12 Ekim 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


DÜŞ VE DEVRİM
Geçtiğimiz bayram tatilini Stockholm ve çevresinde geçirdim. Bu ilk İsveç gezisinin anılarını sizlerle paylaşmak istedim. Sergiler, izlenimler, övgüler ve yergiler. Bir kuzey ülkesinin sıcakkanlı yorumu.

Stockholm’u bu kadar beğeneceğimi hiç sanmıyordum diyerek gireyim söze. Sevdim; çünkü biz İstanbul’da yürüyecek iki-üç kilometrelik bir güzergâh bulamazken, adamlar tüm şehri yürüyüş parkuruna çevirmişler. Üstüne üstlük dümdüz bir memleket! Dahası, siz daha yaya geçidine gelmeden otomobiller durup yol veriyorlar! Yaya olarak böylesine şımartıldığımı hiç hatırlamıyorum... Ama trafik açısından ilginç bir başka olgu daha çıktı karşıma: Bisiklet meselesi. Efendim, tüm yaya yollarının yarısını bisikletlere ayırmışlar. Tüm şehri bisiklet sırtında gezmek mümkün. Lakin bisikletliler öylesine gaddar ki, onların yoluna yanlışlıkla inmeye görün, aman demeyip hemen çarpıyorlar sırtınıza. Otomobillere değil ama bisikletlere dikkat etmekten illallah dedim! Bisikletin kitabını yazmış biri olarak, bisikletten korkacağım günlerin de geleceğini hiç düşünmemiştim açıkçası....

Övgülere devam edelim... Stockholm, aslında tüm İsveç bir büyük orman. Kentin her yeri korular, parklarla tıkış tıkış. Bu da bizim için başka bir keyif oldu. Hele tatilin sonuna doğru Kuzey denizi adalarının en batısına, Möja adasına yaptığımız yolculuk tüm yılın doğal zenginlik kotasını doldurarak, uzun bir süre bizi idare edecek kadar keyif verdi. Dört saatlik bir gemi yolculuğundan sonra ulaşılan bu adada iki keyifli gün geçirdik. Adanın tek lokantası, Stockholm’den özel olarak gelen konukları bile ağırlayacak denli meşhur. Balıkları ve deniz mahsullerinden yapılmış spesyaliteleri çok başarılı. Zaten İsveç’te doğru dürüst yemek yemeyi bir tek burada başardık. Artık bizim cehaletimizden mi, memleketin damak zevki eksikliğinden mi geliyor bu durum, bilemem... Möja ile ilgili son bir söz daha söyleyip geçelim: 360 derece gökyüzü, olağanüstü bir ışık ve her köşede kuşburnu ağaçları!

Siyah giymiş kadınlar ülkesi

Sadece güzel şeylerden söz etmeyelim. Göze batan hadi çirkinlik demeyelim, zevksizlikler de çıktı elbette karşımıza. İsveç kadınları sanıldığının aksine hiç de çekici değil. Asık suratlı ve hepsi karalara bürünmüş. Kabanlardan elbiselere, çizmelerden çoraplara kadar siyahlar. Bir giyim mağazası Black Collection adını taşıyordu ve sadece siyah renkli elbiseler satıyordu. Her halde en muteber dükkanıdır memleketin! Bir İsveçli arkadaşım (Johan) bu “kara”lığın nedenini, ülke kadınlarının erkeklerle rekabeti iyice abartmalarına bağladı. Öylesine erkekleşiyorlar ki, ayrı bir cins olmanın güzelliği de güme gidiyor arada diye ekledi. Ben bir yerde sadece bir hafta kalarak kadınlar hakkında bir söz söyleme hakkını kimsenin edinemeyeceğini düşündüğümden susuyorum. Kadınlar açısından diğer bir ilginç gözlemim de, mutlaka çocuklu olmaları. Kucaklar, sırtlar, arabalar yeni mahsul çocuklarla dolu. Ne de olsa tüm ülkede dokuz milyon kadar insan yaşıyor. Devletin nüfus çoğaltma politikasına destek verdikleri açık...

Göz zevkimizi bozan bir diğer İsveç izlenimi de estetik düzeyin yetersizliği oldu. Reklam filmleri bir felaket! Tasarım açısından da sınıfta kalıyorlar. Ulusal Müze’nin İsveç tasarım tarihine ayrılmış bölümünü bu gözlemimizin kanıtı olarak sunuyorum.... Binalar güzel güzel olmasına da, onların farklılığı eskiliklerinden geliyor belli ki. Üçyüz, dörtyüz yıllık binalar var caddelerde. Hepsi de şıkır şıkır...

Komünist Manifesto nasıl sahnelenir?

Sanat ve kültür açısından zengin bir kent sayılabilir Stockholm. İlk olarak İsveç’te yaşayan kardeşim Hakan’ın da katıldığı bir sergiyi gezdik. “Yerdeki Yığın” adını taşıyan bu sergi değişik sanatsal çöpleri bir araya getirmiş. Hakan kendine verilmiş alanda, İsveç tarihinden gelen bir ayıbı sergiliyor. 1935 ile 1975 yılları arasında Uppsala’daki Devlet Soybiyolojisi Enstitüsü eliyle sürdürülen ”temiz olmayan ırkları zorunlu kısırlaştırma politikası”nı konu edinen bir eser bu. Çarpıcı bir çalışma. Aslında günümüzde de geçerliliğini sürdüren “göçmenlere karşı” politikanın tarihi de buralarda gizli. Serginin yer aldığı galerinin sahibi Dror Feiler aynı zamanda bir müzisyen. Saksafon çalıyor ve bir sürü piyasada bulunmayan “collectable” album sahibi. Bana verdiği bir albümü dinledim. Free cazla minimal gürültü arasında bir noktada. Pek hoşlanmadım ama ilginç. Öteki çalışmalarını ise evlerinde otururken çaldığı kadarıyla biliyorum. Yahudi kökenlerine bağlı progressive bir caz anlayışı var. Ama Dror’un esas ünü aktivistliği. Güney Amerika gerillarından, Filistin halkının direnişine kadar burnunu sokmadığı eylem yok. Bizzat içlerine giriyor ve cephede bile saksafonunu üflüyor düşman üstüne!

Dror Feiler bir de oyuna müzik yapmış. Komünist Manifesto’nun ilk iki bölümünü sahneye koyan bir oyun bu. Galada yer yoktu. Hakan ve eşi Leyla gittiler. Dror bize de hafta içindeki gösteride yer ayırdı. Ama gala gecesi izlenimlerini alınca, oyuna gitmekten vazgeçtik. İlk yarı 1 saat 45 dakika sürmüş. Çok az eylem, bol bol söz. Söz dediğin de Manifesto’nun sahneden okunması, hem de İsveççe. Zaten soru da pek netametliydi: Komünist Manifesto nasıl sahnelenir? Herhalde böyle olabiliyor işte! Dror’un müzikleri güzelmiş denildiğine göre, belki bir gün album yaparsa o zaman dinlerim…


Benim adamım Max Ernst

Stockholm’de beni hoş bir sürpriz beklediğini ise ikinci gün farkettim. Modern Müze’de bir Max Ernst sergisi açılmıştı. Salvador Dali sergisiyle ilgili yazımı okuyanlar belki hatırlar. Gerçeküstücülük denince benim has adamım Max Ernst’dir. Bu nedenle işbu sergiyi yakalamak beni çok sevindirdi. Modern Müze, kentin en başarılı müzesi kanımca. Serginin koleksiyonları, modern sanatı tanıtmak için en nadide eserleri bünyesine katmış. Marcel Duchamp adına ne biliyorsam, hepsini burada görme şansını buldum mesela…


“Düş ve Devrim” adını taşıyan ve çok başarılı bir sergileme düzeni içinde sunulan Ernst sergisi, kronolojiyi esas alan dört bölümde geziliyor. “Almanya dönemi: 1891-1922”, “Fransa yılları: 1922-1941”, “Amerika: 1941-1953” ve “Avrupa’daki son yılları: 1953-1976”. Sergide ressamın resim, kolaj, heykel ve çizimlerinden oluşan 150’yi aşkın işi sergileniyor. Hepsi birbirinden çarpıcı olan bu çalışmalar içinde kişisel tarihimde özel yeri olanlar da vardı. Bir Albert Camus kitabınının kapağına yapıştırdığım Pieta (ya da Geceleyin Devrim) önünde uzun uzun durdum. “Celebes Fil’i” adlı resim ise, vakti zamanında E Yayınlarından çıkan Elio Vittorini’nin Fil adlı kitabına yayınevi tarafından uygun görüldüğü için hafızama kazınmış. Tanıdığım bütün önemli Max Ernst’ler (ve tanımadıklarım elbette) buradaydı. İşte nedense beni hep çok etkilemiş olan “Bütün Şehir” tablosu. İşte o inanılmaz kuşlar serisi. Ve elbette hepsi birer Kafka öyküsünden fırlamış gibi insanı çarpan gravürleri. Daha once bilmediğim heykeltraş yönü de çok etkileyici Ernst’in. Özellikle Capricorne başlıklı kral ve kraliçeyi bir arada gösteren anıtsal çalışması… Sergi dolayısıyla hazırlanan kitap bilgi ve malzeme açısından doyurucu, ama kapağını Ernst görse tasarımcıları mutlaka döverdi. Öylesine sıradan ki!

Max Ernst’e kilitlenirsem bu yazıyı bitiremeyeceğim. Son bir iki not daha Stockholm’dan. Ulusal Müze hiç heyecan verici değil. Oradaki bir geçici sergi ilgimi çekti: “Zamanın Yüzleri”. Saatlerin tarihini sergilemişler. Ama bilmem sunuşu mu kötüydü, yoksa saat denilen cisimler sergilenince monoton bir hale mi geliyordu, anlamadım. Sıradan bir sergi çıkmış ortaya… Geldik, gördük, gezdik işte. Bir dahaki sefere de bıraktık bir şeyler. Velhasıl Stockholm, özellikle baharları, keşfetmek için ideal bir şehir… Benden söylemesi…

Hiç yorum yok: