerinde sık sık karşımıza çıkar. Zekeriya Sertel’in, genç yaşta Babıali’ye adım atan şair İlhami Bekir’e şöyle bir öğüt verdiğini de hatırlayalım: “Caddeye yeni giriyorsun. Kendini ucuz satma. Sonra Mahmut Yesari gibi bir şişe şarap parasına bir koca roman satan adam olursun.”

Sık sık gözüktüğü Yedigün dergisindeki çalışma arkadaşlarından Ömer Rıza Doğrul, birlikte sabahladıkları günleri şöyle anlatır: "Nice nice geceler karşı karşıya sabahladık, fakat iş masası etrafında! Yesari çalışmaya başladı mı, mutlaka sabahlar! Sabahtan akşama kadar çalışmamasının sebebi, günün gürültüsüdür. Fakat gecenin sessizliği ve huzuru kafasını ve kalemini işletir ve Yesari bütün gece yorulmadan, yorulursa dinlenmeden yazı yazar!"

Ömer Rıza Doğrul, Mahmut Yesarî’nin hikayelerini, romanlarını bir deftere yazdığını da sözlerine ekler. Ama bu defterlerde hangi sayfayı açarsanız açan tek bir karalama görülmezmiş! Yani tek bir nefeste dökülürmüş kağıda yazılar… Mahmut Yesari bir yazısında bu kalem ve defter ilişkisinin arkasındaki ruh halini aktarır: “Beyaz, boş kağıt… Ne istersen yazabileceksin! Ne istersem yazabilecek miyim? Hayır! Bu, öyle tartılı, ölçülü biçimli bir şey ki… Önceleri, bir yazı yazmak hevesi vardı. Yazı yazmak, her ne olursa olsun, yazı yazmak! Ve mevzusuzluk, beni bunaltırdı. Yazı yazmak hevesinden, telaşından, gözümün önündeki mevzuları kaçırdığım da olurdu. Hayatı, insanları ve hâdiseleri görüşüm değişti; mevzusuzluktan artık bunalmıyorum. Yalnız gözümün önündeki mevzuları ince eleyip sık dokuyorum.(…)
Beyaz, boş kağıt önümde duruyor. Ne yazacağım? diye düşünmek yetişmiyor; nereye yazacağım? Bunu da düşünmeye mecburum. Gündelik gazeteye mi? Haftalık, aylık mecmuaya mı? Ne kadar yazacağım? Hemen her yazıcının, yazı yazmaya alıştığı kağıtlar vardır. O kağıtlara göre, ne kadar yazılmak lâzım? Kısa mı yoksa uzun mu? Fakat öyle mevzular vardır ki uzatılamaz. Gel gelelim, gazete ve mecmuaların mesleklerini ve patronları göz önünde tutmak mecburiyetindesiniz. Kısa yazı isteyen mecmuaya kısa yazılabilecek mevzu gitmeyiverir. Sonra uzatılacak bir yazının mevzuu da, gazete ve mecmuaların mesleği ile, mantığı ile aykırı düşüverir. Gazetede, mecmuada yazınız için ne kadar yer ayrılmıştır, bunu da hesap etmelisiniz…” (Yedigün, 1 Temmuz 1936)

Bu satırlarda, ısmarlama yazmak zorunda olmanın; ne pahasına olursa olsun yazmak zorunda kalmanın acıları da gizli. Ama tüm bu zor koşullara karşın, Mahmut Yesari başarılı eserler de vermiştir. Tiyatro tarihçileri, çoğu adaptasyon olan oyunlarının, bir dönemin tiyatro gereksinimlerine cevap verdiğini belirtirler. Edebiyat tarihçilerimiz ise Çulluk, Su Sinekleri gibi ilk dönem romanlarının oldukça başarılı olduklarını yazarlar. Ama bana sorarsanız, onun en değerli yazıları, çoğu dergi sayfalarında kalmış otobiyografik öyküleridir. Bunların büyük bölümü İstanbul’un tiyatro dünyasından sahneler aktarır. Biraraya geldiklerinde Babıâli ile Tepebaşı arasında mekik dokuyan bir yazarın dünyasını keşfetmemiz için bize kapılar açarlar.

Babıâli Caddesindeki değişim

Gelelim Mahmut Yesari ile matbaalar arasındaki ilişkiye. Yazarımız elbette bir çok öyküsünde gazete ve dergi çevrelerinden izlenimler aktarır. Örneğin,1938 yılında Babıali hakkında şöyle bir saptama yaptığını görürüz: “Eskiden Babıâli Caddesi dediğimiz, şimdi Ankara Caddesi, her yerde, her şeyde olduğu gibi, gün geçtikçe değişiyor. Bir sistem, bir metod dahilinde neşriyatı beceremeyen kitapçılar bile; tozlu, köhne camekânlarını temizlemeye, şeklen olsun, asrileşmeye özeniyorlar. Fakat asıl değişiklik bunda değildir. Ankara Caddesi, birçok eski hususiyetlerini kaybetti, ediyor ve edecek de...
Caddenin Sirkeci tarafındaki gazinolar, artık gazetecilerin toplanma yeri olmaktan çıktı. Kapanan Manto yerine lokanta açıldı. Çakır’ın kahvesi, işkembeci dükkanı oldu. Gazetelerin istihbaratında çalışan arkadaşların buluştukları İhsan Kıraathanesi de kapılarını kapadı. Muharrirler, Meserret’e artık eskisi kadar sık ve devamlı uğramıyorlar. Kahveci çırakları artık eskisi gibi matbaalara nargile taşımıyorlar. Ahmet Mithat Efendi zamanında matbaa kapısından içeriye bakamayan kadınlar, şimdi, matbaalarda oturup çalışıyorlar. Bütün bu değişikliklerin birbirleriyle sıkı alâkaları vardır.” (Modern Türkiye,25 Haziran 1938)

Yazarın bir matbaadan izlenimler aktardığı romanı ise Çulluk . Aslında bu roman Cibali’deki Reji Tütün Fabrikası çevresinde geçer. Ama biz elbette romanının bizi ilgilendiren bölümleriyle ilgileneceğiz. Çulluk romanının ilerleyen sayfalarında, Huriye hanım Murat Efendi’ye dönüp bir ricada bulunur:
“- Bizim küçük Tevfik’i bu sabah yine kitap kırmacısı İshak Efendi alıp götürmüştü. İshak Efendi’nin iş aldığı matbaada mürettip İhsan Efendi vardır; geceleri çalışır, gündüzleri evinde istirahat eder. Onunla haber göndermiş, bugünkü işleri biraz fazlaymış, Tevfik geç gelecekmiş, “Merak etmesinler!” demiş… Ablası hasta, çocuğu geç vakitlere kadar matbaalarda nasıl bırakırım? Sen fabrikadan çıkınca gider, onu alıverir misin, oğlum?
- Alırım, hangi matbaaya gitti?
Huriye Hanım düşünüyordu:
- Nuruosmaniye ile Cağaloğlu’ndaki matbaalardan birinde… Vezir Han’nda Yahudi kitap kırmacıları vardır, onlara sorarsan söylerler…
Murat:
- Peki, dedi. Süratle dönüp merdivenden çıktı.”

Tevfik Bey bir arkadaşıyla birlikte, akşam saatlerinde iş çıkışında sora sora güçlükle matbaayı bulur, ilk rastladığı kişi olan kahveci çırağına sorar:
“- Kitap kırmacısı İshak Efendi burada mı?
Çırak başını sallayıp geçti:
- Aşağı makine dairesinde… Ama bu kapıdan değil, yan sokaktaki küçük kapıdan girin…
Açılmamış kâğıt bobinlerinin arasından geçip kahveci çırağının tarif ettiği kapıdan başlarını eğerek girdiler. Burası karanlık, rutubetli, eczalı mürekkep kokan bir bodrumdu. Ortada üstü örtülü büyük bir rotatif tab makinesi, ileride kurşun eritilen ocak, karşısında da istrotipi kalıbı duruyordu. Bu odadan sonra sağda bir ikinci kapıdan geçtiler. Eczalı mürekkep kokusu bu odada daha keskin duyuluyordu. Köşede kollu bir makine, tecrübe için ağır ağır işliyordu.
Murat, elinde tarak gibi bir çelik bıçakla mürekkep ezen, gömleği, pantolunu yağdan, mürekkepten muşamba halini almış posbıyıklı makiniste sordu:
- Kırmacı İshak Efendi burada mı?
Makinist, eliyle odanın nihayetini gösterdi:
- İşte…
Tek elektrik ampulünün fazla aydınlatamadığı nihayetteki masanın üzerinde paket paket formalar yığılı duruyordu. Hayri, yerdeki boş mürekkep kutularına, demir çubuklara, dökük hurufata basıp takılmamak için ihtiyatla yürüyordu. Görünürde kimseler yoktu. Yalnız muttarit [tekdüze] bir kâğıt hışırtısı aksediyordu.
Murat, ayaklarının ucuna basarak baktı. Kırmacı İshak Efendi, forma yığınlarının arkasında çalışıyordu, küçük Tevfik onun gölgesinde kaybolmuştu.
Murat, neşeli bir tavırla ilerledi:
- Kolay gele…
İshak Efendi, başıyla selâmladı:
- Eyvallah…
Tevfik, matbu yaprakları, uçlarını bir getirdikten sonra elindeki cilâlı tahta ile kırıp düzeltiyor, forma haline getirince yığınların üzerine atıyordu. Murat’ı görür görmez, sevinçle durdu:
- Hoş geldin Murat Ağabeyciğim…
- Haydi bakalım toplan, eve gideceğiz.
Göğsü bağrı açık, kollarını dirseklerine kadar sıvayıp, sağına soluna bakmadan canlı bir makine ıttıradıyla [düzeniyle] çalışan İshak Efendi, stop kolu indirilmiş bir çark gibi birden duruvermişti:
- Nasıl, çocuğu götürüyor musunuz?
- Ablası hasta, annesi çağırıyor.
İshak Efendi, tüylü parmaklı, kalın, nasırlı eliyle ensesini ovuyordu:
- Bu olmadı şimdi… İş çok… Vaktinde yetiştiremezsek ne yaparım?” (Çulluk, roman, Oğlak Yayınları, İstanbul 1995, Çevrimyazı: Sabri Koz, (ilk baskı 1927)

Romanın bundan sonraki satırlarında İshak Efendi’nin çıraklığa yeni başlamış Tevfik’ın erkenden işini bırakmasını kızışı, ardından bu nedenle yevmiyesini vermek istememesini izleriz. Ama sonunda Murat’ın ısrarlarıyla bir liralık bu hakedilmiş para da alınır.