9 Şubat 2010 Salı
Türk edebiyatında matbaa 3
FREZE, PEDAL VE BUYRUKÇU
Muzaffer Buyrukçu zamanın acımasız yokediciliğine yenik düşen yazarlarımızdan biri. Onu şimdilerde pek hatırlayan, eserlerini yeniden basan yok gibi... Oysa onu yitireli daha 3-4 yıl ancak oldu. 1930 yılında Niğde’nin Fertek köyünde doğan Buyrukçu’nın ailesi, daha o bir yaşındayken İstanbul’a göçer. Muzaffer Buyrukçu “ikmali veremediği için ortaokulun ikisinden belge ile ayrılır”. Küçük yaştan itibaren geçim derdi yakasını bırakmaz. Aşçılık, sütçü yamaklığı, simitçilik, kunduracı çıraklığı, gazetecilik, inşaat işçiliği, kapıcılık, frezecilik, pedalcılık, kalorifercilik, katiplik ve İstanbul Toprak Mahsulleri Ofisi'nde memurluk yapar (1954-1970). Bulanık Resimler adlı kitabıyla 1962 yılında Türk Dili Kurumu Öykü Ödülünü, 1968’de ise Kavga ile Sait Faik Öykü Ödülünü aldı. Yüzün Yarısı Gece ile de 1994 yılında Yunus Nadi Öykü Armağanı’nı ve Haldun Taner Öykü Ödülü’nü alır
Matbaacılıkla ilgili izlenimlerini aktarmaya çalışacağımız Muzaffer Buyrukçu, çok genç yaşta gazetelerde yayınladığı öyküleriyle belirli bir çevre içinde tanınmaya başlamıştı. Ama geçim sıkıntısı onu sürekli olarak iş aramaya sevkediyordu. Kardeşleri büyüyor, hem evin hem de kendisinin ihtiyaçları artıyordu. Babasının kapıcı olarak çalıştığı Son Telgraf gazetesinde, “Şinasi ustanın teşvikiyle makine dairesinde frezeciliğe başladım. Kısa sürede sadece frezeyi değil rotatifi de yönetecek duruma geldim, ustalaştım,” diye anlatır. Ama daha çok para kazanması gerektiği için başka bir iş aramaya başlar. “Süleymaniye’deki Askeri Basımevi’nde pedalcılık boştu. Başvurdum, alındım. Gece gazetede, gündüz basımevinde çalışmak yorucuydu, ağırdı, iki saat ya uyuyor ya uyumuyordum ama bu iki işi de yürütmek zorundaydım.” Bu arada hikayeleri de yayınlanmaya devam etmektedir.
Matbaada yaralanan sol el
Muzaffer Buyrukçu gazete ve yayınevi basımevlerinde geçen bu günlerinde bir çok yazarla tanışır. Derken Son Telgraf gazetesiyle bozuşur, Tasviri Efkâr gazetesine geçer. Gerisini şöyle anlatıyor: “Ateş gibi bir işçiydim. Sol elimi yaraladım. Zihni ustanın ukalalığı yüzünden; işaret parmağımın dibinde frezenin çelik matkabı derin bir delik açtı. 28 Ekim’i 29’a bağlayan gece, sabaha karşı Zihni ustayla kavga ettim ve ceketimi kaptığım gibi yallah!
Askeri Basımevi’nde rahattım. Pedalcılığı bırakmış, baskı makinelerinde çalışmaya başlamıştım. Sayfaları düzenliyor kağıt vericiliği yapıyor, makinenin arkasındaki tahtada hikaye müsvetteleri karalıyordum.” (1)
Muzaffer Buyrukçu’nun matbaalarda geçen yılları İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği günlerde noktalanır. Bu tarihten sonra bir çok işe girer çıkar, 1954 yılında da Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak çalışmaya başlar.
Buyrukçu’nun hikayelerinde, romanlarında ve günlüklerinde özellikle edebiyat çevresinden gözlemler yer alır. Matbaalarla ilgili bölümler de, çok sık olmamakla birlikte karşımıza çıkar. Bunlardan bazılarını aktarmak istiyorum.
Muzaffer Buyrukçu’nun 1957 yılında yayınlanan Acı adlı kitabındaki Topal Türküler adlı öyküsünde, frezeci(2) olarak çalıştığı dönemden yansımalar vardır. Aşağıya aldığım bölüm, yaşam öyküsünü anlattığı satırlardan da anlaşılabileceği gibi sol elini yaralayan kaza ile ilgilidir:
“Ellerim! Doğduğum gündenberi birlikteydik. Bana yardım ediyorlardı. Onlarla giyiniyor, yemek yiyor, birisini tutuyor, çorabımı çekiyor, gözlerimi ovuyordum. Takıldım ellerime. Boğumlardaki çizgiler, küçük kara kıllar, tırnaklar, birkaç nasır. Kapanmış ama hâlâ izi belli yaralara bakıyorum. Canım sıkılıyor. Bir bayram gecesi geliyor gözlerimin önüne. Matbaadayım. Ocaklar yanıyor. Matrisler vuruluyor. Kurşun kalıplar dökülüyor. Kalıpları frezeliyorum. Buram buram sıcak. Don gömleğim. Göğsümdeki çukurdan şırıl şırıl ter akıyor. Ağzım kupkuru. Sigara tatsız. Musluktan su içiyorum, yüzümü yıkıyorum. Zihni Usta:
‘Çabuk olun be. Çabuk olun ulan. Sen ne duruyorsun? İlle dürtelim mi? Şu kalemi alıp frezeye girsen ellerin mi kırılır?’ diye bağırıyor. Yüzüne gözüne mürekkep bulaşmış. Ahmet ellerine gaz döküyor ustanın. İki kalemle frezeye yaklaşıyoruz, dökümden yeni çıkmış sıcak yumuşak kurşunlu sayfaya, matkabın işlemediği yerlerdeki şişlikleri, baloncukları, kirleri alıyoruz. Ellerimiz yanıyor, Ellerimizi sıyırtıyoruz, kanlanıyor. Bekir, ocağın altına işe yaramıyan mürekkepleri kömür tozlarına karıştırıp atıyor. Mürekkepler çatır çatır yanıyor, bir bet koku, acı bir duman kurşun kazanından dağılan antimuan kokusuna karışıyor, gözlerimiz yanıyor, burunlarımızı sıkıyoruz. Mustafa merdaneleri değiştiriyor. Osman haznelere yeni mürekkep koyuyor. İbrahim’le Hüsnü bobinleri takıyorlar. Zihni Usta makinenin üstüne çıkmış gazeteyi ağıza getiren şeritleri değiştiriyor, kopuk bir şeridi yeniden dikiyor, topumuza birden sövüyor.(...)
Gazete geç kaldı diye kızıyor usta, biliyoruz. Başka zaman o kadar bağırmaz. Şimdi de yazı işleri müdürünü kalaylıyor. Hastalanacak zamanmıymış, tam bayram üzeri böyle şey olur muymuş, olsa bile yerine adam gibi bir adam bırakmalıymış. Sayfa almıya koşuyorlar. Karikatür beş renkli olacakmış. İlân sayasındaki ilânlardan birinin çerçevesi mavi olacakmış. Beşinci sayfadaki bir nutkun devamı üçüncü sayfaya alınacakmış. Haydiii… Sayfalar yeniden vuruluyor, kalıplar tekrardan dökülüyor, freze yapılıyor, dünkü kalıplar kurşun kazanına atılıyor, klişeler yapıştırılıyor, makineler dönüyor, prova yapılıyor… Ayar da nerden bozuldu?(...)
Son kalıbın frezesini bitiriyorum. Şalteri çektim, matkabı ileriye sürdüm. Matkabın ucundaki iğne fırıl fırıl dönüyor, duruyor. Kalıp sıkışmış. Soğumasına meydan yok ki, şişer tabi. Kolu çeviriyorum, açılmıyor. İngiliz anahtarını alıyorum, gene öyle. Çıldıracam. Usta şimdi patlatacak enseme tokadı. Asılıyorum. Vargücümle asılıyorum. Kalıp oynuyor ama sol elimi hızla geriye çekerken matkabın ucundaki kalem saplanıyor, işaret parmağımın dibinde dört köşe bir beyazlık açılıyor. Kemikleri görüyorum. Beyazlık yavaş yavaş kan doluyor, kan taşıyor.
Koşuyor usta: ‘Ne oldu ulan?’ diye bağırıyor. Elimi saklamak istiyorum. Göğsüme bir yumruk vuruyor. ‘İt oğlu it!’ diyor. ‘Serseri!’ diyor. ‘Kör!’ diyor.
Bekir’in, Hüsnü’nün, ötekilerin bozulmuş gözlerini görüyorum. Mustafa bakamıyor elimden akan kanlara, başını çeviriyor, tükürüyor. Makine çalışıyor. Makine durmadan, homurtularla çalışıyor, gazeteler basılıyor. On parmağının on tırnağı da birer ikişer kere değişti. Kimini taşla vurdum. Kimini kapı aralığına kıstırdım. Karardılar, döküldüler, yenileri çıktı. Orta parmağımın birinci boğumunda üç santim büyüklüğünde bir çizgi. Eh, senin de bir geçmişin var…” (3)
Tipo döneminde bir gazete matbaası
Aynı öykü kitabında bulunan “Serseri” adlı öyküsünde ise, yaralandıktan sonra başladığı gazete dağıtımı işi sırasında tanık olduğu matbaa içi ilişkilere eğilir. Tipo döneminde ağır iş koşulları altında üretilen gazeteler, işçilerin yoğun emekleriyle çıkarılmaktadır:
“Matbaaya geldim. Antimuan kokusu burnumu tıkadı girer girmez. İki sayfa alınmış. Kemal, Veli, Tahsin bobinlerden çıkardıkları ambalâj kâğıtlarının üzerine sırt üstü uzanmışlardı. Ocakçı Hüsnü dün basılan gazetenin kalıplarını kurşun ocağına atıyor, kalıp kül rengi ve acı bir duman bulutu içinde ağır ağır eriyordu. Mürekkep, antimuan, yağ, gaz kokulu bir sıcaklığın içinde yarım yırtık iş elbiseleriyle uyuklıyan eski iş arkadaşlarımı seyrettim. Kendilerinden geçmişlerdi. Göğüsleri şişiyor, horluyordu. Bir cigara yaktım. Bu ambalâjların üstünde, ocağın ağzından horul horul akan dumanların arasında, hep ustaya, hep mürettiplere, hep linotiplere, hep makine gürültülerine ait düşlerle uyuklamaların ne bulunmaz bir nimet olduğunu biliyordum. Gece çalışan insanların hiçbiri uykularına doymuyorlardı. Gözleri kanlı, yüzleri şiş, sersem, aksi, küflü bir sarı ve çizgiler… Sarı yüzlerle, kirlerle yitiriyorlardı hayatlarını. Yarın uyanacak insanlara dünyada olanları bildireceklerdi… Ama kimse onları tanımayacaktı. Üç yıl bunlarla birlikte çalışmış, artık freze kolunu çeviremez, kurşun kalıplarını kaldıramaz olunca kaçmıştım. (..)
Pres kolunun çevrilişini duyuyorum. Matrisler kurutuluyor, pudralanıyor, kalıba konuluyor, kurşun dökülüyor. Bir sayfayı tam dört kere döktüler olmadı, kurşunlarda çukurlar, kabarcıklar görülüyordu. Matris biraz ovalandı, kalıpta çukur yapan yerlere kâğıtlar yapıştırıldı, kurşunun soğuk olup olmadığına bakıldı, yeniden döküldü. Bu sefer tamam! Frezeci hızla kapıyor kalıbı, alnında boncuk boncuk terler, tam makineye konacak, mürettiphaneden biri koşuyor. ‘Altıncı sayfa tamam mı? Şu resmin altındaki yazı ters çıkmış, kalemle alın ama belli etmeyin.’ Makine çalışmıya başladı. Bir sürü prova yapıldı önce, kâğıt gevrekmiş koptu, Hayrullah ıslak bir bezi bobinin üzerinden geçirdi, kâğıt yapıştırıldı.” (4)
Kurşun kokulu matbaalar
Muzaffer Buyrukçu’nun gazete matbaalarındaki gözlemleri Bir olayın Başlangıcı adlı romanında da sürer. Yine matbaacılıktan anlayan bir gazete dağıtıcısının gözünden aktarılır matbaa:
“Merdiven ağzından bir sis bulutu gibi saldıran ve mürettiphaneye İdare Müdürü’nün odasına giren dumandan tedirginleşen Doğan, öfkeyle ‘Şabaaan, kazanın kapağını kapat!’ diye bağırdı.
‘Kurşun eriyor kurşun,’ sözcükleriyle uzayan ince bir ses geldi makine dairesinden. ‘Kapağını kapat diyorum sana, biliyorum kurşunun eridiğini,’ dedi Doğan ve matbaada çalışanlara, dışarıdan kurumlar adına gelenlere bedava verilmek üzere kapıcı masasında duran gazetelere vurduğu – İdare – damgasını elinden bırakmadan mahzen merdivenlerine benziyen daracık, bastıkça gıcırdayan ve bir gün ağır bir şeyi aşağıya indirenin başına mutlaka bir iş açacak olan ve siyah mürekkeple lekelenmiş tahta basamaklardan, basamakları sarsa sarsa indi, burnunu eliyle kapıyarak dumanların arasına daldı. Rotatiften çıkarılıp klişeleri söküldükten sonra içine atılmış ve ağır ağır eriyen kurşun kalıbının yan durduğu kazanın adamakıllı kızmış olan kolunu ıslak, yağlı bir bezle tutup kapattı, duman kesildi, Ama ağzına dolan dumanlar Doğan’ı uzun süre öksürttü. İçi dışına çıkacakmışçasına öksürürken rotatifin durduğu yerdeki dumanların arasında, kurşun kalıbını tesviye ederken frezenin altına düşen çapakları bir türkü söyleyerek süpüren Şaban’a dumanın acıttığı gözlerle baktı, ‘Ne ineksin be! Yukarda boğuluyorum, umurumda değil, üstelik bir de türkü söylüyorsun,’ dedi.
Şaban doğruldu, çenesini süpürge sapına dayadı, uykusuzluğun gevşettiği mürekkep bulaşığı yüzünü yer yer parlatan teri sol elinin tersiyle sildi ve Doğan’ın öfkelenmesinden tad alıyormuşçasına gülümsedi.
‘Şuna bak, bir de gülüyor. Zehirleneceksin ulan!’ dedi Doğan.
‘Bize bir şey olmaz, Allah korur,’ dedi Şaban.” (5)
Romanın daha sonrakı satırlarında, Doğan kâğıtlar gevrek olduğunu ve makine biraz daha hızlansa kopacağını anlar ve uyarır: “Usta, kâatlar gevrek.” Devamını Buyrukçu’nun aktarımıyla verelim:
“Yakup usta bobinlere şöyle bir göz atmış, ‘Bir şey olmaz, sen yol ver bakalım’ demişti. ‘Peki, sen bilirsin ama kâat kopacak.’
Daha iki bin tane ya basılmış ya basılmamıştı ki kâğıt, (çat) diye bir ses çıkararak kopmuş, o hızla birkaç kez kazanlara sarılmış, mürekkep haznelerine girmiş; kâğıdın bobinden çıkarak, kazanların ve kazanlara bağlı kalıpların arasına düzenli bir biçimde inişini sağlayan şeritler atmıştı. Korkmuştu ve hemen yüzü allak-bullak olan, herkese bağırıp duran Yakup ustanın kendisine bir söz söylememesi için dua etmeye başlamıştı. Ama bir yandan da suçlu olmadığını, daha kâğıt kopar kopmaz makineyi stop ettirdiğini, kâğıdın gevrek olduğunu ve kopacağını söylediğini düşünerek kendini avutuyordu. Kâğıdın kopmasına fena halde sinirlenen ve bu olay yüzünden (oysa bu beklenmedik bir şey değildi, olağandı. Kâğıt her zaman kopabilirdi) baskı işinin en az bir saat kadar aksayacağını düşünen Yakup usta, karşısına dikilmiş, gözlerini gererek, ellerini, kollarını sallayarak bağırmaya başlamıştı. Dalgın olmasaydı, o eşek kafasında kızlarla ilgili bir sürü boktan düşünce bulunmasaydı bu iş olmaz, daha kâğıt (çat) eder etmez makineyi durdururdu.” (6)
DİPNOTLAR
(1) “Muzaffer Buyrukçu,” Kendileri (Hazırlayan: Selim Esen), Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2007, s.305
(2)“Freze etmek: klişelerin kenarlarına çivi kenarı (çerçeve) açmak, boş yerlerini temizlemek, stereotipi kalıplarına kenar açmak, çapaklarını temizlemek için kullanılan, süratle dönen bir torna kalemi makinesi ile çalışma.” ( [Willi Blümel- Sait Yada], Matbaacılık Bilgileri. C.1: Matbaacılık Lugatı, İstanbul 1965, s. 91
(3)Muzaffer Buyrukçu, “Topal Türküler,” Acı, Yeditepe Yayınları, İstanbul 1957, s.14-18)
(4)Muzaffer Buyrukçu, “Serseri,” agy, s.60-64
(5)Muzaffer Buyrukçu, Bir Olayın Başlangıcı, e Yayınları, Şenoğlu Matbaası, İstanbul, t.y. [1970], s.7-8
(6)agy, s.90-92
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder