11 Ekim 2007 Perşembe
PAZAR YAZILARI
2.
ÇOK ŞEKERLİ BİR YAZI
Ramazan Bayramı ne zaman Şeker Bayramı adını aldı? Bu sorunun cevabını bulamadım. Osmanlı döneminde bayramın adı Ramazan, Cumhuriyet döneminde ise Şeker olarak geçiyor. Tamam, bayram ile şeker arasında nesnel bir ilişki var. Ama bu ilişkiyi başlığa kim, ne zaman, nasıl taşıdı?
Soruyu cevaplamadan bir kenara bırakıp, bayramın şekerle ilişkisi üzerinden yürüyelim. Osmanlı döneminde Ramazan bayramı hazırlıklarının önemli bir bölümü ağız tadımızla ilişkiliydi. Konaklarda aşçılar özel olarak un kurabiyesi, un helvası yapar, özel tepsilerle hareme yollarlardı. Varlıklı aileler eşe dosta süslü sepetler içinde renkli şekerler gönderir, hal hatır sorarlardı. Bayramlaşma merasiminde ise misafirlere gümüş tepsiler içinde lokum, badem ezmesi, miskli akide şekeri ve akla gelebilecek her tür şeker ikram edilirdi. Bayram boyunca şeker önemini hep korurdu. Kahve yanında şeker konur, üstüne şerbet içilirdi.
Memleket şeker tarihi
Ama daha eskilere uzandığımızda, şekerin bu kadar ortalarda gözükmediğini farkederiz. Çünkü on dokuzuncu yüzyıla kadar şeker çok pahalı bir maddeydi. Tatlı ve şekerlerin yapımında bal ve üzüm şerbeti kullanılırdı. Örneğin Saray’ın 1720 yılında yaptığı bir sünnet töreni kayıtlarından, baklavalar için tam 12.088 kilo bal kullanıldığını öğreniyoruz. Bu tür törenlerde ham şeker sadece büyük tasvirlerin yapımında kullanılıyordu. Tören boyunca taşınan bu tasvirler kuş, balık, çiçek bahçesi ya da bir çiçek ağacı görünümündeki “nahıl”lardan oluşurdu.
Hazır şenlik geçidine girmişken, yürüşe katılan tatlıcı ve şekerci esnafını, kısaca da olsa sıralayalım. Şerbetçiler/ Gülabcılar (gügl suyu yapanlar)/ Kadayıfçılar/ Lokmacılar/ Gözlemeciler/ Güladşenciler (İran işi bir hamur tatlısı)/ Tuzlacılar/ Hoşapçılar (yani hoşafçılar)/ Bademciler/ Paludeciler/ Sıcak şerbetçiler/ Bademli pasta satıcıları/ Salepçiler/ Muhallebiciler/ Hurmacılar/ Saray şekercileri/ Dükkan helvacıları/ Seyyar helvacılar/ Gül şekercileri/ Galat şekercileri...
Aslında şeker adı çok geçmesine rağmen, bu ürünlerde bildiğimiz alamda şeker pek kullanılmazdı. Çünkü şeker kamışından elde edilen ham şeker yurt dışından getirilirdi ve çok pahalıydı. Sıradan halk ise bu şekeri pek bilmezdi. Onlar tatlı gereksinimlerini bal, pekmez, kuru meyve gibi maddelerle giderirlerdi. Şeker dedin mi ilaç anlaşılırdı. Öksürük şekeri, nöbet şekeri, lohusa şekeri gibi... Ama bu tatlı geleneğimizin zayıf olduğu anlamına gelmesin. Tam aksine... Ulunay bir yazısında, yaşamımızda tatlının yerinin ne denli güçlü olduğunu şöyle vurgular: “Düğün yaparız, tatlı yeriz; mevlid okuturuz, şeker yeriz; lohusa olur, baharlı sıcak şerbetler içeriz; eş dost toplanıp yarenlik edelim desek mutlaka bunu ‘helva sohbeti’ olarak yaparız. Cenaze olur, lokma dökeriz; eskiden seyir yerlerinde çocuklarımızın elinden horoz şekeri, elma şekeri düşmezdi; macuncu tepsisinin, muhallebici tablasının, kuş lokumcunun etrafı daima kalabalıktı.”
Üstad bir başka yazısında ise, artık ne kadar abartıyor bilmiyorum, Hüseyin Usta’nın “deve boğan” namile tanınan meşhur akidelerinden söz eder. “Cep saati büyüklüğünde ve yassılığında olan bu akidelerin üstünde ‘Amel-i-Hüseyin Usta’ diye bir de mühür vardı,” diye de ekler. Ulunay’ın yalancısıyım...
İlk şeker fabrikasını kim kurdu?
Bugünkü anlamda şeker yani sakkaroz imaline ise ancak 18. yüzyılda Avrupa’da kurulan şeker rafinelerinde başlandı. Şekerciliğin yeni bir atılıma geçişi ise bunun ardından gelir.
Reşad Enis bir yazısında, Türkiyenin ilk şeker fabrikasını kurmak için girişimde bulunan kişinin Arnavutköylü Dimitri Efendi olduğunu söyler. Fabrikanın açılıp açılmadığını bilmiyor, ama istida ve ona verilen cevap elinde olduğundan, iznin hangi koşullarda verildiğini bizlere aktarıyor. Yıl ise1840.
- Fabrika Payitaht’ın ve surların haricinde, kendisine gösterilecek mahalde Dimitri tarafından inşa edilecek.
- Memlekette yetişen pancar şeker imaline elverişli görülmediğinden, hariçten pancar tohumu getirmesine müsaade edilecek.
- Tohumu Rumeli ve Anadolu’da istediği mahallerde kiralayacağı veya satın alacağı tarlalarda ekecek, pancarın öşürünü verecek.
- Fabrikada bir kaç muallimden başka bütün amele Türk tebaasından olacak.
- Dimitri, şeker imalini ve pancar siraatini, tayin edilecek iki müslime öğretecek.
Hacı Bekir’in hakkını verelim
Osmanlı dönemi şekerciliği ile bugün arasındaki ilişkiyi en somut görebileceğimiz kuruluş, elbette ki Hacı Bekir müessesesidir. Kurumun başlangıcı 1777’e kadar uzanır. Bu tarihte Bekir Efendi Kastamonu’nun Araç ilçesinden İstanbul’a gelip şekerciliği meslek edinir ve Bahçekapı’da dükkanını açar. Bu Araçlılık meselesinin biraz üstüne gidelim bakalım...
Bahçekapı’da dükkanını açan Hacı Bekir, dükkanında memleketi Araç’tan getirdiği hemşehrilerini çırak olarak kullanmaya başlamış. Meslekte ustalaşan Araçlı şekerciler, daha sonra ayrı dükkanlar da açmışlar ve onlar da yanlarına memleketlilerini almışlar doğal olarak. Böylece Hacı Bekir’den başlayan bir gelenekle, Araçlıların “memleket mesleği” şekercilik olmuş.
Araçlıların şekerciliği 1936 yılında Tan gazetesinde yapılan bir röportajda ayrıntılarıyla açıklanıyor. Salâhaddin Güngör, büyük ihtimalle Hacı Bekir dükkanında çalışan bir tezgâhtara “Şekerciliği köyünüzde mi öğrendiniz,” diye sorunca, şu cevabı alıyor:
“Yok... İstanbulda öğreniriz. Şekercilik, bizde babadan oğula geçer, zanaattir. İstanbulda ihtiyar bir şekerci öldü mü, hemen köydeki delikanlı oğluna haber salarlar. O da, cebine üç beş kuruş harçlık koyarak İstanbula gelir. Tahtakalede Rüstem Paşa camii yakınında bir kahve vardır, Abdullah Çavuşun kahvesi derler. Acemi şekerci, doğruca oraya gelir. Şekerci hemşerilerle buluşur. Nerelerde ne iş olduğunu, onlar bilirler, acemiyi alıp tanıdıkları şekerciye götürürler. İş bulabilirse, ne âlâ... Hemence kapılanır. Bulamazsa, kahveyi öğrendi ya, gider gelir gayrı... Bir yerde hizmet çıkıncaya kadar... Ama bizim Araçlılar, hemşerilerini bakıp gözetirler. Aralarındaki muhtaçlara yardım ederler.”
Köyden gelen acemi şekerci işe nasıl başlar peki? Yine adı meçhul tezgâhtarımız anlatıyor: “İlkin gel git... Ayak hizmetleri verirler. Beş altı sene, çırak olarak çalışır. Odan sonra, kalfa peştemalını kuşanarak, akide kazanının başına geçer. Akideyi kesip, pişirmesini, iyice öğrendi mi, badem şekeri yapmaya başlar. Daha sonra da lokumcu olur.”
Yeri gelmişken malukatfuruşluk yapalım. Lokuma başlarda “lât-i-lokum” denirdi ve bu da “Boğazın rahatı” anlamına gelen “râhat-ül-hulkûm” sözcüğünden türemişti. Hatta Ulunay onun da çeşitleri olduğundan söz eder. Yumuşaklığından kinaye, “cânan döşeği” diye bir lokum bile varmış meselâ!
Araç”lıların şerecliği bugün de sürüyor. Kasabada Hacı Bekir müessesine bir şekilde bulaşmamış kimse bulmak zor. Her yıl Haziran ayı sonunda “Şekercilik-Pastacılık Yayla Şenlikleri” yapılıyor.
Kara Kemal Bey ve tahin helvası
Tamam, Hacı Bekir müessesesi, kurucusu olan Hacı Bekir’in zamanında da pek namlıymış. Hatta Saray’ın şekercibaşısı olma sorumluluğunu bile üstlenmiş. Avrupa’ya giden Saray hediyelerinde ve uluslararası sergilerde Hacı Bekir’in şekerleri ve lokumları mutlaka yer alırmış. Ama en büyük atılım onun torunu Ali Muhiddin Hacı Bekir zamanında yapılmıştır. Henüz on yaşındayken, 1904 yılında müessesenin başına geçen Muhiddin bey, daha sonraki yıllarda çapkınlıklarıyla da pek meşhur olacaktır. Ama bu bambaşka bir yazının konusu olduğundan şimdilik bir kenara bırakalım.
Ali Muhiddin Hacı Bekir döneminde (ki altmış yılı aşkın bir süredir), Hacı Bekir’in en başta ürünleri çeşitlendi. Üç çeşit akide ve bir o kadar lokum varken, çeşitler onların üzerine çıkmaya başladı. Mağazalarda şerbet de satılır oldu. Ardından daha alafranga ürünler, çikolata, karamela, pastalar rafları süslemeye başladı. Bu dönemde mağazalara giren bir diğer tatlı da bildiğimiz tahin helvasıdır. Ama onun hikayesi pek ilginç. Bırakalım, Ali Muhiddin Hacı Bekir anlatsın:
“İstanbul’da şekercilerin tahin helvası yapmak âdeti yoktu.
Bu suretle helva bir türlü birinci plana gelemiyordu. Balkan harbinden sonra, Edirne’den gelen bir Musevi Babıâli’de bir helvacı dükkanı açarak, helvayı adeta inhisarına aldı. Çünkü zaman kadar mevcut olan bütün helvacılar kenarda köşede, sönük bir vaziyette iş görürlerken, şehrin göbeğinde, en kalabalık yerinde açılan bu küçük dükkan, helvayı birinci plana getirerek, bütün helvacılara müthiş bir rekabet yapmaya başlamıştı. Bunun üzerine, beni İttihat ve Terakki Merkezi Umumisine çağırdılar. Gittim. Kara Kemal Bey; ‘Arkadaşlarla görüştük. Bizim milli sanatımız olan bu helvanın, Edirne’de çarpışırken bize ihanet eden bu mahlûkun eline geçmesine müteessiriz. Bu vaziyet karşısında milî hislerimiz rencide oluyor. Baksana, herif geldi, şurada küçük bir dükkan açtı, bütün helvacılara duman attırıyor. Bizimkilerde ise, rekabet edecek kafa yok. Binaenaleyh senden derhal helva imaline başlamanı istiyoruz. Her hususta sana müzahiriz [hizmete hazırız],’ dedi. Bunun üzerine ben de helva yapmaya başladım. Bugün, şeker kadar helva da satıyorum.”
Ya işte böyle... Artık Hacı Bekir’den helva alırken, arkasındaki milliyetçi tarihi de düşünmek zorunda kalacağız... Fazla bilgi insanın bazen keyfini kaçırıyor...
Türk kadınının tatlı kitabı
Cumhuriyetin ilk dönemleri şekerci dükkanlarında akideler, loklamalar ve elbette ki helvalar sergilenirken, gazete ve dergilerde de şekerden pek övgü ile söz edildiğini görürüz.
Doktorlar da şekerin en elzem ve en sağlıklı besin olduğunu buyururlar. Bunun asıl nedeni elbette yurdun dört bir köşesinde pıtrak gibi şeker fabrikalarının kuruluşudur. Şeker Fabrikalarının 1939 yılında yayınladığı Türk Kadının Tatlı Kitabı, Türk kadınının nasıl sadece “tatlı dilli ve güler yüzlü” değil aynı zamanda “yuvasının şen ve dinç kalması için” tatlılar yapan bir hamfendi olduğunu anlatarak söze girer. Ardından şekerin faydalarını, bugünkü bilgilerimiz açısından biraz tehlikeli biçimde abartarak devam eder:
“Şeker yemiyenlerin skorpit denilen ve insanı çirkinleştiren bir hastalığa tutulmaları; hareket, canlılık ve neşe kabiliyetlerini kaybetmeleri; insan makinesinin kömürü mahiyetinde olan bu cevherin yaşamamız için yalnız maddi zaruretini ve faydasını değil, aynı zamanda onun manevi varlığımız, neşemiz, sevgimiz ve güzelliğimiz için ne mühim bir kaynak olduğunu da ispat eder.”
İşin ironik yanı, bu kitabın yayınlanmasının ardından savaş yıllarını yaşayacak ve şeker sıkıntısı çekecek olmamızdır. Örneğin Refi’ Cevad Ulunay, Mizah dergisindeki bir yazısına “Şekersiz Bayram” başlığını atar ve şöyle devam eder:
“Nihayet bunu da gördük. Demek şekersiz bayram da olurmuş. Bundan olacak, artık güler yüz, tatlı söz kalmadı. Sanki şeker satan dükkancıların suratları sirke satıyor. Hakları yok mu? Şekersiz şekerci dükkanına müşteri değil, sinekler bile uğramaz.”
Savaş yıllarının ardından, giderek yükselen bir hızla, şeker ve şekerli ürünler yeniden baş tacımız oldu. Bugünlerde bu konu artık bir ifrat noktasına ulaştı. Gün geçmiyor ki, yeni bir şekerli ürün piyasaya sürülmesin. Alternatif tıp bu konuda bizi uyarıyor, ama pek kulak asan yok galiba. Ama pardon... Bayram günü, muhalif olmayalım, şekeri tartışmayalım diyorum kendi kendime, ama yine de kendimi alamıyorum... Şekeri ağzımıza atalım ve bayramımızı kutlayalım...
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder