30 Aralık 2009 Çarşamba
ARŞİVDEN
YILBAŞIDIR BUNUN ADI...
Yılbaşı bir Cumhuriyet çocuğu. Yani tarihimize sonradan giren hoşluklardan. Osmanlıda yok. Eski takvimle bugünkü arasında bir ilgi de yok zaten. Hicri takvim, miladi takvim olaylarına hiç girmeden, sözün kısasını seçelim. Osmanlıda yılbaşı, memleketin hıristiyan tebalarını ilgilendiriyordu sadece. Yılbaşı "Noel" dönemi demekti. Aralığın 15'inden itibaren hareketlenen bu cemaat, 24 Aralık tarihinde İsa'nın doğuşunu kutlardı.
Osmanlının Hıristiyan yılbaşıya gösterdiği ilgi, 1829 yılına kadar gerilere uzanır. O yılbaşı İstanbul'daki İngiliz elçisi, Haliç'te bulunan bir gemide büyük bir balo verir. Baloya davetli olan Osmanlı devlet adamları, yatsı namazını Tersane Divanhanesi'nde kıldıktan sonra, sandallarla gemiye giderler ve sabaha kadar eğlenirler. Serasker Hüsrev Paşa, "Kâfir işi, fakat ne çare? Devletçe bir şey oldu, katılmak lüzum etti," dese de, bu işten zevk almaya başlamıştı. Bu gavur icadına, tövbe tövbe diyerek katılım Cumhuriyet'e kadar sürecektir. Özellikle Galata- Beyoğlu hattında Nnoel ve yılbaşı, en azından şöyle göz atmadan geçilemeyen bir temaşa imkanı sunuyordu.
Aslında dinsel açıdan pek anlam taşımayan 31 Aralık tarihi de kimi kesimlerde (özellikle Ortodoks Rumlarda) İsa'nın sünnet günü olarak anılırdı. Bu gece de Noel gününe benzer kutlamalar yapılırdı. Rumlar arasında geleneksel olarak yılbaşı gecesi hindi yenir, dans edilir ve eğlenilirdi. Ayrıca Sakız Adası'ndan getirilen sakızla (mastika) yapılan ve üzerinde yeni yıl yazan yuvarlak Yılbaşı Pidesi pişirmek de geleneksel bir olaydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ermeniler ise 1 Ocakta kutladıkları yılbaşına "Gağant" adını verirlerdi. Bu sözcük, zengin bir ziyafet sofrasıyla eşanlamlıydı. Bütün aile 31 Aralık gecesi biraraya gelir ve gece yarısına kadar sofrada birlikte olunurdu. İstanbullu Ermeniler yılbaşı için günler öncesinden alışverişe başlarlardı. Zeytinyağlı yaprak ve midye dolması, hindi ve anuşabur (aşure) yılbaşı sofrasının vazgeçilmez yiyecekleriydi.
Çocukluğu 1915'li yıllara rastlayan, Türkiye'nin eski milletvekillerinden Hasene Ilgaz, o yıllarda gayrımüslimlerden oluşan komşularının yılbaşı kutlamalarının kendi evlerine nasıl yansıdığı şöyle anlatıyor: "Bizim neşelendiğimiz, sevindiğimiz günler, dinî bayramlardı. Bizim için yılbaşı diye bir olay yoktu. Yalnız, yılbaşının yaklaştığını, bizden olmayan dostlarımızın, ekalliyetlerin, yılbaşı için yaptığı hazırlıklardan ve evimize gönderilen hediyelerden anlardık. Kabukları renk renk boyanmış yumurtalar, yılbaşı çörekleri, kokular, lavanta çiçekleri, bu gönderilen hediyeler arasındaydı. Bu hediyeleri, "bizim bayramımız" diyerek getirirlerdi. Biz de onlara lokum, yılbaşı tatlısı, gelincik şerbeti gibi ikramlarda bulunurduk."
TAYYARE PİYANGOSU VE YILBAŞI
Gelelim yılbaşının nasıl milli bir mesele haline geldiği konusuna. Konunun kapağı, 1926 yılında miladi takvimi resmen kabul edilişimizle açılır. O dönemde daha yılbaşını izleyen gün, yani 1 Ocak tatil değildi. Ama 1926 yılını 1927'ye bağlayan gün bir tesadüf eseri olarak, haftasonu tatiline, yani Cuma'ya denk gelmişti. Yapılan yılbaşı eğlenceleri büyük ilgi gördü ve sabaha kadar eğlenildi. Elektrik İdaresi de ilk kez o gece, saat tam 12'de kentin bütün ışıklarını bir dakika söndürme geleneğini başlattı.
Ertesi yıl, İstanbul'un yılbaşı gecesi, özellikleri şanslarını kumarda denemek isteyenler için özel bir önem taşıyordu. Eğlence yerlerini tıklım tıklımdı. Ama o yılın en büyük süksesi bir kumarhane olarak işletilmeye başlanan Yıldız Sarayı'na gitmek oldu. İşletmeci Senyör Maryosera bu özel gün için rulet masaları kurmuştu. İstanbul tarihinde bir gecede, hem de hiç bir yasal kısıtlama olmadan bu denli kumar oynandığı herhalde olmamıştı.
Yıllardır hasetle seyredilen Beyoğlu eğlenceleri. adeta bu geride kalışın acısını çıkarırcasına hızla yurt sathına yayıldı. Dergiler, özel yılbaşı sayıları çıkarmaya, gazinolar balolar düzenlemeye, "Tayyare Piyangosu" özel çekilişler yapmaya başladı. İnsanlar daha sinei vatanda yeni yeni varlığını hissettikleri bu olaya, nasıl böylesine kırk yıllık dost gibi alışıverdiklerine şaşıra şaşıra yeni yılı kutlamaya başladılar.
1935 yılında, Başvekil İnönü imzasıyla Millet Meclisi'ne sunulan "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun Tasarısı"nda, "Bütün medeni milletlerce tatil günü olarak kabul edilen 31 Aralık öğleden sonrasıyla 1 Ocak günlerinin uygulanmakta olan tatil günlerine eklenmesi" teklif edildi. Kanunun kabulüyle, hem ulusal bir eksiğimiz giderildi, hem de yılbaşı geceleri sabahlayanların resmen uyuyabilmeleri sağlandı! Bu ilk tatil gününün ertesinde "Son Posta" gazetesi muhabiri, gözlemlerini şöle aktarıyordu: "Bu yıl yılbaşı gecesi, ay sonuna ve bayram ertesine gelişine rağmen, gayet neşeli geçti. Beyoğlu Gazinoları bir gecede, bir sene içinde görmedikleri kadar bol müşteri buldular ve bütün bir yılın ziyanını örtecek kadar satış yaptılar. Dün sabah, saat ondan akşama kadar, sokaklarda sayım gününü hatırlatan bir tenhalık seziliyordu. Tatili fırsat sayarak sabahın onuna kadar güle oynaya içenler, ayılıp da sokağa çıkamamışlardı."
YILBAŞININ MANA VE EHEMMİYETİ
1938 yılı yılbaşında, Atatürk ilk kez Anadolu Ajansı yoluyla yeni yıl tebriklerine karşı bir "cevap" yayınladı. Bu cevabın metni şöyleydi: Yeni yıl münasebetiyle yurdun her tarafından vatandaşların yüksek duygularını ve samimi temennilerini bildiren bir çok telgraflar gelmektedir. Bundan son derece mütehassis olan Ataatürk, teşekkürlerinin ve saadet dileklerinin Anadolu Ajansı vasıtasiyle iletilmesini emir buyurmuşlardır." Bir yıl sonra, Atatürk'ün ölümün ardından gelen yılbaşı ise oldukça hüzünlü geçiyordu.
Yılbaşının bu denli hızla ülkenin "yerli malı" bir alışkanlığı haline gelmesine en başta yazarlarımız şaşırmıştı. Örneğin Peyami Safa: "Şu Yılbaşı gecelerinin manasını bir türlü anlayamıyorum. Sevinecek ne var? Evvela her şey tersine; dünya ve insan bir yaş daha ihtiyarlıyor, kainat bur yıl daha eskiyor, buna "yeni sene" diyorlar. Herkes ölüme bir yıl daha yaklaşıyor, buna seviniyorlar, hayatın bir parçasını kaybetmek hoş bir şeymiş gibi hep birbirlerini tebrik ediyorlar," demekteydi.
Refik Halid Karay ise bu kadar gerçekçi olmaya gerek görmeyerek, şöyle yazıyordu: "Hiçbir seneden ne fazla iyilik, ne fazla fenalık beklememeliyiz.Dünya sefil ise, bize yüz çeviriyorsa ondan alınacak intikam yolumuz şudur: O dünya ile iktifa ederek - yani yetinerek- mümükün olan zevkinden hissemizi koparmak! Yani sözün filozofçası oportünist olmak. Oportünist ve neşeli olalım, böyle olmak için antreman yapalım."
Oportünistliği seçmediği için huysuzluğu ile tanınan Nurullah Ataç ise, yılbaşından söz ederken -hayatında çok az raslandığı ölçüde- iyimserdir. 1949 yılbaşında şöyle yazıyor: "Aralığın son günü akşamı, gönlümüzde sir ümittir başlıyor. Radyodan gelen ses, koynumuzda sımsıkı sakladığımız, bize bin türlü vaadlerde bulunan Tayyare Piyangosu biletinin numarasını söylemese bile, yine ertesi gün bizim için bir saadet devresi başlayacağına inanıyoruz. Bu tatlı hülya bir kaç gün devam ediyor ve sonra yeni seneye alışıp, onun yeni olduğunu unutup on iki ay sonrası için, gönlümüze hoş gelen tasavvurlar kurmaya başlıyoruz. Bir kaç günlük hülya... Az mı? Zaten saadet denilen şey bir hülyadan, bizim içimizde kendimiz için icat ettiğimiz bir masaldan başka nedir ki?"
Aradan geçen elli yıl içinde, bir zamanlar nasıl "yılbaşı"sız yaşadığımızı anlayamayacak ölçüde bu geceyi sevme tutkumuz giderek arttı. Biz yine işin tadını çıkarmaya çalışalım ve sonsözü hiciv üstadımız Aziz Nesin'e bırakalım:
Bu yıl da ağzımızıın gelmez mi tadı tuzu
Biz de gülüp eğlensek bu gece ederek dans
Yeni yıl şerefine dönsün diye kahpe şans!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder