1 Eylül 2008 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


HOŞGELDİN RAMAZAN
Bilmem farkında mısınız... Yirmi yıldan bu yana Ramazan ayı giderek artan bir biçimde “hareketsizlik” ayı olmaya başladı. Eğlence mekânları kapanıyor, lokantalar “tadilat”a giriyorlar, konserler erteleniyor, hatta rock festivalleri bile iptal ediliyor. Ramazan ayı bir sükunet, içe dönüş ayı biçiminde geçiyor. Ama eskiden durum bunun tam tersiydi. Ramazan demek eğlence demekti. İnsanlar iftarın ardından kendilerini sokağa atar, kahveler, gazinolar, tiyatrolar tıka basa dolardı.

Türk usulü Ramazan

Eski zaman yazarlarından Münir Süleyman Çapanoğlu, Ramazan’ın hiçbir İslam ülkesinde bizdeki kadar şenlikli, ışıltılı olmadığının altını çizer. Bir kere, Ramazan oruç ayı, yani herkesin otuz gün boyunca sıkı bir perhize girmesi gereken ay olduğu halde, yıl boyunca en çok yemek Ramazan ayı yenirdi. Bazı evler yalnız bir aylığına olmak üzere Ramazan ahçıları tutardı. Sahura kalkmak yerine, çok kimseler o saate kadar oturur; peçiç, altıkol iskambil, papaz kaçtı, bezik gibi oyunlar oynayarak vakit geçirir, sahur yemeklerini yer öyle yatarlardı. Kadınlar kendi aralarında toplanır, izzet ikramdan sonra masallar, bilmeceler, yüzük oyunları ile dolu bir gece geçirirlerdi.

Ama Ramazan’ın en ışıltılı yanı, iftardan sonra başlayan eğlence yaşamıydı. Bütün tiyatrolar ve geçimi eğlenceden olan kumpanyalar dört gözle bu mübarek ayı beklerlerdi. İstanbul’un karagöz, orta oyunu, tuluat ve kanto seyredilen mekanları dolup taşardı. İsmail Dümbüllü o zamanları şöyle hatırlar: “Ramazan’da İstanbul’un eğlence panayırı Direklerarası idi. Kedi koysan, geçemezdi kalabalıktan. Ramazana iki, üç gün kala hazırlıklar başlardı. Tatlıcılar, turşucular en temiz peşkirlerini yayar; tiyatro kumpanyaları yeni programlar koyarlardı. Çalgılı kahveler vardı, meddahlar vardı. Hemen her kahvede karagöz perdesi kurulurdu.” Dümbüllü, en iyi Ramazan hasılatını 1914 yılında, Kel Hasan’la Ferah Tiyatrosu’nda çalışırken yaptıklarını ve günde 600 altın lira kazandıklarını da hatırlıyor.

İlk operet Ramazan’da oynandı

İlginin sadece geleneksel gösterilerle sınırlı olduğunu sanmayın. Batı usulü yola koyulan tiyatrolar bile ilk çıkışlarını Ramazan ayında yapmışlardı. Hikayesi şöyle: 1876 Ramazanında Direklerarası’nda meddah, karagöz seyretmeye gelen İstanbullular, Beyazıt’da büyük bir duvar ilanı görürler. Vezneciler’de eski bir askeri ahırdan bozma tiyatroda Çuhacıyan’ın “Leblebici Horhor” operetinin oynanacağını öğrenirler. Böylece tiyatro yaşamımıza ve Ramazan eğlencelerimize operet de girmiş olur. Daha sonraki dönemlerin en asri eğlencesi sinemanın da ilk kez Ramazan aylarında İstanbul’u ziyaret ettiğini biliyoruz.

Beyoğlu’nda 1925 yılı Ramazanı

Bir Ramazan öyküsü de Beyoğlu’ndan... Şimdi Ses Tiyatrosu olarak bildiğimiz mekan, bir zamanlar Fransız Tiyatrosu olarak tanınırdı. Başında da dönemin ünlü emprezaryosu Arditi Efendi vardı. Raşıt Rıza Beyin tiyatro topluluğu 1925 yılı Ramazan’ında Fransız Tiyatrosu’nu tutmaya karar verdi. Arditi Efendi buna olur dedi ama bir şartı vardı. O sırada Paris’te olan Ermeni asıllı oyuncu Eliza Binemeciyan’ın da topluluğa katılmasını şart koşuyordu. Vasfi Rıza Zobu şöyle anlatır: “Eliza Binemeciyan İstanbullu seyircilerin çok iyi tanıdığı bir sanatçıydı. Bundan dolayı Arditi Efendi’nin teklifi, tam bir iş adamı görüşünün neticesiydi. Muhaberesi, anlaşma şartları Arditi’ye bırakılıdı. Tek bir Ramazan ayı ve üç gün bayram içindi bu anlaşma... O ne istedi? Arditi Efendi ne miktarını münasip gördü? Anlaşma sonunda kendisine ne ödendi? Bilmiyorum.” Ama1925 yılında Fransız Tiyatrosu’nda Ramazan temsilleri tıklım tıklım dolu geçti. Ramazan’ın kokusunu Beyoğlu da almıştı...

Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi, geleneksel eğlenceler yanısıra her tür
modern gösterinin de gün ışığına çıktığı bir dönemdi Ramazan. Ama hepsinden önce bol bol eğlenilen, keyfedilen bir aydı. Ne oldu da bu duruma geldik acaba? Ramazan ile eğlence arasındaki bu organik ilişki nerede koptu acaba? Ne dersiniz?

24 Ağustos 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


Yaz doktoru
Yaz tüm hızıyla sürüyor. Biz de yirminci yüzyıl başına ve İstanbul deniz hamamlarına ışınlanıyoruz. Deniz kıyısında yapılan işin adı “deniz banyosu”. Ama bu “banyo”, o zamanlar biraz ilaç gibi telakki ediliyor. Hekimin izniyle ve gerekiyorsa… Cilt hastalıklarına birebir, reçeteye bile yazılıyor. Elbette aklına gelen, canı çeken giriyordu denize; ama doktorlara sorarsanız öyle herkesin içine dalacağı bir yer değildi bu tuzlu sular. 1906 yılında yayınlanan Adanalı doktor Ahmet Şükrü’nün kitabı (Deniz hamamları, envai [çeşitleri], menafii [yararları]) Denize Kimler Girebilir?; adından anlaşılacağı gibi konumuzun erken dönem anayasası niteliğini taşır.

Komple hastane: Deniz banyosu

Ahmet Şükrü önce yaş sınırı koyar. 7 yaşın altındaki ve 45 yaşın üstündekiler için denize girmek yasaktır! Bu bir. Denize girmek için mutlaka bir nedenin olmalı. Sinirleri bozuk olanlar, saracalı bulananlar, stres yaşayanlar (tabii kitapta böyle demiyor :”şehirde uzun müddet iskân ederek ıztırab-ı deruniye duyanlar”ın karşılığı olarak kullandım), kansızlık çekenler, bademcikleri şişenler, göz ağrısı olanlar, kulak akıntısından yakınanlar, midesi şişkinlik yapanlar ve özellikle de deri hastalığına yakalananlar. Deniz banyosu değil her derde deva komple hastahane mübarek…

Yazarımız da benim bu görüşüme katılıyor ki, şunu ekliyor (sadeleştirerek aktarıyorum): “Yukardan beri tek tek saydığım hastalıkları çekenlerin denizden yararlanmalarının derecesi birdenbire rikkati çekince ; deniz ne âlâ şey imiş, aman deniz ne âlâ ilaç imiş demekten insan kendini alamaz”.

Deniz ve renk ilişkisi

Deniz ve doktor arasındaki bu ilginç alışveriş, daha sonraki yıllarda da yoğun olarak devam eder. Gazete, dergi köşelerinde yer alan yazıların yanısıra bu konuda risaleler ve hatta kitaplar bile yayınlanır. 1936 tarihli bir Çocuk Esirgeme Kurumu kitapçığı olan Doktor Şükrü Şavlı’nın kaleme aldığı Deniz Banyoları ve Faideleri, doğal olarak yayınladığı kurumun ilgi alanı olan çocuklara seslenir. Bu sekiz sayfalık küçük broşürde son olarak “Çocuklar deniz banyosunu nasıl yapmalı” sorusuna cevap aranır:
“Evvelâ güneş banyosu yapmalı, sonra denize girmeli, denizde vücudu kızarırsa banyodan istifade ediyor demektir, kızarmayıp bilakis solgun bir renk alarak üşüyorsa istifade etmiyor demektir. Bunları denize sokmamalı, deniz kenarında bacakları suyun içinde gezmeli, vücuduna deniz suyu ile firiksiyonlar yapılarak alıştırmalı, ondan sonra denize sokmalı, bu suretle alışır.” Bu renk teorisinden pek bir şey anlamadık, ama üstadın herhalde bir bildiği vardır...

Deniz ve karpuz

1955 yılına geldiğimizde ise artık uzmanlığın adı belli olmuştur. Dr. Kemal Saraçoğlu’nun Yaz Doktoru kitabını, kapağındaki “dilber sırtına güneş yağı süren uzman doktor” resmine aldırmadan karıştıralım. “Yaz hastalıkları” bölümünde kabızlıktan sıtmaya kadar onlarca hastalığın yaz ile ilişkisini ortaya koyduktan sonra, tedavi amacıyla gidilen içmeler ve kaplıcalar gibi bazı yaz mekanları gündeme geliyor. Ardından daha güncel konulara geçiyoruz. Yeni yeni moda olan “Açık hava kampları”, yaz aylarında sık yaptığımız “Seyahatler” ve işte en nihayet “deniz banyoları”. Bir çok ilmi ve önemli konularda bugün de geçerli tavsiyeleri olan doktorumuzun “deniz ve karpuz” konulu uyarılarına kulak vererek yazımızı noktalıyoruz: “Denize girme mevsimi mühimdir. Bizde ‘karpuz kabuğu denize düşmedikçe girmemelidir,’ diye yerleşmiş bir kanaat vardır. Bu yanlıştır. Bir kere karpuz oldukça geç çıkan bir meyvadır. İkincisi havaların ısınması karpuza bağlı değildir.” O zaman şimdi ne yapıyoruz? Karpuzun ne zaman çıktığına filan aldırmadan denize giriyoruz... Hem zaten karpuz artık her mevsimde yetişiyor... Ayrıca karpuzların da mevsimi geçmek üzere. Ama bundan doktora ne?


KUTU:
SELİM SIRRI VE GÜNEŞ
Doktor değil ama, sağlık uzmanı ve jimnastik tarihimizin baş aktörü olan Selim Sırrı bey, bir konferansında güneş banyosunu nasıl yapacağımızı tarif ediyor. Tarcan’a göre öncelikle vücudumuzu güneşe yavaş yavaş alıştırmalıyız. Ama bu “yavaş yavaşlık” nededeyse bir mevsime yayılmaktadır! Reçete şöyle: Nisanın onbeşinden başlayarak Mayıs’a kadar vücudunuzu her sabah tül perdenin ardından üç-beş dakika güneşe göstereceksiniz. Mayıstan itibaren bahçe ya da taraçaya bornozla çıkacaksınız. Yavaş yavaş önce bacakları, sonra bele kadar alt yanımızı, en son da tüm vücudumuzu. Ama on dakikadan başlayıp, bir saate bir ay içinde ulaşan bir süratle. Öyle kütük gibi durmak da yok, “vücudu hafifçe işletmeli, biraz sıçrayıp dolaşmalı ve yoğunmalıdır.” Böylece yazın plajlarda güneş banyosu yapmaya hazır hale gelebilirsiniz. Ama orada da ifrata kaçmak yok. Bir kere sabah 11’den 3’a kadar güneşe çıkmak yasaktır. Günün diğer saatlerinde ise toplam süre bir saati geçmemek koşuluyla, on dakikada bir gölgeli 2-3 dakika gölgeli bir yere geçerek…
(Kaynak: Selim Sırrı Tarcan, “Güneş Nasıl Bir Gıdadır?” Radyo Konferansları, İstanbul 1932)


RESİMLER:
İki kitap kapağı yazıda adı geçen kitapların kapaklarıdır.
Kutu’da ise mayolu kızlarımızı koyalım.

Kolay gelsin.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

PAZAR YAZILARI


KARABURUN BEŞLEDİ!
Tam beş yıl olmuş Karaburun Şenliği başlayalı. Artık tarihini yazmanın zamanıdır. Önce bu şenlik nereden ortaya çıktı; çok eskilere gideceğiz ama kısaca da olsa anlatmaya çalışalım. Efendim, bundan kırk yıl kadar önce rahmetli babamız iş güvenliği müfettişi olarak Karaburun Civa Madenine gelip gidiyor. Sahilde bir kaç ev var, şehirli bürokratlara ısrar edip buralarda yazlık yaptırıyorlar. Bizde elde ne varsa yanyana getirip, öyle çok paralar değil vallahi, Fener Burnu’na prefabrik bir ev konduruyoruz... 35 yıl kadar olmuş, yani oldukça eski Karaburunlu sayılırız. Çocukluk demeyelim ama gençlik anılarımızda mümtaz bir yeri var bu güzel tatil beldesinin. Gençlik dönemimizin Karaburun tatillerinde, kasabanın gençleri ile arkadaşlık etmişiz. Birlikte tiyatro oyunları oynamışlığımız, bol bol balığa çıkmışlığımız da vardır. Bu gençlerden ikisi daha sonra Belediye Başkanı oldular. 1993 yılında seçilen Fehim Aytekin’i ne yazık ki bir trafik kazası sonucu çok genç yaşta kaybettik. İkinci arkadaşımız ise ODTÜ çıkışlı, 2004 yılında göreve başlayan H. Serdar Yasa oldu.

Börklüce’nin ayak izleri

Serdar Yasa Belediye Başkanı seçilince, önümüze koyduğu programın olumlu bir bakış içerdiğini gördük. O zaman görev başına, dedik içimizden. Serdar Yasa’ya bir “Kültür Şenliği” yapma arzumuzu ilettik. Kabul görünce de çalışmalara başladık, Birinci yıl, çok kısa bir hazırlanma süresi olduğu için, pek zengin bir program olamadı. Ama niyetlerimizi ve bakışımızı yine de yansıtıyordu. Sonra ardı arkası hızla geldi...

Neydi Karaburun Şenlikleri’nin ilkeleri? Birincisi bir halk şenliği olması. Yani Karaburun’un köylerinden merkezine, tüm nüfusunu kapsaması. Yayla Köyü’ndeki bir çiftçi, Ambarseki’deki kooperatifçi, Kasaba merkezindeki bakkal ve Burgaz’daki bir yazlıkçı; yanyana şenliğin nimetlerinden yararlanmalıydı. Bu bir yanıyla şenliğe güç verirken, diğer yandan da önemli bir zaaf taşıyordu. Güç veren yanı, elbette tüm halkın katılımının sağlanmasıydı. Zaafı ise, herkese birden seslenmenin zorluğuydu. Bu nedenle, şenliğe katılacak müzik topluluklarını bulmakta ve seçmekte çok zorlandık. Herkesin birlikte dinleyip eğleneceği kaç topluluk var sanıyorsunuz ki!

Şenliğin ikinci ilkesi bu topraklarda Şeyh Bedrettin’in müridi Börklüce Mustafa’nın yaşamış olduğunu hafızasına nakşetmesiydi. Karaburun Şenliği, daha önce yapılmış olan Şeyh Bedrettin Şenlikleri’nin mirasını devraldı. Ama daha geniş bir katılım ve bakış getirebilmek için, adını “Karaburun Şenliği” olarak devam ettirmeyi seçti. Şenliklerde, Şeyh Bedrettin’in düşüncesinin ve yaptığı mücadelenin unutulmaması amacıyla, her yıl en azından bir etkinliği bu konuya ayırıyoruz. Giderek tüm konser ve panellerde Börklüce’nin ayak izlerinin takip edildiğine de inanıyoruz.

Bu yıl yine “bir şeyler yaptık”

Dikkat ettiğimiz üçüncü özellik ise elbette Karaburun’un geleceğini düşünmemizdi. Karaburun’un geleceği doğru bir anlayışla biçimlenmiş turizmde, ekolojik tarımda ve çağdaş düşüncenin yaşama geçirilmesinde yatıyordu. Tüm bunlar aslında dünyanın da mümkün olan tek doğru geleceğiydi. Karaburun Şenliği bu hedef için de kendi yöresinde küçük katkılar sağlamayı amaçlıyor. İşte tüm bu düşünceler geçtiğimiz hafta beşinci kez hayata geçti. Sergiler, paneller ve konserler dört gün boyunca Karaburun meydanına binlerce insan topladı. Türk-Yunan Dostluk Konseri’nde Ege’nin iki yakası buluştu, Muammer Ketencoğlu Zeybek Topluluğu Karaburun türküleri seslendirdi; Baba Zula Sabiha Tansuğ’la birlikte sahneye çıktı, Moğollar “Bir Şey Yapmalı” şarkısını üst üste seyircilerle birlikte okudu. Karaburun’a gelenler her zaman olduğu gibi, “burada farklı bir ruh kaynıyor” diye fısıldadılar yanındakilere...


EK: Karaburun Hatırası

Bu yıl Temmuz ortası Karaburun’a gelince, bizim kasabanın tek fotoğrafçısının önünden geçerken birden irkiliverdim. Vitrinde kocaman bir fotoğraf vardı, bir yanda Bülent Ortaçgil, diğer yanda bendeniz... Tamam geçen yıl Foto Mustafa bizi çağırıp çekmişti bu fotoğrafı ama, telaş melaş bir kopya bile edinemeden, hatta görmeden İstanbul’a gitmiş, haliylen unutmuştum... Bu yıl, “Senin için bir kaç kopya yapmıştım ama, görüp isteyenler oldu satıverdim,” demez mi? Sakın paragöz sanmayın fotoğrafçımızı, askere ve öğrenciye sevabına çekiverir, beş kuruş bile almaz... Biraz ehli keyiftir kabul... Öyle her zaman dükkanda bulunmaz, sabırla bekleyeceksin eşref saatinin gelmesini. Ama Karaburun Hatırası çektirmek de öyle kolay ele geçecek bir şey mi!

10 Ağustos 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


BU YAZ HANGİ TATİL BELDESİNE GİDELİM?
İç turizm esas olarak, ellili yıllarda şirket kamplarının birbiri ardına kurulmasıyla başlar. Denizi olmayan Ankaralılar Abant, Abana ve Akçakoca'ya; İzmirliler Çeşme'ye; İstanbullular Şile, Gönen ve Polonezköy'e itibar ederler.

Ellili yılların iç turizm efsanelerinden Akçakoca, 1950 yılından itibaren yazlıkçıları konuk etmeye başlar. Hatta bu amaçla bir de Akçakoca Turizm Derneği ve Ankara’da da Akçakoca’yı Sevenler Derneği kurulur. Amasra’nın yükselişi de aynı yıllara denk gelir. 1952 yılında Amasrayı Sevenler Derneği kurulur. 1954 yılında burayı ziyaret eden Turizm Dairesi Müdürü Selahattin Çoruh, hazırladığı raporda Amasra üzerinde önemle durur: “Plajda yüzlerce kadın ve erkek vardı. Bunlar başka şehir ve kasabalardan gelmişlerdi. Kasaba içinde şortla kadınlar kızlar dolaşıyordu. Kimse rahatsız etmiyordu,” diye hayretle belirtir.

Fakat büyük kentlerden gelenlerin ideal birleşme noktasını, bu dönemin süperstarı Erdek oluşturmaktadır. Hele birincisi 1958 yılında düzenlenen “Erdek Şenliği”nden sonra bu küçük kasaba o yılların tatil simgesi haline gelir. Bu şenliklerde Genç Oyuncular ilginç oyunlar sahnelemekte, Hikmet Şimşek yönetiminde Ankara Yaylı Sazlar Orkestrası konserler vermekte, film gösterileri yapılmakta, sanat toplantıları düzenlenmekte ve sergiler açılmaktaydı. Şenlik Radyosu da müzik çalmakta, şenlik haberlerini vermektedir.

1960’lı yıllarda dergi ve gazeteler, “Tatil Beldeleri” konusunu güçlü biçimde gündeme aldılar. Özel köşeler, ekler, ansiklopedik yayınlar birbirini takip etti. Ülke kıyıları hâlâ bakirdi. Örneğin, 1961 Mayıs’ında Hayat dergisinin "Tatilinizi Memleketin Neresinde Geçirebilirsiniz?" dizisinde takdirimize sunulan tatil yerlerden biri de Kumburgaz’dı. Bomboş sahilleri gösteren fotoğrafın resimaltnda şunlar yazıyor: "Kumburgaz'a gideceklere önemli bir tavsiye: Kuma giriş yerlerine konan tabelaları okuyunuz!.. Resimdeki tabelada ise şöyle yazılıdır: “Köy sokaklarında açık saçık gezmeyiniz!” Yazı şöyle devam ediyor: “Köyde otel, lokanta yok. Deniz bedava... Birkaç kilometre ilerde Selimiye Köyü var... Köylü evlerini mevsimliği 1250 - 2000 lira arasında kiraya veriyor. Ancak pazarlık şart! Köy bakımsız, suyu var... Denizi temiz ve sığ... Kumburgaz'da 10 yıldan beri tek bir boğulma olayı olmamış."

O günden bugüne tatil yeri olarak anılan yörelerin sayısı habire arttı doğal olarak. Ama her zaman "moda" olan bir tatil yerimiz oldu. Erdek, Avşa, Ayvalık, Bodrum, Kuşadası, Marmaris ve Antalya popüler ünlere sahip oldular. Yıldızları parlayanların bazıları maziye gömüldü, bazılarının ünü hala sürüyor. Tatil yapmaya çalışanlar sürekli mekanları eskitiyor, bunların yerine daha yeni mekanlar katmaya çalışıyorlar...

Son sözü 1960’lı yıllardan bir otomobil ilanı söylesin. İlk Türk otomobili Anadol, moda olan “tatil heyecanı”nı ilan başlığında kullanmış. Manajans tarafından hazırlanan ilan “Tatil ayları… ve Anadol” başlığını taşıyor ve şöyle devam ediyor: “Hepimizin tatile çıktığı ayların başındayız… Böyle bir mevsimde cennet yurdumuzu dolaşmayı, tatilde geziler yapmayı kim istemez? Hele yepyeni bir otomobil ile… Anadol, şimdi bu fırsatı size veriyor.”

Ben müsaadenizle hazır gitmişken, o yıllarda demir atıp kalıyorum. Marmara Adası’nda sahili kazıp midye kabuğu toplayacak, Erdek korularında ata binecek, Çeşme’de Elvis Presley şarkıları dinleyeceğim. Sizleri bol gürültülü İstanbul’da aşılmaz Boğaz trafiği ile ya da, o günlerden bu yana hızla yok ettiğimiz tatil kasabaları gerçeği ile karşı karşıya bırakıyorum. İyi tatiller.

3 Ağustos 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


İSTANBUL’DA HANGİ PLAJA GİDELİM?
Şimdi de İstanbul’da denize girilebilir diyorlar ama, müsaade edin ben almayayım. Eski İstanbul’un billur gibi plajlarına yetişmiş bir Ademoğlu olarak anılarımı tazelemek daha güzel geliyor. Efendim, o yıllarda Boğaz’ın bir ucundan Yeşilköy’e, öteki ucundan Kartal’a kadar bütün sahiller plajdı. Deniz banyolarından plajlara nasıl geçildi, Beyaz Ruslar nasıl banyo külütürümüzü geliştirdi gibi konulara hiç dalmadan, Cumhuriyet döneminin namlı plajlarına bir göz atalım.

Atatürk ve plajlar

Atatürk’ün adı plajlarla pek sık anılır, bunun peşine düşelim bakalım nedir aslı astarı... Büyükdere’de gazinosu ile meşhur Beyazpark plajı ilk adresimiz. Burası Rasim Kayra tarafından 1926 yılında kurulmuştur. Önce hanımlara ve beylere mahsus deniz hamamları halinde çalışırken, rivayete göre Atatürk’ün müdahalesiyle haremlik selamlık ayrımından kurtulmuştur. Plajın üç kademeli atlama kulesi de tarihimizde bir ilk örnek olarak yerini alır!

Mustafa Güler’in kurduğu Suadiye Plaj ve Gazinosu da Atatürk tarafından defalarca ziyaret edilmiştir. 1934 yılında gazeteler şöyle yazar: “Sakarya motoru Moda’da beş on dakika durduktan sonra, tekrar hareket etmiş ve Suadiye Plajı’na gelerek ruhtuma yanaşmıştır. Muhterem misafirlerimizle Reisicumhur hazretleri, plajı gazino kısmına çıkmışlar, terasta oturmuşlar ve denizi temaşa etmişlerdir.”

Deniz küskün mü görünüyor?

Ama elbette Florya Plajı’nın bu tarih içinde özel bir yeri var. Şöyle anlatılır; 1936 Haziran’ının ilk cuması Atatürk olağan kent gezilerinden birini yapmaktadır. Birbirini izleyen üç otomobil Topkapı’dan çıkmış Edirne şosesi üzerinde hızla gitmektedirler. Yeşilköy’ü geçer geçmez Florya sırtlarında arabalar durur. Yol kötüdür, etraf yeşilliğe hasrettir ve ıssızlık manzaraya egemendir… Atatürk sahile bakar bakar ve yanındakilere “Bu deniz bize küskün görünmüyor mu?” diye sorar. Tabii en kısa sürede bir proje hazırlanır ve Florya Deniz Köşkü inşa edilir.

Atatürk’ün uğramadığı plajlar da var elbette İstanbul’da. Kısı kısa söz edelim. Kadıköy yakasında Cadı Bostanı denilen bölge, giderek terfi edip Caddebostan olarak anılmaya başlanır. Burası ince kumu ve aile pansiyonlarıyla ün kazanır. Fenerbahçe plajı ise o dönemin (herhalde aşk meşk açısından) en demokrat plajı olarak kayıtlara geçmiştir. Moda Plajı ise yakın yıllara kadar varlığını koruyan kapalı deniz hamamı, atlama kulesi ve Kabotaj Bayramlarına ev sahipliği yapmasıyla meşhurdur. Boğaz’da ise Salacak Plajı biraz avam bulunur. Küçüksu Plajı o civardaki en muteber denize girme bölgelerinden biridir. Gazinosuda tiyatrolar şehir içi turnelerinde mutlaka uğrarlar...

Konak Plajı’nda keyif

Adalardaki en ünlü plaj ise Yörükalı. Dönemin dergileri şöyle yazıyor: “Plaja girerken uzun müddet gözünüz doyuyor, sonra da su vücudunuzu doyuruyor.” Bu plajda yabancılar ve kadınlar açısından bir nüfus fazlalığı vardır. Plajda sıcağını atmış olanların yeniden terlemesini önlemek için çıkış kapısının önünde Ada eşekleri nöbet bekler!

Ellili yılların magazin fotoğrafçıları için en doğru adres ise, Tarabya Oteli’nin tam karşısındaki Konak Plajı. 85 kabini, 500 kişilik gardrobu bulunmakta. Mayo kiralamanız mümkün. Pazar günleri plaja gelenlerin sayısı ise 1500’ü buluyor. Meşhurlarla sık sık karşılaşabilir, yemeğinizi burada yiyebilirsiniz.

Müsaadenizle, ben buralarda kalıp Boğaz’ın keyfini çıkarmak istiyorum. Şimdiki zamanda, malum gece mekanlarının yarattığı trafik nedeniyle Boğaz’a gitmek tahmin edeceğiniz gibi bir işkence halini aldı ya... Tek çözüm hayal ederek yaşamak!

EK: SÜREYYA PLAJINDA FESTİVAL

Kadıköy’deki sinemaya da adını veren ünlü Süreyya Paşa, kırklı yıllara kadar meyva sebze yetiştirdiği çiftliğini, moda akımlara uyarak plaja çevirmeye karar verir. Burada denizin ortasındaki küçük bir kayalığın üzerine de bir Bakireler Mabedi kondurur. Avrupa parklarından feyz alarak, altı direk ve bir kubbeden oluşan yapının içine güzel bir kızın heykelini diker. Plajda zaman zaman eğlenceler de düzenlenir. Örneğin, 18 Eylül 1948 Cumartesi akşamı, Maltepe Süreyya Plajı Gazinosu'nda yapılan "Mehtap Alemi ve Festival Eğlenceleri"nin "rejisörü" bir dönemlerin ünlü Şehir Tiyatrosu aktörü İ. Galip Arcan’dır. Bu nedenle program içinde Ferih Egemen, Şevkiye May, Necdet Mahfi Ayral gibi Şehir tiyatrosu oyuncuları öne çıkıyor. Ama Şehir Tiyatrosu dışından da ünlü sanatçılar gösteriler sunuyorlar. İrma Toto tangolar söylüyor, o yıllarda Ses Opereti'nde ün kazanan İhsan Balkır da şansonlar. Mualla Gökçay ve Baki Çallıoğlu ise gecenin Türk Müziği kadrosunda. Rahat rahat oturabilirsiniz, nasıl olsa “masalar numaralı ve elbise serbest.’
Geçtiğimiz on onbeş yıl içinde sahilin yol yapımı için doldurulması sonucu, Süreyya Plajı ve plajın simgesi olan "Bakireler Mabedi" içerde kaldı. Plajların öldüğü ve eğlencelerin havuzlara mahkum olduğu bir dönemde yaşadığımız için hiç şaşırtıcı değil.

27 Temmuz 2008 Pazar

PAZAR YAZILARI


YAZ GAZOZ ZAMANIDIR
Yaz sıcaklarıyla başa çıkmanın bir yolu da soğuk sıvılara rağbetten geçer. Eski devirlerde, kışın toprak altındaki kuyulara saklanmış karları kullanarak şerbetler içilirdi. Metin And da 16. yüzyıl İstanbul’unu anlatırken, kar ve buz konusuna değinir: “Sıcak havalarda üst sınıftan Türkler içeceklerini buzlu severlerdi. Tüm yaza yetecek buzu sağlayabilmek amacıyla kışın kar yağdığında, kar toprakta açılan derin kuyularda depolanırdı. Burada kar donardı. Bu buz kuyularından bazıları Galata yakınlarındaydı. Kuyuların ağzında tahta kapaklar vardı. Yaz geldiğinde buz kalıplar haline getirilir, keçeye sarılır ve kente at sırtında nakledilirdi. Atların her biri iki yanlarında birer buz kalıbı taşırdı. Bu işlem genellikle Bulgarlar ve Hıristiyanlarca gerçekleştirilirdi. Bunlar buzları meyve satıcılarına satarlardı.” Sonra da bu buzla meyve suları karıştırılıp “kar helvası” adı verilen, şimdileyin frozen diye içtiğimiz içkilere benzeyen meşrubatlar yapılırdı.

Niğdeli Mısırlıoğlu ilk müteşebbis

Ama konuyu dağıtmayalım, bu hafta gazoz tarihine dalacağız. Her ne kadar bugünlerde “kapağı açma” edebiyatı ile dilimize pelesenk olsa da, gazozun şüphesiz başka işlevleri de vardır. Meyva esansı, şeker ve karbonik asitle yapılarak basınçlı havayla şişelere doldurulan gazoz İstanbul’da ilk kez, ithal bir içecek olarak 1890 yılında boy gösterir. Kudret Emiroğlu, Gündelik Yaşamımızın Tarihi adlı kitabında gazoz tarihimizin ilk dönemini şöyle anlatır: “Niğdeli Aleksandr Mısırlıoğlu Fransa’dan gazoz yapımı için makine getirerek üç ortakla birlikte Karaköy’de Mısırlıoğlu adıyla gazoz satışına başladı(...) İstanbul’da Hasanbey ve Hürriyet gazozları 1908’de, Neptün 1917’de, Beyaz Rus, Cumhuriyet gazozları 1923’de piyasaya çıktı. Bu gazozlar şişeyle satıldığı gibi sifonla ve seyyar el aralarıyla bardakta da satılıyordu.”

1938 yılı Ticaret Yıllığı’nda ise İstanbul’da gazoz fabrikası olarak dört kuruluşun adı geçer: G. Baslamacaoğlu’nun Feriköy’deki Olimpos (ya da Olympos), Feriköy’deki Bomonti (bira ve rakının yanısıra gazoz da üretirdi; hem de üç cins: Tutti Frutti, portakallı ve limonlu), sularıyla ünlü Büyükdere’deki Kocataş ve Demirkapı’daki Halim Hurşit’in Yalova gazoz fabrikaları. Bursa’da ise 1930’ların başında Nilüfer gazozu üretilmeye başlandı. Bir yıl sonra Keşiş Dağı’nın adı Uludağ’a dönüşünce, marka da bu asri gelişmeyi adına kattı ve günümüze kadar ömrünü sürdüren Uludağ gazozunun öyküsü başlamış oldu.

Çeşmeli Hasan

Aynı yıllarda İzmir cenahında ise Çeşmeli Hasan hakimiyeti vardı. 1937 yılı Ege Kılavuzu’nun konuyla ilgili sayfalarını açalım: “Yakın zamanlara kadar şehrimizdeki gazozlar gayri fenni gayrı sıhi olarak yapılmakta idi. Çeşmeli Hasan Bey gazozculuğu büyük ve medeni bir şehrin ihtiyaçlarına uygun şekilde hazırlamak lüzumunu his eden ilk fabrikatörümüzdür. Çeşmeli Hasan gazoz fabrikasında herşey otomatiktir; işçinin eli ne şekere, ne asitlere, ne de doldurulan makine ve şişelere değmez. Şeker kazana döküldükten sonra, hep makineler vasıtasiyle şurup olur, soğutulur, gazo makinesine gider ve şişe içinde gazoz veya Sinalko [yaşı kemale erenler belki bu karamela tatlı kolayı hatırlar] olarak çıkar. Bu fabrikada gazoz imali için lâzım olan maddeler de daima en temiz ve en eyisinden kullanılmaktadır.”

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde soğuk içecek ihtiyacının bir bölümünün de meyva ve gazoz özlerinden sağlandığını belirtmek gerekiyor. Çeşitli markalar altında (Hasan, Meram, Mazon vb.) sunulan bu özlerin yanı sıra meyva tuzları da, özellikle mide şişkinliği olanlar tarafından kullanılıyordu (örenğin Kanzuk Meyva Tuzu). Meyva özleri geleneğimiz 60’lı yıllarda Oralet ile yeniden canlandı. Aynı yıllarda ortaya çıkan kolaların tarihi ise ayrı bir yazının konusu olacak kadar külliyatlı... Aslında bana sorarsanız yazın içilecek en güzel şey su ve madensuyudur. İlla şekerli bir tat arıyorsanız şuruplar ve şerbetler de devreye girebilir (Kar Helvasını hatırlayalım). Ama beni dinleyecek kaç kişi kaldı ki?

25 Temmuz 2008 Cuma

5. Karaburun Şenliği Programı belli oldu!


5. KARABURUN ŞENLİĞİ

7 Ağustos Perşembe:

16.00 Film gösterisi “Asya Minör Yeniden” Yön. Tahsin İşbilen
Yer: Belediye Etkinlik Salonu

21.00 Konser: Türk-Yunan Dostluk Konseri
Katılanlar: Olmaz (Atina), Lesbos Folk Topluluğu (Midilli), Serap Tamay (İzmir), Fulya Özlem ve Mastika Grubu (İstanbul), Salih Nâzım Peker (İzmir)
Yer: Nergis Çay Bahçesi

8 Ağustos Cuma

18.00 Şenliğin ve Sergilerin açılışı
Nergis Çay Bahçesi
(Sergiler Beyediye Etkinlik Salonu’nda ve Belediye Konağı’nda açılacaktır.)

21.00: Muammer Ketencoğlu Topluluğu “İzmir Hatırası”.
Yer: Nergis Çay Bahçesi

9 Ağustos Cumartesi

15.00 Karikatür Sergisi açılışı
Yer: Yeni Pazar Yeri üstü

16.00 Panel: “Karikatür ve Toplum”
Katılanlar: Yönetici: Serdar Kızık, Katılanlar: Kâmil Masaracı, Cihan Demirci, Eray Özbek

21.00 Baba Zula “Köklerimize dönelim”.
Yer: Nergis Çay Bahçesi

10 Ağustos Pazar

10.30 En iyi üzüm yarışması
Yer: Nergis Çay Bahçesi

16.00 Panel: “Müzik ve Toplum” Yönetici: Gökhan Akçura. Katılanlar: Taner Öngür, Derya Bengi, Murat Meriç
Yer: Nergis Çay Bahçesi

21.00 Moğollar “40. Yıl Konseri”
Yer: Cumhuriyet Meydanı